- Musa(a.s)

Adsense kodları


Musa(a.s)

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
derya
Wed 30 December 2009, 04:48 pm GMT +0200
Mûsâ (As)´a Dair Haberler

340. Abdürrezzak Vehb b. Münebbih´in şöyle dediğini söylü­yor: "Hızır (as), Mûsâ (as) ile karşılaşınca O´na: ´Ey İmran oğlu Mûsâ! Münakaşayı bırak, lüzumsuz yere gezip dolaşma. Taaccüp edilecek bir durum olmadan gülme. Evine kapan ve yaptığın hata­lardan dolayı gözyaşı dök´ diye tavsiyede bulunmuştur."

341. İbn Abbas´dan (ra) şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Allah Teâlâ, Mûsâ (as) ile Harun´u (as) Firavun´a gönderdiği vakit onla­ra: ´Sakın Firavun´un giyim, kuşamı sizi aldatmasın. Zira onun işi benim elimdedir. Benim iznim olmadan ne gözünü açabilir ve ne de konuşabilir. Sakın ha! Şatafatından ona verdiklerimizle sizin gözünüzü boyamasın. Eğer arzu etseydim, Firavun´un yapmaya güç yetiremiyeceği dünya güzellikleriyle sizi de süsleyip bezerdim. Fakat bunu yapmayışım sizlerin benim yanımda değersiz olduğu­nuzdan dolayı değildir. Ben size katımdaki kadar ve kıymetiniz­den nasibiniz ne ise onu vereceğim, tâ ki dünya sizin değerinizi azaltmasın. Şüphesiz ben dostlarımı bir çobanın develerini at ya­tağından veya çakalların ininden uzaklaştırdığı gibi dünyadan uzaklaştırırım ve yine çobanın develerini zararlı otlaktan kaçırdığı gibi kaçırırım. Böylece de onların mertebelerini nurlandırmak, kendisi ile tanındıkları çehrelerinde ve böbürlenmedikleri işlerinde kalplerini temizlemek isterim. Bil ki, kim benim dostlarımdan bi­risini korkutursa, bana düşmanca harp ilan etmiş demektir ve kı­yamet gününde dostlarımın öcünü alacak olan da benim demiş­tir."

342. Abdüssâmed b. Ma´kıl, Vehb b. Miinebbih´den şöyle işitti­ğini haber vermiştir: "Mûsâ (as), ateşi görünce hemen ona doğru yürümeye başladı. Yakın bir mesafeye kadar geldi ve durdu. Bir de ne görsün, ateş oldukça yeşil, yaş bir ağacın dallarında püsküren muazzam bir alev değil mi? Gördüğü kadarıyla ateş gittikçe tutu­şup büyüyor, fakat ağaç alevlerin şiddetine rağmen gittikçe yeşerip, güzelleşiyor. Öyle baka kaldı. Ne olduğunu bilemiyordu. Sade­ce birisinin dallarından birini tutuşturup ağacı ateşe verdiğini dü­şünüyordu. Ağacın kalın kökünün sık yapraklarının, oldukça yaş oluşunun ve yeşilliğinin, ateşi söndürebileceğini tasarlayarak, öy­lece kaldı. Bu arada ´Ağaçtan yere ateş parçaları düşse de alsam´ diye kolluyordu. Epeyce bir müddet bekledikten sonra, elindeki bir çubukla ağaca uzandı, bir parça ateş almak istiyordu. Mûsâ böyle yapınca ağaç ona doğru meyletti, sanki Musa´yı kapmak istiyordu. Mûsâ, korkarak hemen geri çekildi, daha sonra döndü ve ağacın etrafından şöyle bir dolaştı, bu arada Mûsâ ondan birşeyler almak için çabalıyor, ağaç ta âdeta Musa´yı kapmak için çaba gösteriyor­du. Ama bir anda da sönüveriyordu. Musa´nın hayreti çoğaldı ve ne olabilir diye düşünmeye koyuldu. Kendi kendine ´Bir ateş, bir parça ateş almak istiyorsun vermiyor. Bu arada ağacın özünden boyuna tutuşup çoğalıyor! Ama ağacı yakmıyor? Sonra bir göz açıp kapayıncaya kadar da büyüklüğüne rağmen sönüveriyor?´ Mûsâ bu durumları görünce ´Bu ateşte bir iş var!´ dedi ve onun yakılma­sını ya birisi emretmiştir, ya da biri kendiliğinden gelip yakmıştır diye düşündü. Ama kimin emrettiğini niye emrettiğini ya da kimin niye yaptığını bilemeden şaşkın bir vaziyette kalakaldı. Bu sırada orada kalıp kalmayacağını veya geri dönmesi gerekip gerekmediği­ne de karar veremiyordu. O, bu düşüncelere dalmışken birden gö­zü ağacın dallarına doğru kaydı. Bir de baktı ki, o alabildiğine ye­şillik göklere doğru yayılmıştı. Mûsâ ona bakıyordu. O karanlıkla­rı çepeçevre sarmıştı. Sonra yeşillik gittikçe açılmaya, aydınlan­maya ve beyazlaşmaya başladı. Sonunda yerden göğe doğru uza­nan nurdan bir sütun halini aldı. Üzerinde âdeta gözleri kamaştı­ran güneş ışınlan vardı.

