hafız_32
Wed 27 October 2010, 02:18 pm GMT +0200
Müslümanlığı Bozan Şeyler
Üçüncü kaide; insan, şehadet kelimesini getirerek İslama girdikten sonra, müslümanlığının gereği olarak İslamın hükümlerine boyun eğmek mecburiyetindedir. Bu boyun eğiş, İslamın adil ve kutsal bir din olduğuna, ona karşı boyun büküp teslim olmanın gerektiğine, şartlarına göre amel etmenin zorunlu oluşuna iman etmeyi icab ettirir. Yani bir insan müslüman olduktan sonra, kitap ve sünnetin sarih naslarına göre hareket etmekle yükümlü olur.
Bu hükümleri kabul edip etmeme, benimseyip benimsememe hürriyetine sahip değildir. O rıza gösteren her müslümanın yaptığı gibi İslamın hükümlerine boyun eğer, helali helal bilir haramı haram. Kendisine gerekli olan hükümlerin vacip, bazı hükümlerin de müstehap kılındığına inanarak dinini yaşar.
Allah Teala şöyle buyurmaktadır.
"Allah ve Resulü bir şeye hükmettiği zaman, inanan erkek ve kadına artık işlerinde başka yolu seçmek yaraşmaz."[43]
"Aralarında hüküm verilmek üzere Allah'a ve peygambere çağrıldıkları vakit; 'işittik, itaat ettik' demek, ancak mü'minlerin sözüdür." [44]
"Hayır; Rabb'ine and olsun ki, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem tayin edip, sonra senin verdiğin hükmü içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen kabul etmedikçe inanmış olmazlar." [45]
Mühim olan şunu bilmektir; İslam'ın; farzlar, haramlar ve cezalarla ilgili hükümleriyle bunların dışında kalan şeriat hükümleri, kati ve kesin şekliyle belirlenmiş hükümlerdir. Bu hükümlerde herhangi bir şüphe duyulması söz konusu değildir. Hepsi Allah'ın dininden ve koyduğu şeriatinin çerçevesindedirler. İslam alimleri bu hükümleri fıkıh diliyle şu şekilde izah etmişlerdir; "İslam'da bilinmesi zaruri olan şeyler."
İslamın hükümlerini, avam da, havas da böyle biliyor. Varlıklarını isbatlamak için deliller getirmeye veya tartışmalar düzenlemeye gerek yok. Bu konuda; namaz ve zekat gibi İslam'ın şartlarından olan farz ibadetleri, adam öldürmek, zina etmek, faiz yemek ve şarap içmek gibi büyük günahları, son olarak da evlilik, boşanma, miras, hadler ve kısas vb. kati hükümleri misal olarak verebiliriz.
Zaruret-i diniyyeden olan hükümleri inkar edenler ya da onları hafife alıp alay edenler kesinlikle kafir olurlar. Onlara mürted damgası vurulur. Bu hükümler açık ayetlerle ve sarih hadislerle tesbit edilmiş ve bildirilmiş hükümlerdir. Çeşitli asırlarda yaşayan İslam uleması bu hükümler üzerinde icma etmişlerdir. Kim bunlardan birini yalanlarsa Kur'an ve Sünnet'i yalanlamış demektir. Bu da küfürdür.
Bunlardan ancak İslamla yeni tanışıp da İslamın hükümlerinin neler olduğunu bilmeyen, İslamın kaynaklarından uzakta bir yerde yaşamış olanlar, istisna tutulabilirler. Onlar zarureti diniyyeden birini inkar ettiklerinde durumları kendileri için bir mazeret teşkil edebilir. Ama bu Allah'ın dinini öğreninceye kadar geçerlidir, öğrendikten sonra da diğer müslümanlar için geçerli olan hükümler bu tür kimseler için de geçerli olur. [46]
Büyük Günahlar İmanı Zedeler Ama Kökünden Kazımaz.
Dördüncü Kaide; büyük günah işleyen kişi, onlardan tevbe etmezse ve yapmakta da ısrar etse bu, onun imanını zedeler ve var olan imanının da yavaş yavaş eksilmesine yol açar. Ancak imanı kökünden kazımaz. Tamamıyla dinden çıkmasına yol açmaz. Buna delil olarak şunları gösterebiliriz.
1- Büyük günahlar, imanı kökünden kazımış olsaydı, günahı işleyenler mutlak kafir olurlardı. Ma'siyet ve dinden dönme tek bir şey olurdu. Asi olan da mürted olur ve ona, mürtede uygulanan cezalar uygulanırdı. O zaman da zina, hırsızlık, yol kesicilik, içki içmek ve haksız yere adam öldürmek gibi cezaların İslami hükümlerde ayrı ayrı belirtilmesine gerek kalmazdı. Oysa bunların hepsi de naslarla ve icma ile farz olan hükümlerdir.
2- Kur'an-ı Kerim, Kasas suresinde katil aleyhine ve öldürülenin lehine olacak hükümler koymuştur.
"Ey iman edenler! (Kasten) öldürülmüşler için kısas size farz kılındı. Hür ile hür, köle ile köle, kadın ile kadın kısas olunur, öldürülmüş olanın kardeşlerinden katilin lehine olarak bir şey bağışlanırsa da kısas düşürülse, ölünün velisi, hakkından ziyade olmayarak diyet almalıdır."[47]
3- Kur'an-ı Kerim, birbiriyle savaşan iki gruptan her ikisinin de mü'min olmakta devam edeceklerini bildiriyor.
"Eğer mü'minlerden iki topluluk birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz; eğer biri diğeri üzerine saldırırsa, saldıranlarla Allah'ın buyruğuna dönmelerine kadar savaşınız; eğer dönerlerse aralarını adaletle bulunuz, adil davranınız, şüphesiz Allah adil davrananları sever. Şüphesiz mü'minler birbiri ile kardeştirler; öyleyse dargın olan kardeşlerinizin arasını düzeltin; Allah'tan sakının ki size acısın." [48]
Ayet aralarında savaşmalarıyla birlikte dini kardeşliklerin ve imanın onlar için geçerliliğini korumuş olduğunu vurgulamaktadır. Sahih bir hadiste Peygamber (s.a.v) de şöyle buyuruyor: "Benden sonra birbirlerinizi vuran kafirler olmayın." [49]
"İki müslüman birbirlerine kılıç çekerek karşı karşıya geldiklerinde ölen de öldürülen de cehennemdedir."
