armi
Fri 29 January 2010, 12:33 pm GMT +0200
Mürşid
İnsanları irşâd eden, doğru yolu gösterip yetiştiren ve kemâle getiren yâni olgunlaştıran büyük âlim ve velîye mürşîd denilir. Yetişmiş ve yetiştirebilen rehbere mürşîd-i kâmil adı verilir. Bunlar, insanlara doğru yolu gösteren ve İslâmiyeti bid´atlerden (Peygamber efendimiz ve arkadaşları zamânında olmayıp da dîne sonradan ibâdet olarak katılan şeylerden) temizleyen derin İslâm âlimlerindendirler. Onun için Muhyiddîn ibni Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; "Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır." demiştir. Mazhâr-ı Cân-ı Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) bütün kazançlarına, mürşidlerini çok sevmekle kavuştuğunu belirtmiş, saâdetlerin anahtarının, Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek olduğunu ifâde etmiştir. İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) de; "Talebe, mürşidini ne kadar çok severse, onun kalbinden feyz alması da o kadar çok olur. Mürşid vesîledir, vâsıtadır. Maksad, Allahü teâlâdır." demiştir. (E. Ans. c.1, s. 13)
Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu konuda şöyle bir tavsiyede bulunmaktadır: "Bir kimsenin kendisini irşâd edecek (doğru yolu gösterecek) bir mürşidi yoksa, büyük zâtların (Ehl-i sünnet âlimlerinin) kitaplarını okusun ve onlara uysun." (E. Ans. c.1, s. 13)
Yine İmâm-ı Rabbânî, tasavvuf yolunda nihâyete varanların (yolun sonuna kavuşanların) iki türlü olduğunu beyân etmiştir. Birincisi Resûlul- lah efendimizin izinde giderek kemâle erdikten sonra, insanları irşâd için (doğru yola çekmek için) halkın derecesine indirilmiş olan mürşidlerdir. İkincisi, yükseldikleri derecelerde bırakılıp, insanların yetişmesi ile vazî- feli olmayan evliyâdır. Mürşid-i kâmilin bakışları, kalp hastalarına (kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmuş olanlara) şifâ verir, onun tevec- cühü yâni kalbini bir kimseye çevirmesi, kötü, çirkin huyları insandan siler, süpürür. (E. Ans. c.1, s. 13)
Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, mürşid-i kâmillerden bahsederken; "Mürşid-i kâmillerin en üstünleri, dört mezhep imâmlarıdır. Bunlar, İmâm-ı A´zâm Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfiî ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbeldir (rahmetullahi teâlâ aleyhim). Bu dört imâm, İslâm dîninin dört temel direkleridirler." demiştir. (E. Ans. c.1, s. 13)
Seyyid Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ise; kâmil (yetişmiş) ve mükem- mil (yetiştiren, olgunlaştıran) bir rehbere tâbi kimsenin, Allahü teâlânın rızâsına kavuşacağını ifâde etmiştir. (E. Ans. c.1, s. 14)
Tasavvuf kitaplarında çok kullanılan şeyh kelimesi, din ve fen ilimlerinde mütehassıs olan, yetişmiş ve yetiştirebilen rehber, Hak teâlânın yolunu gösterip, dîn-i İslâmı yayan, mürşid, üstâd, pîr mânâlarında kullanılmaktadır. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şeyhlerin âlim olmaları ve meseleleri herkesin anlayabileceği şekilde çözmeleri lâzım geldiğini belirtmiş, son zamanlarda tekkelerin, câhillerin ellerine düştüğünü, dinden, îmândan haberi olmayanlara da şeyh denildiğini ifâ- de etmiştir. Ayrıca, bu gibi şeyhlerin sözlerini, işlerini din sanmanın, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmanın çok yanlış olduğunu, böyle bir durumun dîni bilmemek, anlamamak olduğunu söylemiştir. (E. Ans. c.1, s. 15)
En büyük üstâd mânâsına gelen şeyh-i ekber sıfatı, evliyânın büyüklerinden H.638´de Şam´da vefât eden Muhyiddîn ibni Arabî hazretlerinin lakabıdır. (E. Ans. c.1, s. 15)
Tasavvufî eserlerde geçen kelimelerden biri de pîr kelimesidir. Tasavvuf yolunda rehber zât veya tasavvuf yollarından birinin kurucusu, şeyh, mürşid, mânâlarında kullanılmaktadır. Hâce Behâeddîn Buhârî; "Pîr, Allahü teâlâya kavuşmağa vesîledir. Maksûd olan Hak sübhâne- hüdür." demiştir. Abdülhakîm Arvâsî; "Pîr, kâmil ve mükemmil ise (yetiş- miş ve yetiştiren ise) sohbeti büyük nîmettir ve onun bakışı devâ (ilâç) ve sözleri (sohbeti) şifâdır. Sohbetsiz vüsûl (kavuşmak) mümkün değildir." demektedir. Hace Muhammed Bâkî-Billâh pîre bağlılıkta bozukluk olur- sa, yükselmenin düşünülemeyeceğini ifâde etmiştir. Süleymân bin Cezâ hazretleri, "Her işte pîrlerin mübârek rûhlarını vâsıta yaparak Allahü teâ- lâya yalvarmalı ve duâ etmeli." tavsiyesinde bulunmaktadır. Hayderîzâde İbrâhim Fasîh Efendi hazretleri; "Bağlı olunan pîre, zâhiren (açıkça) ve bâtınen (gizli) îtirâz etmek, feyz kapısını kapatır." demiştir. Hattâ İmâm-ı Rabbânî; "Pîrini incitenden sen de incinmezsen, köpek senden daha iyi- dir." demektedir. Ayrıca pîrlik ve müridliğin yalnız külâh giydirmekle ve babadan oğula kalmakla olmayacağını, Ehl-i sünnet vel cemâat yolunu bilmek, öğretmek ve göstermekle olacağını belirtmektedir. (E. Ans. c.1, s. 15)
Karabağ´da yetişen meşhur velîlerden Pîr Muhammed Gencevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Maksudlu aşîretinden Mehmed adında bir kimse, Kazvin şehrine koyun satmaya giderken, Pîr Muham- med hazretlerine gelip talebe olmak, bîat etmek istediğini söyledi. "Bîat etmek herkesin kârı değildir. Var yoluna git. Şimdi bîat zamânı değildir." dedi. Fakat o, ısrarla talebeliğe kabûl etmesini isteyerek; "Lutfedip beni de talebelerinizin arasına alınız." dedi. Bu ısrarı ve şiddetli arzusu üzeri- ne kabûl etti ve; "Haramlardan dâimâ sakın ve ihtiyât üzere ol, yoksa pişmanlık çekersin." dedi. Bu kimse bîat edip talebesi olduktan sonra ti- câret için Kazvin şehrine gitmişti. Orada koyun satıp para kazanmıştı. Çarşıda gezerken bâzı ahlâksız kadınlar yanına yaklaştığında hocası Pîr Muhammed Gencevî´yi hatırladı. Hemen vücudu titremeye başladı. Böy- lece o kötü kadınlara meyletmekten kurtuldu. Bir gün Pîr Muhammed Gencevî, ikindi namazı sırasında âdeti olmayan bir hareket yaptı. Na- mazdan sonra sebebini sorduklarında şöyle dedi: "Bize talebe olan Mehmed, hayvan ticâreti için giderken bizden bîat almıştı. Kazvin´de çarşıda gezerken yanına düşük kadınlar yaklaşıp meyletmek isteyince vücûduna bir titreme geldi. Bugün ikindi vaktinde falan bağda buluşalım diye bir kadınla anlaşmışlardı. Biz namazda iken kötü kadın bağın içinden kendini gösterdi. Mehmed, bağın duvarından o tarafa atlarken beline bastım. Düşüp, beli şiddetli derecede ağrıdı. Sonra o düşük kadına kızarak, bağırıp çağırdı ve bırakıp gitti." dedi. Bu sözleri söyledikten sonra; "Bre hey gâfil! Sana bîat verdikten sonra, senin günah işlemene mâni olmayan, mahşer gününde seninle Cehennem´e gider." buyurdu.
Talebelerinden Demirci Hasanlı aşîretinden Molla Muhammed bir gün evinde gusül abdesti alıp, hocasının câmiine gitti. Bir müddet sonra Pîr Muhammed Gencevî hazretleri mescide geldi. Talebelerine bakıp; "Ağzı kırık testi ile beyaz taş üzerinde gusül abdesti alan kimse, koltuğunun altında yıkanmamış yer bırakmışsın. Hemen git yıka gel!" buyurdu. Molla Muhammed bu sözü duyunca, kendi kendine; "Ağzı kırık testi ile beyaz taş üzerinde gusül abdesti alan benim! Hocam bu sözü benim için söyledi. Fakat bu kadar arkadaşım arasında kalkıp gitmekten, hâlimi belli etmekten utanırım." diye düşünmeye başladı. Tam bu sırada hocası Pîr Muhammed hazretleri ona hitap edip; "Molla Muhammed! Bizim hizmetçiler oduna gidecekler, git onları gönderiver." dedi. Bunun üzerine Molla Muhammed hemen kalkıp dışarı çıktı. Gidip gusül abdesti alırken kuru kalan koltuğunun altını yıkayıp namaza yetişti.
İlim öğrenmekle meşgûl üç talebe, meşhur velîlerden Pîr Muhammed Gencevî hazretlerini ziyâret için Gence şehrinden yola çıktılar. Yolculukları sırasında içlerinden biri; "Eğer bu huzûruna gittiğimiz zât, mürşîd-i kâmil ise kızını bana nikahlar." dedi. Bunun üzerine bir diğeri de; "Eğer dediğin gibi bir zât ise, bize süt, pilav ve bal ikrâm eder." dedi. Üçüncü arkadaşları da; "Mürşîd-i kâmil ise bizi Molla Feyzullah´ın evinde misâfir eder." dedi. Onların geleceği gün Pîr Muhammed hazretleri; "Bugün misâfirler gelse gerektir. Bir miktar süt hazırlayınız. dedi. Misâfir talebeler huzûruna geldiklerinde; "Misâfirlere süt ve pilav pişirin yanında bal da hazırlayın." dedi. Hazırlıklar yapıldıktan sonra büyük oğlu Velî Muham- med´e; "Pilavı eniştenin önüne koy." diyerek, yolda, mürşid-i kâmil ise kı- zını bana verir diyen talebeyi gösterdi. "Bal da getir." dedi ve sofrayı kur- durdu. Yemek yendikten sonra, sohbete başlayıp bu talebelere; "Sizden biriniz bizi imtihan için şeyh mürşid-i kâmil ise kızını bana versin der. Allahü teâlânın takdîri olmayan işi insan yapmaya güç yetirebilir mi?" buyurdu. Biriniz de mürşid-i kâmil ise bize süt, pilav ikrâm etsin ve bal da getirsin, der. Siz bir yere gelseniz, süt ve bal bulunmasa mürşid-i kâmil olan kimsenin, mürşîd-i kâmil olmamasını mı gerektirir. Bizi Molla Fey- zullah´ın evinde misâfir etsin diyen talebeye de; "Molla Feyzullah´ın bir- kaç kızı vardır. Bu vesîle ile o kızları görmek istersin." buyurdu.Talebeler yanlış düşüncelerine ve davranışlarına çok pişman olup ziyâdesiyle utandılar. Daha sonra ayrılıp gittiler.
O devrin büyük âlimlerinden bir zât, Pîr Muhammed Gencevî hazretlerini ziyârete gitmişti. Bu âlim ziyârete giderken, kendi kendine; "Eğer bu zât mürşid-i kâmil ise bana Peygamber efendimizin nübüvvet mührünü göstersin." diye düşünür. Huzûruna varınca, Pîr Muhammed hazretleri bu âlime; "Bir vâz ve nasîhat yap da halk dinlesin." dedi. O da kabûl edip halka bir vâz yaptı. Fakat halk onun vâz ve nasîhatlarından hiç etkilenmedi. Bu âlim, Pîr Muhammed hazretlerine; "Bir vâz da siz yapınız, biz dinleyelim." dedi. Bunun üzerine sohbete başladı. O âlimin anlattığı şeylerin aynısını söyledi. Halka fevkalâde tesir etti. Âlim bu hâli görünce, çok şaşırdı. "Sen de aynen benim söylediklerimi söyledin. Benim vâzım hiç tesirli olmadı. Bunun sebebi nedir?" dedi. Pîr Muhammed hazretleri şöyle cevap verdi: "Siz bildiğiniz ile amel etmezsiniz. Bunun için sözünüz tesir etmez. Ama biz ilmimizle amel ederiz. Dinleyenlere ok gibi dokunur. Bu sebeple bizim sözümüz tesirli olur. Bir sebebi de şudur ki: Siz bir hadîs-i şerîf okurken, Resûlullah aleyhisselâm böyle demiş ve filan sahâbe böyle böyle demiş diye nakledersiniz. Fakat biz naklederken Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem böyle dedi ve falan sahâbe böyle dedi, diye naklederiz. Demiş ile dedi arasında fark vardır." Daha sonra da insafa sığar mı ki, bizi ziyârete gelirken içinden; "Eğer mürşid-i kâmil ise Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin nübüvvet mührünü bana göstersin." diye düşünürsün ve bunu istersin?" dedi. Bundan sonra da söze devâm edip; "Bize darılmayınız Civânşîr aşîretinin semiz koyunlarını yemişsin. Karlı soğuk sularını içmişsin, kalbin kazan karasından daha ziyâde kararıp körleşmiş. Mühr-i nübüvveti gösterince görmek için göz lâzımdır." deyince, o âlim insafa gelip; "Elhamdülillah sizi görmekle şereflendik. Bizim "demiş" sözümüz bundan sonra sizin dediğiniz gibi "dedi" olsun. Ama mühr-i nübüvveti görmeyi çok arzu ediyorum. Kalbimin kasveti, kırk gün halvete girmekle kalkar mı? Benim için nasıl riyâzet ve mücâhede buyurursanız başım üstüne yerine getiririm." deyince; "Sen yaşlısın kırk gün halvete girmeye gücün yetmez. Üç gün îtikâf niyetiyle mescidde kal. Bakalım Allahü teâlâ ne gösterir. O zât hemen mescide girip üç gün îtikâf niyetiyle orada kaldı. Üç gün geçince ikindi namazından sonra talebelerin zikrettiği bir sırada mühr-i nübüvveti gördü. Kendinden geçip zikretmekte olan talebelerin arasına gitti. Onlarla zikre başladı. Zikir sırasında talebeler neden yavaş yavaş zikretmiyorlar, böyle yapsalar olmaz mı diye düşündü. Zikir meclisi dağılacağı sırada Pîr Muhammed hazretleri talebelerine; "Zikri yavaş yavaş yapsanız olmaz mı?" dedi. O kimse bu sözü de duyunca kalbinden geçenleri farkettiğini görerek gidip Pîr Muhammed hazretlerinin elini öptü ve; "Bu sözü, görünüşte talebelerinize söylüyorsunuz. Fakat benim kalbimden geçeni söylediniz. Anladım ki zikri ne sûrette yapıyorlarsa câiz imiş. Benim bilmediğim hususlar varmış, özür dilerim" dedi.