Ona her bakışında âdeta gözleri kopacak gibi oluyordu. O zaman, Musa´nın korku ve endişesi çoğaldı, elini gözüne attı ve yere iyice yapıştı ve bir gürültü ile bir sarsıntı his­setti. Ne var ki onun o anda işittiklerinin benzerini başkalarının işitmesi ne mümkün? Mûsâ işitip gördüklerinin tesiriyle aklını kaybedecek gibi olup ta, korkusu doruk noktasına erişince ağaç ci­hetinden bir nida duydu. Ona: ´Ey Mûsâ!´ denilince derhal, çağrıya icabet etti, fakat kimin çağırdığını dahi bilmiyordu. Bu kadar ça­buk icabet etmesi ise bir ünsiyetin tezahürü idi ve arka arkaya; ´Geldim, geldim! sesini duyuyorum, varlığını hissediyorum, ama yerini göremiyorum, neredesin´ diye sordu. Ona: ´Ben senin üzerin­de, yanında, önündeyim ve sana senden daha çok yakınını´ dedi. Mûsâ, bunları işitince iyice anladı ki, bütün bunlar sadece azız ve celîl olan Rabbine yaraşır şeylerdi. Hemen, ´Evet, Sensin Allahım! Ama duyduğum senin sesin mi yoksa elçinin sesi mi?´ diye sordu. Allah (cc), ´Hayır hayır? Benim,seninle konuşan. Bana yaklaş´ de­di. Mûsâ elleri ile asasına yapıştı ve bir hamle ile ayağa kalkıver-di. Birden göğsü titredi, ayakları dolaştı, dili tutuldu, kalbi kırıldı, ikinci bir hamleyi daha yapacak dermanı kalmadı. Adeta bir ölü gibi idi. Ne var ki, hâlâ can taşıyordu. Daha sonra korka korka ilerledi ve kendisine nida edilen ağacın yakınında bir yere kadar geldi ve durdu. Rab Tebâreke ve Teâlâ, ´O sağ elindekine bak, O nedir, ey Mûsâ?´ dedi. Mûsâ: ´O benim asanıdır' karşılığım verdi. Allah (cc), ´Ne yaparsın onunlaî´diye sordu. Bunu, O´ndan daha iyi bilen kimse olamaz.

Mûsâ, ´O´na dayanırım, onunla davarları­ma yaprak silkelerim, onunla daha başka işlerimi de karşılarım[20]dedi. Asâ, Musa´nın daha başka işlerine de yarardı. O iki çatal olup, çatalların altı çengelimsi bir tarzda idi. Rab Tebâreke ve Teâ­lâ, Musa´ya: ´At onu ey Mûsâ!´ dedi, Mûsâ, Allah Teâlâmn onu fır­latıp atmasını istediğini zannetti ve bir daha almamak üzere kal­dırıp attı. Bir de baktı ki asâ iri bir yılan oluvermiş. Ona bakanlar bakakalmışlar, o ise yerde birşeyler (yutmak) istercesine sürünü­yor, deve büyüklüğünde kayaları yutuyor, dişleri ile iri iri ağaçla­rın köklerine vuruyordu. Gözleri ile ona bakıp hemen ateş tutuştu­ruyordu. Çengel âdeta üzeri kıllanmış mızrağa dönmüş, çatalları ise geniş bir kuyuya çevrilmişti.