Buhari, günah işleyen kimsenin kafir olmayacağını bu hadislerden hareketle savunmuştur. Çünkü Peygamber (s.a.v) onları her ne kadar cehennem ateşiyle korkutmuşsa da aynı zamanda müslüman olduklarını da söylemiştir.
Tabi ki hadiste geçen savaşmadan maksat, caiz görülebilecek şer'i bir gerekçenin olmaması dahilinde yapılan savaşmadır.
4- Hatip b. Ebu Belta, bugünkü deyimiyle vatan hainliği denebilecek büyük bir günah işlemişti. Peygamber (s.a.v)'in haberlerini ve askerlerinin harekatını, Peygamberimizce gizli tutulması için son derece titiz davranılmasına rağmen Mekke'nin fethinden az bir zaman önce Kureyş'e ulaştırmak, bildirmek istemişti. Hz. Ömer (r.a); "Ey Allah'ın Resulü! Bu adam münafıklık etmiştir. Bırakın da boynunu vurayım." demişti. Peygamber (s.a.v), Bedir savaşına katılmış olması nedeniyle öldürülmesine razı olmamış ve yaptığı bu işi, kendisini dinden çıkarıcı bir iş olarak değerlendirmemişti. Peygamber (s.a.v)'in bu yargısını teyid mahiyetinde şu ayetler nazil olmuştu.
"Ey inananlar! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları dost edinmeyin. Onlar, size gelen gerçeği inkar etmişken, onlara sevgi gösteriyorsunuz; oysa onlar, Rabbiniz olan Allah'a inandığınızdan ötürü sizi ve Peygamberi yurdunuzdan çıkarıyor. Eğer sizler çıkmışsanız onlara nasıl sevgi gösterirsiniz? Ben, sizin gizlediğinizi de, açığa vurduğunuzu da bilirim. İçinizden onlara sevgi gösteren kimse, şüphesiz doğru yoldan sapmıştır."
Allah Teala bu ayette, konuştuğu kimselere mü'min unvanını kullanarak hitap ediyor. Ve kendi düşmanlarıyla onların düşmanlarını bir görüyor. Buna rağmen siz onlara sevgi besliyorsunuz.
5- Mü'minlerin annesi Hz. Aişe (r.a)'ye atılan iftira konusunda indirilen ayetler de bu kabildendir. İftira atanlardan biri de, Bedir savaşına katılmış Musattah b. Usase'dir. Hz. Ebubekir ona bir daha mali destekte bulunmamaya yemin etmişti. Allah Teala konuyla alakalı olarak şu ayetleri indirdi.
"İçinizde lütuf ve servet sahibi olanlar, yakınlarına, düşkünlere ve Allah yolunda hicret edenlere, vermemek için yemin etmesinler, affetsinler, geçsinler. Allah'ın sizi bağışlamasından hoşlanmaz mısınız? Allah bağışlayandır, merhametli olandır." [50]
Şöyle denilebilir; Musattah ve diğer iftira edenler tevbe etmiştir. Ancak Allah Teala İbn Teymiyye'nin de dediği gibi, kendilerine iyilik edilip affedilmeleri için tevbe edilmesini şart koşmamıştır.
6- Ebu Hureyre tarafından rivayet edilen ve Buhari'de geçen bir rivayete göre sahabilerden biri devamlı içki içerdi. Peygamber (s.a.v) de içki uygulamasını emretmişti. Bazıları ağızlarında şöyle birşeyler gevelemeye başlamışlar: "Allah seni rezil rusvay etsin." Peygamber (s.a.v) de:
"Böyle söylemeyin. Ona karşı şeytana yardım etmeyin." Buhari'de geçen bir başka rivayet şöyledir.
"Kardeşinize karşı şeytana yardım etmeyin." Ebu Davut'un süneninde bu konuyla alakalı olarak bir fazlalık vardır. Peygamber (s.a.v) orada bulunanlara şöyle demiştir;
“Bilakis deyin ki; Allah'ım onu bağışla ona merhamet et."
İşte bu, kötülüklerin başı olan içkiyi içen bir kimseye karşı gösterilen Muhammedi bir tavır ve müsamaha ölçüsüdür. Peygamber (s.a.v) içkiyi içene cezasının uygulanmasına razı ama ona la'net edilmesine ve Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılmasına asla razı değil. Aksine müslümanlar arasında onu da kardeş olarak görüyor. Böylece açıkça horlayıp sövmelerini şeytanın içeri girmesi için kalbinde gedik açmalarını yasaklamıştı. Dolayısıyla bu haldeki bir kimseye mağfiret ve rahmet duası yapılmasını, onun kardeş ve dost olarak görülmesini, hidayetine çalışmasını emrediyor. Böylece belki kendini düzeltir de aşırılıklarından vazgeçer.
7- Yine Buhari'de Ömer b. Hattab'tan rivayet edilen bir hadis şu şekildedir. "Peygamber (s.a.v) devrinde adı Abdullah olduğu halde "Eşek" diye çağrılan bir adam vardı. İçki içtiğinden Peygamber (s.a.v) ona had cezası tatbik edilmesini emretmişti. Onun kavminden bazıları; Allah'ım ona la'net et! Ne kadar da çok içiyor, demişlerdi. Bunlara cevaben Peygamber (s.a.v) de şöyle karşılık verdi: “Lanet etmeyin. Allah'a yemin olsun onun Allah ve Resulünü sevmediğini bilmiyorum.” Bazı rivayetlerde de şöyle geçmektedidir; "Onun Allah ve Resulünü sevdiğini biliyorum" bazılarında ise; "Bildiğim tek şey var ki; o, Allah ve Resulünü seviyor."
İbn Hacer "Fethu'l Bari" adlı eserinde, İbn Abdilberra'dan naklen, o sahabinin sırf içki içmekten ötürü elli kez had cezasına çarptırıldığını söylemektedir. Peygamber (s.a.v) de la'netlenmesini yasaklamış ve onun Allah ve Resulünü sevdiğini söylemiştir.
