hafız_32
Sat 9 October 2010, 01:15 pm GMT +0200
MU'TEZİLE
MEZHEBİN ORTAYA ÇIKIŞI
«Ayrılmak, uzaklaşmak, bir tarafa çekilmek» manasına gelen «i'ti-zâUden ism-i fail sıygasında bir cemi ismidir. Müfredi «mu'tezilî» dir.
İslâm tarihinde önemli bir akaid mezhebi kabul edilen Mu'tezi-lenin bu isimle anılmasının sebebi hakkında çeşitli .görüşler ileriye sürülmüştür. Bir çok kaynağın naklettiği meşhur görüşe göre Mu-tezilenin kurucusu Vâsıl b. Atâ' (v. 131/748) mürtekib-i kebîre meselesinde hocası Hasan-i Basrî'den (v. 110/728) ayrıldığı, bir kanaate göre de Amr b. Ubeyd (v. 144/761) Katâde'nin (v. 118/736) meclisini terk ettiği için «ayrılanlar, yançizenler» manasına «mu'tezile» diye anılmışlardır. Vâsıl b. Atâ'nın, böyle bir macerasının olabileceği kabul edilmekle beraber Mu'tezîlenin bu hadise sebebiyle bu adla anılmış olması bazıları tarafından pek vârid görülmüyor.
Diğer bir görüşe göre «mu'tezile» ismi daha eskilere varır. Hu-lefâ-i Râşidînden Hz. Ali zamanında başlayıp devam eden iç anlaşmazlıklarda hiç bir tarafı tutmayan, iç savaşlara katılmayan «tarafsız bir zümre» vardır ki bunlara tâ o zamandan itibaren «mu'tezile (tarafsızlar)» denilmiştir. İşte söz konusu edilen kelâm mezhebinin mensupları kendilerini o zevatın halefleri kabul etmişler ve Mu'te-zile adını bir övgü ifadesi olarak kendileri almışlardır.
Hayatının 40 yılını Mu'tezile içinde geçiren Ebu'l-Hasan el-Eş'ari (v. 324/936) ise şöyle demektedir: «Vâsıl b. Atâ', mürtekib-i kebîre konusunda müslümanlann görüşünden ayrıldığı, icmaa muhalefet ettiği için bu adla anılmıştır.» Bu konu ile ilgili olarak başka görüşler de ileriye sürülmüştür[1].
İslâm tarihinin bu kelâmı mezhebi «mu'tezile»den başka isimlerle de anılmıştır. Kulların, ihtiyari fiillerini müstakıllen kendi kudret-leriyle meydana getirdiklerini iddia ettikleri ve kudreti Allah'tan nefyettikleri, daha doğrusu kendilerinden önce bu görüşü benimseyen zümrenin fikirlerine katıldıkları için «kaderiyye «o-tfiı » diye anıldıkları gibi sıfât-ı ilâhiyye, halk-ı Kur'an ve ru'yetullah meselelerinde Cehmiyyeye uyduklarından «cehmîyye adı ile de anılmışlardır. Allah'ın bazı sıfatlarını nefyetmeleri sebebiyle «muattı|£ ükjjl » diye de isimlendirilmişlerdir. Kendileri bu son üç ismin hiç birini kabul etmezler[2]. Biraz sonra göreceğimiz üzere Mu'tezile adi ve tevhid prensiplerini benimsedikleri için «ehl-i adi ve ehl-i tevh olduklarını iddia ederler.
