- Müşrik akrabaya iyilikle davranmak

Adsense kodları


Müşrik akrabaya iyilikle davranmak

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafız_32
Wed 29 September 2010, 11:27 am GMT +0200
Müşrik Akrabaya İyilikle Davranmak


Mekkî olan Kur'ân âyetlerini araştırırken, müslümanlarla bunla­rın kâfir ve müşrik olan yakınları arasındaki ilişki ve münasebetlerin her alanda kesildiğini görmüştük. Yani bir müslüman yakını da olsa bir kâfiri veli olarak tanıyamaz, ona sevgi ve saygı göstermez, bunla­ra herhangi bir yardıma da koşamaz. Evet bunları görmüştük. Ancak bütün bunlara rağmen Kur'ân şunu da emretmektedir. Onlarla olan akrabalık bağlarının koparılmamasını, kendilerine iyilikle muamele edilmesini emretmektedir. Kur'ân bunu emrederken, kesinlikle bu kâfir ve müşriklerin bir veli ve yardımcı olarak tanınmamasını da istemek­tedir. Yüce Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

"Biz insana, ana-babasına iyi davranmasını tavsiye (emr) et­mişizdir. Eğer onlar, seni, hakkın­da bilgin olmayan bir şeyi (körü körüne) bana ortak koşman için

244. zoriarlarsa, onlara itaat etme. Dönüşünüz ancak banadır. O zaman, size yapmış olduklarınızı haber vereceğim." (Ankebût, 29/8)

Bir başka âyet meali de şöyledir:

"Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi (körü kö­rüne) bana ortak koşman için zor­iarlarsa, onlara itaat etme. Onlar­la dünyada iyi geçin. Bana yöne­lenlerin yoluna uy. Sonunda dö­nüşünüz ancak banadır. O zaman size yapmış olduklarınızı haber veririm." (Lokman, 31/15)       

Beğavî, Ankebût 8. âyetiyle bu âyetin Sa'd b. Ebî Vakkas (r.a) ile annesi Hamne hakkında nazil olduğunu bildirmektedir. Hamne Ebû Süfyan'in kızıdır. Sa'd ise ilk müslüman olanlar arasında yer alan bir zattır ve annesine karşı gayet saygılıdır ve ona karşı iyi davranmaktadır.

Annesi Hamne kendisine şöyle demişti: "Senin ortaya koyduğun bu din de nedir? Allah'a yemin ederim ki, bundan böyle sen bu dini terketmedikçe ben yemeyi ve içmeyi bırakıp kendimi ölüme terkede-ceğim. Bu hal ise sen yaşadığın sürece alnında bir kara leke olarak ka­lacaktır. Bunun için sana: "Ey anne katili" diyeceklerdir."

Daha sonra anne Hamne bir gün ve bir .gece yemeyi ve içmeyi ter-ketti yani açlık grevine gitti. Kendisini güneşin yakıcı sıcağına bıraktı. Oğlu Sa'd yanına gelip dedi ki:

- Anneciğim! Şunu iyice aklına koymalısın ki, senin yüz tane ca­nın = ruhun olsa, bunlar da birer birer alınsa ben yine de bu dinimi terkedecek değilim. Onun için bunun asla bir önemi yoktur.'Artık an­ne, oğlunun bu husustaki kesin azmini görünce ve onu davacından vaz­geçirmekten ümitsiz kalınca açlık grevine son verdi.

İşte yukarıdaki âyet bununla ilgili olarak indirilmiştir. Allah (c.c), bu maksatla bu âyeti indirmiştir. Âyette ana-babaya karşı dünyada iyi davranılması ve kendilerine iyilikte bulunulması emredilirken, şirk ve küfür noktasında bunlara itaat olunmaması kesin bir dille bildirilmiş olmaktadır. Çünkü Rasülullah (s.a) da şöyle buyurmuşlardır:

"Mahlukun   =   (insanın)  Allah'a  isyanı  halinde,  ona  itaat yoktur."[251]

Bunun için Allah'a, O'nun dinine ve mü'minlere dost olmak, bun­ların yetkisini tanımak hususu ayrıdır, bu itibarla, herhangi bir kim­senin muhalefeti halinde ona bu konuda itaat yoktur. Müşrik olan ya­kınlara karşı iyilik ise ayrı bir konudur. İkisi karıştırılmamalıdır. Bu, bazan onları İslama teşvik için ve bazan da ısındırmak için olabilir.

 
Mekke Döneminde Kâfirlerden Uzak Durma (Bera') Nasıldı?
 

1- Müslüman, şehadet kelimesini getirdikten, yani Allah'tan baş­ka ilah olmadığına, hakimiyetin kayıtsız ve şartsız Allah'ın olduğuna, Muhammed (s.a)'in de O'nun elçisi olduğuna şehadet ettikten sonra artık o, atalarının ve dedelerinin dinini bırakmış, yeni dine girmiş olu­yordu. İslama girdiği andan itibaren, yeni bir dönemin başladığını his­sediyor ve cahili hayatıyla ilgili ne varsa tümünü terkediyordu. Hatta cahili döneminde yaşadığı ve yaptığı şeylerin tümünü şüpheyle karşı­lıyor, onları hatırlarken ürperiyordu. O hayatın tümüyle pislik ve mur­darlık olduğunu, kesinlikle İslam ile bağdaşan bir yönünün bulunma­dığım hissediyor ve görüyordu. İşte onlar İslamı bu duygularla kucak­lıyorlardı. Bu yeni yolun almış ve kabul edilişi böyleydi. Bizim buna şöyle bir isim vermemiz de mümkündür: "Şuurlu uzakîaşış".. Çünkü müslüman, artık bu davranışıyla cahili ortamdan sıyrılıyor, onun ör­fünü, tasavvurunu, adetlerini ve bağlarını tümüyle bırakıyordu. O, şirk inancını terkediyor, yerine tevhid inancını koyuyordu. Cahilî tasav­vur ve düşüncelerden arınıyor, İslamî tasavvur ve düşünceye sığmı­yordu. Evet varlık ve hayat hakkındaki cahilî düşünce anlayışından tümüyle kopup her bakımdan İslâmın görüşünü kabul etmekteydi. Ar­tık o, böylece yeni bir görev anlayışıyla islam toplumuna katılıyor ve yeni topluma tüm yetkisini devrediyordu, Velayeti ona veriyor, sevgi ve itaati ona bağlıyor ve tümüyle ona tabi oluyordu.[252]

2- Artık bundan sonra kâfirlerden yüz çevirmek ve onların ya­nında yer almama emri gündeme geliyordu. Çünkü Rabbimiz şöyle buyurmuştu:

"Onun için sen, bizim zikri­mize (şeriatımıza) iltifat etmeyip sırt çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyenlerden yüz çevir. İşte onların ilimden yana ulaşabildikleri (son sınır) budur.

