- Mu'tezile

Adsense kodları


Mu'tezile

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sidretül münteha
Tue 14 September 2010, 03:21 pm GMT +0200
Mu'tezile

81- Mu´tezile´nîn Meydana Çıkışı:


Mu´tezile fırkası, Emevîler devrinde ortaya çıktı. Fakat asıl Abba­sîler devrinde uzun zaman îslâm efkârını meşgul etti.

Hulefâ-yi Râgidîn zamanında ve Emevîler devrinde Irak´ta muhtelif dinlere mensup birçok milletler sakin idi. Bunlann içinde Irak´ın eski se­kenesi olan Keldânîler, iranlılar, Hıristiyanlar, Yahudiler ve Araplar var­dı. Bunların çoğu Müslüman olmuştu. Bâzıları Müslümanlığı, kafasında yerleşmiş olan eski malûmatın ışığında anladı, ona içine sinmiş olan ren­ge göre yeni bir renk verdi. Kendi anlayışına göre bir inanç kurdu. Bâ­zıları İslâm´ı, sâf kaynağından, temiz nıenbaından aldı. Gönlüne sâfiyet-i asliyesiyle yerleştirdi. Fakat şuuru ve arzulan hâlis îslâmî değildi. Far­kına varmadan eskiye meyil arzulan uyanırdı. Psikoloji bilginlerinin de­dikleri gibi, şuuraltı yoluyla eski sezgiler sızıyordu. Onun için Emîrü´l-Mü´minîn Hz. Ali zamanında îslâm ülkelerinde fitneler coşup kaynaşma­ya başlayınca, Irak´ta uyumakta olan o eski arzular yer yer yeniden uyan­dı, îçlerinde gömülü olan fikirler açığa vurdu. Irak´ta ve etrafında Ha­ricîler ve Şîa meydana çıktı, işte bu re´y ve görüş kaynaşması içinde Mu´tezile fırkası da türedi. [1]



82- Mu´tezîle Ne Zaman Çıktı?:


Ulemâ bu fırkanın ne zaman çıktığında ihtilâf etmişlerdir. Bâzıları onun ilk meydana çıkışını şu hâdiseye bağlar: Hz. Ali´nin oğlu Hz. Ha­san, Müslümanlar arasında boş yere kan dökülmesin diye Hilâfeti Muâvi-ye´ye bıraktığı zaman, Hz. Ali taraftarlarından bir kısmı siyasetten çeki­lerek kendilerini ibâdet ve i´tikad işlerine.verdiler. Ebû Hüseyin Terâifî: (Ehl-i Ehvâ ve Bida´) adlı kitabında bunlar hakkında diyor ki:

"Bunlar kendilerine Mu´tezile nâmını verdiler. Zirâ Hz, Ali´nin oğ­lu Hz. Hasan, Muâviye´ye bîat edip bütün umuru ona teslim edince bun­lar Hasan´dan da; Muâviye´den de, hattâ bütün insanlardan el çektiler, ev­lerine çekildiler. Mescitlere kapandılar. Dim ve ibâdetle meşgul oluruz, dediler."

dediler."

Ekseriyete göre Mutezilenin başı, Vâsıl tbn-i Atâ´dır. Hasan Basrî´-nin ilim meclisinde bulunurdu. O çağlarda bütün zihinleri kurcalayan bü­yük günah irtikâbı nıes´elesi ortaya atıldı. Hasan Basri, görüşünü söyle­di. Vâsıl, üstadı Hasan Basrî´ye muhalefet etti. Büyük günah işleyen aiel-ıtlâk nıü´min değildir, o küfür ile îman arasında bir mertebededir, dedi ve üstadının meclisinden ayrılarak mescid´de başka bir ders halkası kurdu. Bunun için onlara, ayrılan mânasına, Mu´tezile denildi.