İlmî manada Mu'tezile mezhebinin ortaya çıkışı hicrî ikinci asrın başlarındadır. Mezhebin kurucuları olarak Vâsıl b. Atâ' ile Anrr b. Ubeyd kabul edilir. Mu'tezile âlimleri, mezheplerine daha köklü bir temel gösterebilmek İçin onu tâ Peygamber efendimize kadar dayandırırlar. İbnu'n-Nedîm'in (v.438/1047) kaydettiği ve Mu'tezile bilginlerinden Ebu'l-Hüzeyl el-Allâfa (v.235/850) kadar varan bir rivayete göre Ebu'l-Hüzeyl, adi ve tevhid prensiplerini hocası Osman et-Tavîl-den, o da Vâsıl b. Atâ'dan, Vâsıl da Hz. Ali'nin torunu Ebû Haşim Abdullah'tan, o da babası Muhammed b. el-Hanefiyye'den, o da babası Hz. Ali'den, Ali de Rasûlüllahtan, Rasûlüllah da Cebrâîl vasıtasıyla Allah taâlâdan almıştır. Fakat tslâmî kaynaklar ve tarihî vak'alar karşısında bu görüşü benimsemek mümkün değildir [3]. Zeydiyye
imamlarından ve Mu'tezile âlimlerinden İbnu'l-Murtazâ (v. 840/1437) da Tabakat'ında, Mu'tezileyi, Hulefâ-i râşidîn ve İbn Abbas, İbn Mes'-ûd, İbn Ömer gibi bazı zevattan başlatır, Hz. Hasan ve Hüseyin, ehl-i beyt ve Hasan-i Basrî dâhil meşhur bazı tabiîlerle devam ettirir. İbnu'l-Murtazâ, aynı eserde, fukahâdan İmam Züfer ve Muhammed'i, Şafiî, Nehaî, Şa'bî gibi zevatı, muhaddisînden de Medine'li, Mekke'li, Yemen'li, Şam'li, Basra'lı ve Kûfe'li bir çok şahıs ismi zikreder[4]. öyle anlaşılıyor ki müellif, «kader» fikrinden hareket etmiş, cebri reddeden (fakat kendileri gibi kaderi inkâr etmiyen) bir çok kişiyi, Mu'tezile mezhebini terviç için, kendilerinden saymıştır. VâsıPın, i'ti-zâli, Hasan-i Basrî'den aldığının iddia edilmesi de aynı sebebe bağlanabilir[5].
Mu'tezileyi doğuran âmiller:
Mu'tezilenin kelâmı bir mezhep olarak ortaya çıkışını doğuran âmilleri şöyle hulâsa etmek mümkündür:
1) Kitabımızın başında da söylediğimiz gibi (bk. s. 21) üçüncü halife Hz. Osman'ın şehid edilmesiyle İslâm dünyasında ortaya çıkan anlaşmazlıklar İç savaşların doğmasına kadar varmıştır. Bilhassa «kati» kebîresinin fazlaca irtikâp edilmiş olması, âlimleri, «mürte-kib-i kebîre»ntn durumu hakkında düşünmeye sevketmiştir. Diğer yönden iç savşlara katılan taraflar çeşitli tenkid ve ta'ne tâbi* tutuluyor, bu konularda değişik fikirler ortaya atılıyordu. Mu'tezile de bu siyâsî - fikrî problemler hakkında kendine has görüşler ileriye sürmüş ve yeni bir ekol olarak ortaya çıkmıştır.
2) Hz. Peygamber (s.a.) in vefatından sonra İslâm dini Arap yarımadasının dışına çıkmış, kısa bir müddet içinde bir çok yerler fethedilerek islâm dünyasına katılmıştır. Feth edilen bu yeni ülkeler çeşitli kültür ve inanışlara sahip bulunuyordu. İslâmın kültür dairesine giren bu yeni kavimlerin müslümanlığı kabul edeni de etmiye-nî de eski inanış ve düşünüşünün tesirinden kurtulmuş değildi. Yahudi, hıristiyan, zerdüşt, seneviyye ve sair zümrelerin islâm dünyası içinde yaydıkları islâmî esaslara aykırı görüşlere karşı çıkabilmek için kuvvetli bir cedel kabiliyetinin yanında hasmın silâhını kullanabilecek geniş bir kültüre de sahip olmak gerekiyordu. Halbuki zamanın selef cereyanı bu işin üstesinden gelebilecek durumda değildi, İşte Mu'tezilenin ortaya çıkış âmillerinden biri de bu olmuştur.
3) İlk Mu'tezile ricalinin felsefe ile iştigal ettikleri çeşitli kaynakların şehadetiyle bilinmektedir. Emeviler devrinden itibaren arap-çaya tercüme edilmeye başlanan Eski Yunan felsefesine (ilimler mecmuasına) ait eserler Mu'tezile tarafından da okunmuş, beğenilmiş ve ekollerinin fikir teşekkülüne tesir etmiştir[6].[7]
MU'TEZİLENİN ANA FİKİRLERİ
A. Genel Bakış
Hicrî ikinci asrın başlarında ortaya çıkan Mu'tezile cereyanının akaid tarihinde «kelâm* metodunu vaz'ettiği hepimizin malûmudur. Bu metod, nakli kabul etmekle beraber akaid konularında akla da önem veren, akıl ile naklin teârüz eder gibi göründüğü yerlerde aklın ışığı altında nakli tevil eden bir metoddur. Bilindiği üzere kelâm metoduna devrin âlimleri (Seiefiyye) şiddetle karşı çıkmıştır. Hicrî dördüncü asırdan itibaren başta Mâtürîdî (v. 333/944) ile Eş'arî (v. 324/936) olmak üzere ehl-i sünnet âlimleri bir taraftan Mu'tezi-leye cevap verirken diğer yönden onların kelâmî metodunu benimsemiş oldular ve ehl-i sünnet ilm-i kelâmını kurdular. Ne var ki aklın ve tevilin müdahele sınırı ve ayrıca akaidin bir çok meselelerinin anlaşılması hususunda iki mektep arasında bariz farklar ortaya çıkmıştır[8].