Hafız b. Hacer "Fethul Bari" adlı eserinde hadisden çıkarılacak faydalı sonuçları şu şekilde sıralıyor.
a- Bu hadiste, büyük günah işleyen bir kimsenin kafir olduğunu iddia edenlere reddiye vardır. Çünkü hadis günah işleyenlerin lanetlenmesini nehyedip böylelerine dua edilmesini emrediyor.
b- Hadisten anlaşıldığına göre bir kişi, Allah Teala'nın kendisine nehyettiklerini işlediği halde Allah ve Resulü'nün sevgisini, işlediği çirkin ameliyle yan-yana bulundurmasında herhangi bir çelişki olmayacağını, çünkü Peygamber (s.a.v) bahsedilen hadiste kişinin, bu günahkarlığıyla birlikte Allah ve Resûlullah'ı sevdiğini haber vermiştir.
c- Her defasında günah işlense de Allah'ı ve Peygamber sevgisi silinmez.
d- Bir hadiste; "Kişi içki içerken mü'min olarak içmez." diye buyurmakta ise de burada naklettiğimiz hadisten anlaşıldığına göre, imanın içki içenden uzaklaşması, tamamen uzaklaşması manasına değildir. Aksine bu, imanın kemal dereceseni kaybetmesi demektir.
8- Her ne kadar zina ve hırsızlık etse de "Lailahe illallah" diyen bir kimseye cenneti layık gören hadisleri bildirmiştik.
9- Peygamber (s.a.v)'den gelen sahih rivayetlere göre, ümmetinden büyük günahları işleyenlere şefaat edecektir. Bu da iki hükme delalet ediyor.
Birincisi; büyük günah işlemek, Peygamber'in ümmetinin dairesinden çıkmaya sebeb teşkil etmez.
İkincisi; Allah Teala büyük günah işleyenlere ya cehennemden affetmek suretiyle ya da cehennem de belli bir süre bıraktıktan sonra oradan kurtarmak suretiyle merhamet edecektir.
Kardavî, özellikle günah işleme durumunda küfre girilmeyeceğini beyan ederken dikkat edilirse yalnızca Haricilerden bahsetmiyor. Onun asıl gönderme yaptığı yer tekfir cemaatidir. Çünkü tekfir cemaatinin görüşleri iyi incelenirse onların büyük günah işleyenlere Haricilere benzeyen bir bakış açısıyla baktıkları görülecektir. Tekfirde aşırı gidenlerin görüşlerini inceleyen birçok alim, onların çoğunun farkında olmadan geçmişte yaşamış bazı toplulukların görüşlerinin aynısını tekrar edip durduklarını ispat etmişlerdir. Geçmişte yaşamış bu toplulukların başında ise Hariciler gelmektedir. Ayrıca Mutezile, Murcie ekollerini de unutmamak gerekiyor.
Kardavî şirkin dışındaki günahlarla ilgili fetvalarını açıklamaya şöyle devam ediyor: [51]
"Şirkin Dışında Kalan Günahlar Affedilebilir [52]
Beşinci Kaide: Bu kaide de bir önceki kaideyi teyid niteliğindedir. Affedilmeyecek tek günah, Allah Teala'ya şirk koşulmasıdır. Bunun dışında kalan günahlar affedilebilir. İster büyük günah olsun ister küçük hepsi de Allah Teala'nın iradesi altındadır. Dilerse affeder dilerse cezalandırır.
Allah Teala şöyle buyurmaktadır;
"Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez. Bunun dışındaki (günahları) dilediğini bağışlar. Allah'a şirk koşan kişi, derin bir sapıklığa sapmış olur." [53]
Ayette geçen şirkten kasıt, büyük şirktir. Büyük şirk de; Allah Teala ile beraber başka ilahlar edinmektir. Şirk kelimesi mutlak olarak kullanıldığında bu mana anlaşılır. Büyük küfür de böyledir. Yani Allah'ı reddetmek ve inkar anlamındaki küfrü kastediyorum.
Hafız İbn Hacer şöyle der; Mesela, Hz. Muhammed (s.a.v)'in peygamberliğini inkar eden kişi, Allah Teala ile beraber başka ilahlar edinmese bile yine de kafir olur. Onun için mağfiret olunmaz. Küfrün ve şirkin dışında kalan diğer günahlara gelince, onlar dahi iradeye bağlıdır. Dilediğini bağışlar dilediğini de cezalandırır.
İmam İbn Teymiyye şöyle demektedi: Tevbe etmiş olana, ceza verilmesi caiz olmaz. Tevbe ettikten sonra kişinin daha önceden şirk koşmuş olmasıyla diğer günahları işlemiş olması fark etmez. Allah Teala bir ayette şöyle buyurmaktadır; "Ey Muhammed! de ki; Ey kendilerine karşı aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin. Doğrusu Allah günahların hepsini bağışlar. Çünkü O bağışlayandır, merhametlidir." Ayette geçen anlam umumi ve mutlaklık taşımaktadır. Çünkü ayette, tevbe eden kastedilmiştir. Diğer tarafta ise özelleştirme ve bir şarta bağlama vardır.
Bir çok sahih hadis, şirkin dışında kalan günahların bağışlanmasının ilahi iradeye bağlı olduğunu göstermektedir.
Buhari'de geçen ve Ubade b. Samid tarafından rivayet edilen hadiste Peygamber (s.a.v) çevresinde halka oluşturmuş olan sahabelere şöyle buyurmuştur; "Bana, Allah'a hiç bir şeyi şirk koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina etmemek, evlatlarınızı diri diri gömmemek, kendi yanınızda uydurduğunuz şeylerle başkalarına iftira etmemek ve maruf (iyi işler) de isyan etmemek üzere biat ediniz. Kim bunlara riayet ederse onun mükafatı Allah'a aittir. Bu günahlardan birini işleyen olur da dünyadayken cezalandırılırsa, o ceza kendisi için keffaret olur. Kimde bu günahlardan birini yapar ve Allah onu örterse onun durumu Allah'a kalır. Dilerse affeder, dilerse cezalandırır."