Müsteşriklerden bâzıları ise, onlara Mu´tezile denilmesinin sebebini başka buluyorlar: Onlar dünyadan yüz çevirmiş, kendilerini ibâdete ver­miş, zâhid kimseler, dünyadan ayrılmışlar, dünyadan yüz çevirip uzlete çekilmişler mânasına gelen bir vasıf imiş! Fakat bu fırkaya mensup olan­ların hepsi böyle değildir ki. İçlerinde mâsiyet işlemiş kimseler de var, müttakîler de var. Bâzıları ebrârdan ise, bâzıları fâcirlerden. [2]



83- Mu´tezile Mezhebi Nedir?:


Ebû´Hasan Hayyât (intişar) kitabında diyor ki: Bir kimse Mu´tezi­lenin esası olan beş aslı kabul etmedikçe, Mu´tezile ismini almağa hak kazanamaz. Onlar da: 1- Tevhîd, 2- Adalet, 3- Va´d ve vaîd, 4- iki mertebe arası, 5- Mârufla emir, kötülükten nehiydir. Bir in­sanda bu beş haslet tam olarak bulunursa o Mu´tezilî olur. Mu´tezile Mez­hebinin esası bu beş şeydir. Bu yoldan ayrılan onlardan olamaz. Bu beş asıldan her birinden kısaca bahsedelim:

1- Tevhîd: Mu´tezile Mezhebinin özü ve esası budur. Ebû Hasan Eş´ârî´nin Makâlâtü´l-tslâmiyyîn kitabında dediği gibi, tevhîd demek: "Allah Dirdir, Onun misli yoktur, O işitir, görür; fakat cisim değildir. Göl­ge, cüsse, suret değildir. Et, kan, şahıs, cevher, araz da değildir. Renk, koku, tat, hararet, bürûdet, rutubet, yubûset, tûl, arz gibi şeylerden uzak­tır, bunlar cevher ve arazın vasıflarıdır... O, her şeyi ihata eder, içine alır, mahlûklardan hiçbirinin vasıflariyle O vasfolunamaz. O, akla gelen her tasavvurun üstündedir... Alîm, kaâdir, hayy olarak devam eder. Göz­ler Onu göremez, vehimler Onu ihata edemez.... Tek kadîm olan O´dur. Ondan başka Tanrı yoktur. Onun ortağı ve dengi yoktur. Yarattıklarım yaratmakta Onun yardımcısı yoktur. Yarattıklarını eski bir örnekten ala­rak yaratmış değildir..."[3]

Mu´tezile tevhîd hususunda gayet titiz davranır. Allah eşyadan hiç­birine benzemez. Cisim ve cihetten münezzeh olduğundan âhirette Al­lah´ın gözle görülmiyeceğine kaanidirler. Onlarca Sıfat, Zâttan başka değildir[4]. Yoksa Kadîmlerin çok olması icabeder. Müteaddit kudemâ ise bâtıldır. Onlara göre Kur´ân mahlûktur. (Bu bahis biraz kısaltılmıştır.)

2- İkinci esasları adalettir. Mes´udî Murûcu´z-Zeheb´de bunu şöyle açıklıyor: "Allâhu Teâlâ fesadı sevmez; kulların ef´alini halketmez, Al­lah´ın verdiği kudretle kullar Allah´ın emrettiklerini işlerler. O ancak murad ettiğini emreder. Kerih gördüğü şeyi nehyeder. Emrettiği iyilik­leri sever[5]. Nehyettiği kötü şeylerden uzaktır. Tâkatları olmayan şey-Jeri kullara emretmez. Güçleri yetmeyen şeyi onlardan istemez. Bir kimse ancak Allah´ın verdiği kuvvetle elini yumup açar. Onlara bu kudreti ve­ren Allah´dir. İsterse alır, yok eder, dilerse halkı itaate mecbur eder, mâ-siyetten zorla meneyler. Buna kaâdirdir. Bunu yapmıyor, çünkü o zaman kullan imtihana çekmenin mânası kalmaz."

Bu esasla, kul fiilinde muhtar değildir, diyen Cehmiyye´ye cevap ver­miş oluyorlar. Bunu zulüm sayarlar. Çünkü bir şahsa bir geyi hem emir etsin, hem de ona muhalefete zorlasın, böyle emirde mâna yoktur. Bir şeyden nehyedip sonra da onu yapmağa mecbur tutmak olmaz. Cebriyye ise buna kail. Bu asla dayanarak kul kendi fi´lini yaratır, dediler. Fakat Allah´ı acz´den tenzih etmek mânasını da düşünerek bu, Allah´ın kulda yarattığı ve ona verdiği kuvvetle olur, hakîkî Hâlık O´dur, dediler. Bu kuvveti kula veren Allah´dır. Allah bu verdiği kuvveti geri almağa, kal­dırmağa kaâdirdir. Teklif umuru tam olsun diye bu kuvveti kula vermiş­tir.