Hiç şüphesiz, senin Rabbin; kendi yolundan sapanı en iyi bilen O'dur ve hidâyet bulanı da en iyi bilen O'dur." (Necm, 53/29-30)

3- Yine gelen emir sabrı ve iyi bir şekilde onlardan ayrılmayı ön­görüyordu. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Onların (Müşriklerin) söy­lediklerine sabret (katlan) ve on­ları güzel bir şekilde terket." "Müzzemmil, 73/10)"

Bir diğer âyette Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"(Rasülüm!) Sen şimdi sab­ret. Bil ki Allah'ın va'di gerçek­tir. (Buna) iyice inanmamış olan­lar, sakın seni (üzüntü ve) gevşeklige sevketmesin (İyice iman etmemiş olanların seni hafife almalarına sakın fırsat verme!)" (Rûm, 30/60)

Daha sonra Allah (c.c), mü'minlere ataları İbrahim (a.s)'in yap­tığını hatırlatıyor ki, bunu kendileri için bir örnek alsınlar. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Bir zaman İbrahim, baba­sına ve kavmine demişti ki: Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana taparım. Çünkü O, beni doğru yola ilete­cektir. Bu sözü ardından geleceklere devamlı kalacak bir miras olarak bıraktı ki insanlar (dinine) dönsünler." (Zuhrûf, 43/26-28)

4- Bu Rabbani hatırlatmanın yanında insan hayatında gerçekten değişik örnekler vardır. Bu örnekler Kur'ân'da, değişik Rablere vela­yetini tevzi edenlerle, bir tek Rabbe velayetini verip ve o bir tek Rab-be yönelenler için elle tutulur bir şekilde ve hislerle kavranılır bir tarz­da ortaya konulmuştur. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Allah, çekişip duran bir çok ortakların sahip olduğu bir adam (köle) ile yalnız bir kişiye bağlı olan bir adamı (mü'mini) misal (örnek) olarak verir. Bu ikisi eşitmidir? Hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler," (Zümer, 39/29).

Allah (c.c), bu Kur'ânî örnekte Allah'a iman etmeyen müşrikin halini ortaya koymaktadır. Öyleki bu adam Allah'a iman etmediği gi­bi, sevgisi ve velâsı da Allah için olmamakta ve Allah rızasını hiç bir zaman gözetmemektedir. Böyle bir müşrikin durumu bir çok kişi ara­sında ortak olarak alınan bir köleye benzetilmiştir. Köle bir çok efen­diye ait olduğu için her birinin ayrı ayrı arzu ve isteklerine muhatabdır. Dolayısıyla tüm ortaklar arasında kime hizmet edip edemeyeceği konusunda şaşırıp kalmaktadır. Çünkü hepsi de efendisi, hepsi de ay­rı ayrı hizmet beklemektedirler. Adam hiç birisinin arzununu gereğin­ce yerine getiremediğinden dolayısıyla hiç birisini de memnun edeme­mektedir.

Âyette Allah'ı bir tek olarak tanıyan ve tevhid inancına bağlı olan kimsenin durumu da tek efendiye bağlı bir köleye benzetilmiştir. Tev­hid inancına bağlı olan kimse bir tek Allah'a ibâdet ediyor, Velayetini ve sevgisini O'nun adına kullanıyor, her şeyde O'nun rızasını ve hoşnudluğunu göz önünde bulunduruyor. Bu tıpkı tek efendisi olan bir köle ya da işçi gibidir. Efendisinin kendisinden ne gibi beklentileri ol­duğunu biliyor, onun amaçlarını ve gittiği yolu biliyor, dolayısıyla ona göre hareket ederek, onu hoşnut edebiliyor, böylece herhangi bir tar­tışma ve münakaşa doğmaksızın rahat içinde zamanını geçirebiliyor. Aynı zamanda efendisinin şefkat ve merhamet duygularım, kendisine olan ihsanım elde edebiliyor, çünkü onun maslahatlarını yerine getir­mektedir.

Şimdi bir çok efendinin ortak malı olan köle ile bir tek efendinin emrine bağlı olan köle eşit olabilir mi? Biri efendilerinin elinde bir oyun­cak gibiyken, diğeri ne yaptığını bilen bir kimse değil midir? Evet bu ikisi hiç bir zaman eşit olamazlar. "Hamd Allah'a mahsustur, fakat onların çoğu bilmezler."[253]

Hele bir Kur'ân yoluna dikkat et. Onun ahiret gününe gösterdiği önemi, bunun iman problemi üzerindeki büyük etkisini bir düşün. Biz Kur'ân'ı Kerîm'in, Allah'dan başkasına velayetini verenlerin halini kı­yamet sahneleri içerisinde nasıl gösterdiğini açıkça görmekteyiz. Ger­çekten onların bu velayetleri sonunda nasıl bir düşmanlığa, buğza ve kine dönüştüğünü, sonra da dostluğun çok iğrenç düşmanlığa bürün-düğünü net bir şekilde görebilmekteyiz.

Kâfirler cehennemde: "Rabbimiz! Cinlerden ve insan­lardan bizi saptıranları bize gös­ter de onları ayaklarımızın altına alalım. Onlar, en aşağıda kalan­lardan olsunlar! diyecekler." (Fussilet, 41/29)

Yine bir başka âyette yüce Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Allah'a saygı duyup kötü­lükten sakınanlar müstesna olmak üzere, (dünyada iken kötülükte)                       

dost olanlar o gün birbirlerine düşman kesilirler.” (Zuhrûf, 43/67).

