armi
Thu 28 January 2010, 01:39 pm GMT +0200
Mürid
Allahü teâlânın velî kullarından tanınmayan, bilinmeyen ve gizli olan bâzı mübârek kimseler daha vardır ki, Şeyhülislâm Molla Câmî´nin belirttiğine göre, insanların imdâdlarına yetişip, işlerinde dara düştükleri zaman yardımcı olan ve onların belâlardan korunmasına sebeb olan bu insanlara nücebâ denilmektedir. (E. Ans. c.1, s. 11) Tasavvuf yolunda bulunanları, Şihâbüddîn-i Sühreverdî iki kısma ayırıyor: Ya mürîd olurlar, ya murâd olurlar. Mürîdler Allahü teâlâya yakınlık derecelerine ulaşmak için riyâzetler ve mücâhedeler çekerler (nef- sin isteklerinden kaçınıp istemediklerini yapmaya çalışırlar). Murâdlar ise, nazlı nazlı okşanarak götürülür ve sıkıntı çekmeden, yakınlık derecelerine ulaştırılır. Tasavvuf yolunda bulunanlardan, sıkıntı ve eziyet çekmeden Allahü teâlânın yardım ve dilemesi ile yüksek makamlara kavuşan ictibâ yolunun sâlikleri (çekilen talebeler) murâdlar diye isimlendi- rilir. İmâm-ı Rabbânî, murâd olunanların başının ve sevilenlerin önderinin Muhammed aleyhisselâm olduğunu ifâde buyurmuştur. (E. Ans. c.1, s. 11)
Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine " Mürid kime denir?" denildi. Cevaben; "Mürid, meşakkat ve sıkıntılara katlanan mütehammil, sabırlı kimsedir. Murâd ise, taşınan kimsedir." buyurdu.
Büyük velîlerden Fâris bin Îsâ Bağdâdî hazretleri anlatır: Hallâc-ı Mensûr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Mürîd kimdir?" diye sordum. "Mürîd, maksadı Allahü teâlâ olan ve O´na kavuşmayınca hiçbir şeye meyletmeyen kimsedir." buyurdu.
Büyük velîlerden Muhammed bin Fadl Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir müridi (talebeyi) dünyâ malı toplamaya istekli görürsen, bil ki, onun bu isteği aşağılık, Rabbine sırt çevirme ve başaşa- ğı dönme nişânıdır."
Hindistan´ın büyük velîlerinden Muînüddîn-i Çeştî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) bir defâsında; "Tövbekâr mürid kime denir? diye sorulunca; "Şu hâle gelen kimsedir ki, amelleri yazan melekler, onun hiç günahını bulup yazmazlar. Hiç günah işlemezler. Hocam Osman Hârûnî´den işittim. Buyurdu ki: Bir kimsede şu üç haslet bulunursa, o kimse Allahü teâlânın dostudur, sevgili kuludur. Birincisi; cömertliktir, çünkü cömertlik bir deryâdır. İkincisi, şefkattir. Şefkat, güneş gibi aydınlatıcıdır. Üçüncüsü, tevâzudur. Tevâzu, toprak gibidir (toprakta gül biter)." buyurdular.
Büyük velîlerden Ebû Bekr-i Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri "Bir şahıs ne zaman mürid olabilir?" sorusuna şu cevâbı verdi: "Seferde ve hazarda hâli hep aynı olan kimsedir. Yalnız olduğu zaman da, başkalarının yanında olduğu zaman da aynı davranışlar içinde o- landır."
İstanbul?da yetişen büyük velîlerden Abdülehad Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün, talebelerinden birisinin bir iş için Üsküdar´a gidip gelmesini istedi. Fakat o gün çok fırtınalı idi. Kayık hiç işlemiyordu. Bu yüzden talebelerden kimse, ben gidip gelirim, diyemedi. Nihâyet içlerinden biri, Abdülehad Efendinin emrini yerine getirmek için kendisinin Üsküdar´a gidip geleceğini söyledi. O zaman Abdülehad Efendi o talebesine; "Selâmetle gidip gel." diye duâ etti. O talebe Eminönü´ne geldiğinde, yüz kadar kayıkçıdan ancak birini Üsküdar´a gidip gelmeye iknâ edebildi. Kayıklarından birisini denize indirdiler. Bir ok atımı gitmeden, fırtına dindi, deniz sâkinleşti, rüzgâr uygun bir yöne doğru esmeye başladı. Yelken açıp, Üsküdar´a kısa zamanda gidip geldiler. Dönüşte talebe durumu Abdülehad Efendiye bütün tafsîlâtıyla anlattı. Abdülehad Efendi talebesine çok duâ etti.