3- Va´d ve vaîd: Yâni iyilik yapanlara sevap va´detmek, kötülük işleyenlere azap vermek demektir. Tevbe etmedikçe, büyük günah işle­yenleri affetmez.

4- îmanla küfür arasında bir mertebe tâyini (Menziletü´n beyne nıenzileteyn) meselesi ise şudur: Şehristânî bunu şöyle anlatıyor: "Vâsıl İbn´-i Atâ demiş ki, îman birtakım iyi hasletlerin mecmuundan ibarettir. Bunlar kimde varsa sahibine mü´min denir. Mü´min, medih ismidir. Fâ-sıkta bu hayır vasıflar toplanmaz. O medih ismine lâyık değildir. Ona mü´min denilmez. Fakat fâsık, kâfir de değildir. Çünkü Kelime-i Şehâdeti söylüyor, diğer hayırlı işleri de yapıyor. Fakat o büyük günah işlemiş ol­duğu nalda tevbe etmeden bu dünyadan giderse Cehennem ehlinden olur. Çünkü âhirette iki zümre vardır: Bir zümre Cennet´te, diğer zümre Ce-hennem´de. Fakat fâsıkın azabı biraz hafif olur. Kâfirlerin üstünde bir yerde bulunur[6].

5- İyilikle emir, kötülükten nehy esasına gelince, İslâm dâvasını neşretmek için bunu yapmak mü´minlere vaciptir. Sapmışlara doğru yo­lu göstermek, azgınları irşâd etmek lâzımdır. Herkes bunu gücünün yet­tiği kadar yapar. Söz ve kalem sahipleri, sözle ve kalemle; kılıç sahipleri kılıçla yaparlar. [7]



84- Bu Esaslara Getirdikleri Deliller:


Mu´tezile akidelerini izahta, nakli delillere değil, aklî delillere daya­nırlar. Akla itimatları o kadar çok fazla idi ki, bunu ancak şeriatın emir­lerine olan hürmetleri tahdit edebilirdi. Her mes´eleyi akla vururlar, akim kabul ettiğini alırlar, kabul etmediğini bırakırlardı. Onlara bu tarzda akılla araştırma usûlü şu yollardan gelmiştir:

a) Irak´ta ve îrarfda bulunmaları; buralarda eski medeniyetlerin ve kültürlerin izleri kalmıştı.

b) Arabm gayri soylardan olmaları, ekserisi Mevâlidendi.

c) Muhaliflerine cevap verme zorunda kaldıklarından akla müra­caatları.

d) Eskilerden Arapçaya terceme yapan Yahudilerle, Hıristiyanlar-la temasları olduğundan eski felsefe görüşlerinin çoğu onlara geçmişti.

Akla itimat etmeleri neticesi olarak onlar eşyanın hüsnü ve Kubhu mes´eîesinde: Güzel ve çirkin olmaları hususunda akıl ile hüküm verir, aklı hâkim yaparlardı: Maarifin iyi olduğunu akıl bilir. Maarif akıl na­zarında vâcibdir. Nimeti verene şükretmek, bunu başkasından duymadan önce de, insana lâzımdır. Güzellik ve çirkinlik güzel ve çirkin olanın bi­rer zâtı sıfatıdır[8].

Cübbâî diyor ki: MHer mâsiyet ki, Allâhu Teâlâ onu emir etmesi ca­izdi, onu nehyettiği için çirkin oldu. Allah´ın mubah kılması caiz olmayan mâsiyet ise lizâtihi kabihtir, cehalet gibi. Allâhu Teâlâ´nm emretmesi de caiz olan her şey Allah emrettiğinden dolayı güzel olmuştur. Ancak em-t´edümesi caiz olan şeyler ise lizâtihi güzeldir[9].

Buna göre Allah´a sâlih ve aslah = yararlı ve en yararlı olanı ya­ratmak lâzımdır, dediler. Cumhur ise şuna kaildir: Allâhu Teâlâ´dan an­cak sâlih ve faydalı şeyler sâdır olur ve lâzım olan da budur. Allâhu Teâlâ´nın yaptığı her şey sâlihtir, faydalıdır. Sâlih olmayan bir geyi yap­mak Allah hakkında mümkün değildir. [10]



85- İslâm´ı Müdafaaları:


Mecûsî, Sâbiî, Yahûdî, Hıristiyan ve sair çeşitli milletler islâm´a girdiler. Kafalarına eskiden o dinlerin talimatı dolmuştu. Bunlar onların iliğine, kemiğine işlemişti. İslâm´ı da onların ışığı altında anladılar, içle­rinde öyleleri vardı ki, kuvvet korkusundan Müslüman görünüyor, iğinde başka şeyler gizliyordu. Bunlar Müslümanlar arasında dîni bozacak şey­ler yaymağa, akidelerde şüphe uyandırmağa başladılar. Allah´ın inzal buyurmadığı fikir ve re´yleri araya sokuyorlardı. Onların ektikleri tohum­lar meyve vermeğe başladı. îslâm adını taşıyan yıkıcı ve bozguncu bir zümre türedi. Mücessime, Müşebbihe, Zındıklar bunlardandı. Mâkulü bi­len, menkulü anlayan bir sınıf, bunlara karşı islâm´ı müdafaaya koyul­du, işte Mu´tezile bu dîni müdafaa edenlerdendi.

Yukarıda saydığımız ve Mu´tezilenin üzerine titredikleri beş esasları, muhalifleriyle aralarında cereyan eden şiddetli münakaşalarda kendi gö­rüşlerini müdafaadan doğmuştur. Arzettiğimiz şekildeki tevhîd esası, m.üşebbihe ve mücessimeye red içindir. Adalet esası cehmiyyeye red için­dir. Va´d ve vaîd esası mürcieye cevap içindir, İki menzile arasında bir derece ise, küçük büyük her günah, işleyeni tekfir eden Haricîlere karşı müdafaa içindir.

Abbasî Halîfelerinden Mehdî zamanında Horasanlı Mukanna´ ortaya çıktı. Ruhlar tenâsuhuna kaildi. Bir sürü halkı azdırdı, peşine taktı. Mâ-verâünnehir´e yürüdü. Mehdî onlara galip gelm.e uğrunda çok güçlükler­le karşılaştı. Onları araştırıyor, kılıç kuvvetiyle onların işini bitirmeğe çalışıyordu. Fakat kılıç bir fikri öldüremez, bir mezhebi söndüremez. Fik­re fikirle mukabele edilir. Bunun için Mehdî, bunlara cevap vermek, kar­şı koymak İçin Mu´tezileyi harekete geçirdi. Onların şüphelerini çürüt­mek, dalâletlerini ortaya çıkarmak için Mu´tezile deliller buldu ve bu yol­da yorulmadan yürüdüler. [11]


86- Halîfelerin Mutezileyi Himâyesi:


Mu´tezile, Emevîler devrinde çıktı. Emevîler onlara hiç dokunmadı­lar. Çünkü Mu´tezile kargaşalık çıkarmıyor, ayaklanmağa davet etmi­yordu. Bunlar fikir ve kanaat sahibi bir zümre idi. işleri, delile, delil ile mukabele etmekti. Umuru doğru ölçülerle ölçmek istiyorlardı. Siyasete hemen hemen karışmıyorlardı. Görünüşte onların delili sözdüf ok değil; silâhlan kuvvetli delil idi, çekilmiş kılıç değil.

Mes´ûdî, Murûcü´z-Zeheb´de naklediyor: Yezid b. Velid, Mu´tezilenin re´y ve fikrinde imiş. Onların beş prensibinin doğruluğuna i´tikad eder­miş.

Abbasîler Devleti kurulunca, ilhâd ve zındıklık seli anadan taşmıştı. Abbasî Halîfeleri, Mu´tezileyi zındıklara ve mülhidlere karşı çekilmiş kes­kin bir kılıç gibi buldular ve bu keskin kılıcı korletmek istemediler. Mu´­tezilenin ilhâde karşı açtığı savaşı söndürmediler.