Bu hadis, biat edilmek için sayılan günahlardan birinin işlenmesi durumunda işleyen kişinin İslamdan çıkmayacağını açıkça göstermektedir. Aksine bildirilen günahlardan birini işleyip de Allah Teala tarafından dünyada cezalandırıldığı taktirde bu onun için keffaret olacaktır. Dünya da cezası verilmediği taktirde o kişinin durumu ilahi iradeye bırakılır. Dilerse affeder dilerse cezalandırır.
Alleme Mazeri şöyle demektedir: Usame'nin rivayet ettiği hadiste, büyük günahları işleyenleri tekfir eden Haricilere ve fasık bir kimse öldüğünde azap çekmesinin vacip olduğunu iddia eden Mutezilere reddiye vardır. Çünkü Peygamber (s.a.v) bu günahların ilahi irade altında olduğunu haber vermiş; "öldüklerinde kesinlikle azap göreceklerdir" diye herhangi bir şey söylememişlerdir.
Tayyibi de şöyle demiştir:
"Bu hadiste, hakkında çok açık bir delil olmadıkça bir insanın cehennemlik olduğunu söylemenin mahsurlu olduğuna işaret var."[54]
Naslarda Ortaya Çıkan Küfrün; Büyük ve Küçük Küfür Diye Ayrılması
Altıncı Kaide; Kur'an ve Sünnet'te geçen küfürden kasıt; büyük küfürdür, dünya hükümlerine göre dinden çıkarırken ahiret hükümlerine göre ise ebedi cehennemlik kılar.
Kur’an ve Sünnet'te geçen küçük küfür ise, onu işleyen kişiyi cehennemde ebedi bırakmaz, sadece cehennem ateşiyle azaplandırmaya müstehak kılar ve kişiyi dinden çıkarmaz ama yapanı fasıklık ve günahkarlıkla damgalar.
Birinci anlamda kullanılan küfür, Hz. Muhammed (s.a.v)'in getirdiği hükümlerin veya dinde inanılması zaruri olan hükümlerin bazılarını inkar etmektir.
İkinci anlamda kullanılan küfür ise, Allah Teala'nın emrine aykırı davranan veya nehyettiklerini yapan kişileri kapsar. Bu konuyla alakalı olarak bir çok hadis rivayet edilmiştir. Mesela; "Kim Allah'ın dışındaki şeyler adına yemin ederse (Allah'ı) inkar etmiş olur.” Bir rivayette; “Şirk koşmuş olur." diye geçiyor. Müslümana sövmek fasıklık, onunla savaşmak ise küfürdür.
"Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kafirler olmayın."
"Sakın babalarınızdan yüz çevirmeyin, kim babasından yüz çevirirse (nimete) küfretmiş olur."
"Kim (müslüman) kardeşine 'Ey Kafir!' derse, onu tekfir edişi kendisine döner."
O zaman biz de şöyle diyebiliriz; yukarıdaki naslarda ve benzeri diğer naslarda bahsedilen küfür, insanı dinden çıkaran küfürler değillerdir. Bunu isbatlayacak başka deliller de vardır.
Bazan sahabenin birbiriyle savaştıkları da olurda ama onlar hiç bir zaman birbirlerini kafirlikle itham etmediler.
Nakledilen kesin rivayetlere bakılırsa Hz. Ali bin Ebu Talip, Cemel ve Sıffin savaşlarında kendisiyle savaşanları tekfir etmemiş, sadece onları asilikle nitelemiştir. Bir sahih hadiste anlatıldığına göre Peygamber (s.a.v) Ammar'a şöyle demiştir. “Seni asi bir topluluk öldürecek.” Sahih bir hadiste Peygamber (s.a.v) Hariciler hakkında şöyle buyurmuşlardır. "İki gruptan hakka en yakın olan, onları öldürecektir." Hz. Ali (r.a) ve beraberindekiler onlarla savaşmışlardı.
Aynı şekilde Kur'an da savaşan iki topluluğun mü'min olabileceğini vurgulamıştır. "Mü'minlerden iki grup savaşırlarsa aralarını düzeltin."
"Mü'minler ancak kardeştirler. Kardeşlerinizin arasını düzeltin."
Bunlara misal olacak hadisler de verebiliriz. “Kim Allah'ın dışındaki şeylere yemin ederse (Allah'ı) inkar etmiştir veya (O'na) şirk koşmuştur.”
“Bir müneccime veya kahine gelip de onun söylediklerini doğrulayan ve ona inanan kimse Allah'ın Muhammed'e indirdiklerini inkar etmiş olar.”
Bu gibi hadisleri İslam alimleri esas olarak alıp bu davranışta bulunan kimseleri "kafir" diye ve "İslam dininden çıkar" diye nitelememişlerdir.
Bazen insanlar Allah'ın dışındaki şeyleri kullanarak yemin ederler. Müneccim ve kahinlerin söylediklerini doğrularlar. İlim ve din adamlarının söylediklerini inkar edip sapkınlığa düşerler. Ama hiç kimse onların dinden dönmüş olduklarına bundan dolayı kendileriyle müslüman hanımlarının ayrılması gerektiğine hüküm vermedikleri gibi onların ölümü halinde de namazlarının kılmmayacağına ya da müslümanların kabirlerine defne dilmeyeceklerine ilişkin herhangi bir emir de vermemişlerdir. Merfu bir hadiste şöyle geçmektedir. "Bu ümmet hiç bir zaman dalalet üzerine icma etmez."
Bundan dolayı İbn Kayyım, işlenen bazı günahları küfür olarak nitelendiren hadisleri sıraladıktan sonra şöyle söylemiştir:
Bu hadislerdeki kasıt şudur; bütün günahlar küçük küfür türündendir. Bu da ibadetleri yapmak anlamına gelen şükrün zıddıdır. Yapılan iş ya şükürdür ya küfürdür ya da bunların dışında üçüncü bir şeydir.[55]
Birinci anlamdaki küfrün (yani büyük küfürün) karşıtı imandır. Buna göre kişiye "mü'mindir" veya "kafirdir" denilebilir. Allah Teala da şöyle buyuruyor. "Onlardan kimi iman etti kimi inkar etti." [56]
"Allah iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır, inkar edenlerin dostları ise tağutlardır. Onları, aydınlıklardan karanlıklara çıkarır." [57]
"İman ettikten sonra inkar eden bir kavme Allah nasıl hidayet etsin." [58]
İkinci manadaki küfre -yani küçük küfür- gelince, onun karşılığı da şükürdür. İnsan ya nimete şükreder, ya da nankörlük eder. Allah Teala insanı nitelerken şunları söylemektedir. "Şüphesiz ona yol gösterdik. Buna, kimi şükreder kimi de nankörlük." [59]
"Şükreden ancak kendisi için şükreder. Nankörlük eden de bilsin ki, rabbi müstağnidir. Kerem sahibidir."