"O gün, o zalim kimse ellerini ısırıp şöyle der: Keşke o pey­gamberlerle birlikte bir yol tutsay­dım! Ne yazık bana! Keşke falan­cayı dost edinseydim. Çünkü zi­kir (Kur'ân) bana gelmişken o, hakikaten beni ondan saptırdı.

Şeytan, insanı (uçuruma sürükleyip, sonra) yapayalnız ve yardımcısız bırakmakta.''' (Furkan, 25/27-29).

Bundan sonra Allah düşmanlarına karşı kesin ve açık ifade gel­miş oldu. Bu onların dinlerinin batıl olduğu ve kesinlikle onların din­lerine girilemeyeceği ifadesi ve ilânıydı. Bizim dinimiz, bizzat Hak olan dindir ki, Allah (c.c), bizim bu din üzere olmamızı istemiştir. Artık sizin kulluk edip taptıklarınıza bizler tapacak değiliz. Siz de bizim ibadet ettiğimiz Rabbimize ibadet edecek değilsiniz.

 
O Halde Sizin Dininiz Size Benim Dinim Bana...
 

Müşrikler, artık müslümanların davalarındaki kararlılıklarını ve dinleriyle yüceleceklerini, onların morallerinin pek yüksek olduğunu görünce, bir başka eğlenme ve alay yolunu denediler. Bunun sebebi de müslümanların, tüm batılların üstünde bir inanca sahip oldukları­nı görünce müşrikler, büsbütün ümitsizliğe ve ye'se kapılmışlarıydı. Ar­tık müslümanların dinlerinden dönülmesinin ve döndürülmelerinin mümkün olamayacağını kesinlikle kavradılar. Bu defa bir başka ah­makça yola girdiler. Bu da kendilerinin gerçekten ne kadar kısır gö­rüşlü olduğunu göstermekte idi. Bu defa Hz. Peygamber (s.a)'i kendi putlarına tapmaya çağırdılar.

Teklifleri şuydu. Rasûlullah (s.a) onların putlarına bir yıl tapa­cak, onlar da Rasûlullah'ın ma'buduna bir yıl ibadet edecekler. İşte bunun üzerine Allah (c.c) Kâfirûn sûresini indirdi. Rabbimiz bu sûre­de şöyle buyuruyor:

“Bismillahirrahmanirrahîm.

(Ey Muhammed) "De ki: "Ey kafirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Şu anda siz de benim kulluk ettiğime kul­luk etmiyorsunuz. Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak deği­lim. Öyle ya siz de benim kulluk

ettiğime kulluk etmezsiniz. O halde sizin dininiz size, benim dinim ba­na." (Kâfirûn, 109/1-6)

Tıpkı bu sûre gibi daha başka âyetler de vardır. Buna benzer âyetler kâfirlerle olan tüm münasebeti kesmeyi, küfür erbabıyla herhangi bir ilişkiye girmemeyi öngörmektedir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Onlar seni yalanlarsa de ki: Benim işim bana, sizin işiniz de si­ze aittir. Siz benim yaptığımdan uzaksınız, ben de sizin yaptığınız­dan uzağım." (Yunus, 10/41)

"De ki: "Allah'tan başka si­zin taptığınız şeylere tapmak ba­na yasak edildi. De ki: "Ben si­zin arzularınıza uymam, (sizin is­teklerinize uyduğum takdirde) sa­pıtmış olurum ve hidayete erenler­den de olamam.*' De ki: "Şüphe­siz ben Rabbimden gelen apaçık bir delil üzerindeyim. (hakkı ba­tıldan ayırt eden açık delil ve hüccet üzerindeyim). Halbuki siz onu yalanladınız. Zira çabucak gelmesini istediğiniz (azap) benim yanım­da değildir. Hüküm ancak Allah'ındır. Çünkü O, gerçeğe uyar ve O, sağlam hüküm verenlerin en hayırlısıdır." (En'âm, 6/56-57)

"De ki: "Ey insanlar! Benîm dinimden şüphede iseniz, (bilin ki), ben Allah'ı bırakıp da sizin taptıklarınıza (putlara, heykelle­re) tapmam. Ben ancak sizi öldü­recek olan Allah'a kulluk ederim. Çünkü bana mü'minlerden ol­mam emrolundu. Ve "yüzünü muvahhid olarak hak dine dön-dür, sakın müşriklerden olma!" (denildi)" (Yûnus, 10/104-105)

İşte tüm bu âyetler bu netlik ve açıklıkla geldiler ki, müslümanlar ile kâfir müşriklerin saflarım belirleyen yoldaki işaretlerdir. Evet Allah'a ve Rasûlüne iman etmeyen müşrik kâfirlerle müslümanların saflarını belirleyen işaretler ve çizgilerdir. Kur'ân'ın bu açıklık ve net­liği karşısında yine de görüyoruz ki, kimi ilim mensupları, bu âyetlere ve özellikle de Kâfirûn sûresine bakarak, burada Rasûlullah (s.a)'ın kâfirlerin batıl dinlerini tanıdığı düşüncesine kapılmışlardır ve böyle bir iddiaya kalkışmışlardır ki bu, temelde batıl bir iddiadır. Zira bu­rada böyle bir şey varid değildir. Bu, İslam gerçeğine aykırı bir dü­şünce olduğu kadar, İslam peygamberinin davetiyle de çelişkili bir du­rumdur. Sadece İslâm peygamberinin davetine değil, bütün peygam­berlerin davetiyle çelişen bir haldir. Değerli âlim İbn Kayyım merhum bu hususta şöyle söylemektedir:

"Doğrusu bu sûre yani Kâfirûn sûresi, sırf nefyi ve reddi kapsa­yan bir sûredir. Zaten bu, bu sûrenin özelliğidir. Bu, asıl itibariyle şirk­ten uzak kalmayı ve onu reddi ifade ediyor. Nitekim sûre de bunun için gelmiştir.[254]

"Burada en büyük amaç, muvahhidlerle müşrikler arasındaki kesin ayrılıktır. İşte bunun içindir ki, her iki yönden de istenilen uzaklaş­mayı gerçekleştirmek için nefiyle yani olumsuzluk edatıyla getirilmiş­tir. Gerçi bu arada kendisinin ibadet ettiği bir mabudunun olduğunu da kanıtlamaktadır. İşte bu ifade haniflerin imamı ve lideri olan Hz. İbrahim'in şu sözüne gayet uygun düşmektedir:

"Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana ta­parım." (Zuhruf, 43/26-27). İşte bu, "La ilahe illallah" kelimesinin gerçeğini, ortaya koymaktadır."