Şeyh Pîr Muhammed Gencevî hazretleri buyurdular ki: "Hind beldesinde bir talebem vardır. Beni görmemiştir. Ama onu tasavvufta yetiştirip kâmil ve mükemmil yetişmiş ve yetiştirebilen hâle getirdik. O bulunduğu diyârın halkını irşâd etmektedir. Kâmil ve yetişmiş olan mürşid o kimsedir ki, iki talebesinden biri doğuda biri de batıda olsa ve ikisi aynı anda vefât etmek üzere olsa, her ikisinin de başında bulunup îmânlarını şeytanın vesvesesinden muhâfaza eder."
Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "İnsanlara rehber o- lan, onları irşâd eden doğru yolu gösteren âlimler, usta avcıya benzerler. Usta avcılar, ince mahâretlerle vahşî bir canavarı tuzağa düşürüp yaka- larlar, sonra avladıkları o vahşî hayvanı terbiye edip, ehlileştirirler. Bunun gibi, Allahü teâlânın velîleri de hikmet ehli olup, güzel tedbirler ile, huyla- rına göre tâliblere gereği gibi muâmele ederek, teslimiyyet makâmına u- laştırırlar. Sonra sünnet-i seniyyeye tâbi olmalarını sağlayarak, maksada ulaştırırlar." Yine buyurdu ki: "İnsanlara rehber olan zâtlar, herkesin kâbi- liyetine ve istidâdına göre muâmele ederler. Eğer tâlib yeni ise, onun yü- künü çekip, ona hizmet ederler. Dâvûd aleyhisselâma; "Ey Dâvûd! Beni taleb eden birini gördüğün zaman, ona hizmetçi ol!" buyrulduğu gibi, çok hizmet ve himmet göstermek gerekir ki, tâlibde bu yola girme kâbiliyeti peydâ olsun. Bizim yolumuzda olan kimse, bu yola tam uyup, bunun ak- sine bir iş yapmamalıdır ki, işin netîcesi meydana çıksın. Sünnet-i seniy- yeye uymaktan ibâret olan yolumuza uyarak, işlerde ve amellerde dik- katli davranmalıdır ki, yolumuzda olanlarda ehlullahın tam bir mârifetine kavuşma saâdeti hâsıl olsun."
Anadolu´da yetişen büyük velîlerden Muhammed Tevfîk Bosnevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Mürşid-i kâmil, insanları Allahü teâlâya ulaştıran ve ilimde yüksek mertebelere yükselten kişidir. Ayın parlaması güneşten kaynaklanır. Gerçek ay, kalb ve rûhumuzdur. Güneş ise mürşid-i kâmilin kalbidir. Dünyâya çok rağbet ettiğimizden kalbimiz karardığı için, mürşid-i kâmili göremez olduk. Onlar bu âlemde her zaman vardır.
İstanbul?da yetişen evliyânın büyüklerinden Mehmed Nûri Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Ey hakkı hak olmayandan ayırt ederek, Allahü teâlânın rızâsına tâlib olan ve Resûl-i ekremi çok seven kardeşlerim! Bilmiş olun ki, kâr ve zarar beldesi olan bu fâni dünyâ âlemine gelerek, îmân etmekle müşerref olan ve Kelime-i tevhîdi dilleri ile söyleyip kalbleri ile tasdîk eden müminler, yaradılışının aslında bulunan ilâhî feyzlere ve ihsânlara kavuşmuştur. Allahü teâlânın hazînesi olan kalb kapısını, arzu, hırs, şehvet ve muhabbet gibi şeytanın aşağılık askerlerine karşı koru ve onları içeriye bırakma. Doğru yolu gösteren bir rehber bulup, ona talebe olmaya çalış. Çünkü rehbersiz yola çıkmak ve yolu bulmak, gecenin zifirî karanlığında bilinmeyen bir yolda, ışıksız ve tek başına gitmek gibidir. Böyle bir durumda, insan gittiği yeri görmez, bastığı yeri bilmez. Önünde çukur mu yoksa uçurum mu var, farkede- mez. Bu şekilde yola çıkanların, tehlikeye düşmelerinden korkulur. Mür- şid-i kâmilin huzûruna gidip geldiği için, o yolların hatâlarını ve tehlike- lerini görüp anlamıştır. Mürşid-i kâmil, kendisine bağlanan talebesini o yollardan kolaylıkla geçirir. Mürşid-i kâmilin alâmeti çoktur. Fakat söy- leyeceğim şu üç husûsu iyi dinle: 1) Huzûruna vardığın zaman bütün gamın ve kederin gider. İçinde bir ferahlık ve muhabbet uyanır. 2) Meclisinden ayrılmayı istemezsin. Bir inci tânesi gibi olan sözleri, muhabbetini arttırır. 3) Ziyâretine gelen herkes duâsını niyâz ile mesrûr olurlar. Bu üç sıfatı kendisinde toplayan zâtın bütün ahlâkı Resûl-i ekremin ahlâkıdır. Bu üç sıfat ve alâmet, riyâsız, gösterişsiz hangi zâtta görülür ve bilinirse, hemen o zâta tam bir teslimiyet ile teslim ol! Cenâze yıkayanın elindeki mevtâ gibi emrettiği yerde dur, her emrine uy. Hizmetlerini ve emirlerini kendine nîmet bil.
Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında Anadolu´da yaşayan velîlerden Seyyid Alâeddîn Ali Semerkândî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ileri yaşlarında Mekke-i mükerremede bir mikdâr ikâmetten sonra, Medîne-i mü- nevvereye ziyârete geldi. Resûlullah efendimize olan aşkı sebebiyle ora- dan ayrılamadı. Yıllarca türbede hizmet etti. Bir gün Peygamber efendi- mizi baş gözü ile gördü. Kendisi şöyle anlatır: İlk zamanlar mağarada ka- lırdım. Bir gün Resûlullah efendimizi ziyâret etmek için mağaradan çık- tım. Kabr-i şerîflerine varıp, arada hiçbir vâsıta olmadan doğrudan feyz ve bereketlerine kavuşturmasını istedim. Bunun üzerine Resûlullah e- fendimiz; "Ey benim makbul oğlum! Bütün velîlerin sultanlığı sana verildi. Allahü teâlânın izniyle seni cümle velîlerin önderi kıldım. Allahü teâlâ se- ni kabûl eyledi. Bundan sonra senin için vâsıtalar kaldırıldı. Gözünü yum ve Hakk´ın kudretini müşâhede et." buyurdu. Gözümü yumdum, ansızın mübârek dedemin kabrinin yarıldığını gördüm. Yanında biri sağında biri solunda duran yeşil elbiseli iki zât vardı. Yüzlerinin heybetinden nere- deyse aklımı kaybedecektim. Mübârek dedem elini yüzüme sürdü. Kal- bim rahatladı. "Biri Cebrâil biri Mikâil´dir, korkma! Gözünü yum kulağını aç! Babana telkin ettiğimi sana da edeyim." buyurdu. Elimi eline alıp, ba- na tövbe ettirdi, bir şeyler okudu. Bunlar aynen hatırıma nakşolundu. Sonra başını kaldırıp, üç defâ Lâ ilâhe illallah buyurdu. Ben de tekrar et- tim. Bana; "Ey oğul! Sana bunları okudum ki, sen dahi benim gibi oku- yup, benim telkinim gibi telkin edesin. Bu zikri işâret eyledim. Çünkü bu, zikrin en üstünüdür. Çocukları bununla terbiye ederler. Dereceleri katetmek bununla müyesser olur." buyurdu. Bundan sonra bana perdeler açıldı. "Azîz oğlum! Senin dostun benim dostumdur. Senin sırrın benim sırrımdır. Seni seven beni sever. Senden tövbe eden benden tövbe et- miştir. Var git ümmetimi tarîkine, yoluna dâvet et." buyurdu. Bunun üze- rine ben; "Ey dedem! Benim tarîkime girenin diğer tarîklerden üstünlüğü var mıdır? Bunları bildirin de insanlara açıklayayım. Böylece tarîkime rağbet etsinler." dedim. O zaman Peygamber efendimiz; "Ey oğlum! Bu yola girene ne vereyim." buyurdu. Ben yirmi üç şey istedim ve; "Eğer Allahü teâlâ kabûl buyurursa, bana bildirilsin." dedim. Âniden dedemin sağında duran Cebrâil aleyhisselâm kayboldu. Bir müddet sonra gelip; "Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ selâm ediyor. Dostum Ali, talebeleri ve tarîkine girenler hakkında ne dilerse ona ihsân ettim, buyurdu." dedi. Bunları duyunca dedem sevincinden tebessüm etti.
Ali Semerkandî hazretlerine ihsân olunan yirmi üç şey şunlardı: 1) Müridleri ve talebeleri dünyâda nâmerde muhtâc olmasın, 2) Şeytan şerrinden, kötülüğünden emin olsunlar, 3) Şirkten, Allahü teâlâya ortak koşmaktan uzak olsunlar, 4) Zâlimlerin şerrinden emin olsunlar, 5) Kazâ ve belâdan emin olsunlar, 6) Düşmanın hîlesinden muhâfaza olsunlar, 7) Doğru yoldan ayrılmasınlar, 8) Hidâyet, doğru yol üzere olsunlar, 9) Yaptıkları ameller Allahü teâlânın katında makbûl olup, kıyâmet gününde yüzlerine vurulmasın, 10) Allahü teâlâ onlara ibâdet ve tâatın lezzetini versin, 11) Kendileri ve evlâdları cin ve şeytan şerrinden muhâfaza olsunlar, 12) Sıdk ile, samîmiyetle, doğrulukla bu yola inanan kimsenin evine Allahü teâlâ her gün ve her gece yetmiş rahmet yağdırsın, 13) Âilesini, çoluk-çocuğunu Allahü teâlâ tâûn şerrinden korusun, 14) Kim yoluna girerse, şehîd olarak vefât eder, 15) Bu yola fakir bir kimse girerse, kimseye muhtac olmaz. Ölümü öksüz ölümü gibi olur. Zengin bir kimse girerse, Allahü teâlâ ona ölüm acısını çektirmez, 16) Son nefesinde kevser şarabını içip, dünyâdan kanmış olarak çıkar, Cennet´e kanmış o- larak girer, 17) Bu yola giren kimsenin kabri Cennet bahçelerinden bir bahçe olur, 18) Kabirde Münker ve Nekirin azâbından kurtulur, 19) Kabir azâbından kurtulur, 20) Mahşerde Burak´a binmiş olarak gelir, 21) Kıyâmet gününün sıcağından kurtulur. Livâ-ul-hamd´ın gölgesinde gölgelenir, 22) Cennet´e hesâbsız ve azâbsız ilk girenler ile girer, 23) Peygamberler ve evliyâdan sonra, ilk önce cemâl-i ilâhîyi görür.
Daha sonra Peygamberimiz buyurdu ki: "Evlâdım Alâeddîn! Allahü teâlânın sana ihsân ettiği ilmi, ümmetime öğret ki, zâyi olmasın. Sana verdiğim şu asâyı Anadolu tarafına at. Nereye düşerse, orada bulunan ümmetime îmân ve ibâdet bilgilerini öğret, sünnetimi ihyâ et." Seyyid Alâeddîn, Resûlullah efendimizin bu emrine hem çok sevindi, hem de O´ndan ayrılacağı için çok üzüldü. Fakat emir böyle olduğu için; "Başüs- tüne." deyip elindeki asâyı Anadolu tarafına fırlattı. Asâ, Seyyid Alâed- dîn´in bir kerâmeti, Peygamber efendimizin de bir mûcizesi olarak, Lârende, Karaman bölgesine düştü. Seyyid Alâeddîn ise, Allahü teâlânın izniyle, yanında evliyânın rûhları ile berâber, kısa zamanda Karaman´a asâsının düştüğü yere geldi. Kendisini o bölgedeki velîler karşıladı. Karamanlıları Ehl-i sünnet îtikâdı üzere yetiştirmek için gece gündüz demeden çalışmaya başladı.
Seyyid Alâeddîn Ali Semerkândî hazretleri sözleriyle ve halleriyle Allahü teâlânın kullarına ışık oldu. Çok talebe yetiştirdi. Bir gün talebeleri; "Hocam, mürşid kime denir?" diye sordular. Bunun üzerine; "Kitâbul- laha yapışıp hayır yollarına giden ve hayra erişip eriştirendir." buyurdu.
Bir de; "Şerîat ilimlerini bilir. Kur´ân-ı kerîmin sırlarına vâkıf olur. Alla- hü teâlânın kitabı ile amel eder. Bunun için de sırât-ı müstakîm (istikâ- met üzere, dosdoğru) olmak lâzımdır." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden Vecîhüddîn Ömer Efendi (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) buyururlardı ki: "Hak yolu arayanlara onlara yol gösterecek bir mürşîd-i kâmil, rehber lâzımdır."
Büyük velîlerden Seyyid Yahyâ Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sevdiklerine: ?Üstâd; tâliblere tövbe ve istiğfârı ve yolun edeplerini öğretmek için lâzımdır.? buyururdu.
Evliyânın büyüklerinden Ya?kûb-i Çerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir eserinde şöyle anlatmıştır: ?Allahü teâlânın inâyetiyle bu fakirde erenler yoluna girmek arzusu doğup da fazl-ı ilâhiye Allahü teâlânın yardımına kavuşunca, Buhâra?da Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine kavuşmak nasîb oldu. Onun kerem ve iltifâtları beni saâdete garketti. Gördüm ki, mürşidim kâmil ve mükemmildir ve evliyânın en üst tabakasındandır. Çeşitli vakalar ve gaybî işâretlerden sonra, Kur?ân-ı kerîmi açıp bir âyeti işâret tutmak istedim; meâlen; ?O peygamberler Allah?ın hidâyetine eriştirdiği kimselerdir, sen de onların gittiği yoldan yürü...? (En?âm sûresi: 90) buyrulan âyet-i kerîme çıktı, bağlılığım kat kat arttı. Tereddüt içinde bulunduğum günlerden bir gündü. Evimin bulunduğu Fethâbâd?da, Şeyh Seyfüddîn?in kabrine doğru oturmuştum. İçimde öyle bir fırtına koptu ki, hemen Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin huzûruna kavuşmak için Kasr-ı Ârifân?a doğru yola çıktım. Kasr-ı Ârifân?a varıp, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin evlerine yaklaştığım zaman, yola çıkmış, beni beklemekte olduğunu gördüm. Bana ihsânda bulundular, yanına oturttular. Namaz kıldıktan sonra sohbete başladılar. Heybeti beni öyle sarmıştı ki, konuşmaya mecâlim kalmadı. Bu sohbet sırasında buyurdu ki: ?İlim iki kısımdır. Biri kalb ilmi; bu ilim, en faydalı olan ilimdir. Bu ilmi nebîler ve resûller öğretir. Diğeri lisan ilmidir. Bu ilim de Allahü teâlânın insanoğluna hüccetidir. Bâtın ilminden sana bir pay erişmesini ümid ederim. Yine nakledildi ki; ?Sadâkat ehliyle oturduğunuz zaman, sıdk, doğruluk üzere bulununuz. Çünkü onlar, kalb câsuslarıdır. Kalblerinize girerler ve himmetinize bakarlar. Biz, kendi kararımızla kimseyi kabûl edemeyiz. Böyle memuruz. Bakalım bu gece bize ne işâret buyrulur. Eğer seni kabûl ederlerse, biz de kabûl ederiz.? buyurdu.