Bu vesileyle Hafız İbn Hacer, Kurtubi'nin "Şeriat koyucunun diline göre küfür, zaruret-i diniyyeden bilinen şeyleri inkar etmektir" sözlerini nakleder ve sonra da şöyle der; “Şeriatta küfür, nimeti inkar etmek, şükür etmemek ve verilen nimetin hakkını yerine getirmemek demektir.” Bu hususta Sahih-i Buhari'nin "İman kitabı"nın "Kocaya nankörlük" ve "Küfür fiilini işlediği halde kafir olmama" bölümlerinde, büyük günah işleyenleri kafir sayan Haricilerin fikrini çürütücü hadisler mevcuttur.
"Küfür işlediği halde kafir olmama" ibaresi İbn Abbas ve tabiinden bazıları şu ayetin tefsiri mahiyetinde rivayet edilmiştir. "Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar kafirlerin ta kendileridir."
Bu da gösteriyor ki küfür, büyük ve küçük diye iki kısma ayrılır. Bu taksimat selef alimleri tarafından yapılmış ve günümüze kadar gelmiştir.
Aynı taksimat şirk, fisk, zulüm ve nifak için de gösterilebilir. Yani şirk, fisk, zulüm ve nifak da aralarında büyük ve küçük diye ayrılabilirler. Büyük olanlar, cehennem de ebedi kalmayı gerektirirken küçük olanlar ise böyle bir şey gerektirmez.
Buhari Sahihinde "Zulm işlediği halde zalim olmama" başlığı altında bu konuya değinmiş ve delil olarak da İbn Mesut'un şu rivayetini nakletmiştir.
"İşte güven onlaradır. İnanıp imanlarına zulüm karıştırmayanlarındır. Onlar doğru yoldadırlar." [60]
Sahabe şöyle sormuş;
“Ey Allah'ın Resulü! Hangimiz nefsine zulmetmez ki?” Peygamber (s.a.v)'de;
“Sizin dediğiniz gibi değil. "İmanlarına zulüm karıştırmayanlar" demek "şirk karıştırmayanlar" demektir. Sizler Allah'ın "Muhakkak ki şirk büyük bir zulümdür" ayetini duymadınız mı?” diye buyurmuştur.
Hadis, Buhari'nin kasdettiği şekilde delildir. Sahabe "Zulüm" kelimesinden her türlü isyan manasını anlamıştı. Peygamber (s.a.v) bunu reddetmemiş ve yalnız, en büyük zulüm türünün "şirk" olduğunu sahabeye izah etmişti. Bu da zulmün çeşitlere ayrıldığını göstermektedir. [61]
İmanın Küfür, Nifak veya Cahiliyetle Birlikte Bulunabilmesi
Yedinci Kaide; İmanla beraber, küfrün veya cahiliyetin veyahutta nifakın bir ya da bir kaç şubesi bulunabilir.
Bu hakikat önceki ve şimdiki bir çok alim tarafından anlaşılmamıştır. Onlar bir kimsenin ya mü'min ya da kafir olabileceğini, ikisi arasında olamayacağını tasavvur ederlerdi. Şöyle söyleyen kişi de bu görüşe oldukça yakındır. Ya tam bir müslüman ya da tam bir cahil, bu ikisinden sonra üçüncüsü asla olamaz.
İnsanlardan birçoğunun yöntemi budur: Vasat noktalara bakmadan gözlerini hep uç noktalara çevirirler. Onlara göre bir şey ya beyazdır ya da siyah. Beyazla siyahın karışımıyla bir üçüncü rengin olabileceğini hiç düşünmezler.
Ne gariptir, bazan öyle insanlara veya topluluklara rastlarız ki bunlar, imanın kamil manada bulunmadığı, imanlarıyla beraber nifak ve küfür alametleri taşıyan bir toplumla ve ferdle karşılaştıklarında onlar hakkında hemen "küfür" ya da "en büyük münafık" hükmünü vermeye yeltenirler. Bu gibi kimseler imanın, küfür ve nifakla bir arada bulunamayacağına inanırlar. İslamın ve cahiliyenin bir arada bulunamaz iki zıt etkenler olduğunu düşünürler.
Aslında bu mutlak iman ve mutlak küfür için düşünülecek olursa doğrudur. Aynı şey İslamla, cahiliye ve nifak arasında geçerlidir.
Ama hiçbir kasıt olmaksızın; yalın imana, küfürün veya yalın imana, nifakın ya da yalın bir İslama cahiliyyenin karışmasını incelediğimizde bunların bazen bir arada olabileceğini görürüz. Nitekim hadisler ve selef alimlerinin görüşleri bunlara delildir.
Sahih-i Buhari'de geçen bir hadiste Peygamber (s.a.v) Ebuzer'e (r.a) şöyle buyurmuştur; “Sen, içinde cahiliye (kırıntıları) olan birisisin.” Ebuzer (r.a), mücahit, doğru sözlü, güvenilir ve İslama ilk girenlerden olmasına rağmen yine de onun hakkında Peygamber (s.a.v) böyle söyleyebiliyor.
Yine Buhari'de geçen bir hadisde: "Kim cihat etmeden veya cihat etmeyi içinden geçirmeden ölürse o cahiliyenin bir çeşidi üzerine ölmüş olur." buyuruluyor.