Biraz önce de belirttiğimiz üzere Mu'tezile yahudi, hıriştiyan, İran, Hind dinleri ve Yunan felsefesi ile temas etmiş, bunların karşısında islâm akaidini müdafaa etmeye çalışmıştır. Mu'tezilenin bu mücadelesi sırasında hasmın tesiri altında kaldığı, benimsediği fikirlerde yabancı din ve felsefelerin izleri bulunduğu ileri sürülmektedir [9]
Mu'tezile âlimlerinden EbuM-Hüseyn el-Hayyât (v. 298/910), Mutezilenin kabul ettiği akide esaslarının bütün müslümanlar tarafından aynen benimsendiğini iddia eder ve bu esaslar meyanmda 10 kadar madde sıralar: «Allah birdir, benzeri yoktur, gözler onu idrak edemez, değişikliğe ve zevale uğramaz, yerin de göğün de İlâhıdır, bize şah damarımızdan yakındır, kendisi kadîm olup ondan başka her şey hadistir... cennet müttakîlerin, cehennem de fâsıkların yurdudur» gibi. Çoğu Allah taâlânın sıfatlarına râci' olan, ustalıklı ve üstü kapalı bir şekilde ifade edilen bu prensiplerin, bu akide esaslarının varlığına elbet kimse itiraz edemez. Ancak bunların anlaşılması ve yorumlanmasında çeşitli görüşler ortaya çıkmaktadır[10]. İ'tizal mezhebinden ayrıldıktan sonra telif ettiği «el-İbâne an usûli'd-diyâ-ne» adlı eserinin başında, Ebu'l-Hasan el-Eş'arî (v. 324/936), Mu'te-zilenln ehl-i sünnetten ayrıldığı noktaları zikreder. Bunlar aşağıda sayacağımız «usûl-i hamse»nin içine giren meselelerdir [11]
B. Mutezilenin Beş Esası
Mu'tezile mezhebi kendi arasında çeşitli kollara ayrılmıştır. Bu kolların her birinin kendisine has görüşleri olmakla beraber bütün mu'tezilî fırkaların umumiyetle ittifak ettiği bazı noktalar vardır. Beş esas (usûl-i hamse) halinde toplanan bu prensiplerin tamamını benimseyenler Mu'tezileden kabul ediîmektedir. Bu esaslar şunlardır: [12]
1) Tevhîd :
Allah taâîâyı gerek zat ve gerek sıfatları bakımından bir ve tek kabul etmek manasına gelen «tevhîd» bütün islâmî fırkalar tarafından benimsenen bir esastır. Ancak Allah'ın sıfatları konusunda Mu'tezile kendine has bir aniayışa sahiptir. Onlara göre Allah'ın sıfatları vardır. Ancak bu sıfatlar onun zâtı üzerine zâid manalar, yani zâtından ayrı dü-şünülebilen şeyler olmayıp zâtında mündemiçtir. Binaenaleyh Cenabı Hak için «alîm, semî', basîr'dir» denilebilir, fakat «onun ilim, sem', basar... sıfatı vardır» denilemez. Çünkü birinci anlayışta kullanılan kelimeler sıyga bakımından da sıfat olup zâtı ve sıfatı aynı anda ifade etmiş olur. İkinci anlayışta ise sıfat masdar şeklinde zikredilen bir mana olup zâta ayrıca ilâve edilmektedir. Allah'ın sıfatları da zâtı gibi kadîm olacağından ikinci anlayışa göre birden fazla kadîm kabul edilmiş olur (taaddüd-i kudemâ'), bu ise tevhid prensibine aykırı düşer;
Mu'tezile Allah'ın sıfatları içinde «vahdâniyyet» ve «kadîm oluş»u hâkim sıfatlar kabul etmiş, zihnen bile olsa, ona kadîm olan manalar [sıfatlar) nisbet etmeyi vahdaniyeti zedeleyici mahiyette bulmuştur [13].