Ömrümde o gece kadar çetin ve zor bir gece geçirmedim. Saâdet kapısının açılmasını umarken, bu kapının yüzüme kapanmasından kork- tum. Sabah namazını Behâeddîn-i Buhârî hazretleri ile berâber kıldım. Namazdan sonra; ?Sana müjdeler olsun, kabûl işâreti geldi. Biz insanları az kabûl ederiz. Kabûl ettiğimiz zaman da geç kabûl ederiz. Tâ ki gelenlerin nasıl geldiği ve zamânının gelmiş olduğu belli olsun.? buyurdu.
Bundan sonra Şâh-ı Nakşibend hazretleri, silsilelerini Abdülhâlık Goncdüvânî?ye kadar gösterdi. Bundan sonra nice zaman Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin hizmetinde ve sohbetinde bulundum. İcâzet verdikleri güne kadar yanlarından ayrılmadım. Yanlarından ayrılıp, yola çıkacağım zaman; ?Sana tarîkat edebi ve hakîkat sırrı olarak bizden ne erişmişse, Allahü teâlânın kullarına ulaştır, götür. Bu, senin saâdete kavuşmana sebeb olur.? buyurdu. Ayrıca halîfesi Alâüddîn-i Attâr ile sohbet etmemizi emretti. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin vefâtından sonra, ben uzun müddet Bedehşan?da kaldım. Alâeddîn-i Attâr ise Çigâniyân?da bulunuyordu. Bana bir mektup yazarak, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin emrini hatırlattılar. Bundan sonra hemen Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin yanına gittim ve vefâtına kadar sohbetlerinde kaldım. Vefâtlarından son- ra memleketime döndüm.?
Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri insanları gafletten uyaran, kendilerine gelmesine vesîle olan pekçok sözü vardır. Bunlardan birisi şudur: "İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip, kötülüklerden men edici olması, misâfirperver ve geceleri insanlar uyurken ibâdet edici olması, âlim ve cesûr olması."
Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kur´ân-ı kerîmin çizdiği sınırları gözetmeyen ve hadîs-i şerîfleri bilmeyen kimse, mürşid, yol gösterici olamaz. Çünkü tasavvuf yolu, Allahü teâlânın kitâbına ve Resûlullah´ın sünnetine bağlıdır. Tasavvuf büyükleri, dîne uyan âlimlerdir. Resûlullah´ın vârisleridir. Sözlerinde, işlerinde ve huylarında hep Resûlullah´a uyarlar. Yâ Rabbî! O büyüklerden feyz almamızı, bereketlenmemizi nasîb eyle. Âmin! Her zaman söylüyorum ve bildiriyorum ki, Resûlullah´a uymakta gevşeklik eden, O´nun sünnet-i seniyyesini terk eden mutasavvıf olamaz. Onu Allah adamı sanmayınız! Onun dünyâdan kaçınır görünmesine, hârikalar göstermesine aldanmayınız! Onun zühd ve tevekkül ve mârifetler anlatan sözlerini kendinden bilmeyiniz!"
Yine buyurdular ki: "Bir kimsenin havada bağdaş kurup oturduğunu görseniz, İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymaktaki hassâsiyetine bakınız. Eğer bu tam ise ona uyabilirsiniz. Eğer emir ve yasaklara uymakta (çok az da olsa) bir gevşekliği varsa hemen ondan uzaklaşınız, çünkü zararı dokunur."
Konya´da yetişen evliyânın büyüklerinden Çelebi Hüsâmeddîn (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerini´ni, Mevlânâ pek ziyâde severdi. Onun olmadığı bir mecliste sohbetin tadı hissedilmezdi. Bir gün Mevlânâ´nın talebelerinden Muînüddîn Pervâne, hocasını, talebe arkadaşlarını ve Konya´nın ileri gelen eşrâfını dâvet edip, ziyâfet verdi. Yemekten sonra, sohbet için Mevlânâ hazretlerini dinlemek istiyorlardı. Fakat Mevlânâ hiç konuşmuyor, sessizce üzgün bir hâlde bekliyordu. Bâzıları sohbet bu- yurmaları için talebde bulundularsa da, Mevlânâ yine konuşmadı. Nihâyet ev sâhibi Muînüddîn, hocasının en çok sevdiği Çelebi Hüsâmed- dîn´in orada olmadığını farkedince, Mevlânâ´ya; "Efendim! Çelebi Hüsâ- meddîn dâvetimize teşrif buyurmadılar. Acaba hürmette bir kusûr mu ettik?" deyince, Mevlânâ da; "Hüsâmeddîn bağdadır." buyurdu. Bunun üzerine bir kimse ile Çelebi Hüsâmeddîn dâvet edilip, sohbete gelmesi sağlandı. Mevlânâ, Çelebi Hüsâmeddîn gelir gelmez ayağa kalkarak; "Merhaba ey Allahü teâlânın ve Resûlullah´ın sevdiği, ey canım, ey oğ- lum, ey sevdiğim Hüsâmeddîn." buyurdu ve yanıbaşına oturttu. O geldik- ten sonra Mevlânâ öyle neşelendi ki, o günkü sohbeti hiç kimse unu- tamadı. Sohbet esnâsında Muînüddîn Pervâne kalbinden; "Acabâ hoca- mın, Çelebi Hüsâmeddîn´e böyle bir tezâhürâtı, iltifâtı hakîkî midir? Yoksa bir teklif midir?" diye düşündü. Sohbet bittikten sonra Çelebi Hüsâ- meddin, Muînüddîn Pervâne´nin kulağına eğilerek; "Hocamız boş söz söylemez, lüzumsuz tezâhürâtta bulunmaz. Kalbini böyle şeylerle meşgûl eyleme." dedi.
İskenderiye´de yetişen büyük velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Mürşid, yol gösterici, rehber; sana ilâ- cı, tedâvî olmak yolunu gösteren değil, tedâvî eden, mânevî olarak terbi- ye edip, yetiştiren zâttır. Böyle olmıyana mürşid denmez."
Mutasavvıf, velî ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Evhadüddîn Kirmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Süncâsî hazretleri ile olan bir menkıbesini şöyle nakletmektedir.
"Gençliğimde Hocam Rükneddîn Süncâsî´nin hizmetinde bulunmakla şereflendim.
Bir yolculuğunda hizmetini görürdüm. Hocam çok şiddetli bir karın ağrısına yakalanmıştı. Bir şehirden geçerken hastâneye uğramak için müsâde istedim. Vermek istemedi ise de çok ısrar ettim. Sonunda müsâ- de etti. Hastâneye gittim. Orada birinin, talebelerin ortasına oturup ders verdiğini gördüm. Yanlarına yaklaştım. Ders veren kişi, kalkıp yanıma geldi. Elimden tuttu. Hiç tanımadığım biri idi. Bana; "Hâcetin, ihtiyâcın nedir?" diye sordu. Hocamın hâlini söyledim. Bir darı getirip bana verdi. Benimle dışarı çıktı. Sonra çok izzet ve ikrâmda bulundu. Gelip hocama durumu anlattım. Bana tebessüm edip; "Ey tecrübesiz çocuk! Sana ik- râm eden ben idim. O kimse oranın vâlisi idi. Senin ısrârın karşısında sana izin verdim. Orada o kimsenin sûretine girip seni karşıladım. Sana izzet ve ikrâmda bulundum. Karşılamayı o kimseye bırakmadım. Çünkü sana ikrâmda bulunmayıp, seni mahcûb etmesinden korktum." Bu olaydan sonra hocama olan bağlılığım daha çok arttı ve kendisine hizmeti en büyük nîmet bildim."
Hindistan´da yetişen Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kimsenin bir mürşidi yoksa, yâni bir kimse kendisini irşâd edecek, kendisine doğru yolu gösterecek bir kâmil velî bulamazsa, böyle büyük zâtların kitaplarını okusun ve onlara uysun!"
Evliyânın büyüklerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi İbn-i Kavvâm (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bulunduğu beldenin tüccarlarından biri anlatır: "Amcamla berâber Haleb´e gitmiştik. Daha gençtim. Arkadaşlarımdan biri, beni içki meclisine götürdü. Bana; "İç!" dedi. Tam kadehe uzanıp alacağım zaman, birden karşımda Ebû Bekr bin Kavvâ- m´ı gördüm. Eliyle göğsüme vurarak! "Kalk ve buradan çık!" dedi. Yük- sekçe bir yerdeydim. Birden yüzüstü düştüm. Başımdan ve yüzümden kan akmaya başladı. Amcamın yanına döndüm. Bana; "Bunu kim yaptı?" diye sordu. Ben de olup biteni anlatınca, amcam; "Evliyâsını, sana yardımcı ve seni himâye edici kılan Allahü teâlâya hamd olsun." dedi."
Anadolu´da yaşayan evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden İbrâhim Hakkı Erzurûmî hazretlerinin hocası İsmâil Fakîrullah (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretleri, talebesi İbrâhim Hakkı için pekçok sözler söylemiş, ondan iftihârla bahsetmiştir. Bunlardan bâzıları aşağıdadır:
"Molla İbrâhim! Ben babamdan, o da dedemden bütün ilimleri okutmaya mezûnuz. Mesâbih´in tâlîmi, Meâlim-üt-Tenzîl tefsîri ve din ilimlerini öğretmekte seni me´zûn kıldım."
"Molla İbrâhim! Esas olan kalptir, şart olan muhabbettir. Kalbinde arzusu olan Mevlâyı bulur. Çünkü o kuluna yakındır ve onunladır."
"Molla! Ben Fakîrullah´ım. Allahü teâlânın sevdiğini severim."
"Molla! Gökler ve yerler yaratılılalıdan beri sen bizim sevgilimizsin."
"Molla! Cennet ve Cehennem için değil, belki Allah yolunda muhabbetimiz içinsin."
"Molla! Sen bizim çocuğumuzsun. Sen benim yanımda Abdülkâdir gibisin. Evlâdım gibisin."
"Molla! Benden hayâ etmeyi bırak. Bana dön. Sen bendesin. Ne yaparsan kabûlümdür."
"Molla İbrâhim! Bize yakın olan uzak, uzak olan yakındır. Sen nerede olsan benim yanımdasın. Seni denize atsam, Allahü teâlâ tekrar seni bana verir."
"Molla! Burada biz seni terbiye ederiz. Allahü teâlâ seninledir. O, senin yardımcındır. O seni korur. Sana uzun ömür, çok evlâd versin ve sonunu hayır eylesin."
"Molla! Allahü teâlâya, bütün arzularını sana kolayca vermesi için yalvardım ve duâ ettim. Allahü teâlâdan, bütün maksatlarına kavuşmanı ümîd ederim."
Hindistan´ın büyük velîlerinden Kerîmüddîn Bâbâ Hasan Ebdâlî hazretleri yüksek hocaları İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tarafından icâzet ile şereflendirilip memleketine gönderildikten sonra, tâlib- lere ilim ve feyz kaynağı olarak hizmet ederek insanlara çok faydalı ol- maktaydı. Bir zaman İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yolu, Kerîmüddîn´in beldesine düştü. Orada Kerîmüddîn´den feyz almakta, sohbetinde bulunmakta olanlardan bir grup kimse, hazret-i İmâm´ın huzûruna gelerek feyz ve bereketlerinden, kıymetli sohbetlerinden istifâde etmek istediklerini arz ettiler. O da Kerîmüddîn´i çağırarak; "Bunları büyükler yoluna aldınız mı? Almadınız mı?" diye sordular. Kerîmüddîn; "Efendim, yüksek hazretinizden bana ulaşanları bunlara ulaştırdım." diye arz edince, İmâ- m-ı Rabbânî hazretleri o kimselere dönerek; "Benim dilim, Şeyh Kerî- müddîn´in dilidir. O ne söyledi ise ben söylemişim. Sohbetlerini bu dikkat ve uyanıklık ile dinlerseniz aynı istifâdeye kavuşursunuz." buyurdu ve üzerlerinde bulunan gömleği çıkararak Kerîmüddîn´e verdi.
Evliyânın büyüklerinden Abdüllatîf Kudsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, "Mürşid, yol gösteren zâtın sohbeti nasıl olmalıdır?" denilince şöyle buyurdu: "Onun birbirinden farklı üç sohbeti olmalıdır: Birincisi; halkla sohbetidir. Bu sohbetlerde müslümanların dînî bilgilerini öğrenmeleri için onlara ibâdet ve muâmelât, alış-veriş, bilgilerinden bahsetmelidir. İkincisi; dostlar ve sevgililerle olan sohbettir. Bunda daha ziyâde tasavvuf ile hallenmiş olanlara zikir, murâkabe, halvet, riyâzet, mü- câhede gibi mevzûlar anlatılır. Üçüncüsü; talebelerle tek tek sohbet şekli olup, onların eksik ve noksanlıkları işaret edilip, hal çâreleri gösterilir."
Horasan´ın büyük velîlerinden Ahmed Nâmıkî Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Tasavvuf büyükleri, öyle zâtlardır ki, günahkâr, serserî, hırsız, bid´at sâhibi, yolunu şaşırmış v.s. kimseleri kendilerine benzetir, düzeltirler. Bu Allah adamlarının, kendilerine has güzel koku ve renkleri olur. O kokuyu ve rengi tadan, onlara benzer."
Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haretleri bir sohbetinde buyurdular ki: "Kâmil olan Allah yolcusu ile sohbet etmek, Kur´ân-ı kerîm okuyan ile sohbet etmekten daha sevimlidir."