Me´mun gelince, Mu´tezileye daha çok temayül gösterdi. Onları ken­dine yaklaştırdı, fukahâ ile Mu´tezile arasındaki ihtilâfı kaldırmak için aralarında münazaralar yaptırıp onları birleştirmek istedi. Fakat onun gibilerden hiç beklenmeyen bir hatâya düştü: Fukahâyı ve muhaddisleri hükümet kuvvetiyle Kur´ân´ın mahlûk olduğu mes´clesinde Mu´tezilenin akîdesini kabule zorladı. Hâkimiyet kuvveti, re´y ve kanaatlara tahakküm için değildir. Fikirler cebir ve şiddetle Öldürülemez, insanlar zorla başka­sına i´tikada sürüklenip kanaatları değiştirilemez. Mademki, dinde zorla­ma yoktur, ikrah ve cebir haramdır, insanları öyle bir akideye zoıia sü­rüklemek nasıl olur ki, o akideye karşı gelmekte küfr değil de, tenzih daha kuvvetlidir. Me´mun, fukahâyı, Kur´ân mahlûktur demeğe zorladı. Bâzıları inanarak değil de korkudan bunu kabul etti. Bâzıları ise bu hu­susta işkencelere katlandı. Zindanlara atıldı. Yine akîde ve Ranaatların-dan başkasını söylemediler. Kanaatlanndan dönmediler. Hâlk-ı Kur´ân mes´elesi denilen bu fitne, Me´mun´un vasiyeti üzerine Mu´tasım ve Vâ-sık zamanlarında da aynı tempoda devam etti. Vâsık bu mes´eleye bir de şunu ilâve etti: Mu´tezilenin dediği gibi âhirette Allah´ı kulların göre­meyeceğine inanmağa zorlamağa başladı. Mütevekkil gelince bu zorlama­ları ortadan kaldırdı. Bu işleri tabiî seyrinde bıraktı, insanlar beğendik­leri görüşü almakta muhtar kaldılar. [12]



87- Çağdaşları Arasında Mu´tezîlenin Mevkii:


Fukahâ ve muhaddisler, Mu´tezileye şiddetle hücum kampanyası aç­mışlardı. Mu´tezile iki kuvvetli düşman arasında kalmıştı. Bir tarafta zındıklar ve mülhidler, diğer tarafta fukahâ ve muhaddisler. Bakarsın, fukahâ sırası düştükçe hemen Mu´tezileye hücum ederler, imam Şafiî, Ahmed îbn-i Hanbel ve saire kelâm ilmini ve kelâmcılar usulüyle ilim tahsil edeni zemmederler. Bundan maksatları Mu´tezileyi kötülemekti. Acaba fukahânm Mu´tezileden hoşlanmamalarının sırrı nedir? Her iki sı­nıf da dîne yardım etmek istediği halde neden böyle oluyor? Halbuki her ikisi de dîni müdafaada ellerinden geleni esirgemiyorlardı. Bence, bu düşmanlığın sebepleri denebilecek müteaddit şeyler bir araya gelmiş ve bu düşmanlığı körüklemiştir. Onlardan bâzıları şunlardır:

1- Mu´tezile, dînî akideleri anlayışla selef-i sâlih yolundan ayrıldı­lar. Allah´ın sıfatlarını bilmek, îman edilmesi gereken akideleri öğrenmek isteyen herkes bunları Kur´ân´dan alırdı, ona başvururdu. Başka bir şeye bakmazlar ve Kitaptan başkasına gönülleri yatmazdı. Akaidi, Kuriân-ı Kerîm´in âyetlerinden anlarlardı. Herhangi bir hususta şüpheye düştüler nu, Arap dilinin özelliklerinden faydalanarak şüphelerini yine âyetle hal­letmeğe çalışırlardı. Yine anlayamazlarsa bu defa burada dururlar, daha ileri gitmez; fitneye düşeriz, haktan saparız endişesiyle başka bir şey yapmazlardı. Bu tarz hareket, Arapların tabiatına mülayim geliyordu ve onlara yetiyordu. Çünkü onlar ürnmî bir milletti. İlim, felsefe, mantık ehli değildiler, "fakat Mu´tezile bu usûlden ayrıldılar. Aklı her şeyde öl­çü tutup onu hiikim yaptılar. Araştırmalarında aklı esas tuttular, akilla-riyle her işin kfinh ve mahiyetini anlamağa kalkıştılar. Bunların hepsi, bu tarz şeylere alışık olmayan fukahâya bir sadme tesiri yaptı. Mu´tezi-leye lisanlar hücuma başladılar, onlar hakkında kötü şeyler yapıp dağıt­tılar. Halbuki Mu´tezilenin ekserisi, bir Avrupalı bilginin dediği gibi idi­ler: "Biz Mu´tezileden dîne aykırı bir ses işitmedik. Onlardan duyduğu­muz ses: Allah´a ve O´nun kullariyle olan alâkasına yakışmayan her şeyle mücadele eden dindar bir vacdanın sesidir."