Ebu Davut Huzeyfe b. Yemani'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir. Kalpler dört çeşittir; perdeli olan kalp, bu tür kalp kafirlerin kalbidir. Üzeri yosunlaşmış kalp. Bu da münafığın kalbidir. Bir de herşeyden mücerret bir kalp vardır ki o da, mü'minin kalbidir. Bir kalp de vardır ki onun için de hem iman hem de nifak var. Bu kalpteki iman bir ağaç gibidir. O ağacı temiz ve berrak sular besler. Bu kalpteki nifak ise, bir yaraya benzer ki bu yarayı da kan ve irin besler. İşte iman ve nifaktan hangisi bu kalpta fazla bulunursa o galip gelir.
İbn Teymiyye şöyle buyurmaktadır: Huzeyfe'nin bu sözleri Allah Teala'nın şu ayetine delalet etmektedir. "O gün onlar, imandan çok küfre yakındılar." Zaten o günden önce onlarda mağlup durumda olan bir münafıklık vardı ama Uhud Günü geldiğinde nifakları galip geldi ve onları küfre daha da yaklaştırdı.
Abdullah İbn el-Mübarek'in Hz. Ali'den rivayet ettiği bir hadiste şöyle buyurulmaktadır; “İman, kalpte bir beyaz nokta olarak belirir. Kul imanını artırdıkça o beyazlık da artar. Sonunda iman kemale erince beyazlık tüm kalbi kaplar.
Nifak ise kalpte siyah bir nokta olarak belirir. Kul nifak (işlediği) sürece kalpteki siyahlığı da artar. Sonunda kulun nifakı kemale erince kalbide bir siyahlık bürür. Allah'a yemin olsun ki, şayet mü'minin kalbini yarabilseniz (o) beyazlığı görebilirsiniz. Şayet kafirin kalbini yarmanız mümkün olsa onun da kalbinde siyahlığı görmeniz mümkündür.”
İbn Mes'ut şöyle der. Suyun baklayı yeşerttiği gibi zenginlik de nifakı yeşertir.
İmam İbn Teymiyye de şöyle buyurmaktadır. Bu tür sözler (İbn Mesud'un dediği) selef alimlerinin sözlerinde çokça geçer. Onlar kalbin içinde hem imanın hem de nifakın bulunabileceğini açıklıyorlar.
Kitap ve Sünnet de aynı şeyleri söylüyor. Peygamber (s.a.v) iman ve nifakın şubelerinden bahsetmiş ardından da şöyle buyurmuştur; “Münafıklık şubelerinden birisi kendisinde bulunan kişi, onu terkedinceye kadar bu münafıklık kendisiyle birlikte olur. Münafıklık şubesi çoğu defa iman şubesiyle birlikte bulunur.”
Bu nedenle Peygamber (s.a.v) bir hadislerinde şöyle buyurmuşlardır; “Kalbinde zerre miktarı iman bulunan kişi (sonunda) cehennem ateşinden çıkar. Kalbinde bir parça da olsa iman bulunan kişinin ebedi cehennem ateşinde kalmayacağı bilinmektedir. Kalbinde çokça nifak bulunan kişi de belli bir miktar azap çektikten sonra, o da cehennem azabından kurtulur.”
Buna göre Allah Teala, bedevi Araplar hakkında şöyle buyurmaktadır; "Bedeviler dediler ki, biz iman ettik. De ki, siz iman etmediniz. Ancak "biz müslüman olduk" deyin. Kalbinize iman henüz yerleşmemiştir." Allah Teala imanın, onların kalbine girdiğini belirtiyor. Böyle olmasına rağmen bu hal, iman şubelerinden birinin onların kalbine girmesine engel teşkil etmeyecektir. Nitekim zinakar ve hırsızın, kendi nefsi için isteğini din kardeşi için istemeyen, komşuları tarafından kötülük yapmasından korkulan kişiler mü'min olamazlar ama onların kalplerine iman giremez diye de bir kaide kesinlikle yoktur. Bazı vecibeleri terkettikleri için Kur'an ve hadisler bir çok insanların imandan yoksun olduğunu haber vermektedir.
Başka bir yerde konuyla alakalı olarak İbn Teymiyye şunları söylemiştir. Maksat şudur; mü'minlerin en hayırlısı, cennetin en yüksek derecesinde bulunandır. Münafıklar ise, cehennemin en alt tabakasında bulunurlar. Her ne kadar dünyada zahiren müslüman olarak görünmüş ve müslümanlara uygulanan hükümler uygulanmış olsa da. İman ve nifak bulunan bir kimseye "müslümandır" denebilir. Çünkü böyle bir kimse salt münafık değildir. Nifak kişide daha galebe çalarsa mü'min ismini almaya layık olmaz. Aksine böyle birine münafık demek daha uygun olur. Beyaz ve siyah bulunup da siyahlık daha baskın çıkmışsa o kimse için siyah olduğunu söylemek beyaz olduğunu söylemekten daha doğrudur. Çünkü Allah Teala da öyle buyurmaktadır. "O gün , onlar, imandan çok küfre daha yakındılar." Şayet imanı daha baskın çıkmış olsa da nifak alameti taşıdığından dolayı, onu cehennem azabıyla ikaz etmek gerekir, yoksa cennet va'dedilen mü'minlerin sınıfına sokmak değil. Her ne kadar belli bir azap çekip de imanı nedeniyle cennete girecek olsa da.
Ehl-i heva olan, Hariciler, Mu'tezileler, Cehmiyye ve Mürcie ekolüne bağlı olanlar şöyle diyorlardı. "Kulda hem iman hem de nifak bir arada bulunamaz." Hatta onlardan bir kısmı bulunamayacağına dair icma etmişler. Tabi ki, bu konuda hataya düşmüş ve Kitap, Sünnet ve sahabenin yapıp da onlardan gelen nakillere ve tabiinin sözlerine aykırı hareket etmişlerdir. Bu görüşler akla ve mantığa da aykırıdır.
Hatta Harici ve Mutezileler bu fasit görüş üzerinde durarak şöyle demişler. "Bir kimsede, sevabı hak edecek taat ile azabı hak edecek ma'siyet bir arada bulunamaz. Bir kişi hem övülüp hem yerilemez. Hem sevilip hem nefret edilemez. Hem cenneti hak etmesi hem de cehennemi hak etmesi düşünülemez." Bundan dolayı günahkar birinin cehennemden kurtulabileceğini kabul etmemişler ve de cehennem ateşinden kurtarmak için kesinlikle herhangi bir kimseye şefaat edilemeyeceğini savunmuşlardır.