Mûsâ bunları görünce arkasına dahi bakmadan dönüp kaçtı. İyice uzaklaştı ve artık yılanın kendisine erişemeyeceğini düşün­dü, daha sonra Rabbini hatırladı ve utanarak beklemeye başladı. Sonra, ´Ey Mûsâ, daha önce bulunduğun yere (bana) dön!´ diye seslenildi. O da büyük bir korku içerisinde evvelki yerine döndü. Ve Rabb Teâlâ, ´Al onu! Korkma sakın, zira biz onu ilk şekline çe­vireceğiz´[21] diye seslendi. Bu sırada Musa´nın üzerinde yünden bir zırh vardı. Allah Teâlâ, asayı almasını emredince o zırhının eteğini dizine koydu. O esnada bir melek: ´Şu sakındığın hususta Allah bi­ze müsâde etse, zırhın (aban) seni kurtarabilir mi, Ey Mûsâ?´ diye sordu. Mûsâ; ´Hayır, ama ne var ki ben zayıfım ve za´ftan yaratıldım´ karşılığını verdi.

Mûsâ daha sonra elini (abanın altından) çıkardı ve yılanın ağ­zına koydu., Öyle ki onun kök ve azı dişlerini hissediyordu, eliyle onu kavradı, bir de ne görsün, o sopası değil mi? Elini uzattı ki, onu yaslandığı vakit elini koyduğu iki çatal kısmının arasından tutmamış mı?

Allah Teâlâ ona, ´Yaklaş!´ dedi. Mûsâ yaklaşa yaklaşa ağacın yanına kadar geldi ve sırtını ağacın gövdesine dayayıp, (bir müd­det) öylece kaldı. (Bu arada el ve ayaklarındaki titreklik de geçti.) Asasını iki eliyle tuttu, kafasını da önüne eğdi. Sonra Allah Teâlâ ona: (Ey Mûsâ!) Bugün seni öyle bir makama erdirdim ki, senden sonra hiçbir beşerin ona erişmesi sözkonusu değildir. Seni kendi­me yakınlaştırdım ve öyle ki, kelâmımı dahi işittin. Artık benim resulüm olarak git. Benim gözetimimde olacaksın (veya) gözüm ve kulağım seninledir (sendedir). Her zaman inayet ve yardımım se­ninle olacak. Sana saltanatımdan bir zırh giydirdim ki, benim em­rimi yerine getirirken ondan güç alacaksın. Sen erlerimden yüce bir ersin, seni yaratıklarım içerisinde zayıf bir yaratığa elçi olarak gönderiyorum. O, benim nimetimi inkar ediyor, tuzağımdan kendi-. ni güçlü hissediyor. Dünya hayatı onun gözünü boyadı, aldattı. Öyle ki hakkımı, Rab oluşumu inkar edip benden başkasına kul ol­du (ibadet etti). Azametime yemin olsun ki, eğer kendimle mahlûkâtın arasına koyduğum özür ve hüccet olmasaydı, onu kız­dığı zaman göklerin, yerin, ağaçların, denizlerin gazaba geldiği Cebbar (sıfatım ne icabettiriyorsa öylece) yakalardım. Eğer göğe emir buyursam, üzerine taş yağdırdı. Yere emreylesem, üzerine taş yağdırırdı. Dağlara emretsem, ezer geçerdi, denizlere buyursam boğar atardı. Ne var ki o, benim gözümden düşmüş, yanımda hiç­bir değeri olmayan bir varlıktır. Onu hilmim kuşatmıştır. Ben ka-tımdakilerle müstağniyim ve gerçek şu ki, Ben âlemlerden müstağniyim ve Benden başka da böyle olan yoktur. Ona seninle gönderdiğim ilahi hakikatları tebliğ et. Kulum olmaya ve birliğimi ikrara çağır. (Daha evvel insanların başına getirdiğim) Azametli günlerimi ona hatırlat, azabımdan ve kahrımdan onu sakındır ve ona gazabım karşısında hiçbir şeyin mukavemet edemeyeceğini ha­ber ver.