İşte bunun içindir ki, Rasûlullah (s.a), saban namazıyla akşam namazının sünnetlerinde Kafirûn süresiyle birlikte İhlas sûresini oku­makla bu gerçeği ortaya koymakta idi.[255] "[256]

Allah (c.c), "onların dinleri onlara, senin dinin de sana" diye haber verince acaba bu bir ikrar mı, yani onların dinlerini tanımak mıdır ki, bu mensuh ya da tahsis olabilsin? Yani bu ya mensuhtur veya tahsis edilmiştir. Ya da burada ne nesih vardır, ne de tahsis.

Aslında bu çok önemli meselelerden birisidir. Bazı kimseler bu sûreyi değerlendirirlerken hataya ve yanılgıya düşmüşlerdir. Onlar bu âyetin, Seyf âyetiyle nesh edildiğini sanmışlardır. Bunların itikadına göre, âyet kâfirlerin batıl dinini tanımaktadır. Bir kısmı da şöyle an­lamışlardır: Bu sûre onların dinlerini tanıma noktasında bir tahsis ge­tirmiştir ki, bunlar da ehli kitaptırlar![257]

Doğrusu her iki görüş de hatalı ve yanlıştır. Sûrede nesih olmadığı gibi herhangi bir tahsis te söz konusu değildir. Aksine sûre muh­kemdir ve bu öyle bir süredir ki, kapsamına neshin girmesi mümkün değildir. Gerçekte tüm peygamberlerin davetinde tevhid hükümleri üze­rinde ittifak vardır. Dolayısıyla burada herhangi bir nesih söz konusu değildir.                                                                         

Aynı zamanda bu sûre yani Kâfirûn sûresi, halis ve sâf tevhidi öngörmektedir. Nitekim bunun için bu sûreye İhlâs sûresi âdı da ve­rilmiştir. Buradaki yanlışın kaynağı ise, bu kimselerin, âyeti yanlış de­ğerlendirmeleri ve âyetin, bunların dinlerini tanıdığını sanmalarıdır. Sonra da baktılar ki, bu tanıma olayı "Seyf" âyetiyle ortadan kalk­mıştır. Bunun üzerine de, sûredeki bu âyetin mensûh olduğunu söy­lediler.

Bir grup ta şöyle dediler: "Bu, kitapları olmayan bazı kâfirleri ayırmaktadır. İşte bunun için bu, tahsis edilmiştir!

Her şeyden önce böyle bir durumdan Allah'a sığınırız! Yani âye­tin onların dediklerini kabul edeceği veya onların dinini tanıması hük­münün ve manâsının çıkması gibi bir durumdan Allah'a sığınırız. Zi­ra böyle bir manâ hiç bir zaman varid değildir. Aksine Rasûlullah (s.a) ve ashabı ta başından beri onları inkâr ve reddetmekte çok çetin dav­ranmış, dinlerini ayıplamış ve onları çirkin görmüşlerdir. Onları ve din­lerini tanımaktan da menetmiştir. Hemen her zaman ve her yerde on­ları tehdit etmiş ve korkutmuştur. O halde nasıl olur ki âyet onları ve dinlerini tanımaktadır diye söylenebilir? Böyle batıl ve boş bir id­diadan Allah'a sığınırız!

Daha önce de anlattığımız gibi âyet, kâfirlerden ve müşriklerden kesin uzaklaşmayı öngörmektedir. Âyet, onlara: Sizin halen üzerinde bulunduğunuz dini, biz hiç bir zaman kabul etmiyor ve bu hususta sizinle ebediyyen bir muvafakata ve anlaşmaya da girmiyoruz" demek­tedir. Çünkü dininiz batıl bir dindir. Aynı zamanda size aittir, biz bu hususta sizinle ortak davranmayız, sizin şirkinize ortak olmayız. Kal­dı ki, siz de bizim hak olan dinimiz konusunda bizimle ortak davra­nacak değilsiniz.

İşte bu, kesin ayrılma ve uzaklaşma ifadesidir. Bu onların dinle­rinin kabul edilmeyişinin ve ondan ayrılışın kesin bir ifadesidir. O halde burada nasıl olur da bir ikrardan ve onların batıl dinlerinin tanınma­sından söz edilebilir? Hatta nesih ve tahsisten bile söz edilemez.

Görüyorsunuz ya! Hüccet ve delil ile cihad olunduğu gibi, kılıç ile de cihad olunabilmektedir. O halde: "Sizin dininiz size ve benim

dinim de bana" diye söyleyerek sahadan çekilmekte söz konusu değildir.

Aksine bu âyet gerçekten geçerli ve muhkem bir âyettir, sabittir. Mü'minler ile kâfirler arasında, Allah (c.c) bundan kullarını ve onla­rın ülkelerini temizleyinceye dek âyet sabittir, muhkemdir. Diğer ta­raftan âyetin bu kesin ayrılık ve uzaklaşma ifadesi hükmü, Ehli Sün­netten Rasûlullah (s.a)'a tabi olanlarla, sünnetine aykırı davranıp bid'at yoluna sapanlar arasında da aynen geçerli ve muhkemdir. Çünkü bid'at erbabı Rasûlullah'ın sünnetinden başkasına davette bulunmaktadır­lar. Bu gibi bidatçılara, Allah Rasûlünün halifeleri ve vereseleri "haydin oradan, sizin dininiz size, bizim dinimiz de bize" diye cevap verdikle­rinde, yukarıdaki aynı ifadeyi söylemek istemektedirler. Yoksa bu, o halifelerin ve varislerin, bu bid'atçıların bidatlerini tanıdıkları anla­mının çıkmasını gerektirmez. Aksine bu şöyle bir ifade olmaktadır. Biz kesinlikle sizden uazğız, bizim sizin yaptıklarınızla bir ilişiğimiz yoktur. Onlar böyle söylerlerken onlara gereken cevapları vermekte, onlarla cihadı sürdürmeyi de bırakmamaktadırlar. İmkanları oranın­da onlara karşı ellerinden geleni yapmaktadırlar.[258]