Anadolu´da yetişen âlimlerden ve evliyâdan olan Cemâl Halîfe (rah- metullahi teâlâ aleyh) çok ibâdet eder ve az yerdi. Kendi işlerini kendi görmeyi tercih ederdi. Yemeğini kendisi pişirir, çamaşırını kendi yıkardı. Çok temiz idi. Geceleri ibâdetle geçirir, Allahü teâlâya yalvarır, duâ eder- di. Zengin, fakir herkese aynı davranır, ayırım yapmazdı. Bir defâsında talebelerinden Taşköprülüzâde, ziyâretine giderek nasîhat istedi. Ona buyurdu ki:
"İrfan ehli kimselerin, zamânımızdaki tasavvufu bilmeyen sûfîlere tâbi olmaması lâzımdır. Zamânımızda tasavvufu ve tasavvuf hâllerini bilen kimse yok gibidir. Tevhîd ile ilhâd yâni dinsizliği birbirinden herkes ayıramaz. Şimdi sen, bulunduğun yolda devâm et. Eğer kalbinde tasavvufa meyl artarsa, dînin hudûdunu gözeten, emirleri ve yasakları iyi bilip bunlara uyan bir tasavvuf ehlini ara. Çünkü tarîkatın esâsı, dînin emir ve yasaklarına, bütün edeplerine eksiksiz uymaktır. Tarîkat ve hakîkatın temeli, hazret-i Muhammed´in sallallahü aleyhi ve sellem şerîatının hükümlerine uymaktır. Eteğine sarıldığın ve tâbi olduğun kimsenin, İslâmi- yetin emirlerine muhâlif, uygun olmıyan ufak bir hareketini bile görsen onu hemen terket."
En büyük velîlerden İmâm-ı Ebû Yûsuf (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: "Ben hadîs-i şerîf ve fıkıh ilmini öğrenmek isterdim. Çok fakir olup hiç param yoktu. Bir gün İmâm-ı A´zam hazretlerinin yanında iken, annem çıka geldi ve; "Ey oğlum! Sen onunla bir değilsin, onun ekmeği pişmiş, yemeği hazırdır, ama sen yiyecek şeylere muhtaçsın" dedi. Ben de annem için çalışmayı, anneme hizmet etmeyi seçip ilim öğrenmekten vaz geçmeyi düşündüm ve buna karar verdim. Bir gün hocam İmam-ı A´zam talebesi arasında beni göremeyince çağırttı ve; "Seni bizden ayıran sebep nedir?" buyurdu. Ben de; "Geçim sıkıntısı efendim." dedim. Meclis dağılıp yanındakiler gidince, bana ihtiyâcım olan birçok şeyi ihsân etti. Verdiği şeyler arasında bir hayli gümüş para da vardı. Sonra; "Bunları harca, bitince bana bildir, fakat ders halkamızdan ayrılma." buyurdu. Verdiği para bittiği gün, daha kendisine durumu arzetmeden tekrar verirdi. Her zaman devâm eden bu hâlini görerek, benim paramın bittiğini ona Allahü teâlâ bildiriyor, kerâmetiyle anlıyor diye düşündüm. Hocamın bu ihsân ve ikrâmına kavuşmak sebebiyle huzûrunda ilimden de maksadıma kavuştum. Allahü teâlâ ona en iyi mükâfât, mağfiret ve karşılıklar versin."
Hindistan´da yetişen büyük velîlerden Mevlânâ Muhammed Sıddîk Keşmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlattı ki: "Bir gün, Dekken yolculuğundan dönmüştüm. Hazret-i Hâce´yi hatırıma getirerek hep onu düşündüm ve buna devâm ettim. Bu hâl öyle oldu ki, kime baksam, o emeller sultânının yüzü görünürdü. Hattâ kapıya, duvara, taşa, ağaca baksam, hep o güzel yüz karşımda dururdu. Bu hâller içerisinde idim ki, mübârek hocam, en büyük talebesi olan İmâm-ı Rabbânî hazretlerine hilâfet verip, Serhend´e gitmesine izin verdi. Bütün talebelerinin de hazret-i İmâm´la Serhend´e gitmelerini ve ondan istifâde edip ilerlemelerini emretti. Sâdece hizmetinde bulunan birkaç kişi kaldı. Beni de huzûruna çağırıp; "Serhend´e gitme hazırlığını yaptın mı?" buyurdu. Hâlim yukarıda arz ettiğim gibi olunca, Serhend´e gitmekten kaçınıyordum. Benim gitmek istememem üzerine hazret-i Hâce celâllendi ve; "Sen ve senin gibiler, onu nasıl tanıyabilirsiniz? Senin nazlanmana sebeb olan o hâl, ondan sana gelmiş olanın yanında zerre kadar bile kalmaz" buyurdu. Bundan sonra kendimden geçtim, bayılmışım. Ne kadar zaman bu hâlde kaldığımı bilmiyorum. Kendime gelince, yumuşadıklarını, acıdıklarını gördüm. Aklım başıma geldikten sonra şunları söyledi: "Korkacak bir şey yok. Zîrâ bu hâlimiz, sevginin tezâhürü idi. Ey kardeşim! Eğer îtikâdın sağlam ise ve benim doğru söylediğime yakînen inanıyorsan, bu gün gök kubbe altında Şeyh Ahmed gibi birinin olmadığını bilmelisin. Geçmiş en büyük evliyâdan, onun kemâlâtını hâiz üç-dört kişi biliyorum. Fazla değildir. Kendimi onun tufeylisi, yâni, nîmetleri ile yetişen biri olarak görüyorum. Dediklerimi hiç unutma! İşine çok yarıyacaktır. Hemen kalk, ona yetiş! Eğer seni istiyerek, severek kabûl ederse hâline şükret ki istediğimiz budur. Eğer, evet veya hayır diye bir şey söylemezse ardı sıra Serhend´e kadar git! Senden yüz çevirirse, ayaklarına kapan. Bunun da bir hikmeti vardır."
Delhi çıkışında onlara yetiştim. Bir mikdar yol almıştık ki, beni yanlarına çağırıp; "Geri dön! Hazret-i Hâce´nin hizmet ve huzûruna git! Ser- hend senin evindir, ama henüz Serhend´e gitme vaktin gelmedi" buyurdular. Emirlerine uyarak geri döndüm. Hâce Bâkî-billah´ın hayâtının sonuna kadar hizmetinde bulundum. Hazret-i Hâce´nin vefâtında yanın- da idim. Allahü teâlâya kavuştuğu gece, rüyâda bana göründü ve başıma gelecekleri bana anlattı. Büyükler yolunda çalışıp ilerlemenin hakî- katını beyân edip, nasîhat ve vasiyetlerde bulundu. En büyük nasîhatı İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetinde ve hizmetinde bulunup, onların yoluna devâm etmem idi."
Anadolu´da yetişen ve Anadolu´yu aydınlatan evliyânın meşhurlarından Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dergâhında alışveriş işlerini gören Ali Efendi, ilim tahsîli yapmamıştı. Hizmet ettiğim şu zât eğer bir mürşid, hakîkî bir rehber ise, Allahü teâlâ onun hürmetine bana ilim nasîb etsin diye düşünmüştü. Bir gün huzûruna girdiği sırada kerâmetiyle bu düşüncesini anlayan hocası Mustafa Sâfî hazretleri; "Ali Efendi, Allahü teâlâ sana ilim ihsân buyurmuştur. Sen oku!" buyurdu. Ali Efendi ilim öğrenmeye başladı. Medreselerde en yüksek seviyede okutulan ders kitaplarından Kâdî Mîr adlı kitaba kadar okuyup tahsîlini tamamladı, âlim oldu.
Mustafa Sâfî Efendi hazretleri son derece takvâ sâhibiydi. Geceleri bir saat kadar uyur, diğer vakitlerini ilim mütâlaası, ibâdet ve tâatla geçirirdi. O derece tevâzû sâhibi idi ki, hâlini kimseye belli etmezdi. Halk arasına fazla çıkmazdı. Talebelerine o derece iltifat ederdi ki, herbiri bana gösterdiği alâkayı başkasına göstermez zannederdi. Talebeleri gördükleri rüyâları arzettiklerinde; "Var çalış bunlar bir şey değildir." der sonra sohbet sırasında bir yolla tâbir ederdi. Talebelerine o derece hoş ve yetiştirci muâmelelerde bulunurdu ki, hiçbirini incitmez, gâyet mâhirâne bir yolla eğitirdi. Herkes tarafından sevilir medhedilirdi. Sohbetine gelenlerin kalplerinden dünyâ sevgisi silinir giderdi.
Âdetleri şöyle idi ki; her sabah namazından sonra câminin kapısı önünde bastonuna dayanarak bir müddet sohbet ederdi. Bu âdetini yaz kış devâm ettirir ve bu kısa sohbetlerinde ayak üstü dinleyen talebelerine çok kıymetli şeyler anlatırdı. Şöyle buyururdu: "Zâhir ilimleri günahkâr olanlar da elde edebilir, öğrenebilir. Lâkin tasavvuf ilmi, İslâmiyetin emir ve yasaklarına tam uymadıkça ele geçmez, öğrenilmez. İslâmiyetin emirlerine uymadan tasavvufta ilerlemek isteyen kimse, gevşekliğe düşer, tasavvuftan tad alamaz.
Hindistan´da yetişen büyük âlim ve velîlerden Senâullah-i Sebnehlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zâhirî ve bâtınî ilimlerdeki tahsîlini tamamlayıp, icâzet ve hilâfet aldıktan sonra, talebe yetiştirmek üzere memleketi olan Sebnehl´e gitti. Vazifeye başladığı sırada, hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân, ona bir mektup yazarak buyurdu ki: "Her nerede bulunursanız bulununuz, Allahü teâlâ sizinle berâberdir. Oraya gittiniz. Mübârek olsun! Bu fakîre olan bağlılığınızın harâreti eksilmesin; yâni her hâlinizle bizi temsil edin ki, bu yolun kıymeti oralarda da anlaşılsın. Dervişlik demek, sâdece birine bağlanmak demek değildir. Dervişlik, gönlünü toparlayıp, kul olduğunu düşünmek ve kulluğu ile meşgûl olmak, kalbe dağınıklık getirmemek, vakitlerini hep hâlis niyet ile, Allahü teâlânın dînine hizmetle geçirmektir. Allahü teâlâ size büyük bir saâdet vermiştir. Bunun şükrünü yapmak ancak şöyle olabilir ki, Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri; "Şükür, Allahü teâlânın verdiği nîmetleri, O´nun râzı olduğu şeye sarfetmektir" buyurmuştur.
İstenmediği hâlde, Allahü teâlâ tarafından maddî bir nîmet gelirse, bunu kabûl etmeli, sıkılmamalıdır. Çünkü istenmeden gelen şeyler tevekkülü bozmaz. Hele bu zamanda gönül dağınıklığını giderir. Fakat, maddî şeylere gönül vermemenin elbette mühim şart olduğu unutulmamalıdır. Tevekkül, gönül huzûrunu temin eder. Tasavvuf ehlinin sermâyesi de işte bu gönül huzûrudur. Allahü teâlâ Resûlullah´ın sünnet-i seni- yyesine bağlı olanları ve Müceddidiyye yolunun bağlılarını zâyi etmez.
Bu mübârek yolu öğretmekle, bu hususta talebelere ders vermekle meşgûl olunuz. Vakitlerinizi bunlara sarfetmenin, size dünyâ ve âhiret saâdetlerini temin edeceğini iyi biliniz. Her sabah büyük âlimlerin isimlerini söyleyiniz, etrâfınızda bulunanlara da böyle yapmalarını, duâ ederken onların isimlerini araya koyup, onları vesîle ederek duâ etmelerini söyleyiniz.
Cenâb-ı Hakk´ın rahmetinden ümidli olunuz ve O´ndan gayrısından bir şey beklemeyiniz. Çevrenizde dinsizlerin çıkardıkları fitnelerden endişe etmeyiniz. Öyle ümîd ediyorum ki, Allahü teâlâ benim dostlarımı zarara uğratmaz. Bizi yanınızda biliniz. Vesselâm."
Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on dördüncüsü olan Seyyid Emîr külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) gençlik yıllarında bir gün, er meydanında güreş tutmakta ve büyük bir kalabalık da onu seyretmekte idi. Zamânın büyük âlimi ve mürşid-i kâmili olan Mu- hammed Bâbâ Semmâsî, o güreşirken tam oradan geçmekte idi. Orada durup, uzun müddet ayakta onu seyretti. Yanında bulunan talebeleri bu hâle şaşıp, kendi kendilerine; acaba bu işle meşgul olanları seyretme- sinin sebebi nedir? diye düşündüler. Muhammed Bâbâ Semmâsî, yanında bulunan talebelerinin kalblerinden geçeni anlayıp buyurdu ki: "Bu meydanda öyle bir mert vardır ki, pekçok kimse onun sohbetinin bereketiyle evliyâlık konaklarının üstün mertebelerine kavuşacaktır. Onu, bulunduğumuz yola bağlamak istiyorum."
Onlar böyle konuşurken, Emîr Külâl´in gözleri Muhammed Bâbâ Semmâsî´ye takıldı. Onu görür görmez, birdenbire kalbi ona tutulup değişiverdi. Hemen koşup yanına yaklaştı. Muhammed Bâbâ Semmâsî´nin ellerine kapandı. O güne kadar yaptığı bütün hatâ ve günahlardan tövbe etti ve Muhammed Bâbâ Semmâsî´ye sâdık bir talebe oldu. Bundan sonra, hayâtında yeni ve bambaşka bir safha başlamıştı. Hocasının sohbet ve hizmetinden hiç ayrılmadı. Yirmi sene sohbetine ve derslerine devâm etti. Her hafta Pazartesi ve Perşembe günleri, Sûhârî´den beş fersah (30 km kadar) uzakta bulunan ve hocasının ikâmet ettiği Semmas´a gider gelirdi. Hocasına olan bağlılığı, temizliği, gayreti, ilme olan arzu ve isteği, onu kısa zamanda olgunlaştırdı. Hocasının ders ve sohbetlerinde kemâle ulaştı. İnsanlara doğru yolu gösteren kıymetli bir rehber oldu. Hocası Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin vefâtından sonra, onun yerine geçip, irşâd vazifesi yaptı. İnsanların İslâm ahlâkı ile ahlâklan- masını, kalbin ve rûhun kötü huylardan kurtulmasını, Allah rızâsı için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlayan ve bu iş için lâzım olan bilgileri öğreten tasavvuf ilminde çok talebe yetiştirdi.