Onunla (kendi aranızda) yumuşak konuş. Belki öğüt alır da korkar. Ona benim af ve bağışlamaya, azap ve cezaya çarptırma­dan daha çabuk davrandığımı söyle. Dünya zinetlerinden ona ver­diklerim sakın seni korkutmasın. Zira onun ipi Benim elimdedir,

Benim iznim olmadan ne gözünü açıp kapatabilir, ne konuşabilir ve ne de nefes alıp verebilir. Ona, ´Rabbimin davetini kabul et, zira O, affı geniş olandır. Sana da dörtyüz sene mühlet verdiği halde sen bu süre zarfında hep O´na harp açtın. Ona benzemeye çalıştın, kullarını O´nun yolundan alıkoydun. O ise sana gökten yağmur in­dirdi, yeryüzünü münbit kıldı. Hastalanmadın, yaşlanmadın. Fakr-u zarurete duçar olmadın. Hiçbir zaman alt edilmedin. Eğer O, bütün bunları çabucak başına getirmeyi veya verdiklerini elin­den almayı dileseydi bunu hemen yapardı. Ne var ki O, büyük bir hoşgörü ve sabır sahibidir´ de.

(Ey Mûsâ!) Sen ve kardeşin onunla cihad edin. Siz onunla ci-had etmek için seçildiniz. Eğer karşısında duramayacağı bir ordu getirmek isteseydim, mutlaka yapardım. Fakat o nefsi ve çevresin-dekilerle mağrur olmuş güçsüz, bilsin ki (tarafımdan gönderilmiş) az bir topluluk, iznimle büyük bir kalabalığı pekala yenebilir. Onun süsü ve elindeki nimetler sizi büyülemesin, gözünüzü de on­lara dikmeyin. Çünkü o dünyanın ve lüks içinde yüzenlerin (geçici) süsüdür. Eğer isteseydim Firavun baktığı zaman verdiklerimin bir benzerini elde etmeye gücünün asla yetmeyeceğini anlayacağı dün­ya süsleriyle sizi bezerdim. Fakat Ben sizi bundan uzaklaştırıyo-rum ve dostlarım için Ben hep böyle yaparım. Bu benim tâ ezelden, onlar için tercih ettiğim bir husustur. Ben dostlarımı dünya nimet­lerinden ve rahatından el etek çektiririm. Nasıl ki, develerini seven bir çoban onları tehlikeli otlaktan uzaklaştırırsa, nasıl ki develeri­ne müşfik bir çoban onları at yatağından (veya çakalların ininden) uzaklaştırırsa, öylece dünya hayatı ve süsünden uzaklaştırırım. Bu onların benim katımda değersiz olduklarından dolayı değildir. Bu ancak onların Benim kerametimden nasiplerini tamamlamala­rı dünya ve nefislerinin ellerinden hiçbir şeyi almaya imkan bula­maması içindir. Haberin olsun ki, bir kul Bana karşı dünyada zâhid olmaktan daha iyi bir süsle bezenmemiştir. Çünkü bu Allahtan gereği gibi korkanların zînetidir. Üzerlerinde huşu ve vakar ile tanındıkları zühd elbiseleri vardır. Çehrelerinde ise secde izi vardır, işte gerçek dostlarım bunlardır. Onlarla karşılaştığın za­man kanatlarını onlara ger, kalbini ve dilini hoş tut. Haberin ol­sun ki, kim benim dostlarımdan birini hakir görür, ona korku ve­rirse mutlaka bana harp ilan etmiş ve Beni de bu harbe davet et­miş demektir. Ben ise dostlarının yardımına herşeyden çabuk yeti­şenim.

Bana harp ilan eden, karşımda mukavemet edebileceğini mi zannediyor? Yahut da bana karşı savaşa yeltenen beni aciz bırakacağını mı hesaplıyor? Yoksa, bana karşı savaş meydanına çıkan beni alt edeceğini, benden kaçıp kurtulacağını mı tasarlıyor? Nasıl olur da Ben dünya ve ahirette onların öcünü alan iken muhtaç ol­dukları yardımı başkasına havale edebilirim?