Aşırı Mürcieler hakkında şöyle bir şey anlatılır. Mürcieler, Haricilerin ve Mutezilelerin ileri sürdükleri yaklaşıma muvafıktırlar. Ayrıca onlar; "Büyük günah işleyenler bile cennete girer cehenneme değil" görüşündedirler.
Ehl-i sünnet ve'l cemaat, sahabe, tabiin, diğer hadis ve fıkıh alimlerinin görüşlerine gelince, onlar şunu savunuyorlar. Azabını çekeceği günahları bulunan bir kişinin kendisini cennete götürecek iyilikleri de bulunabilir. Ma'siyet içinde bulunanlar itaatkar da olabilirler. Bu ittifakla böyledir. Yukarıdaki sapık gruplar, böyle bir kişinin statüsü hakkında değil de, mü'min veya münafık olarak adlandırılmasında anlaşmazlığa düşmüşlerdir.
Mür'cie, hem iyilikleri hem de günahları olan kimseler için; "Onlar iman-ı kamil insanlardır" der.
Ehl-i Sünnet ve'l cemaat imamları ise "Hayır onlar eksik imanlı kimselerdir" der. Şayet eksik imanlı olmasalardı cezaya müstehak olmazlardı. İcmaya göre onlar eksik itaat ve takva sahibi kimseler gibidirler. Böylelerine "Mü'min" denebilir mi?
Bu konuda iki görüş vardır. Tabi ki tafsilata inmek gerekir.
Böyle birisi köle ise, keffaret amacıyla azad edilecek olsa mü'min muamelesi görür. Çeşitli ayetlerin başında bulunan "Ey iman edenler" hitabının kapsamına da girer.
Ama uhrevi meselelere gelince, aynı kişi, cennetle va'dedilen mü'minlerden değildir. Gerçi cehennemde ebedî kalmasına mani bir imanı vardır. Bu imanı sebebiyle belli bir miktar cehennemde azabını çeker, sonra tekrar cennete girer. Bundan dolayı şöyle söylenmiştir: İmanıyla mü'min, günahı ile fasıktır, ya da eksik imanlıdır.
Ehl-i sünnet imamlarından bazılarıyla Mu'tezileden olanlar, imanıyla birlikte nifak taşıyan birine mü'min dememişlerdir. Onlara göre; fasık ismi, Allah Teala'nın şu ayeti nedeniyle mü'min ismiyle taban tabana zıttır." Hiç inanan (mü'min) bir kimse fasık gibi olur mu?"
Öyleyse diyebiliriz ki, bir insanın kalbinde imanla birlikte küfür de bulunabilir.
Peygamber (s.a.v), günah işleyeni günahıyla birlikte kalbinde zerre kadar imanla ebedi cehennemlik olmayacağını vurguladığı halde yapılan bir çok günahı da küfür diye nitelediği rivayet edilmiştir. Bunlara örnek olarak: "Müslümana sövmek fisk, onu öldürmek ise küfürdür." Ayrıca; "Benden sonra birbirinizin boynunu vuran kafirler gibi olmayın." hadislerini verebiliriz.
Bu Resûlullah (s.a.v)'den gelmiş sahih bir rivayettir. O veda haccında, münadilerin bunu bütün insanlara duyurmalarını istemişti. Hadiste haksız yere birbirinin boynunu vuranlar "kafirler" olarak isimlendirilmiştir. Dolayısıyla bu fiilin kendisi "küfür" olmuş oluyor.
Bu noktada, şu ayetlere dikkat edelim; "Mü'minlerden iki taife birbiri ile savaşıyorsa, aralarını bulun." Ayette zikri geçen insanlar, tamamen imandan çıkmamışlardır, bununla beraber içilerinde küfürden bir parça vardır. Bu durum bazı sahabelerin sözlerinde de yerini bulmuştur. "Küfrün biri bu vasfı kazanmış olur" gibi.
Her kim de büyük günahlardan kaçınırsa, bu onun kötülüklerine keffaret olur. Allah Teala da bunu şöyle ifade etmiş:
"Size yasak edilen günahlardan kaçınırsanız, kusurlarınızı örteriz." [62]
Kendilerine zulüm eden insanların bulunması muhakkaktır. Bu gibi kimseler, hatalarını temizleyecek bir azaptan sonra da olsa cennete gireceklerdir.
Öyleyse, her ne kadar bir müslüman orta yolu da takip etse, kendine zulüm de etse, küfürden nefret edip fisk ve isyandan uzak durması gerekir. Çevresindeki insanların üzerine akın akın gittiği ahlaksızlıklara rıza göstermesi mümkün değildir. İmanın en alt derecesi, müslümanın kalbiyle yapılan ahlaksızlıklara karşı buğz duymasıdır. Yani, ondan nefret eder, yapıldığı için kendisini üzer ve onlara kin duyar. Buna karşılık imanın en üst mertebesi ise, gücü yettiği kadarıyla yapılan kötülüklere ve ahlaksızlıklara diliyle müdahale etmesidir.
Bu konuda dillerde dolaşan şu sahih hadisi nakledebiliriz; "Sizden kim kötülük gördüğünde, onu eliyle düzeltsin buna gücü yetmiyorsa diliyle, buna da gücü yetmiyorsa kalbiyle buğz etsin. Bu da imanın en zayıf olanıdır." Açıkladığımız mefhuma göre, kalp ile yapılan buğz, imanın en zayıf olanıdır. Bunun manası şudur. Bir kimse, bu zayıf iman derecesini koruyamadığı takdirde kendisinde iman yok demektir. Bu konu, İbn-i Mesud'un Peygamber (s.a.v)'den rivayet ettiği ve Müslim'in sahihinde geçen bir hadiste de aynen şöyle geçiyor; "Allah'ın benden önce gönderdiği bütün peygamberlerin, çevrelerinde ümmetleri içinden seçtikleri sahabileri ve havarileri vardı. Bunlar peygamberlerinin sünnetine sarılırlar ve emirlerini yerine getirirlerdi. Bu kişilerden sonra durum değişir. İnsanlar, onların yapmadıkları şeyleri onlara isnad ederler ve onların istemedikleri şeyleri yapmaya başlarlar. Kim, bunlarla eliyle cihat ederse o mü'mindir. Kim, diliyle cihad ederse o, mü'mindir. Kim de, kalbiyle cihat ederse o da mü'mindir. Bunun dışında kalanların hiç birinde hardal tanesi kadar iman yoktur."