İnsanları irşâd eden, doğru yolu gösterip yetiştiren ve kemâle getiren yâni olgunlaştıran büyük âlim ve velîye mürşîd denilir. Yetişmiş ve yetiştirebilen rehbere mürşîd-i kâmil adı verilir. Bunlar, insanlara doğru yolu gösteren ve İslâmiyeti bid´atlerden (Peygamber efendimiz ve arkadaşları zamânında olmayıp da dîne sonradan ibâdet olarak katılan şeylerden) temizleyen derin İslâm âlimlerindendirler. Onun için Muhyiddîn ibni Arabî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri; "Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır." demiştir. Mazhâr-ı Cân-ı Cânân (rahmetullahi teâlâ aleyh) bütün kazançlarına, mürşidlerini çok sevmekle kavuştuğunu belirtmiş, saâdetlerin anahtarının, Allahü teâlânın sevdiklerini sevmek olduğunu ifâde etmiştir. İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) de; "Talebe, mürşidini ne kadar çok severse, onun kalbinden feyz alması da o kadar çok olur. Mürşid vesîledir, vâsıtadır. Maksad, Allahü teâlâdır." demiştir. (E. Ans. c.1, s. 13)
Ferîdüddîn-i Genc-i Şeker (rahmetullahi teâlâ aleyh) bu konuda şöyle bir tavsiyede bulunmaktadır: "Bir kimsenin kendisini irşâd edecek (doğru yolu gösterecek) bir mürşidi yoksa, büyük zâtların (Ehl-i sünnet âlimlerinin) kitaplarını okusun ve onlara uysun." (E. Ans. c.1, s. 13)
Yine İmâm-ı Rabbânî, tasavvuf yolunda nihâyete varanların (yolun sonuna kavuşanların) iki türlü olduğunu beyân etmiştir. Birincisi Resûlul- lah efendimizin izinde giderek kemâle erdikten sonra, insanları irşâd için (doğru yola çekmek için) halkın derecesine indirilmiş olan mürşidlerdir. İkincisi, yükseldikleri derecelerde bırakılıp, insanların yetişmesi ile vazî- feli olmayan evliyâdır. Mürşid-i kâmilin bakışları, kalp hastalarına (kalbi Allahü teâlâdan başka şeylere tutulmuş olanlara) şifâ verir, onun tevec- cühü yâni kalbini bir kimseye çevirmesi, kötü, çirkin huyları insandan siler, süpürür. (E. Ans. c.1, s. 13)
Abdülhak-ı Dehlevî hazretleri, mürşid-i kâmillerden bahsederken; "Mürşid-i kâmillerin en üstünleri, dört mezhep imâmlarıdır. Bunlar, İmâm-ı A´zâm Ebû Hanîfe, İmâm-ı Mâlik, İmâm-ı Şâfiî ve İmâm-ı Ahmed bin Hanbeldir (rahmetullahi teâlâ aleyhim). Bu dört imâm, İslâm dîninin dört temel direkleridirler." demiştir. (E. Ans. c.1, s. 13)
Seyyid Abdullah-ı Dehlevî hazretleri ise; kâmil (yetişmiş) ve mükem- mil (yetiştiren, olgunlaştıran) bir rehbere tâbi kimsenin, Allahü teâlânın rızâsına kavuşacağını ifâde etmiştir. (E. Ans. c.1, s. 14)
Tasavvuf kitaplarında çok kullanılan şeyh kelimesi, din ve fen ilimlerinde mütehassıs olan, yetişmiş ve yetiştirebilen rehber, Hak teâlânın yolunu gösterip, dîn-i İslâmı yayan, mürşid, üstâd, pîr mânâlarında kullanılmaktadır. Seyyid Abdülhakîm Arvâsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) şeyhlerin âlim olmaları ve meseleleri herkesin anlayabileceği şekilde çözmeleri lâzım geldiğini belirtmiş, son zamanlarda tekkelerin, câhillerin ellerine düştüğünü, dinden, îmândan haberi olmayanlara da şeyh denildiğini ifâ- de etmiştir. Ayrıca, bu gibi şeyhlerin sözlerini, işlerini din sanmanın, bunları tasavvuf büyükleri ile karıştırmanın çok yanlış olduğunu, böyle bir durumun dîni bilmemek, anlamamak olduğunu söylemiştir. (E. Ans. c.1, s. 15)
En büyük üstâd mânâsına gelen şeyh-i ekber sıfatı, evliyânın büyüklerinden H.638´de Şam´da vefât eden Muhyiddîn ibni Arabî hazretlerinin lakabıdır. (E. Ans. c.1, s. 15)
Tasavvufî eserlerde geçen kelimelerden biri de pîr kelimesidir. Tasavvuf yolunda rehber zât veya tasavvuf yollarından birinin kurucusu, şeyh, mürşid, mânâlarında kullanılmaktadır. Hâce Behâeddîn Buhârî; "Pîr, Allahü teâlâya kavuşmağa vesîledir. Maksûd olan Hak sübhâne- hüdür." demiştir. Abdülhakîm Arvâsî; "Pîr, kâmil ve mükemmil ise (yetiş- miş ve yetiştiren ise) sohbeti büyük nîmettir ve onun bakışı devâ (ilâç) ve sözleri (sohbeti) şifâdır. Sohbetsiz vüsûl (kavuşmak) mümkün değildir." demektedir. Hace Muhammed Bâkî-Billâh pîre bağlılıkta bozukluk olur- sa, yükselmenin düşünülemeyeceğini ifâde etmiştir. Süleymân bin Cezâ hazretleri, "Her işte pîrlerin mübârek rûhlarını vâsıta yaparak Allahü teâ- lâya yalvarmalı ve duâ etmeli." tavsiyesinde bulunmaktadır. Hayderîzâde İbrâhim Fasîh Efendi hazretleri; "Bağlı olunan pîre, zâhiren (açıkça) ve bâtınen (gizli) îtirâz etmek, feyz kapısını kapatır." demiştir. Hattâ İmâm-ı Rabbânî; "Pîrini incitenden sen de incinmezsen, köpek senden daha iyi- dir." demektedir. Ayrıca pîrlik ve müridliğin yalnız külâh giydirmekle ve babadan oğula kalmakla olmayacağını, Ehl-i sünnet vel cemâat yolunu bilmek, öğretmek ve göstermekle olacağını belirtmektedir. (E. Ans. c.1, s. 15)
Karabağ´da yetişen meşhur velîlerden Pîr Muhammed Gencevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zamânında Maksudlu aşîretinden Mehmed adında bir kimse, Kazvin şehrine koyun satmaya giderken, Pîr Muham- med hazretlerine gelip talebe olmak, bîat etmek istediğini söyledi. "Bîat etmek herkesin kârı değildir. Var yoluna git. Şimdi bîat zamânı değildir." dedi. Fakat o, ısrarla talebeliğe kabûl etmesini isteyerek; "Lutfedip beni de talebelerinizin arasına alınız." dedi. Bu ısrarı ve şiddetli arzusu üzeri- ne kabûl etti ve; "Haramlardan dâimâ sakın ve ihtiyât üzere ol, yoksa pişmanlık çekersin." dedi. Bu kimse bîat edip talebesi olduktan sonra ti- câret için Kazvin şehrine gitmişti. Orada koyun satıp para kazanmıştı. Çarşıda gezerken bâzı ahlâksız kadınlar yanına yaklaştığında hocası Pîr Muhammed Gencevî´yi hatırladı. Hemen vücudu titremeye başladı. Böy- lece o kötü kadınlara meyletmekten kurtuldu. Bir gün Pîr Muhammed Gencevî, ikindi namazı sırasında âdeti olmayan bir hareket yaptı. Na- mazdan sonra sebebini sorduklarında şöyle dedi: "Bize talebe olan Mehmed, hayvan ticâreti için giderken bizden bîat almıştı. Kazvin´de çarşıda gezerken yanına düşük kadınlar yaklaşıp meyletmek isteyince vücûduna bir titreme geldi. Bugün ikindi vaktinde falan bağda buluşalım diye bir kadınla anlaşmışlardı. Biz namazda iken kötü kadın bağın içinden kendini gösterdi. Mehmed, bağın duvarından o tarafa atlarken beline bastım. Düşüp, beli şiddetli derecede ağrıdı. Sonra o düşük kadına kızarak, bağırıp çağırdı ve bırakıp gitti." dedi. Bu sözleri söyledikten sonra; "Bre hey gâfil! Sana bîat verdikten sonra, senin günah işlemene mâni olmayan, mahşer gününde seninle Cehennem´e gider." buyurdu.
Talebelerinden Demirci Hasanlı aşîretinden Molla Muhammed bir gün evinde gusül abdesti alıp, hocasının câmiine gitti. Bir müddet sonra Pîr Muhammed Gencevî hazretleri mescide geldi. Talebelerine bakıp; "Ağzı kırık testi ile beyaz taş üzerinde gusül abdesti alan kimse, koltuğunun altında yıkanmamış yer bırakmışsın. Hemen git yıka gel!" buyurdu. Molla Muhammed bu sözü duyunca, kendi kendine; "Ağzı kırık testi ile beyaz taş üzerinde gusül abdesti alan benim! Hocam bu sözü benim için söyledi. Fakat bu kadar arkadaşım arasında kalkıp gitmekten, hâlimi belli etmekten utanırım." diye düşünmeye başladı. Tam bu sırada hocası Pîr Muhammed hazretleri ona hitap edip; "Molla Muhammed! Bizim hizmetçiler oduna gidecekler, git onları gönderiver." dedi. Bunun üzerine Molla Muhammed hemen kalkıp dışarı çıktı. Gidip gusül abdesti alırken kuru kalan koltuğunun altını yıkayıp namaza yetişti.
İlim öğrenmekle meşgûl üç talebe, meşhur velîlerden Pîr Muhammed Gencevî hazretlerini ziyâret için Gence şehrinden yola çıktılar. Yolculukları sırasında içlerinden biri; "Eğer bu huzûruna gittiğimiz zât, mürşîd-i kâmil ise kızını bana nikahlar." dedi. Bunun üzerine bir diğeri de; "Eğer dediğin gibi bir zât ise, bize süt, pilav ve bal ikrâm eder." dedi. Üçüncü arkadaşları da; "Mürşîd-i kâmil ise bizi Molla Feyzullah´ın evinde misâfir eder." dedi. Onların geleceği gün Pîr Muhammed hazretleri; "Bugün misâfirler gelse gerektir. Bir miktar süt hazırlayınız. dedi. Misâfir talebeler huzûruna geldiklerinde; "Misâfirlere süt ve pilav pişirin yanında bal da hazırlayın." dedi. Hazırlıklar yapıldıktan sonra büyük oğlu Velî Muham- med´e; "Pilavı eniştenin önüne koy." diyerek, yolda, mürşid-i kâmil ise kı- zını bana verir diyen talebeyi gösterdi. "Bal da getir." dedi ve sofrayı kur- durdu. Yemek yendikten sonra, sohbete başlayıp bu talebelere; "Sizden biriniz bizi imtihan için şeyh mürşid-i kâmil ise kızını bana versin der. Allahü teâlânın takdîri olmayan işi insan yapmaya güç yetirebilir mi?" buyurdu. Biriniz de mürşid-i kâmil ise bize süt, pilav ikrâm etsin ve bal da getirsin, der. Siz bir yere gelseniz, süt ve bal bulunmasa mürşid-i kâmil olan kimsenin, mürşîd-i kâmil olmamasını mı gerektirir. Bizi Molla Fey- zullah´ın evinde misâfir etsin diyen talebeye de; "Molla Feyzullah´ın bir- kaç kızı vardır. Bu vesîle ile o kızları görmek istersin." buyurdu.Talebeler yanlış düşüncelerine ve davranışlarına çok pişman olup ziyâdesiyle utandılar. Daha sonra ayrılıp gittiler.
O devrin büyük âlimlerinden bir zât, Pîr Muhammed Gencevî hazretlerini ziyârete gitmişti. Bu âlim ziyârete giderken, kendi kendine; "Eğer bu zât mürşid-i kâmil ise bana Peygamber efendimizin nübüvvet mührünü göstersin." diye düşünür. Huzûruna varınca, Pîr Muhammed hazretleri bu âlime; "Bir vâz ve nasîhat yap da halk dinlesin." dedi. O da kabûl edip halka bir vâz yaptı. Fakat halk onun vâz ve nasîhatlarından hiç etkilenmedi. Bu âlim, Pîr Muhammed hazretlerine; "Bir vâz da siz yapınız, biz dinleyelim." dedi. Bunun üzerine sohbete başladı. O âlimin anlattığı şeylerin aynısını söyledi. Halka fevkalâde tesir etti. Âlim bu hâli görünce, çok şaşırdı. "Sen de aynen benim söylediklerimi söyledin. Benim vâzım hiç tesirli olmadı. Bunun sebebi nedir?" dedi. Pîr Muhammed hazretleri şöyle cevap verdi: "Siz bildiğiniz ile amel etmezsiniz. Bunun için sözünüz tesir etmez. Ama biz ilmimizle amel ederiz. Dinleyenlere ok gibi dokunur. Bu sebeple bizim sözümüz tesirli olur. Bir sebebi de şudur ki: Siz bir hadîs-i şerîf okurken, Resûlullah aleyhisselâm böyle demiş ve filan sahâbe böyle böyle demiş diye nakledersiniz. Fakat biz naklederken Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellem böyle dedi ve falan sahâbe böyle dedi, diye naklederiz. Demiş ile dedi arasında fark vardır." Daha sonra da insafa sığar mı ki, bizi ziyârete gelirken içinden; "Eğer mürşid-i kâmil ise Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin nübüvvet mührünü bana göstersin." diye düşünürsün ve bunu istersin?" dedi. Bundan sonra da söze devâm edip; "Bize darılmayınız Civânşîr aşîretinin semiz koyunlarını yemişsin. Karlı soğuk sularını içmişsin, kalbin kazan karasından daha ziyâde kararıp körleşmiş. Mühr-i nübüvveti gösterince görmek için göz lâzımdır." deyince, o âlim insafa gelip; "Elhamdülillah sizi görmekle şereflendik. Bizim "demiş" sözümüz bundan sonra sizin dediğiniz gibi "dedi" olsun. Ama mühr-i nübüvveti görmeyi çok arzu ediyorum. Kalbimin kasveti, kırk gün halvete girmekle kalkar mı? Benim için nasıl riyâzet ve mücâhede buyurursanız başım üstüne yerine getiririm." deyince; "Sen yaşlısın kırk gün halvete girmeye gücün yetmez. Üç gün îtikâf niyetiyle mescidde kal. Bakalım Allahü teâlâ ne gösterir. O zât hemen mescide girip üç gün îtikâf niyetiyle orada kaldı. Üç gün geçince ikindi namazından sonra talebelerin zikrettiği bir sırada mühr-i nübüvveti gördü. Kendinden geçip zikretmekte olan talebelerin arasına gitti. Onlarla zikre başladı. Zikir sırasında talebeler neden yavaş yavaş zikretmiyorlar, böyle yapsalar olmaz mı diye düşündü. Zikir meclisi dağılacağı sırada Pîr Muhammed hazretleri talebelerine; "Zikri yavaş yavaş yapsanız olmaz mı?" dedi. O kimse bu sözü de duyunca kalbinden geçenleri farkettiğini görerek gidip Pîr Muhammed hazretlerinin elini öptü ve; "Bu sözü, görünüşte talebelerinize söylüyorsunuz. Fakat benim kalbimden geçeni söylediniz. Anladım ki zikri ne sûrette yapıyorlarsa câiz imiş. Benim bilmediğim hususlar varmış, özür dilerim" dedi.