Mûsâ (as), etrafı korulukla çevrili bir şehirde bulunan Fira-vun´a gitmek üzere yöneldi. Arslanlar korulukta bakıcıları ile bera­ber bulunduruluyorlar ve birisinin üzerine bırakılıp salıverildikle-rinde de derhal onu parçalayıp yiyiveriyorlardı. Şehirde koruluk­tan giren dört tane kapı bulunuyordu. Mûsâ Firavun´un görebilece­ği en büyük yoldan şehre girmeye teşebbüs etti. Arslan Musa´yı gö­rünce tilkiler gibi çığlık attı, ancak bakıcıları onu durdurdular. Mûsâ yoluna devam etti ve Firavun´un kapısına kadar geldi. Asası ile kapıyı çaldı. Üzerinde yünden bir cübbe ve bir de gömlek vardı. Kapıcı onu görünce cesaretine şaştı ve ona müsaade etmeyip geri çevirdi. Ve Musa´ya, ´Sen kimin kapısına vurduğunun farkında mı­sın? Bu kapı efendinin kapısıdır´ dedi. Mûsâ ise, ´Ben, sen ve Fira­vun hepimiz Rab Teâlânın kullarıyız, ben ona yardım edeceğim´ dedi. Kapıcı diğer bir kapıcıya, o ise diğer kapıcılara, durumu bil­dirdiler. En son kapıcıya kadar durum ulaştı. Bundan ötesinde ise yetmiş tane muhafız vardı. Her bir muhafızın emrinde de Allahın dilediği kadar  asker vardı. Bugünün en büyük lideri gibi sonunda haber Firavun´a bildirildi. O ´Alın katıma´ dedi. Mûsâ içe­riye alındı. İçeriye girer girmez Firavun ona: ´Seni tanıyorum´ dedi. Mûsâ, ´Evet´ karşılığı verdi. Firavun, ´Bebekliğinde biz seni yetiş­tirmedik mi? [22]deyince Mûsâ, Allah indinde zikredildiği şekilde ona karşılık verdi. O zaman Firavun onu yakalamalarını emretti. Mûsâ onlardan daha erken davranarak asasını yere atıverdi. O birden apaçık bir yılan oldu; insanların üzerine hücum etmeye ha­zırdı. Halk kaçıştı ve içlerinden yirmibeş bin kişi öldü. Birbirlerini ezip öldürdüler. Firavun perişan bir vaziyette kaçıp eve saklandı ve Musa´ya ´Aramızda bir zaman tayin et ve o vakitte seninle görü­şelim´ dedi. Mûsâ: ´Bu şekilde emrolunmadım. Ben yalnızca seninle savaşmakla emrolundum. Eğer sen dışarıya çıkmazsan, ben içeri girerim´ dedi. Allah Teâlâ Mûsâya vahyederek aralarında bir za­man tayin etmelerini ve Firavun´a bu zamanı kendisinin kararlaş­tırmasını söylemesini bildirdi. Daha sonra Firavun ´Bana kırk gün müddet ver´ dedi. Mûsâ da bunu kabul etti. Firavun kırk gün zar-finda sadece bir kez helaya giderken, kırkıncı gün kırk sefer oraya gitmiştir. Mûsâ şehirden ayrılmış, giderken arslanm yanına uğra­mış; arslan kuyruğunu dikerek onunla bir müddet yürümüş ve onu uğurlamıştır. Bu esnada ne onun ve ne de İsrailoğullarından bir tek kimsenin üzerine hamle yapmamıştır,

343. Nevf el-Bekâli şöyle demiştir: Allah Teâlâ dağlara: ´Sizden birinizin üzerine ineceğim´ diye vahyetmiş; bunun üzerine bü­tün dağlar böbürlenip yükselmişlerdir. Ancak Tur Dağı öyle yap­mamış, tevazu göstererek: ´Allanın benim için takdir ettiğine razı olurum´ demiştir. Ve iniş de onun üzerinde gerçekleşmiştir.

344. Vehb b. Münebbih´ten şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Mûsâ (as), Allah Teâlâ´ya: *Ya Rabbi bana ne emredersin?´ diye sormuş. O da: Bana hiçbirşeyi ortak koşmamanı!´ cevabını ver­miş. Mûsâ, ´Başka neyi emredersin?´ diye sormuş. O, ´Annene kar­şı iyi davranmanı!´ demiş. Mûsâ, ´Daha neyi, ya Rabbi?´ diye sor­muş. O, ´Annene iyi davranmanı´ demiş. Mûsâ, tekrar ´Başka neyi emredersin, ya Rabbi?´ diye sormuş. O tekrar, Annene iyi davran­manı´ cevabını vermiştir." Vehb diyor ki: "Babaya iyilikte bulun­mak ömrü uzatır. Anneye iyilikte bulunmak ise eceli tutar."