Mu'tezile, tevhîd anlayışına bağlı olarak, kelâm ilminin en çok münakaşa edilen «kelâmullah» bahsinde de değişik bir görüş ortaya atmıştır. Onlar kelâm sıfatının Tevrat, İncil, Kur'an gibi insanlar arasında tecelli eden yönüne bakarak onun kadîm değil mahlûk (hadis) olduğunu iddia etmişler, bu sıfatın Allah ile kaim olmadığını söylemişler ve bunun uğrunda, yıkılışları için sebep teşkil edecek kadar aşırılıklar göstermişlerdir.
Yine onlar, Halikın hiç bir veçhile mahlûka benzemiyeceği prensibinden hareket ederek Allah'ın ahirette görülmesini (ru'yetultahı) İnkâr etmişlerdir.
Mu'tezilenİn, Allah'ın bazı sıfatlarını inkâr konusunda Cehmiy-yenin tesiri altında kaldığı, diğer yönden teşbihe düşen Râfıza ve Müşebbiheye karşı bir aksülamel teşkil ettiği kabul edilir. [14]
2} Ad!
Cenabı Hak adi (âdil)dir, kullarına asla zulmetmez. Binaenaleyh kullar, yaptıkları ihtiyarî fiilleri (iyilik ve kötülükleri), Allah taâlâ tarafından kendilerine verilen hür ve müstakil irade ile yaparlar, bu fiillerin meydana gelişinde Üâhî bir müdahale bahis konusu değildir. Zira kulun fi'li ilâhî irade ile vuku bulsaydı kul o fi'li cebir altında yaprruş olurdu. Bu takdirde o fiilden dolayı ceza görmesi zulüm olurdu.
Mu'tezile bu görüşüyle, kendilerinden önce gelen Kaderjyyenin fikirini benimsemiş, fiillerin meydana gelişindeki ilâhî İradeyi vş ka-deri İnkâr etmiş oluyor.
Mu'tezile bu görüşüne bağlı olarak şunu da ileri sürer: Kul için hayırlı ve elverişli (aslan) olanı yaratmak Allah'a vâcibdir (vucûb ale'llah). Onun hikmeti, kulların iyiliğine riayet etmeyi vgerektirir. [15]
3) Va'd ve vaîd
Kişi mümin ve mutî olarak ahirete intikal ederse sevap ve mükâfata {va'd), buna mukabil imansız olarak veya büyük günah (kebîre) işleyip tevbe etmeden ölürse azaba ve ebedî olarak cehennemde
kalmaya (vaîd) lâyık olur. Cenabı Hak, büyük günahı, tevbe olmaksızın hiçbir şekilde (kendi lûtfuyla veya şefaatle bile olsa) affetmez. Bu günah ebedî olarak cehennemde kalmayı gerektirir. Büyük günahlardan kaçınanların küçük günahları İse affolunur. Binaenaleh, mümin cehenneme muvakkat bir zaman için de olso girmez. Cehenneme bir defa giren bir daha çıkamaz.
Mu'tezile, bu görüşüyle Mürci'eye karşı çıkmış, ameli imandan cüz' saymış, şefaati kısmen inkâr etmiş oluyor. [16]
4) Menzile beyna'l-menzileteyn
Büyük günah (kebîre) işleyen mümin imandan çıkar, çünkü'amel imandan bir cüz'dür. Fakat küfre girmez, zira kendisinde hâlâ mev-cud olan kelime-i şehâdet ve benzeri iyilikler küfre münâfidir. O halde iman ile küfür arasında bir yerde, İki menzile arasında bir menzilede bulunur. Böylesine ölünceye kadar müslüman muamelesi yapılır. Şartlarına uyarak tevbe ederse İmana döner. Tevbe etmeden ölürse öldüğü andan itibaren kâfir sayılır. [17]
5) Emir bi'l-marûf nehiy ani'l-münker
İyiliği yaptırmaya ve kötülüğü önlemeye çalışmak bütün müslü-lürnanlara farzdır. Bu, islâm davetinin yayılması, sapıkların doğru yolu bulması ve müslümanlann nazarında hakla bâtılı birbirine karıştıran din düşmanlarının zararlarının bertaraf edilebilmesi bakımından zaruridir.