Şeyh Pîr Muhammed Gencevî hazretleri buyurdular ki: "Hind beldesinde bir talebem vardır. Beni görmemiştir. Ama onu tasavvufta yetiştirip kâmil ve mükemmil yetişmiş ve yetiştirebilen hâle getirdik. O bulunduğu diyârın halkını irşâd etmektedir. Kâmil ve yetişmiş olan mürşid o kimsedir ki, iki talebesinden biri doğuda biri de batıda olsa ve ikisi aynı anda vefât etmek üzere olsa, her ikisinin de başında bulunup îmânlarını şeytanın vesvesesinden muhâfaza eder."
Evliyânın büyüklerinden ve kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on beşincisi olan Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn Buhârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "İnsanlara rehber o- lan, onları irşâd eden doğru yolu gösteren âlimler, usta avcıya benzerler. Usta avcılar, ince mahâretlerle vahşî bir canavarı tuzağa düşürüp yaka- larlar, sonra avladıkları o vahşî hayvanı terbiye edip, ehlileştirirler. Bunun gibi, Allahü teâlânın velîleri de hikmet ehli olup, güzel tedbirler ile, huyla- rına göre tâliblere gereği gibi muâmele ederek, teslimiyyet makâmına u- laştırırlar. Sonra sünnet-i seniyyeye tâbi olmalarını sağlayarak, maksada ulaştırırlar." Yine buyurdu ki: "İnsanlara rehber olan zâtlar, herkesin kâbi- liyetine ve istidâdına göre muâmele ederler. Eğer tâlib yeni ise, onun yü- künü çekip, ona hizmet ederler. Dâvûd aleyhisselâma; "Ey Dâvûd! Beni taleb eden birini gördüğün zaman, ona hizmetçi ol!" buyrulduğu gibi, çok hizmet ve himmet göstermek gerekir ki, tâlibde bu yola girme kâbiliyeti peydâ olsun. Bizim yolumuzda olan kimse, bu yola tam uyup, bunun ak- sine bir iş yapmamalıdır ki, işin netîcesi meydana çıksın. Sünnet-i seniy- yeye uymaktan ibâret olan yolumuza uyarak, işlerde ve amellerde dik- katli davranmalıdır ki, yolumuzda olanlarda ehlullahın tam bir mârifetine kavuşma saâdeti hâsıl olsun."
Anadolu´da yetişen büyük velîlerden Muhammed Tevfîk Bosnevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Mürşid-i kâmil, insanları Allahü teâlâya ulaştıran ve ilimde yüksek mertebelere yükselten kişidir. Ayın parlaması güneşten kaynaklanır. Gerçek ay, kalb ve rûhumuzdur. Güneş ise mürşid-i kâmilin kalbidir. Dünyâya çok rağbet ettiğimizden kalbimiz karardığı için, mürşid-i kâmili göremez olduk. Onlar bu âlemde her zaman vardır.
İstanbul?da yetişen evliyânın büyüklerinden Mehmed Nûri Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: Ey hakkı hak olmayandan ayırt ederek, Allahü teâlânın rızâsına tâlib olan ve Resûl-i ekremi çok seven kardeşlerim! Bilmiş olun ki, kâr ve zarar beldesi olan bu fâni dünyâ âlemine gelerek, îmân etmekle müşerref olan ve Kelime-i tevhîdi dilleri ile söyleyip kalbleri ile tasdîk eden müminler, yaradılışının aslında bulunan ilâhî feyzlere ve ihsânlara kavuşmuştur. Allahü teâlânın hazînesi olan kalb kapısını, arzu, hırs, şehvet ve muhabbet gibi şeytanın aşağılık askerlerine karşı koru ve onları içeriye bırakma. Doğru yolu gösteren bir rehber bulup, ona talebe olmaya çalış. Çünkü rehbersiz yola çıkmak ve yolu bulmak, gecenin zifirî karanlığında bilinmeyen bir yolda, ışıksız ve tek başına gitmek gibidir. Böyle bir durumda, insan gittiği yeri görmez, bastığı yeri bilmez. Önünde çukur mu yoksa uçurum mu var, farkede- mez. Bu şekilde yola çıkanların, tehlikeye düşmelerinden korkulur. Mür- şid-i kâmilin huzûruna gidip geldiği için, o yolların hatâlarını ve tehlike- lerini görüp anlamıştır. Mürşid-i kâmil, kendisine bağlanan talebesini o yollardan kolaylıkla geçirir. Mürşid-i kâmilin alâmeti çoktur. Fakat söy- leyeceğim şu üç husûsu iyi dinle: 1) Huzûruna vardığın zaman bütün gamın ve kederin gider. İçinde bir ferahlık ve muhabbet uyanır. 2) Meclisinden ayrılmayı istemezsin. Bir inci tânesi gibi olan sözleri, muhabbetini arttırır. 3) Ziyâretine gelen herkes duâsını niyâz ile mesrûr olurlar. Bu üç sıfatı kendisinde toplayan zâtın bütün ahlâkı Resûl-i ekremin ahlâkıdır. Bu üç sıfat ve alâmet, riyâsız, gösterişsiz hangi zâtta görülür ve bilinirse, hemen o zâta tam bir teslimiyet ile teslim ol! Cenâze yıkayanın elindeki mevtâ gibi emrettiği yerde dur, her emrine uy. Hizmetlerini ve emirlerini kendine nîmet bil.
Osmanlı Devletinin kuruluş yıllarında Anadolu´da yaşayan velîlerden Seyyid Alâeddîn Ali Semerkândî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ileri yaşlarında Mekke-i mükerremede bir mikdâr ikâmetten sonra, Medîne-i mü- nevvereye ziyârete geldi. Resûlullah efendimize olan aşkı sebebiyle ora- dan ayrılamadı. Yıllarca türbede hizmet etti. Bir gün Peygamber efendi- mizi baş gözü ile gördü. Kendisi şöyle anlatır: İlk zamanlar mağarada ka- lırdım. Bir gün Resûlullah efendimizi ziyâret etmek için mağaradan çık- tım. Kabr-i şerîflerine varıp, arada hiçbir vâsıta olmadan doğrudan feyz ve bereketlerine kavuşturmasını istedim. Bunun üzerine Resûlullah e- fendimiz; "Ey benim makbul oğlum! Bütün velîlerin sultanlığı sana verildi. Allahü teâlânın izniyle seni cümle velîlerin önderi kıldım. Allahü teâlâ se- ni kabûl eyledi. Bundan sonra senin için vâsıtalar kaldırıldı. Gözünü yum ve Hakk´ın kudretini müşâhede et." buyurdu. Gözümü yumdum, ansızın mübârek dedemin kabrinin yarıldığını gördüm. Yanında biri sağında biri solunda duran yeşil elbiseli iki zât vardı. Yüzlerinin heybetinden nere- deyse aklımı kaybedecektim. Mübârek dedem elini yüzüme sürdü. Kal- bim rahatladı. "Biri Cebrâil biri Mikâil´dir, korkma! Gözünü yum kulağını aç! Babana telkin ettiğimi sana da edeyim." buyurdu. Elimi eline alıp, ba- na tövbe ettirdi, bir şeyler okudu. Bunlar aynen hatırıma nakşolundu. Sonra başını kaldırıp, üç defâ Lâ ilâhe illallah buyurdu. Ben de tekrar et- tim. Bana; "Ey oğul! Sana bunları okudum ki, sen dahi benim gibi oku- yup, benim telkinim gibi telkin edesin. Bu zikri işâret eyledim. Çünkü bu, zikrin en üstünüdür. Çocukları bununla terbiye ederler. Dereceleri katetmek bununla müyesser olur." buyurdu. Bundan sonra bana perdeler açıldı. "Azîz oğlum! Senin dostun benim dostumdur. Senin sırrın benim sırrımdır. Seni seven beni sever. Senden tövbe eden benden tövbe et- miştir. Var git ümmetimi tarîkine, yoluna dâvet et." buyurdu. Bunun üze- rine ben; "Ey dedem! Benim tarîkime girenin diğer tarîklerden üstünlüğü var mıdır? Bunları bildirin de insanlara açıklayayım. Böylece tarîkime rağbet etsinler." dedim. O zaman Peygamber efendimiz; "Ey oğlum! Bu yola girene ne vereyim." buyurdu. Ben yirmi üç şey istedim ve; "Eğer Allahü teâlâ kabûl buyurursa, bana bildirilsin." dedim. Âniden dedemin sağında duran Cebrâil aleyhisselâm kayboldu. Bir müddet sonra gelip; "Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ selâm ediyor. Dostum Ali, talebeleri ve tarîkine girenler hakkında ne dilerse ona ihsân ettim, buyurdu." dedi. Bunları duyunca dedem sevincinden tebessüm etti.
Ali Semerkandî hazretlerine ihsân olunan yirmi üç şey şunlardı: 1) Müridleri ve talebeleri dünyâda nâmerde muhtâc olmasın, 2) Şeytan şerrinden, kötülüğünden emin olsunlar, 3) Şirkten, Allahü teâlâya ortak koşmaktan uzak olsunlar, 4) Zâlimlerin şerrinden emin olsunlar, 5) Kazâ ve belâdan emin olsunlar, 6) Düşmanın hîlesinden muhâfaza olsunlar, 7) Doğru yoldan ayrılmasınlar, 8) Hidâyet, doğru yol üzere olsunlar, 9) Yaptıkları ameller Allahü teâlânın katında makbûl olup, kıyâmet gününde yüzlerine vurulmasın, 10) Allahü teâlâ onlara ibâdet ve tâatın lezzetini versin, 11) Kendileri ve evlâdları cin ve şeytan şerrinden muhâfaza olsunlar, 12) Sıdk ile, samîmiyetle, doğrulukla bu yola inanan kimsenin evine Allahü teâlâ her gün ve her gece yetmiş rahmet yağdırsın, 13) Âilesini, çoluk-çocuğunu Allahü teâlâ tâûn şerrinden korusun, 14) Kim yoluna girerse, şehîd olarak vefât eder, 15) Bu yola fakir bir kimse girerse, kimseye muhtac olmaz. Ölümü öksüz ölümü gibi olur. Zengin bir kimse girerse, Allahü teâlâ ona ölüm acısını çektirmez, 16) Son nefesinde kevser şarabını içip, dünyâdan kanmış olarak çıkar, Cennet´e kanmış o- larak girer, 17) Bu yola giren kimsenin kabri Cennet bahçelerinden bir bahçe olur, 18) Kabirde Münker ve Nekirin azâbından kurtulur, 19) Kabir azâbından kurtulur, 20) Mahşerde Burak´a binmiş olarak gelir, 21) Kıyâmet gününün sıcağından kurtulur. Livâ-ul-hamd´ın gölgesinde gölgelenir, 22) Cennet´e hesâbsız ve azâbsız ilk girenler ile girer, 23) Peygamberler ve evliyâdan sonra, ilk önce cemâl-i ilâhîyi görür.
Daha sonra Peygamberimiz buyurdu ki: "Evlâdım Alâeddîn! Allahü teâlânın sana ihsân ettiği ilmi, ümmetime öğret ki, zâyi olmasın. Sana verdiğim şu asâyı Anadolu tarafına at. Nereye düşerse, orada bulunan ümmetime îmân ve ibâdet bilgilerini öğret, sünnetimi ihyâ et." Seyyid Alâeddîn, Resûlullah efendimizin bu emrine hem çok sevindi, hem de O´ndan ayrılacağı için çok üzüldü. Fakat emir böyle olduğu için; "Başüs- tüne." deyip elindeki asâyı Anadolu tarafına fırlattı. Asâ, Seyyid Alâed- dîn´in bir kerâmeti, Peygamber efendimizin de bir mûcizesi olarak, Lârende, Karaman bölgesine düştü. Seyyid Alâeddîn ise, Allahü teâlânın izniyle, yanında evliyânın rûhları ile berâber, kısa zamanda Karaman´a asâsının düştüğü yere geldi. Kendisini o bölgedeki velîler karşıladı. Karamanlıları Ehl-i sünnet îtikâdı üzere yetiştirmek için gece gündüz demeden çalışmaya başladı.
Seyyid Alâeddîn Ali Semerkândî hazretleri sözleriyle ve halleriyle Allahü teâlânın kullarına ışık oldu. Çok talebe yetiştirdi. Bir gün talebeleri; "Hocam, mürşid kime denir?" diye sordular. Bunun üzerine; "Kitâbul- laha yapışıp hayır yollarına giden ve hayra erişip eriştirendir." buyurdu.
Bir de; "Şerîat ilimlerini bilir. Kur´ân-ı kerîmin sırlarına vâkıf olur. Alla- hü teâlânın kitabı ile amel eder. Bunun için de sırât-ı müstakîm (istikâ- met üzere, dosdoğru) olmak lâzımdır." buyurdular.
Evliyânın büyüklerinden Vecîhüddîn Ömer Efendi (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) buyururlardı ki: "Hak yolu arayanlara onlara yol gösterecek bir mürşîd-i kâmil, rehber lâzımdır."
Büyük velîlerden Seyyid Yahyâ Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) sevdiklerine: ?Üstâd; tâliblere tövbe ve istiğfârı ve yolun edeplerini öğretmek için lâzımdır.? buyururdu.
Evliyânın büyüklerinden Ya?kûb-i Çerhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir eserinde şöyle anlatmıştır: ?Allahü teâlânın inâyetiyle bu fakirde erenler yoluna girmek arzusu doğup da fazl-ı ilâhiye Allahü teâlânın yardımına kavuşunca, Buhâra?da Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerine kavuşmak nasîb oldu. Onun kerem ve iltifâtları beni saâdete garketti. Gördüm ki, mürşidim kâmil ve mükemmildir ve evliyânın en üst tabakasındandır. Çeşitli vakalar ve gaybî işâretlerden sonra, Kur?ân-ı kerîmi açıp bir âyeti işâret tutmak istedim; meâlen; ?O peygamberler Allah?ın hidâyetine eriştirdiği kimselerdir, sen de onların gittiği yoldan yürü...? (En?âm sûresi: 90) buyrulan âyet-i kerîme çıktı, bağlılığım kat kat arttı. Tereddüt içinde bulunduğum günlerden bir gündü. Evimin bulunduğu Fethâbâd?da, Şeyh Seyfüddîn?in kabrine doğru oturmuştum. İçimde öyle bir fırtına koptu ki, hemen Hâce Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin huzûruna kavuşmak için Kasr-ı Ârifân?a doğru yola çıktım. Kasr-ı Ârifân?a varıp, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin evlerine yaklaştığım zaman, yola çıkmış, beni beklemekte olduğunu gördüm. Bana ihsânda bulundular, yanına oturttular. Namaz kıldıktan sonra sohbete başladılar. Heybeti beni öyle sarmıştı ki, konuşmaya mecâlim kalmadı. Bu sohbet sırasında buyurdu ki: ?İlim iki kısımdır. Biri kalb ilmi; bu ilim, en faydalı olan ilimdir. Bu ilmi nebîler ve resûller öğretir. Diğeri lisan ilmidir. Bu ilim de Allahü teâlânın insanoğluna hüccetidir. Bâtın ilminden sana bir pay erişmesini ümid ederim. Yine nakledildi ki; ?Sadâkat ehliyle oturduğunuz zaman, sıdk, doğruluk üzere bulununuz. Çünkü onlar, kalb câsuslarıdır. Kalblerinize girerler ve himmetinize bakarlar. Biz, kendi kararımızla kimseyi kabûl edemeyiz. Böyle memuruz. Bakalım bu gece bize ne işâret buyrulur. Eğer seni kabûl ederlerse, biz de kabûl ederiz.? buyurdu.