345. Vehb b. Münebbih´ten şöyle dediği rivayet edilmiştir; "Mûsâ (as), Cenab-ı Hakka: 'Ya Rabbi, kulların başlangıcı­nın nasıl olduğunu soruyorlar´ demiş. O da, ´Onlara herşeyden ön­ce olduğumu, herşeyi benim meydana getirdiğimi ve herşey (yok ol­duktan) sonra yine benim var olacağımı haber ver´ demiştir.

346. Ebû İshâk´tan, Amr b. Meymûn´u şöyle derken işittiği, rivayet edilmiştir: "Mûsâ, Arşta bir adam görmüş ve onun yerine gıpta etmiştir. Bunun üzerine onun durumunu soruşturmuştur. (Melekler) ona şöyle karşılık vermişlerdir: ´Sana onun amelini söy­leyeyim mi? O, Allah´ın fazlından insanlara verdiğinden dolayı on­lara hased etmezdi, koğuculuk yapmaz, ebeveynine isyan etmezdi. Mûsâ, Ta Rabbi, kim ebeveynine isyan eder ki?´ diye sormuş. O da, ´Onlara hakaret edilmesine sebep olur ve onlar da hakarete maruz kalırlar´ demiştir.

347. Ebû´l-Celed´den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Mûsâ (as), Rabbından kendisine muhkem bir âyet indirmesini istemiş ve ´Onu kullarına ileteyim´ demiştir. Allah Teâlâ da ona vahyetmiş ve ´Ey Mûsâ, kullarımın sana getirmelerini arzuladığın şeyi sen onla­ra götür´ demiştir.

348. Ebû´l-Celed´den şöyle rivayet edilmiştir: "Allah Teâlâ Musa´ya (as) vahyetmiş ve ona, ´Ey Mûsâ, beni zikrettiğin zaman, azaların titresin ve zikrim esnasında da huşu ve sükunet içerisin­de ol. Yine Beni zikrettiğin vakit dilini kalbine tabi kıl. Benim huzurumda kıyama durduğun vakit küçük, zelil bir kul gibi dur. Nef­sini kına, çünkü o kınanmaya en müstehak olandır. Bana münâcaatta bulunduğun zaman titreyen bir kalp ve doğru bir lisanla yakarışta bulun´ demiştir.

349. Ebû´l-Celed´den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Mûsâ (as), Allah Teâlâ´ya: *Ya Rabbi! Bana verdiğin nimetleri küçük gö­rüp dururken ve Sen de benim yaptığım bütün işlere rağmen beni cezalandırmazken, ben Senin şükrünü nasıl yerine getirebilirim?´ demiş ve Allah Teâlâ ona vahyederek, işte şimdi bana şükrettin ey Mûsâ!´ demiştir.

350. Ka´b el-Ahbâr´dan[23] şöyle rivayette bulunulmuştur: "Mûsâ dualarında: ´Allahım tevbe ile kalbimi yumuşat, onu kaya gibi katı kılma´ derdi."

351. el-Münzir, Vehb b. Münebbih´in şöyle dediğine şahit oldu­ğunu haber veriyor: "Allah Tebâreke ve Teâlâ, Hz. Musa´ya, ´Kav­mine söyle, Bana yönelsinler ve Zilhicce´nin on gününde Bana ya-karsınlar. Onuncu günde Bana teveccüh etsinler ve Ben onları ba­ğışlayayım´ dedi." Vehb diyor ki: "O gün yahudilerin istedikleri gündür. Fakat onda yanılmışlardı. Zira hesapları Arapların (kame­ri) hesabından daha doğru değildir."

352. Süfyân b. Uyeyne´den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Yahya (as) ile Isâ (as) bir beldeye gelirler; Isâ (as) oranın şirretli-lerinin kimler olduğunu; Yahya (as) ise iyilerinin kimler olduğunu, sorardı.İsâ´ya (as), ´Sen neden şerir kimselerin yanına geliyorsun?´denilir, o da ´Ben doktorum, hastaları tedavi ederim´ derdi."