Evliyânın büyüklerinden Abdülmecîd Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Şemahı´da talebelere bir şeyler anlatmak husûsunda çok gayret sarfediyordum. Zâhirî ilimlere olan rağbetim ve onları öğrenme husûsundaki şevkim öyle artmıştı ki, gecelerimin çoğunu kitapları mütâlaa ve okumakla geçirirdim. Bir mübârek gecede, mütâlaa ettiğim kitap hareket edip şöyle konuştu: "Ey Abdülmecîd! Ben senin Rabbin miyim ki, gece gündüz bana bakıyorsun? Var git, bu bağlılığını Rabbine yap. Bu bağlılığı Rabbine yapman daha münasiptir."
Kitaptan gelen sesi duyunca, onu bir kenara bıraktım ve dağlara gittim. Oralarda bir mağara buldum. O mağarada, tam dört sene gece-gündüz Allahü teâlâyı zikr ile meşgûl oldum. Bu esnâda bana kerâmetler ihsân edildi. Abdest almak için dışarı çıktığım zaman, yırtıcı ve vahşî hayvanlar bana saldırmaz ve benden kaçmazlardı. Hattâ bana yaklaşırlar, abdest aldıktan sonra biriken suları içerlerdi. Bâzı yerlerde uçardım. Bir ânda bir vâdiden diğer vâdiye geçerdim. Bu hâlleri, asıl maksad zannedip böyle kemâle erileceğini düşünüyordum. Bu sebepten, tasavvuf yoluna girmek isteyene bir mürşid, yol göstericinin lâzım olmadığı şeklinde yanlış bir düşünce içerisindeydim.
Ben bu hâl içerisinde iken, Şirvan mıntıkasının mürşid-i kâmili, büyük velî Şehkubâd hazretleri, talebeleri ile bulunduğum mağaraya yakın nehrin kenarına gelip yerleşmişler, ibâdet ve zikirle meşgûl oluyorlardı. Onların zikrettiklerini görüp, kalbimde berâber zikretmek düşüncesi hâsıl olunca, şeytan kalbime vesvese vererek:
"Tâbi oldukları şeyh ümmîdir okuma yazması yoktur. Ona uyanların çoğu da câhil kimselerdir. Bunlar arasına karışmaktansa, kendi başına oturup riyâzet, nefse karşı gelme ve nefs muhâsebesi yapmak, vahşî ve yırtıcı hayvanlarla yakınlık kurmak daha iyidir." dedi.
Fakat bu sırada Allahü teâlânın tevfîk ve inâyeti yardıma yetişti ve kendi nefsime; "Zâhirleri ile İslâmın emir ve yasaklarını yerine getirmeye çalışan, gece-gündüz Allahü teâlâyı zikreden şu insanlara sû-i zanda, kötü düşüncelerde bulunmak yakışmaz. Hele onların hâllerini bir gör. Mümin olan, insanların hâllerini ve hareketlerini görmeden karar vermez." diyerek, onlara yakın bir yere gizlendim. Hâl ve hareketlerini, ne yaptıklarını iyice gördüğüm zaman, kalbimden önceki tereddüt ve şüphelerin hepsi gitti. Sonra yanlarına varıp, bir kenara oturdum. Mûtad zikirleri bittikten sonra, Kelime-i tevhîd söylemeye başladılar. Ben de elimde olmadan Kelime-i tevhîd söylemeye başladım. Ansızın bende vecd, kendinden geçme hâli meydana geldi, düşüp bayıldım. O zaman talebeleri, beni Şehkubâd hazretlerinin huzûruna götürmüşler. Biraz sonra kendime gelip gözümü açınca, başımı Şehkubâd hazretlerinin dizinde buldum. Derhâl Mevlânâ Şehkubâd´ın elini öptüm. Beni talebeliğe kabûl etmesini ricâ ettim. Talebeliğe kabûl edince, emrettiği şekilde hareket etmeğe başladım. Ondan sonra benden, önceki keşf ve kerâmetler kayboldu. İçimde öyle bir ilim hâsıl oldu ki, o mağarada yalnız başıma nefsimi terbiye etmekle çok hatâlı bir yolda olduğumu anladım. Şehkubâd hazretleri, bir ânda beni içerisinde bulunduğum o karanlık durumdan çıkarıp, himmetleri ile kalbimi temizledi. Eğer hocam Mevlânâ Şehkubâd´ın sohbetleri ile şereflenmeseydim, Allahü teâlâ korusun çok aşağı derecelerde kalacaktım.