İşte ayet-i kerime bu tür zalim ve fasıklarla kalbiyle mücadele etmeyenlerin yani onların yaptıkları işleri, zulümleri ve fıskları tanımayanların kalbinde hardal tanesi kadar iman bulunamayacağını haykırıyor. Bir başka ibareyle söylemek gerekirse, böyle kimselerde imanın zerresi dahi yok demektir.
Diğer taraftan, hadiste bu anlatılan vasıftaki mücadele şekilleri, müslümanın kalbine ve duygularına yöneliktir. Nefsine hükmeden bir kimse yapılan kötülüklere razı mı olur yoksa açıkça kızgınlığını mı gösterir? Eğer bu çirkinlikleri işleyenlere karşı kalbinde bir rızalık gösteriyorsa, bunu, onun fıskından, zulmünden veya Allah'ın şeriatının dışına çıktığı için mi gösteriyor yoksa rızalık göstermesinin altında yatan başka sebepler mi var? Mesela, maslahat gereği ya da aralarında her hangi bir yakınlaşmayı sağlamak ve buna benzer şeyler için. Şayet müslüman bir insana yaklaşacak veya uzaklaşacaksa bunun sınırını İslami ölçülere göre belirlemelidir. Ayrılığı da İslama göre olmalı yakınlığı da.
Bahsettiğimiz kaidelerin ve kesin delillerin ışığı altında yaptığımız açıklamalardan sonra, her akıl sahibi kimse tekfirde aşırı giden kardeşlerimizin içine düştükleri bu büyük hatanın ve tehlikenin sınırlarını anlamış olsa gerek. Bu kardeşlerimiz, kendi görüş açılarına aykırı düşen şer'i nas ve delillerden yüz çevirerek te’vil yaparken keyfi uygulamalara yönelerek, delil olmayacak hükümlerden kendilerine delil çıkararak, önceki ve şimdiki alimlerin ve imamların görüşlerine uymayarak ve kendilerinin imamlık ve mutlak içtihat derecesine geldiklerini iddia ederek toplumu ya da fertleri bir çırpıda küfürle itham edebiliyorlar. Halbuki kendileri tüm ümmete ve selefe muhaliftirler. Bu gerçekten çok tehlikeli bir durumdur. Bir sahih hadis ise şöyledir: "Aşırılıktan kendinizi koruyun! Sizden önceki aşırılığa kaçanlar da helak edildiler."
"Aşırı olanlar helak oldular." Peygamber (s.a.v) bunu üç kez tekrarlayarak söylemiştir. Tüm bunlarla birlikte ben, bu kardeşlerimizin içine düşmüş oldukları duruma düşmek istemem. Müslümanı tekfir edeni kafir sayan hadisler olsa da ben bu aşırı giden kardeşlerimizin insanları tekfir ettikleri gibi onları tekfir etme cür'etini gösteremem. Çünkü bu hadisler, müslümanı tevilsiz bir şekilde tekfir eden kimseler hakkındadır. Reddedildiği halde onlar müslümanları kafir sayabilmek için bir takım tevillere yöneliyorlar. Bundan dolayı, her ne kadar haklarında zemm edici sahih hadisler varsa da, İslam alimleri Haricilerin tekfir edilmesi hususunda görüş ayrılıklarına düşmüşlerdir. Mü'minlerin emiri Ali bin Ebu Talib'in Haricileri tekfir etmediği ve onlarla yapılan savaşta kılıcı ilk çekenin de Hz. Ali olmadığı kesindir. Kendisine; "Hariciler kafir midir?" diye sorulduğunda, o da; "Onlar küfürden kaçmışlardır" diye cevap vermiştir.
Bu nedenle, aşırı gitmelerine ve düşüncelerinde doğru bir istikametten ayrılmalarına rağmen, yine de onlara kardeşlerim demekte ısrar ediyorum. Şayet onlar, tarafsız bir gözle ve insafla, hakkı istemekte ihlaslı davranarak, tutuculuktan uzak, arkadaşlarının ayıplamalarından korkmadan ya da bağlı oldukları yerlerin tehditlerine kulak asmadan yazdıklarımı okurlarsa tekfir konusundaki fikirlerinden vaz geçeceklerine yakinen inanıyorum." [63] .
Evet, aşırılık ve sonuçları. Kimi insanlar zannediyorlar ki tavizsiz olmak aşırı olmaktır. Halbuki asıl taviz vermemek edille-i şeriye'ye (şeri delillere) uymaktır; nassları kendi grubunun menfaatlerine göre değil.
Yusuf el-Kardavî'nin seleften naklen ortaya koyduğu görüşleri bu kadar. Kitabımızın diğer bölümlerinde bu defa Yusuf el-Kardavî'nin kaynak aldığı asıl eserlerden de alıntı yapacağız.[64]
Şimdi, tekfirde aşırı gidenlerin sık sık dillerine doladıkları bir başka konuya gelelim. [65]
[43] Ahzab: 33/36.
[44] Nur: 24/51.
[45] Nisa: 4/65.
[46] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 75-77.
[47] Bakara: 2/178.
[48] Hucurat: 49/9-10.
[49] Mumtehine: 60/1.
[50] Nur: 24/22.
[51] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 77-83.
[52] a.g.e. s. 182-184.
[53] Nisa: 4/116.
[54] Fethul Bari. Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi:83-85.
[55] Medaricu's-Salikin, c. 1.
[56] Bakara: 2/253.
[57] Bakara: 2/257.
[58] Al-i İmran: 3/86.
[59] İnsan: 76/3.
[60] En'âm: 6/82.
[61] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 85-90.
[62] Nisa: 4/31.
[63] a.g.e, s. 197.
[64] İbn-i Hacer, İbn-i Kayyım Cezvî.
[65] Hüseyin Yunus, Tekfir Meselesi, Ahenk Yayınevi: 90-101.