Mu'tezile, bu prensiplerine bağlı olarak yabancıların İslama yaptıkları fikrî taarruzlara karşı çıkmış ve İslâmı savunmuşlardır. Ancak kendi görüş ve düşüncelerini diğer müslüman zümrelere kabul ettirebilmek için aynı prensip uğrunda yürüttükleri mücadelelerde aşırı gitmiş, sert davranmışlardır[18].
Mu'tezÜe fıkıh konusunda kendilerine has görüşler ortaya koymamışlar, akılcı zihniyetlerine daha uygun buldukları Hanefiyyeye umumiyetle intisabı uygun görmüşlerdir.[19].
Mu'tezileye mensup şahıs ve fırkaların yer yer ekseriyetle, yer yer ittifakla kabul ettikleri görüşler hulâsa olarak bunlardır. Daha önce de belirttiğimiz üzere bizim buradaki hedefimiz ne mufassal bir mezhepler tarihi sunmak, ne de ehl-l sünnetle ehl-i bid'at arasında ihtilaflı olan meselelerin münakaşasını yapmak değildir. Gayemiz önemli itikadı mezhepler hakkında derli- toplu tanıtıcı bir bilgi vermek suretiyle okunacak kelâm eserlerinin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmaktır. [20]
[1] el-Gazzâlî, Fedâihu'l-Bâtiniyye, s. 18-20. Aynı ifadeleri bazı ihtisarlarla İbnu'l-Cevzî de aktarmıştır (bk. Telbîs, s. 103).
[2] ed-Deylemî, Beyânu mezhebi'l-Bâtıniyye, s. 3.
[3] Goldziher, el-Akîde, s. 241.
[4] bk. el-Bağdâdî, el-Fark, s. 284-285, 293-298; eş-Şevkânî, Katru'l-velİyy, 3 283; Ahmed Emin, Zuhru'l-İslâm, IV, 131, 140; Brockelmann, İslâm milletleri, I, 124-125; Adam Mez, el-Hadâra, II, 71; Goldziher, ag.e., s. 241; Arnold, İntişâr-ı İslSm Tarihi, s. 217-219; İ.A. V/2, s. U20, VT, 353.
[5] İA. VI, 353.
[6] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:257-260.
[7] ed-Deylemî, ag.e., s. 81.
[8] İbnu'1-Esîr, el-Kâmil, VIII, 207-208, 486; İbn Kesir, el-Bidâye ve'n-ni-hâye, XI, 160-162, 223 (h. 317 ve 339 yılı hâdiseleri); ed-Deylemî, ag.e., s. 88; A. Emin, Zuhru'l-İslâm, IV, 132-134; Brockelmann, ag.e., I, 134; A. Mez, ag.e., II, 69-70.
[9] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:260.
[10] Mufavvıza: Cenabı Hakkın ilkin Muhainmed ve Ali'yi yarattığını, bundan sonraki bütün yaratma, rızık verme... işlerini onlara havale ettiğini, bu vazifenin Ali'den sonra belirli imamlara kaldığını ileri sürenler.
[11] İbn Bâbeveyh, r. el-hikadât, s. 114.
[12] ed-Deylemî, ag.e., s. 71-91.
[13] el-Gazzâlî, Fedâihu'l-Bâtmiyye, s. 151-155.
[14] İzmirli, Muhassal, s. 194.
[15] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:260-261.
[16] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:175.
[17] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:175-176.
[18] Mu'terilenin be§ esas, hakkmda geniş bilgi ve tenkid *> J. , 93; ei-Kad; AMÜİcebbâr,
Ebû
en-Nîsâbûrî, m-,evMd .1-570 -AMdetft-Tahav,, .İlahiyat Fk. Dergisi, 1S38, c. 16, s. 103-122. Fecru'l-İslâm, s. 297-298, Duha'l-İslâm, III, 21-89; Ebû Zehra, el-Mezâhib, I, 210-215; K. Işık, Mu'tezilenin Doğuşu, s. 67-80; l.Abdülhamîd, Dirâsât, s. 94-97; Ab-dülhakîm Belba', Edebu'l-Mu'tezile, s. 131-151; Î.A. VIII, 761-763; N. Çağatay ve İ.A. Çubukçu, İslâm Mezhepleri Tarihi, I, 92-95; Talât Koçyiğit, Mu'tezilede Akılcılık,
[19] bk. A. Emin, Duha'l-İslâm, III, 71.
[20] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:176.