353. Ka´b el-Ahbâr´dan şöyle bir rivayette bulunulmuştur: "Al­lah Teâlâ, Mûsâ (as)´ya vahyederek: ´(Ey Mûsâ!) Hayrı öğren ve öğret. Zira Ben yerlerini yadırgamasınlar diye hayrı öğrenen ve öğ­retenleri kabirlerinde nura garkedeceğim´ demiştir."

354. Ka´b şöyle demiştir; "Mûsâ (as) Rabbine: Ta Rabbi! Sen yakında mısın, yoksa uzakta mısın? Yakında isen Sana gizliden gizliye dua edeyim. Yok eğer uzakta isen sana yüksek sesle bağıra­rak yakarayım´ dedi. Allah Teâlâ, ´Ey Mûsâ! Ben, Beni zikredenin yanıbaşındayım, dedi. Mûsâ, Ta Rabbi! Bizim bir halimiz diğer halimizi tutmaz, (yani iyi halde de bulunduğumuz olur, kötü halde de) Öyle zaman olur ki, üremizde Senin adını ağzımıza almaktan kaçınırız ´ dedi. Allah Teâlâ, ´Nedir o hal ey Mûsâ?´ diye sordu; Mûsâ, ´Cünüblük ve helada bulunmadır´ karşılığını verdi. Allah Teâlâ, ´Ey Mûsâ, Beni her halükârda-zikref dedi."

355. Katâde diyor ki: "Allanın Peygamberi Mûsâ (as): Ya Rab­bi! Dünyaya en az verdiğin şey nedir?´ diye sormuş. O da: ´Dünyaya verdiğim en az şey adalettir´ karşılığını vermiştir.

356. Ebû Abdullah es-Sülemî, Yahya b. Süleyman´ın adım zik­rettiği bir zattan naklen şöyle dediğine şahit olduğunu söylüyor: "Mûsâ (as), Cenâb-ı Hak´tan bir ihtiyacını taleb etmiş, ancak (iste­ğine derhal karşılık verilmeyip) gecikmiş ve ´Mâşaallah (eğer Al­lah dilerse)´ demiş. Bir de bakmış ki isteği hemen yerine getirilmiş. Sonra Ta Rabbi, şu kadar zamandan beri Senden hacetimi taleb ediyorum, oysa Sen onu bana şimdi verdin (neden?)´ diye sormuş. Cenâb-ı Hak, Musa´ya vahyederek, ´Ey Mûsâ! Mâşaallah sözünün ihtiyaçlarının karşılanmasında en müessir söz olduğunu bilmiyor musun?´ demiştir."

357. Ebû Abdullah es-Sülemî, Yahya b. Süleym ez-Zârifî´nin adım zikrettiği bir zattan naklen şöyle dediğine şahit olduğunu söylüyor: "Meleklerin (gök alemindeki) şeytanları kulak misafiri olup (bilgi) çalarlarken korkuttukları kelime ´Mâşaalah´ sözüdür."

358. Ka´b b. Alkame´den şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Mûsâ (as), Firavun´dan (kurtulup) kaçarken Cenâb-ı Hakk´a, ´Ey Rab-bim, bana ne öğüt verirsin´ demiş. O da, ´Beni hiç bir şeyle ortak tutmayıp daim,a Beni tenzih etmeni öğütlerim, çünkü Ben böyle ol­mayana ne rahmet eder ve ne de arındırırım´ demiştir. Mûsâ, ´Da­ha neyi öğütlersin, ya Rabbi?´ demiş. Rab Teâlâ: ´Anneni; zira o se­ni meşakkat üstüne meşakkatle karnında taşımıştır´ cevabını vermiş. Mûsâ, ´Başka ya Rabbü´ demiş. Rab Teâlâ, ´Sonra babanı Öğütlerim´ demiş. Mûsâ, ´Sonra neyi´ demiş. Rab Teâlâ, ´Sonra kendin için arzuladığını bütün insanlar için arzulaman; kendin hoşlanmadığın bir şeyi bütün insanlar için de çirkin görmen´ de­miştir. Mûsâ, ´Daha neyi öğütlersin, ya Rabbi?´ demiş. Allah Teâlâ, ´Kullarımın işlerinin başına getirilirsen, ihtiyaçları konusunda on­ları meşakkate sevketmemeni, çünkü sen Benim rızamı amaçlıyor­sun. Ben ise görmekteyim, işitmekteyim, (bütün yaptıklarınıza) muttali olmaktayım´ karşılığını vermiştir.