Ömrümde o gece kadar çetin ve zor bir gece geçirmedim. Saâdet kapısının açılmasını umarken, bu kapının yüzüme kapanmasından kork- tum. Sabah namazını Behâeddîn-i Buhârî hazretleri ile berâber kıldım. Namazdan sonra; ?Sana müjdeler olsun, kabûl işâreti geldi. Biz insanları az kabûl ederiz. Kabûl ettiğimiz zaman da geç kabûl ederiz. Tâ ki gelenlerin nasıl geldiği ve zamânının gelmiş olduğu belli olsun.? buyurdu.
Bundan sonra Şâh-ı Nakşibend hazretleri, silsilelerini Abdülhâlık Goncdüvânî?ye kadar gösterdi. Bundan sonra nice zaman Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin hizmetinde ve sohbetinde bulundum. İcâzet verdikleri güne kadar yanlarından ayrılmadım. Yanlarından ayrılıp, yola çıkacağım zaman; ?Sana tarîkat edebi ve hakîkat sırrı olarak bizden ne erişmişse, Allahü teâlânın kullarına ulaştır, götür. Bu, senin saâdete kavuşmana sebeb olur.? buyurdu. Ayrıca halîfesi Alâüddîn-i Attâr ile sohbet etmemizi emretti. Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin vefâtından sonra, ben uzun müddet Bedehşan?da kaldım. Alâeddîn-i Attâr ise Çigâniyân?da bulunuyordu. Bana bir mektup yazarak, Behâeddîn-i Buhârî hazretlerinin emrini hatırlattılar. Bundan sonra hemen Alâüddîn-i Attâr hazretlerinin yanına gittim ve vefâtına kadar sohbetlerinde kaldım. Vefâtlarından son- ra memleketime döndüm.?
Evliyânın büyüklerinden Gavs-ül-âzam Seyyid Abdülkâdir Geylânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri insanları gafletten uyaran, kendilerine gelmesine vesîle olan pekçok sözü vardır. Bunlardan birisi şudur: "İnsanlara rehberlik eden kimsede şu hasletler bulunmazsa, o rehberlik yapamaz. Kusurları örtücü ve bağışlayıcı olması, şefkatli ve yumuşak olması, doğru sözlü ve iyilik yapıcı olması, iyiliği emredip, kötülüklerden men edici olması, misâfirperver ve geceleri insanlar uyurken ibâdet edici olması, âlim ve cesûr olması."
Evliyânın büyüklerinden Cüneyd-i Bağdâdî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kur´ân-ı kerîmin çizdiği sınırları gözetmeyen ve hadîs-i şerîfleri bilmeyen kimse, mürşid, yol gösterici olamaz. Çünkü tasavvuf yolu, Allahü teâlânın kitâbına ve Resûlullah´ın sünnetine bağlıdır. Tasavvuf büyükleri, dîne uyan âlimlerdir. Resûlullah´ın vârisleridir. Sözlerinde, işlerinde ve huylarında hep Resûlullah´a uyarlar. Yâ Rabbî! O büyüklerden feyz almamızı, bereketlenmemizi nasîb eyle. Âmin! Her zaman söylüyorum ve bildiriyorum ki, Resûlullah´a uymakta gevşeklik eden, O´nun sünnet-i seniyyesini terk eden mutasavvıf olamaz. Onu Allah adamı sanmayınız! Onun dünyâdan kaçınır görünmesine, hârikalar göstermesine aldanmayınız! Onun zühd ve tevekkül ve mârifetler anlatan sözlerini kendinden bilmeyiniz!"
Yine buyurdular ki: "Bir kimsenin havada bağdaş kurup oturduğunu görseniz, İslâmiyetin emir ve yasaklarına uymaktaki hassâsiyetine bakınız. Eğer bu tam ise ona uyabilirsiniz. Eğer emir ve yasaklara uymakta (çok az da olsa) bir gevşekliği varsa hemen ondan uzaklaşınız, çünkü zararı dokunur."
Konya´da yetişen evliyânın büyüklerinden Çelebi Hüsâmeddîn (rah- metullahi teâlâ aleyh) hazretlerini´ni, Mevlânâ pek ziyâde severdi. Onun olmadığı bir mecliste sohbetin tadı hissedilmezdi. Bir gün Mevlânâ´nın talebelerinden Muînüddîn Pervâne, hocasını, talebe arkadaşlarını ve Konya´nın ileri gelen eşrâfını dâvet edip, ziyâfet verdi. Yemekten sonra, sohbet için Mevlânâ hazretlerini dinlemek istiyorlardı. Fakat Mevlânâ hiç konuşmuyor, sessizce üzgün bir hâlde bekliyordu. Bâzıları sohbet bu- yurmaları için talebde bulundularsa da, Mevlânâ yine konuşmadı. Nihâyet ev sâhibi Muînüddîn, hocasının en çok sevdiği Çelebi Hüsâmed- dîn´in orada olmadığını farkedince, Mevlânâ´ya; "Efendim! Çelebi Hüsâ- meddîn dâvetimize teşrif buyurmadılar. Acaba hürmette bir kusûr mu ettik?" deyince, Mevlânâ da; "Hüsâmeddîn bağdadır." buyurdu. Bunun üzerine bir kimse ile Çelebi Hüsâmeddîn dâvet edilip, sohbete gelmesi sağlandı. Mevlânâ, Çelebi Hüsâmeddîn gelir gelmez ayağa kalkarak; "Merhaba ey Allahü teâlânın ve Resûlullah´ın sevdiği, ey canım, ey oğ- lum, ey sevdiğim Hüsâmeddîn." buyurdu ve yanıbaşına oturttu. O geldik- ten sonra Mevlânâ öyle neşelendi ki, o günkü sohbeti hiç kimse unu- tamadı. Sohbet esnâsında Muînüddîn Pervâne kalbinden; "Acabâ hoca- mın, Çelebi Hüsâmeddîn´e böyle bir tezâhürâtı, iltifâtı hakîkî midir? Yoksa bir teklif midir?" diye düşündü. Sohbet bittikten sonra Çelebi Hüsâ- meddin, Muînüddîn Pervâne´nin kulağına eğilerek; "Hocamız boş söz söylemez, lüzumsuz tezâhürâtta bulunmaz. Kalbini böyle şeylerle meşgûl eyleme." dedi.
İskenderiye´de yetişen büyük velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Mürşid, yol gösterici, rehber; sana ilâ- cı, tedâvî olmak yolunu gösteren değil, tedâvî eden, mânevî olarak terbi- ye edip, yetiştiren zâttır. Böyle olmıyana mürşid denmez."
Mutasavvıf, velî ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi Evhadüddîn Kirmânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Süncâsî hazretleri ile olan bir menkıbesini şöyle nakletmektedir.
"Gençliğimde Hocam Rükneddîn Süncâsî´nin hizmetinde bulunmakla şereflendim.
Bir yolculuğunda hizmetini görürdüm. Hocam çok şiddetli bir karın ağrısına yakalanmıştı. Bir şehirden geçerken hastâneye uğramak için müsâde istedim. Vermek istemedi ise de çok ısrar ettim. Sonunda müsâ- de etti. Hastâneye gittim. Orada birinin, talebelerin ortasına oturup ders verdiğini gördüm. Yanlarına yaklaştım. Ders veren kişi, kalkıp yanıma geldi. Elimden tuttu. Hiç tanımadığım biri idi. Bana; "Hâcetin, ihtiyâcın nedir?" diye sordu. Hocamın hâlini söyledim. Bir darı getirip bana verdi. Benimle dışarı çıktı. Sonra çok izzet ve ikrâmda bulundu. Gelip hocama durumu anlattım. Bana tebessüm edip; "Ey tecrübesiz çocuk! Sana ik- râm eden ben idim. O kimse oranın vâlisi idi. Senin ısrârın karşısında sana izin verdim. Orada o kimsenin sûretine girip seni karşıladım. Sana izzet ve ikrâmda bulundum. Karşılamayı o kimseye bırakmadım. Çünkü sana ikrâmda bulunmayıp, seni mahcûb etmesinden korktum." Bu olaydan sonra hocama olan bağlılığım daha çok arttı ve kendisine hizmeti en büyük nîmet bildim."
Hindistan´da yetişen Çeştiyye evliyâsının büyüklerinden Ferîdüddîn Genc-i Şeker (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir kimsenin bir mürşidi yoksa, yâni bir kimse kendisini irşâd edecek, kendisine doğru yolu gösterecek bir kâmil velî bulamazsa, böyle büyük zâtların kitaplarını okusun ve onlara uysun!"
Evliyânın büyüklerinden ve Şâfiî mezhebi fıkıh âlimi İbn-i Kavvâm (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin bulunduğu beldenin tüccarlarından biri anlatır: "Amcamla berâber Haleb´e gitmiştik. Daha gençtim. Arkadaşlarımdan biri, beni içki meclisine götürdü. Bana; "İç!" dedi. Tam kadehe uzanıp alacağım zaman, birden karşımda Ebû Bekr bin Kavvâ- m´ı gördüm. Eliyle göğsüme vurarak! "Kalk ve buradan çık!" dedi. Yük- sekçe bir yerdeydim. Birden yüzüstü düştüm. Başımdan ve yüzümden kan akmaya başladı. Amcamın yanına döndüm. Bana; "Bunu kim yaptı?" diye sordu. Ben de olup biteni anlatınca, amcam; "Evliyâsını, sana yardımcı ve seni himâye edici kılan Allahü teâlâya hamd olsun." dedi."
Anadolu´da yaşayan evliyânın ve âlimlerin büyüklerinden İbrâhim Hakkı Erzurûmî hazretlerinin hocası İsmâil Fakîrullah (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) hazretleri, talebesi İbrâhim Hakkı için pekçok sözler söylemiş, ondan iftihârla bahsetmiştir. Bunlardan bâzıları aşağıdadır:
"Molla İbrâhim! Ben babamdan, o da dedemden bütün ilimleri okutmaya mezûnuz. Mesâbih´in tâlîmi, Meâlim-üt-Tenzîl tefsîri ve din ilimlerini öğretmekte seni me´zûn kıldım."
"Molla İbrâhim! Esas olan kalptir, şart olan muhabbettir. Kalbinde arzusu olan Mevlâyı bulur. Çünkü o kuluna yakındır ve onunladır."
"Molla! Ben Fakîrullah´ım. Allahü teâlânın sevdiğini severim."
"Molla! Gökler ve yerler yaratılılalıdan beri sen bizim sevgilimizsin."
"Molla! Cennet ve Cehennem için değil, belki Allah yolunda muhabbetimiz içinsin."
"Molla! Sen bizim çocuğumuzsun. Sen benim yanımda Abdülkâdir gibisin. Evlâdım gibisin."
"Molla! Benden hayâ etmeyi bırak. Bana dön. Sen bendesin. Ne yaparsan kabûlümdür."
"Molla İbrâhim! Bize yakın olan uzak, uzak olan yakındır. Sen nerede olsan benim yanımdasın. Seni denize atsam, Allahü teâlâ tekrar seni bana verir."
"Molla! Burada biz seni terbiye ederiz. Allahü teâlâ seninledir. O, senin yardımcındır. O seni korur. Sana uzun ömür, çok evlâd versin ve sonunu hayır eylesin."
"Molla! Allahü teâlâya, bütün arzularını sana kolayca vermesi için yalvardım ve duâ ettim. Allahü teâlâdan, bütün maksatlarına kavuşmanı ümîd ederim."
Hindistan´ın büyük velîlerinden Kerîmüddîn Bâbâ Hasan Ebdâlî hazretleri yüksek hocaları İmâm-ı Rabbânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tarafından icâzet ile şereflendirilip memleketine gönderildikten sonra, tâlib- lere ilim ve feyz kaynağı olarak hizmet ederek insanlara çok faydalı ol- maktaydı. Bir zaman İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin yolu, Kerîmüddîn´in beldesine düştü. Orada Kerîmüddîn´den feyz almakta, sohbetinde bulunmakta olanlardan bir grup kimse, hazret-i İmâm´ın huzûruna gelerek feyz ve bereketlerinden, kıymetli sohbetlerinden istifâde etmek istediklerini arz ettiler. O da Kerîmüddîn´i çağırarak; "Bunları büyükler yoluna aldınız mı? Almadınız mı?" diye sordular. Kerîmüddîn; "Efendim, yüksek hazretinizden bana ulaşanları bunlara ulaştırdım." diye arz edince, İmâ- m-ı Rabbânî hazretleri o kimselere dönerek; "Benim dilim, Şeyh Kerî- müddîn´in dilidir. O ne söyledi ise ben söylemişim. Sohbetlerini bu dikkat ve uyanıklık ile dinlerseniz aynı istifâdeye kavuşursunuz." buyurdu ve üzerlerinde bulunan gömleği çıkararak Kerîmüddîn´e verdi.
Evliyânın büyüklerinden Abdüllatîf Kudsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, "Mürşid, yol gösteren zâtın sohbeti nasıl olmalıdır?" denilince şöyle buyurdu: "Onun birbirinden farklı üç sohbeti olmalıdır: Birincisi; halkla sohbetidir. Bu sohbetlerde müslümanların dînî bilgilerini öğrenmeleri için onlara ibâdet ve muâmelât, alış-veriş, bilgilerinden bahsetmelidir. İkincisi; dostlar ve sevgililerle olan sohbettir. Bunda daha ziyâde tasavvuf ile hallenmiş olanlara zikir, murâkabe, halvet, riyâzet, mü- câhede gibi mevzûlar anlatılır. Üçüncüsü; talebelerle tek tek sohbet şekli olup, onların eksik ve noksanlıkları işaret edilip, hal çâreleri gösterilir."
Horasan´ın büyük velîlerinden Ahmed Nâmıkî Câmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Tasavvuf büyükleri, öyle zâtlardır ki, günahkâr, serserî, hırsız, bid´at sâhibi, yolunu şaşırmış v.s. kimseleri kendilerine benzetir, düzeltirler. Bu Allah adamlarının, kendilerine has güzel koku ve renkleri olur. O kokuyu ve rengi tadan, onlara benzer."
Büyük velîlerden Bişr-i Hâfî (rahmetullahi teâlâ aleyh) haretleri bir sohbetinde buyurdular ki: "Kâmil olan Allah yolcusu ile sohbet etmek, Kur´ân-ı kerîm okuyan ile sohbet etmekten daha sevimlidir."