Hindistan´ın büyük velîlerinden Ahmed Abdülhak Radulevî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, Nûrulhak ve Kıdvet-ül-Evliyâ lakabları verildi. Hayâtını ve hâllerini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin babasına ho- calık eden Kutb-i Âlem Abdülkuddüs, Nûr-ül-Ayn isimli eserinde topladı.
Yedi yaşında geceleri kalkıp namaz kılmağa başladı. Annesine görünmeden gece kalkar namaz kılardı. Annesi namazını bitirmeden, o yi- ne yerine gelirdi. Annesi, onun bu hâlinden, on iki yaşına gelince haberi oldu. Yavrusuna olan şefkat ve muhabbetinden, onun bu yaşta uykusuz kalmasına gönlü râzı olmadı. Ama geleceğin büyük velîsinde, Allah sev- gisi ağır basıyordu. Rabbini seven için, O´na ibâdet etmekten daha tabiî ne olabilirdi. Annesinin bu hâline üzülüp, evden ayrıldı. Dehli´de ilim öğrenmek ve öğretmekle meşgûl olan ağabeyi Takiyyüddîn´in yanına gitti. Ondan, ilim öğretmesini istedi. O da herkesin okuduğu ilimleri öğretmeye başladı. Ahmed; "Bana mârifeti, Hakk´ı tanıma ilmini öğret!" dedi. Ağabeyi Takiyyüddîn, onu Dehli´nin ileri gelen âlimlerinin yanına götürdü. "Bu çocuk beni üzüyor, ilim okutmamı istiyor, okutuyorum, kabûl etmiyor. Belki sizin nasîhatinizi dinler." diyerek, onlardan yardım istedi. Onlar da kendi usûllerine göre ders verdiler. Bitince; "Benim bun- larla işim yoktur. Bana mârifet ilmini öğretin." deyip, onları da şaşırttı. Sonra kendi hâlinde ibâdet etmeye başladı. Seneler geçti. Ağabeyi Takıyyüddîn, onu evlendirmek istedi ise de buna râzı olmadı. Ağabeyi ısrâr edince, kız tarafına gidip; "Bana kızınızı vermeyin." dedi. Hasta olduğunu söyledi. Evlenmedi.
Çok sıkı riyâzet ve mücâhede çekmekle berâber, derecesinin yükselmediğini görmüştü. Yol gösteren bir Allah adamı olmadan riyâzet, nefsin istediklerini yapmayarak ve mücâhede, nefsin istemediklerini yaparak maksada erişilemeyeceğini anladı. Bir süre sonra Pâni-püt şehrine gitmesi, orada, Celâleddîn Pâni-pütî´nin sohbet ve hizmetinde bulunması kalbine ilhâm edildi. Buna çok sevindi. Bu sevinç ile, acele yola çıktı. Celâleddîn, keşf yoluyla onun gelmekte olduğunu anladı. Talebelerine; "Çeşitli yemekler bulunan bir sofra hazırlayın! Meyveler, tatlılar ve şerbetler koyun, kapının önüne atlar çıkarın, fazîletli bir misâfirimiz geliyor. Onu karşılayın!" buyurdu. Emir yerine getirildi. Sofra hazırlandıktan bir iki dakika sonra, Ahmed Abdülhak geldi. Kapıda çok gösterişli karşılamayı, içeri girince sofrayı gördü. Üzerinde lezzetli yemekler, çeşit çeşit meyveler bulunan sofrayı görünce, düşünceye daldı. Burasını umduğu gibi bulamamıştı. Hayret içinde kaldı. Aradığı yerin burası olmadığını zannetti. Celâleddîn-i Pâni-pütî ona hiçbir şey söylemedi. O, olduğu yerden adımını ileri atmayıp, geri döndü. Bilmediği bir istikâmete doğru şuursuzca akşama kadar gitti. Bilmediği bir şehre yaklaştı. Yolunu kaybettiğini zannediyordu. İlk rastladığı kimseye; "Bu hangi şehirdir?" diye sordu. O; "Pâni-püt şehridir." dedi. Bu cevâba pekçok şaşırdı. Çünkü, Pâni-püt şehrinden ayrılalı saatler olmuştu.