Aslında bu konuda daha fazla bir izaha ve açıklamaya gerek de yoktur. Kaldı ki, Şeyhul İslâm İbn Teymiye buna ek olarak ''Sizin dU niniz size, benim dinîm de bana" âyetiyle ilgili olmak üzere diyor ki:

"Leküm" ifadesinin başındaki (Lâm) edatı, arap dilinde ihtisas yani aidiyet bildirir. Buna göre manâ şöyle olmaktadır: "Siz, kendi dininize ve inancınıza ait ve bağlısınız. Biz bu konuda size katılama­yız." Nitekim ikinci cümledeki (Lâm)'ın ifadesi de böyledir. Yani: "Ben de kendi dinime bağlıyım ve buna aitim, bu itibarla bu dinim konu­sunda siz de bana ortak olacak değilsiniz." Nitekim Yüce Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığım-dan uzaksınız, ben de sizin yaptığınızdan uzağım." (Yunus, 10/41)

Bu âyetten sakın, Rasûlullah'ın müşriklerin dinlerini ve inançla­rını, aynı şekilde kitap ehlinin de din ve inançlarını tanıdığı manâsı anlaşılmasın. Çünkü bazı mülhidler ve dinsizler bunu böyle anlamış­lardır. Aynı zamanda âyetin onlarla cihadı yasakladığı anlamı da çı­karılmasın. Zira yanılgıya düşen kimileri böyle değerlendirerek âyeti mensuh kabul etmişlerdir.                                                       

Aksine âyet, bu gibi bir yanlış anlaşılma ve manâlandırmaya fır­sat tanımamaktadır. Özellikle onların dinlerinden uzak durmayı ve kal­mayı bildirmektedir. Zaten onlar da bizim dinimize yanaşmamaktadırlar. Dolayısıyla müşriklerin yaptıkları şeyler, Rasûlullah'a ve iman edenlere zarar vermezler, onların işledikleriyle de ceza ya da mükafat görülecek değildir. Zira müslümanlann amellerinin kâfirlere bir yara­rı yoktur. Kâfirlerin kendilerine zaten yararlan olmayacaktır. İşte bu kesin olan bir iştir ki, muhkemdir, burada nesih, yani âyetin hükmü­nün yürürlükten kaldırıldığı gibi bir durum söz konusu değildir. Al­lah Rasûlü hiç bir zaman ne müşriklerin ve ne de kitap ehlinin dinleri­ni hoş karşılamamıştır. Öyleki bir göz açıp kapama anı kadar bile ka­bul etmemiş, reddetmiştir.

Aşağıda mealini sunacağımız Kâfirûn sûresine'dayanarak, "Ra­sûlullah (s.a), kâfirlerin din ve inançlarını tanımıştır" iddiasına kalkı­şanlar bulunmaktadır. Önce meali sunalım, sonra da bu husustaki gö­rüşleri belirtelim.

"(Ya Muhammed!) De ki: ' Ey kâfirler! Ben sizin tapmakta olduklarınıza tapmam. Şu anda siz de benim kulluk ettiğime kul­luk etmiyorsunuz. Ben de sizin taptıklarınıza asla tapacak deği­lim. Öyle ya siz de benim kulluk   ettiğime kulluk etmezsiniz. O halde sizin dininiz size, benim dinim ba­na." (Kafirûn, 109/1-6)                                                                   

Bu dinsiz ve mülhidler "Sizin dininiz size, benim dinim bana" buyruğunun manâsını; "Âyet ve Rasûlullah (s.a) kafirlerin dinini ta­nımaktadır." şeklinde yorumlamışlar. Sonra da bu âyetin mensuh ol­duğunu yani hükmünün yürürlükten kaldırıldığını söylemişlerdir. Böy­lece sanki kâfirlerin dinleri tanınmış ve hoş karşılanmış manâsı çıka­rılmaya çalışılmıştır.

İşte bu, gerçekten Hz. Muhammed (s.a)'e karşı uydurulan en açık bir yalan ve iftiradır. Çünkü Hz. Muhammed (s.a), Allah'ın kendi pey­gamberlerini gönderdiği dinler ve indirmiş olduğu kitaplar dışında hiç bir dine ve hiç bir kitaba rıza göstermemiştir. Nitekim bu âyetin bir benzeri başka bir âyet meali de şöyledir:

"Onlar seni yalanlarlarsa de ki: Benim işim bana, sizin işiniz de size aittir. Siz benim yaptığım­dan uzaksınız, ben de sizin yaptı­ğınızdan uzağım." (Yunus, 10/41)

Bir başka âyette Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"İşte onun için sen (tevhide) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların kötü arzu­larına uyma ve de ki: "Ben Al­lah'ın Kitap'tan indirdiğine inan­dım ve aranızda adaleti gerçekleş­tirmekle emrolundum. Allah bi­zim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim işlediklerimiz bize, si­zin işledikleriniz de sizedir." (Şura, 42/15)

Yine Rabbimiz şöyle buyuruyor:.

"Sana uyan mü'minlere kanadını indir. Şayet sana karşı gelirler­se de ki: Ben sizin yaptıklarınızdan muhakkak ki uzağım." (Şuara, 26/215-216)

Bu âyet, Hz. Peygamber (s.a)'e uyan mü'minlerden asi olanları­nın masiyetlerinden O'nrun uzak olduğunu bildirmektedir. O halde en büyük muhalefet ve en şiddetli masiyet olan kafirlerin küfründen nasıl uzak kalmasın ki?[259]

Allah, Abdullah b. Abbas (r.a)'a rahmet eylesin, bu sûre ile ilgili olarak şöyle demişti: "İblîs için Kur'ân'da bu sûreden daha ağır kin yeren, onu şiddetli kine sevkeden bir sûre yoktur. Çünkü bu süre Tevhidi bildiren ve şirkten de uzak ve beri kalmayı ön gören bir sûre­dir."[260]