Anadolu´da yetişen âlimlerden ve evliyâdan olan Cemâl Halîfe (rah- metullahi teâlâ aleyh) çok ibâdet eder ve az yerdi. Kendi işlerini kendi görmeyi tercih ederdi. Yemeğini kendisi pişirir, çamaşırını kendi yıkardı. Çok temiz idi. Geceleri ibâdetle geçirir, Allahü teâlâya yalvarır, duâ eder- di. Zengin, fakir herkese aynı davranır, ayırım yapmazdı. Bir defâsında talebelerinden Taşköprülüzâde, ziyâretine giderek nasîhat istedi. Ona buyurdu ki:
"İrfan ehli kimselerin, zamânımızdaki tasavvufu bilmeyen sûfîlere tâbi olmaması lâzımdır. Zamânımızda tasavvufu ve tasavvuf hâllerini bilen kimse yok gibidir. Tevhîd ile ilhâd yâni dinsizliği birbirinden herkes ayıramaz. Şimdi sen, bulunduğun yolda devâm et. Eğer kalbinde tasavvufa meyl artarsa, dînin hudûdunu gözeten, emirleri ve yasakları iyi bilip bunlara uyan bir tasavvuf ehlini ara. Çünkü tarîkatın esâsı, dînin emir ve yasaklarına, bütün edeplerine eksiksiz uymaktır. Tarîkat ve hakîkatın temeli, hazret-i Muhammed´in sallallahü aleyhi ve sellem şerîatının hükümlerine uymaktır. Eteğine sarıldığın ve tâbi olduğun kimsenin, İslâmi- yetin emirlerine muhâlif, uygun olmıyan ufak bir hareketini bile görsen onu hemen terket."
En büyük velîlerden İmâm-ı Ebû Yûsuf (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlatır: "Ben hadîs-i şerîf ve fıkıh ilmini öğrenmek isterdim. Çok fakir olup hiç param yoktu. Bir gün İmâm-ı A´zam hazretlerinin yanında iken, annem çıka geldi ve; "Ey oğlum! Sen onunla bir değilsin, onun ekmeği pişmiş, yemeği hazırdır, ama sen yiyecek şeylere muhtaçsın" dedi. Ben de annem için çalışmayı, anneme hizmet etmeyi seçip ilim öğrenmekten vaz geçmeyi düşündüm ve buna karar verdim. Bir gün hocam İmam-ı A´zam talebesi arasında beni göremeyince çağırttı ve; "Seni bizden ayıran sebep nedir?" buyurdu. Ben de; "Geçim sıkıntısı efendim." dedim. Meclis dağılıp yanındakiler gidince, bana ihtiyâcım olan birçok şeyi ihsân etti. Verdiği şeyler arasında bir hayli gümüş para da vardı. Sonra; "Bunları harca, bitince bana bildir, fakat ders halkamızdan ayrılma." buyurdu. Verdiği para bittiği gün, daha kendisine durumu arzetmeden tekrar verirdi. Her zaman devâm eden bu hâlini görerek, benim paramın bittiğini ona Allahü teâlâ bildiriyor, kerâmetiyle anlıyor diye düşündüm. Hocamın bu ihsân ve ikrâmına kavuşmak sebebiyle huzûrunda ilimden de maksadıma kavuştum. Allahü teâlâ ona en iyi mükâfât, mağfiret ve karşılıklar versin."
Hindistan´da yetişen büyük velîlerden Mevlânâ Muhammed Sıddîk Keşmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) anlattı ki: "Bir gün, Dekken yolculuğundan dönmüştüm. Hazret-i Hâce´yi hatırıma getirerek hep onu düşündüm ve buna devâm ettim. Bu hâl öyle oldu ki, kime baksam, o emeller sultânının yüzü görünürdü. Hattâ kapıya, duvara, taşa, ağaca baksam, hep o güzel yüz karşımda dururdu. Bu hâller içerisinde idim ki, mübârek hocam, en büyük talebesi olan İmâm-ı Rabbânî hazretlerine hilâfet verip, Serhend´e gitmesine izin verdi. Bütün talebelerinin de hazret-i İmâm´la Serhend´e gitmelerini ve ondan istifâde edip ilerlemelerini emretti. Sâdece hizmetinde bulunan birkaç kişi kaldı. Beni de huzûruna çağırıp; "Serhend´e gitme hazırlığını yaptın mı?" buyurdu. Hâlim yukarıda arz ettiğim gibi olunca, Serhend´e gitmekten kaçınıyordum. Benim gitmek istememem üzerine hazret-i Hâce celâllendi ve; "Sen ve senin gibiler, onu nasıl tanıyabilirsiniz? Senin nazlanmana sebeb olan o hâl, ondan sana gelmiş olanın yanında zerre kadar bile kalmaz" buyurdu. Bundan sonra kendimden geçtim, bayılmışım. Ne kadar zaman bu hâlde kaldığımı bilmiyorum. Kendime gelince, yumuşadıklarını, acıdıklarını gördüm. Aklım başıma geldikten sonra şunları söyledi: "Korkacak bir şey yok. Zîrâ bu hâlimiz, sevginin tezâhürü idi. Ey kardeşim! Eğer îtikâdın sağlam ise ve benim doğru söylediğime yakînen inanıyorsan, bu gün gök kubbe altında Şeyh Ahmed gibi birinin olmadığını bilmelisin. Geçmiş en büyük evliyâdan, onun kemâlâtını hâiz üç-dört kişi biliyorum. Fazla değildir. Kendimi onun tufeylisi, yâni, nîmetleri ile yetişen biri olarak görüyorum. Dediklerimi hiç unutma! İşine çok yarıyacaktır. Hemen kalk, ona yetiş! Eğer seni istiyerek, severek kabûl ederse hâline şükret ki istediğimiz budur. Eğer, evet veya hayır diye bir şey söylemezse ardı sıra Serhend´e kadar git! Senden yüz çevirirse, ayaklarına kapan. Bunun da bir hikmeti vardır."
Delhi çıkışında onlara yetiştim. Bir mikdar yol almıştık ki, beni yanlarına çağırıp; "Geri dön! Hazret-i Hâce´nin hizmet ve huzûruna git! Ser- hend senin evindir, ama henüz Serhend´e gitme vaktin gelmedi" buyurdular. Emirlerine uyarak geri döndüm. Hâce Bâkî-billah´ın hayâtının sonuna kadar hizmetinde bulundum. Hazret-i Hâce´nin vefâtında yanın- da idim. Allahü teâlâya kavuştuğu gece, rüyâda bana göründü ve başıma gelecekleri bana anlattı. Büyükler yolunda çalışıp ilerlemenin hakî- katını beyân edip, nasîhat ve vasiyetlerde bulundu. En büyük nasîhatı İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin sohbetinde ve hizmetinde bulunup, onların yoluna devâm etmem idi."
Anadolu´da yetişen ve Anadolu´yu aydınlatan evliyânın meşhurlarından Mustafa Sâfî Âmidî Bolevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin dergâhında alışveriş işlerini gören Ali Efendi, ilim tahsîli yapmamıştı. Hizmet ettiğim şu zât eğer bir mürşid, hakîkî bir rehber ise, Allahü teâlâ onun hürmetine bana ilim nasîb etsin diye düşünmüştü. Bir gün huzûruna girdiği sırada kerâmetiyle bu düşüncesini anlayan hocası Mustafa Sâfî hazretleri; "Ali Efendi, Allahü teâlâ sana ilim ihsân buyurmuştur. Sen oku!" buyurdu. Ali Efendi ilim öğrenmeye başladı. Medreselerde en yüksek seviyede okutulan ders kitaplarından Kâdî Mîr adlı kitaba kadar okuyup tahsîlini tamamladı, âlim oldu.
Mustafa Sâfî Efendi hazretleri son derece takvâ sâhibiydi. Geceleri bir saat kadar uyur, diğer vakitlerini ilim mütâlaası, ibâdet ve tâatla geçirirdi. O derece tevâzû sâhibi idi ki, hâlini kimseye belli etmezdi. Halk arasına fazla çıkmazdı. Talebelerine o derece iltifat ederdi ki, herbiri bana gösterdiği alâkayı başkasına göstermez zannederdi. Talebeleri gördükleri rüyâları arzettiklerinde; "Var çalış bunlar bir şey değildir." der sonra sohbet sırasında bir yolla tâbir ederdi. Talebelerine o derece hoş ve yetiştirci muâmelelerde bulunurdu ki, hiçbirini incitmez, gâyet mâhirâne bir yolla eğitirdi. Herkes tarafından sevilir medhedilirdi. Sohbetine gelenlerin kalplerinden dünyâ sevgisi silinir giderdi.
Âdetleri şöyle idi ki; her sabah namazından sonra câminin kapısı önünde bastonuna dayanarak bir müddet sohbet ederdi. Bu âdetini yaz kış devâm ettirir ve bu kısa sohbetlerinde ayak üstü dinleyen talebelerine çok kıymetli şeyler anlatırdı. Şöyle buyururdu: "Zâhir ilimleri günahkâr olanlar da elde edebilir, öğrenebilir. Lâkin tasavvuf ilmi, İslâmiyetin emir ve yasaklarına tam uymadıkça ele geçmez, öğrenilmez. İslâmiyetin emirlerine uymadan tasavvufta ilerlemek isteyen kimse, gevşekliğe düşer, tasavvuftan tad alamaz.
Hindistan´da yetişen büyük âlim ve velîlerden Senâullah-i Sebnehlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) zâhirî ve bâtınî ilimlerdeki tahsîlini tamamlayıp, icâzet ve hilâfet aldıktan sonra, talebe yetiştirmek üzere memleketi olan Sebnehl´e gitti. Vazifeye başladığı sırada, hocası Mazhar-ı Cân-ı Cânân, ona bir mektup yazarak buyurdu ki: "Her nerede bulunursanız bulununuz, Allahü teâlâ sizinle berâberdir. Oraya gittiniz. Mübârek olsun! Bu fakîre olan bağlılığınızın harâreti eksilmesin; yâni her hâlinizle bizi temsil edin ki, bu yolun kıymeti oralarda da anlaşılsın. Dervişlik demek, sâdece birine bağlanmak demek değildir. Dervişlik, gönlünü toparlayıp, kul olduğunu düşünmek ve kulluğu ile meşgûl olmak, kalbe dağınıklık getirmemek, vakitlerini hep hâlis niyet ile, Allahü teâlânın dînine hizmetle geçirmektir. Allahü teâlâ size büyük bir saâdet vermiştir. Bunun şükrünü yapmak ancak şöyle olabilir ki, Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri; "Şükür, Allahü teâlânın verdiği nîmetleri, O´nun râzı olduğu şeye sarfetmektir" buyurmuştur.
İstenmediği hâlde, Allahü teâlâ tarafından maddî bir nîmet gelirse, bunu kabûl etmeli, sıkılmamalıdır. Çünkü istenmeden gelen şeyler tevekkülü bozmaz. Hele bu zamanda gönül dağınıklığını giderir. Fakat, maddî şeylere gönül vermemenin elbette mühim şart olduğu unutulmamalıdır. Tevekkül, gönül huzûrunu temin eder. Tasavvuf ehlinin sermâyesi de işte bu gönül huzûrudur. Allahü teâlâ Resûlullah´ın sünnet-i seni- yyesine bağlı olanları ve Müceddidiyye yolunun bağlılarını zâyi etmez.
Bu mübârek yolu öğretmekle, bu hususta talebelere ders vermekle meşgûl olunuz. Vakitlerinizi bunlara sarfetmenin, size dünyâ ve âhiret saâdetlerini temin edeceğini iyi biliniz. Her sabah büyük âlimlerin isimlerini söyleyiniz, etrâfınızda bulunanlara da böyle yapmalarını, duâ ederken onların isimlerini araya koyup, onları vesîle ederek duâ etmelerini söyleyiniz.
Cenâb-ı Hakk´ın rahmetinden ümidli olunuz ve O´ndan gayrısından bir şey beklemeyiniz. Çevrenizde dinsizlerin çıkardıkları fitnelerden endişe etmeyiniz. Öyle ümîd ediyorum ki, Allahü teâlâ benim dostlarımı zarara uğratmaz. Bizi yanınızda biliniz. Vesselâm."
Kendilerine ?Silsile-i aliyye? denilen büyük âlim ve velîlerin on dördüncüsü olan Seyyid Emîr külâl (rahmetullahi teâlâ aleyh) gençlik yıllarında bir gün, er meydanında güreş tutmakta ve büyük bir kalabalık da onu seyretmekte idi. Zamânın büyük âlimi ve mürşid-i kâmili olan Mu- hammed Bâbâ Semmâsî, o güreşirken tam oradan geçmekte idi. Orada durup, uzun müddet ayakta onu seyretti. Yanında bulunan talebeleri bu hâle şaşıp, kendi kendilerine; acaba bu işle meşgul olanları seyretme- sinin sebebi nedir? diye düşündüler. Muhammed Bâbâ Semmâsî, yanında bulunan talebelerinin kalblerinden geçeni anlayıp buyurdu ki: "Bu meydanda öyle bir mert vardır ki, pekçok kimse onun sohbetinin bereketiyle evliyâlık konaklarının üstün mertebelerine kavuşacaktır. Onu, bulunduğumuz yola bağlamak istiyorum."
Onlar böyle konuşurken, Emîr Külâl´in gözleri Muhammed Bâbâ Semmâsî´ye takıldı. Onu görür görmez, birdenbire kalbi ona tutulup değişiverdi. Hemen koşup yanına yaklaştı. Muhammed Bâbâ Semmâsî´nin ellerine kapandı. O güne kadar yaptığı bütün hatâ ve günahlardan tövbe etti ve Muhammed Bâbâ Semmâsî´ye sâdık bir talebe oldu. Bundan sonra, hayâtında yeni ve bambaşka bir safha başlamıştı. Hocasının sohbet ve hizmetinden hiç ayrılmadı. Yirmi sene sohbetine ve derslerine devâm etti. Her hafta Pazartesi ve Perşembe günleri, Sûhârî´den beş fersah (30 km kadar) uzakta bulunan ve hocasının ikâmet ettiği Semmas´a gider gelirdi. Hocasına olan bağlılığı, temizliği, gayreti, ilme olan arzu ve isteği, onu kısa zamanda olgunlaştırdı. Hocasının ders ve sohbetlerinde kemâle ulaştı. İnsanlara doğru yolu gösteren kıymetli bir rehber oldu. Hocası Muhammed Bâbâ Semmâsî hazretlerinin vefâtından sonra, onun yerine geçip, irşâd vazifesi yaptı. İnsanların İslâm ahlâkı ile ahlâklan- masını, kalbin ve rûhun kötü huylardan kurtulmasını, Allah rızâsı için güzel iş ve ibâdet yapmayı sağlayan ve bu iş için lâzım olan bilgileri öğreten tasavvuf ilminde çok talebe yetiştirdi.