2- Mu´tezile, zındıklarla, putperestlerle ve saire ile durmadan mü­cadele ediyordu. Her mücadele bir nevî meydan harbi demektir. Harbe giren kimse harbde düşmanının taktiğini kullanmak ve usûllerini almak yolundadır. Düşmanın harb plânlarını ve kullandığı silâhları, maksadını bilmelidir. Bu itibarla düşmandan bâzı şeyler alır, karşısmdakinden bâzı çeyler ona da geçer. Mu´tezile de mücadele ettiği düşmanlarının fikir ve görüşlerinin bir dereceye kadar tesiri altında kalmış olabilir. Neyberg bu hususta söyle demektedir: "Büyük bir düşmanla meydan savasına giren kimse savaş şartlariyle, düşmanın ahvâline bağlıdır. Düşmanın harekâtı­nı, konup kalkmasını, adım adım takip etmelidir. Düşmanın hileleri bile ona tesir eder." Fikir meydanında da bu böyledir. Fikirlerin meydana gelmesinde dost kadar düşmanın da tesiri vardır. Bir şeyle fazla uğra­şana ondan bir şeyler bulaşır. Bâzı Hanbeîîler, kendisini mülhidlere ce­vap hazırlama işine tamâmiyle veren arkadaşlarının kendilerini ilhâde kaptırdıklarından şikâyet ederler. Bu mücadelelerin tesiri ile bâzı Mu´-tezilîlerin re´ylerinde umumî yoldan bâzı ayrılışlar olması çok mudur?

3- Akaidi bilmek hususunda Mu´tezilenin akla dayanan bir yolu vardı. Sâde nassa îtimad etmezlerdi. Yalnız mesele hükm-ü şer´î veya hükm-ü şer´î ile münasebeti olan bir bahis olursa o zaman, başkadır. Evet ekseriya îtimadları akla idi. Aklın ise türlü meyilleri var. Bunun için sırf akıllarına uymaları yüzünden hatâlara düştüler. Mu´tezile imam­larından Ebû Hüzeyl´in şu sözleri buna misâldir: "Cennet halkı ihtiyar sahibi değildirler. Çünkü ihtiyarları olsa mükellef olmaları îcabeder. Hal­buki âhiret teklif yeri değil, mükâfat yeridir." Bunda yanılıyor. Çünkü ihtiyar sahibi olmak, behemahai teklifi îcabetmez. Ebû Hüzeyl´in bu sö­zünden döndüğünü Hayyât nakleder.[13] Bu türlü çarpık düşünceler, Mu´­tezileden bâzılarının ağzından çıkıyordu. Bunlar halk arasında yayılıyor, bunları duyan halk yalnız o sözün sahibinden değil, onların hepsinden so-

(74) ğuyordu. "İçinizden yalnız zâlimlere değil, topunuza gelen fitneden sakı­nın."

4- Mu´tezile ümmet arasında yüksek mevkii olan büyük adamlarla mübahase ve mücadele yapıyorlar, hasımları hakkında sözlerim sakınmı­yorlardı. Bakın, Câhız, Hadîs, fıkıh ulemâsına nasıl çatıyor:

"Hadîs uleması ve bir de avam sınıfı taklîd ederler, fakat ellerine bir şey geçmez, taklîd akılca makbul bir şey değildir. Kur´ân taklidi neh-yeder... Âbidler ve zâhidler hep bizdendir, diyorlar, Haricîlerin sayısı on­lardan azken yalnız Haricîlerin âbidlerinin sayısı onlardan daha çok­tur... "[14], Bu tarzdaki sözlerle diğer mezheb erbabına dil uzatmaları, hal­kın Mu´tezileden soğumasına sebep olmuştur.

5- Abbasî Halîfelerinden bâzıları Mu´tezileye taraftardı. Bu mez­hebi kabul ederek onlara yardımda bulundular. Taraftarlıklarını ileri götürerek halkı Mu´tezile mezhebini kabule zorladılar. Bu uğurda fuka­hâya, muhaddislere işkence yatpılar. Onları türlü sınamalara çektiler. Fakat onlar buna sabır ve tahammül gösterdiler. Onların böyle işkence­ye mâruz kalması, halkın şefkatim tahrik etti. Mazluma acımak şanından olan insanlar onlara acıdılar ve bu işkencelere sebep olan Mu´tezileye kızdılar, bunlar sizin başınızın altından kopuyor diye, onlara kin bağla­dılar. Çünkü onlar Hulefâ ve Ümerâ ile görüşüp onlara bu fikri işliyor, bu işkencelere onlar sebep oluyordu. Hattâ Mu´tezile, fukahâya ve mu­haddislere eza ve cefâ yapanları müdafaaya çalışıyorlardı. Meselâ Câ-hız´m şu sözlerine bakın:

"Bizler, delil olmaksızın kimseyi tekfir etmeyiz. Ancak töhmet al-tında olanları imtihan ederiz, deneriz. îtham altında olanlar hakkında soruşturma açmak, zan altında bulunanları imtihana çekmek, kapalı ör­tüyü yırtmak, saklıyı meydana çıkarmak nev´inden değildir. Her keşif, ayıbı açmak, her imtihan tecessüs sayılsaydı kadı bunu yapanların ba­şında gelmek îcabeder. İnsanların kusurlarım ve ayıplarım mahkemede en çok o soruşturup araştırır."[15]

Maddî kuvvetlerin yardımına ve himayesine sığınan fikirlerin hezi­mete uğraması muhakkak bir şeydir. Çünkü maddî kuvvete dayanmanın sonu dağılmaktır; ana caddeden çıkmaktır. Böyle bir kuvvete güvenme­nin sonunda iş onun aleyhine döner. Çünkü insanlar, onun delilinin kuv-vetiden şüpheye düşerler. Eğer delili kuvvetli olsaydı, hâkimiyet kuvve­tine ve yardımına muhtaç olmazlardı, derler. Zorlama ile fikirler tutuna­maz.

6- îlhâd taraftarlarından çoğu, bozuk fikirlerini yavrulamak için Mu´tezile arasında elverişli yuva bulabiliyordu. İslâm´a fitne sokuyorlar,

Müslümanlar arasına fesâd saçıyorlardı. Mu´tezileyi kendilerine siper ya­pıyorlardı. Onların bu kötü maksatları ve habîs garazları anlaşılınca Mu´tezüîler onları aralarından kovardı. Ibn-i Ravendi onlardan sayılırdı. Ebû îsâ Verrâk, Ahmet b. Hâit, Fazl Hudasî onlara mensup idiler. Hal­buki bunların hepsi islâm´da görülmedik şeyler çıkardılar, kötü şeyler getirdiler. Bunların içinde Müslümanların akidelerini bozmak için Yahu­dilere satılmış, vicdanlarını kiralamış kimseler de vardı. Bunlar baştan Mu´tezileden görünürler, onlara yamanırlar, kötü niyetleri meydana çıkıp da Mu´tezileden ayriîsalar da sürdükleri leke Mu´tezilenin adını kirletirdi. Mu´tezile onların kendilerinden olmadığını söyleseler de sürülen leke ko­lay kolay çıkmazdı. Çünkü töhmet zihinlere çok kolay ve çabuk yerleşir, lekeyi silmek, temize çıkarmak ise çok güçtür.
[16]



[1] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 112.

[2] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 112-113.

[3] Ebû Hasan Eş´arî, Makâlâtü´I-lslâmiyyîn.

[4] Bu, Mu´tezile arasında ittifakla alınmış değildir.

[5] Bunu âyet-i kerîmenin zahirinden alıyorlar: "Sana gelen iyilik Allab´dan-dir, sana gelen kötülük ise senin, kendilidendir."

[6] Mu´tezile îmanla küfür arasında bir dereceye kâii olmakla beraber büyük günah sahibini zimmîlerden ayırmak İçin Müslüman adını verirler. Mu´tezileden tbn-I Ebi Hadîd diyor ki: Biz büyük günah sahibini mü´min saymakla beraber diğer zim­mîlerden onu ayırmak için ona bu adı veririz. Bununla medih ve sena mânası kas-detmeksizin bu ismi vermeği caiz görürüz (Nehcü´l-Belâğa şerhi).

[7] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 113-115.

[8] Şehristam, El-Milel Ve´n-Nihâl.

[9] Eş´arî, Makâlâtü´l-îslâmiyyin.

[10] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 115.

[11] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 115-116.

[12] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 116-117.

[13] intişâr Fi´r-red Alâ îbn-i Râvendî, 118

[14] Ubeydullah b. Hassan, Fusûlü Muhtara min Kütübi Gâhiz.

[15] Ubeydullah b. Hassan, Fusûlü Muhtara min Kütübi Câhiz.

[16] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 117-120.