Asmaî de şöyle diyor: "Kul Ya Eyyü hel kafirûn" süresiyle "Kulhuvellahu ahad (ihlas) sûresi için, "kişiyi nifaktan uzaklaştıran iki sûre" denilmiştir."[261]                                               

 
Allah'tan Gelecek Olan Ferahlık Yakındır
 

İbn İshak diyor ki: "Allah (c.c), dinini üstün kılmak ve peygam­berini de başarıya erdirerek güçlü kılmak, ona verdiği va'di yerine ge­tirmek istedi. Rasûlullah (s.a), panayır ve hac mevsimi döneminde çık­mış dolaşıyordu. Bu arada Medine'li yerliler olan Ensar'dan bir gu­rup insanla karşılaştı. Rasûlullah (s.a) kendini Arap kabilelerine ta­nıttı. Nitekim her mevsimde bunu yapıyordu. İşte yine böyle bir mev­simde Rasûlulah (s,a), Akabe tepesinin yanında, Allah'ın kendileri için hayır murad ettiği bir gurup Hazrec'li ile karşılaştı. Peygamber (s.a), bunlara:

"- Siz kimlerdensiniz ve kimsiniz? diye sordular. Onlar da:

- Hazrec kabilesinden bir grubuz cevabım verdiler. Rasûlulah (s.a): "- Yani Yahudî mevalisindensiniz öyîe mi?" diye sordu. Onlar-da:

- Evet, dediler. Bu defa Rasûlulah: "Acaba biraz oturmaz mısı­nız ki, sizinle konuşalım?" Onlar da, "hay hay, olur" dediler ve bir­likte oturup konuştular. H. Peygamber (s.a) efendimiz onları Allah'­ın dinine davet etti, onlara İslam'ı arzetti Kur'ân'dan âyetler okudu. Bunun üzerine birbirlerine dediler ki: "Ey kavim! Siz de biliyorsunuz ki, Allah'a yemin ederiz ki bu, Yahudilerin sizi, geleceğiyle korkuttu­ğu peygamberdir. Gelin onlar sizi geçmeden biz İslamı kabullenelim." İşte böylece Rasûlullah (s.a)'a icabet ettiler, davetini kabullendiler. On­lar Rasûlullah (sa.) tarafından kendilerine sunulan İslâm'ı kabul edince şöyle dediler:

- Biz, arkamızda kendi kavmimizi bıraktık. Bizim kavmimiz ka­dar aralarında kötülük ve düşmanlık bulunan başka bir kavim daha gösterilemez. Olur ki, senin yüzünden Allah (c.c), kavmimizi toplar ve böylece bir araya getirir. Biz onlara bunu takdim edeceğiz ve böy­lece onları da senin dinine davet edeceğiz, bizim sana icabet ettiğimiz gibi, bu dini onlara arzedeceğiz. Eğer böylece Allah (c.c), onları bir araya getirirse, bu takdirde senden daha güçlü ve şerefli biri olmaya­caktır.

Sonra dönüp ülkelerine gittiler, hepsi iman etmiş ve hepsi de hakkı doğrulamış olarak döndüler. Medine'ye geldiklerinde, kavimlerine Ra­sûlullah (s.a)'ı, onları İslam'a davetini anlattılar. Öyle ki İslam onlar arasında yayılır oldu. Hiç bir Ensar evi yoktu ki orada Rasûlullah (s.a) konuşulmuş olmasın.[262]

Evet, tüm sıkıntı ve zorluklardan, bu karşılıklı göğüs germe ve sabır olayından sonra, Allah (c.c), dinine yardım edene en büyük lüt­fü hazırladı ve böylece kelimesini yüceltti. O davayı yeryüzünde yay­dı. Bütün bunlar Rasûlüne ve onun ilk ashabına sığınacakları bir yeri sağladıktan sonra oldu.

Gerçekten "Ensar'ın" "Ensarullah" diye isim almaları yani Al­lah'ın, Rasûlünün ve dininin yardımcıları diye adlandırılmaları, tüm şereflerin üzerinde bir şereftir. Evet Allah'ın yardımcıları, peygambe­rinin yardımcıları, dinin yardımcıları ve mü'min kullarının yardımcı­ları diye adlandırılmak ne büyük bir şereftir. Bunlar cahiliyenin ve onun tağutlannın ve zalimlerinin yardımcıları değiller. Gerçi bu sonuncula­rı insanların gözünde her ne kadar büyük de tanınsalar, gerçekte bun­lar küçük ve aşağılıktırlar.

Hz. Peygamber (s.a.)'in Akabe tepeciğinde Medine'lilerle buluş­masından bir yıl sonra, ikinci yıl 12 erkek Mekke'ye geldiler. Bunlar Akabe'de Rasûlullah (s.a.) ile buluştular ve ona bey'at ettiler. İşte bu ikinci buluşmaya birinci Akabe denilmektedir. Yapılan beyat İslâm adına oldu. Hz. Peygamber (s.a.), bunlarla birlikte Hz. Mus'ab b. Umeyr (r.a.)'i gönderdi.[263] Mus'ab bunlara Kur'an okutuyor ve İslamı öğretiyor, dini gereğince anlamaları için yardımcı oluyor namazda imamlık yapıyordu.[264]

Ertesi yıl hac mevsiminde Hz. Mus'ab b. Umeyr (r.a) ile Ensar'-dan bir hayli kişi yola çıktılar. Hz. Peygamberle ikinci kez Akabe'de görüştüler. Medine'liler yola çıktıklarında Medine dışında aralarında şöyle konuştular: "Daha ne zaman kadar Allah Rasûîünü, Mekke dağ­larında, kovulur, korkutulur ve korkar bir halde bırakacağız?"

İman, bu gençlerin kalblerinin tâ derinliklerine nüfuz etmişti. Artık bu gençler cesaret teneffüs ediyorlardı. Artık bu davetin ve davetçinin etrafını kuşatan boğucu ve öldürücü kuşatmanın çözümü zamanı gelmişti.[265]

 
Bey'at Sözleri
 

Rasûlullah (s.a.) konuşma yaptı ve sonra Kur'an okudu, Ensarı Allah'a ve dinine çağırdı, onları İslama teşvik etti, sonra da şöyle buyurdu:

"Ben, sizinle, kadınlarınızı, ve çocuklarınızı koruduğunuz gibi beni korumanız şartıyle beyatte bulunuyor, sözleşme yapıyorum." Bera' b. Ma'rur (r.a.)[266]; Hz. Peygamber (s.a.)'in elini tutarak şöyle konuştu

"Evet, Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ede­rim ki, kadınlarımızı (çoluk-çocuğumuzu) koruduğumuz şeylerden, ke­sinlikle seni de koruyacağizl Ey Allah'ın Rasûlü! Bizimle beyat yap. Biz, Allah'a andolsun ki, savaş erleri ve silahşörleriz (silah ehliyiz, eri­yiz). Biz bunu silsileyle bize kadar gelen büyüklerimizden miras ola­rak almışızdır."

O böyle konuşurken tam bu sırada Ebr1 Heysem b. Teyhân sö­zün arasına girdi.[267]                                                                 

Ve şöyle konuşmaya başladı:m                                           

"- Ey Allah'ın Rasûlü! Bizlerle o adamlar (yahudiler) arasında, andlaşma ve sözleşmeler bulunmaktadn. Biz, sizinle yaptığımız bu an­laşmayla onları kesip atıyoruz. Yarın Allah (c.c.) seni muzaffer (üs­tün) Kılarsa, sen bizi bırakıp kavminin yanına mı dönersin acaba? Ra-vi diyor ki: Rasûlullah (s.a.) gülümsedi sonra da şöyle buyurdu: "Benim kanım sizin kanınız, benim zimmetim sizin zimmetinizdir. Ben sizdenim, siz de bendensiniz. Ben sizin kendileriyle savaştığınız kim­selerle savaşır, kendileriyle barış yaptığınız (yapacağınız) kimselerle ba­rış yaparım.

İbn Hişam da şöyle diyor: "Benim zimmetim, sizin zimmetiniz­dir, benim saygınlığım, sizin saygınlığınızdır (sizin dokunulmaz gös­terdiğiniz benim için de dokunulmazdır.)"[268]

Daha sonra Es'ad b. Zürâre ayağa kalktı ve şöyle konuştu:[269] "Ey Yesrib (Medine)'liler biraz yavaş olun bakalım. Doğrusu bizler bu zatın gerçekten Allah Rasûlü olduğunu bilerek, aynı zamanda de­velerimizin böğürlerini de tepe tepe buraya kadar gelmiş bulunmakta­yız. Artık bugün tüm araplardan ayrılmak, ayrı bir baş çekmek ve so­nunda da en hayırlılarımızın öldürülmesi, sizlerin ise kılıç darbeleriy­le öldürülmeleri demektir bu antlaşma. Ancak bütün bunlara rağmen siz uzağı çok iyi gören bir kavimsiniz. O halde ona (Rasûlullah'a) tu­tununuz. Zira sizin bu konudaki ecriniz ve mükafatınız Allah'a aittir. Eyet siz ya böyle bir toplumsunuz veya siz canlarınızdan korkan kor­kak bir toplumsunuz, bu takdirde durumunuzu çekinmeden açıklayın ki, Allah nezdinde sizin için bu daha geçerli bir mazeret olabilir."

Hz. Esad b. Zürare'nin bu konuşması üzerine ona şöyle cevap verdiler:

Elini bizden çek. Vallahi, biz yaptığımız bu bi'ati antlaşma ve söz­leşmeyi) ne bırakır ne de iptal ederiz. Sonra hepsi kalktılar, Rasûlullah (s.a)'a birer birer giderek onunla (bey'at) antlaşma yaptılar.[270]

Evet, işte bu Allah'a olan imanın ve O'na olan sevginin1'tâ kendi­sidir. Bu O'nun dini üzerinde bir araya gelme kardeşliğidir. O'nun adına birleşip yardımlaşmak ve zafere erişmektir. İşte bütün bunlar, Mek­ke'nin etrafında bulunan ve karanlıklar içerisinde yuvarlanıp giden bir toplumun ruh derinliklerinden patlayarak ortaya çıkan bir olaydır. 3u, öyle bir patlamadır ki, kendilerini Allah'ın ve dininin yardımcıları ol­duklarını ilan etmeye varan bir olaydır. Öyleki O'nun Rasûlünü ko­ruyup himaye edecekler, tıpkı kendi ırz ve namuslarını korudukları gibi. Onu bu uğurda canlarını ortaya koyma pahasına kendilerini si­per ederek savunacaklardır. Böylece onlar yaşadıkları sürece ona hiç bir eziyet, erişmeyecektir.[271]

Şimdi bir düşünün bakalım. Böylesine samimi ve güzel bir bağlı­lık örneği gösterilebilir mi? Evet bir bey'at düşünün ki, Allah'ın dini hakkında ve O'nun rızasını kazanmak adına yapılıyor.Bir de Rasû­lullah Hz. Mustafa'nın onlara verdiği cevabı düşünün:

"Sizin kanınız, benim kanım, sizin zimmetiniz benim zimmetimdir. Ben sizdenim siz de bendensiniz. Sizin savaştıklarınızla savaşır, sizin barış yaptıklarınızla barış yaparım."

îşte bu, aralarındaki bağın gerçek ifadesidir. Öylesine bir bağlı­lık ki, müslüman kardeşin diğer müslüman kardeşine verdiği desteğin ifadesinin tâ kendisi olmaktadır. Evet hepsi bir tek kan ve can olmak­tadırlar:

"Sizin savaştıklarınızla ben de savaşırım. Sizin barış yaptıkları­nızla ben de barışığım."

Böylece tüm cahliî kan ilişkileri sona eriyor, cahiliyetten doğan yardımlaşmalara son veriliyor. Cahili dostluklar ve velayetler bir ke­nara itiliyor. Bunlar sırf islamın bunun yerine geçmesi ve onun yerini alması için yapılıyordu. Velayet ve dostluk İslâm adına yapılıyor, İs­lam saflarında bunun için durulup yer alınıyor. Tüm küfürden ve kü­für ehlinden uzaklaşıhyor. Yepyeni bir kardeşlikle insanlar birbirle­riyle kucaklaşıyor ki, bu, Allah'ın onlara emrettiği kardeşlik olmak­tadır. Evet, gerçek anlamda cahiliye yerine dosdoğru ve samimi ola­rak İslâmı aldılar. Nitekim Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmaktadır:

"Mü'minin mü'mine bağlılığı, tıpkı kısımları birbirini perçinle­yen bina gibidir."[272]                                                               

İşte bizler, Allah'ın peygamberini, onun davetini ve onunla bir­likte olanların durumunu takviyesini böylece öğrenmiş bulunmakta-yız. Ayrıca onlara neler hazırladığını* onları ne gibi imkanlara kavuş­turduğunu, Allah'ın şeriatının ve metodunun uygulandığı, Ensarın ye­rini öğrenmiş oluyoruz. Burası öyle bir yurttur ki, buradakiler kendi­leri ıhttiyaç içerisinde olmalarına rağmen kardeşlerini kendilerine ter­cih edenlerin yurdudur.

Şimdi de Medine döneminde aydınlatıcı yepyeni bir dayanışma, dostluk ve velayet örneğini göreceğiz.


[251] Beğavî Tefsiri, V/188; Vahidî, Esbabı Nüzul, 195 (Hadis için bkz.) Mişkatii'I-Mesabîh, 11/1092

[252] Yoldaki İşaretler, 16-17.

[253] İbn Kayyım, Emsâlu'l-Kur'ân, (Thk. Dr. Nasır Reşîd).

[254] Ebû Dâvud, Edeb, 5055, Tirmizî, Daavât, 3400. Ahmed b. Hanbel, V456. Dârimî, Fedâilu'l-Kur'ân, II, 458. Elbanî, bu hadisi Hasen olarak bildirmiştir, bk. Sahihu Camiussağîr, I, 140..

[255] Sahihi Müslim, Nevevî şerhi, VI, 5; Müsned, Saatî baskısı, IV, 225.

[256] Mişkatülmesabîh, I, 268. Bedaiul-Fevaid, I, 138.

[257] Seyf âyeti en sahih olan görüşe göre Tevbe süresi 5. âyetidir. Ayrıca aynı sûrenin 36. âyeti diyenler de olmuştur.

[258] Bedaiu'I-Fevâid, I, 138 141.

[259] İbn Teymiye, el-Cevabussahîh, Limen beddele DîrielrMesîh II, 30-32.

[260] Kurtubî Tefsiri, XX, 225.

[261] Kurtubî Tefsîrî, XX, 255

[262] îbn Hişam, Sîrel, II, 70-71.

[263] Mus'ab b. Umeyr b. Haşim, çok zengin bir ailede yetişti. Gerçekten çok dikkat çekici bir delikanlıydı. Kendisi Mekke'nin en iyi delikanlısı olarak tanınırdı, Müs­lüman olunca, onun bu durumu değişti, sıkıntı ve ızdırap içinde kaldı, sertliklerle karşılaştı. İlk müslümanlardandı. İlk kez Habeşistan'a hicret edenler arasında idi. Sonra Medine'ye hicret etti. Bedir'de bulundu, sancağı taşıdı ve Uhud'da şehit ol­du. Sahih olan rivayete göre, Mus'ab bir elbise dışında hiç bir şey bırakmamıştır. Bununla da başını örttüklerinde ayaklan, ayaklarını kapattıklarında başı aç ik ka­lıyordu. Rasûlullah (s.a) bunun için; "Ayaklarına izhir = otu kapatın" buyurdu. Buhârî, Cenaiz, H. 1272; İbn Abdilberr, el-İstîab, III, 468; Îbn Hacer, İsâbe, 3/421.

[264] İbn Hişâm, Siret, 11, 76.

[265] Gazzalî, Fıkhu's-Siyre, 157.

[266] Ensardan olan Hazrec kabilesine mensup Berâ b. Ma'rûr, Rasûlullah (s.a)'a ilk biatta bulunan, kıbleye ilk yönelen, malının üçte birini ilk olarak vasiyet eden zattır. Aynı zamanda seçilen 12 temsilciden birisidir. (Geniş bilgi için bk. el-lsabe, I/I44, Ziriklî, A'lâm, 1/47. Hadis için bkz. Müsned, 3/461.

[267] Ebul Heysem b. Teyhân: Malik b. Atîk Evs kabilesinden olup, ensar'dandır. Aynı zamanda bu da 12 delegeden biridir. Hz. Peygamber (s.a) bu zat ile Osman b. Maz'ûn (c.c)'u kardeş yapmıştır. Hemen hemen bütün savaşlarda bulunmuştur. Rasû­lullah (s.a) için okuduğu mersiyesinde şöyle diyen zattır: "Sen ansızın bizi kulakla­rımızdan ve burunlarımızdan ettin, biz peygamber Muhammed (s.a)'in kaybıyla perişan kaldık. "Hz. Ömer b. Hattab'ın hilafeti döneminde vefat etmiştir. H. 20'de bkz. İstîab, 4/200. İsabe, 4/212. İbn Kuteybe, Maarif, 270.

[268] İbn Hişâm, Sîret, II, 84; Hadis için bk. müsned, 2/274.

[269] Es'ad b. Zürare (Ebû Ümame): Ensardan olan bu zât Neccarî ve Hazrec kabilesine mensuptur. Her iki Akebe beyatinde bulunmuş ve aynı zamanda kendi kabilesinin delegeliğini yapmıştır. Vakidî'nin bildirdiğine göre, kendisi H. 9. yılın başlarında vefat etmiştir. Beğavî'nin bildirdiğine göre diyor ki: "Öğrendiğime göre, hicretten sonra ölen ilk sahabîdir. Aynı zamanda Rasûlullah (s.a) tarafından İlk olarak ce­nazesi kılınandır. İbn Hacer de şöyle diyor: Meğazî ve Tarih bilimcileri, bu zatın Hz. Peygamber (s.a)'in sağlığında ve Bedir savaşından önce ölen ilk sahabî oldu­ğunda ittifak etmişlerdir. el-İsabe, I, 34.

[270] Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 322, 339, 394; Hâkim, II, 624-625; Beyhakî, Sünenü'l-Kübrâ, IX, 9.

[271] Şeyh Gazzâlî, FıkhıTs-Sîre, 161.