Geceyi şehrin kenarında geçirdi. Sabah olunca tekrar yola çıktı. Akşam olunca, yine kendisini Pâni-püt şehrinin kenarında buldu. Yine hayret etti. Geceyi yine şehrin dışında geçirdi. Sabah erkenden yola çıktı. Büyük bir sahrâya daldı. Bir hayli zaman gittikten sonra, kurumuş bir ağacın tepesinde bir genç gördü. Başında, çok güzel bir kumaştan sarığı vardı. O gence yolu sordu. Genç; "Sen yolu, Celâleddîn´in kapısında kaybettin. İnanmazsan şu gelen iki kişiye sor." dedi. Gencin işâret ettiği tarafa dönüp birkaç adım yürüyünce, beyaz sarıklı iki kişinin kendisine doğru geldiklerini gördü. Yanlarına vardı. Onlara yol sordu. Onlar da; "Sen yolu Celâleddîn´in kapısında kaybettin." dediler. Üç defâ sordu. Üçünde de aynı cevâbı aldı. Bütün bu hâdiselerin, kendisi için bir işâret olduğunu anladı. Hâli değişti. Kendinden geçip düştü. Bir zaman sonra kendine geldi. Etrâfına baktığında, ne ağaç, ne genç, ne de o iki kişiden hiçbiri yoktu. Hiç kimseyi göremedi. Bu gaybî işâretten yakîni arttı. Îtimâd ve îtikâdını düzeltti. Oradan kalkıp tekrar yola düştü.
Celâleddîn Pâni-pütî hazretlerinin huzûruna varıp, affını dileyecekti. Yolda gönlünden, yakîninin daha da artması için bazı şeyler temenni etti. Celâleddîn Pâni-pütî´nin sarığını başından alıp, hocasının kabrine değdirmesini ve kendisine de tatlı ikrâm etmesini diledi. Pâni-püt şehrine varıp, Celâleddîn Pâni-pütî´nin dergâhına gitti. Hizmetçisi; "Hocasının kabrini ziyârete gitti." dedi. Kıdvet-ül-Evliyâ da oraya gitti. Kutb-i Rabbânî Celâleddîn Pâni-pütî bir elinde sarığı bir elinde ekmek ve helva olduğu hâlde, hocası Şemseddîn Pâni-pütî´nin kabr-i şerîfinin başında duruyordu. Ahmed Abdülhak, Kutb-i Rabbânî´yi bu hâlde görünce, gayr-i ihtiyârî, "Hak! Hak!" diyerek, ellerini öpmeye başladı.
Kutb-i Rabbânî, Kıdvet-ül-Evliyâ´ya çok iltifât etti. Sarığını hocasının kabrine koydu. Daha sonra alıp, Kıdvet-ül-Evliyâ´nın başına koydu. Ona ekmek ve helva verdi. Sonra da; "Biz, bu Ahmed Abdülhak´la ikinci defâ görüşüyoruz." dedi. Daha sonra Kutb-i Rabbânî onu evine götürdü. Daha önceki gibi mükellef bir sofra donattı. Berâberce yemek yediler. Bundan sonra Kıdvet-ül-Evliyâ´nın kalbine gelen vesveseler kayboldu. Hayır diyecek, îtirâz edecek hiç bir şeyi kalmadı. Hocasının emrine tam teslim oldu. Tekrar riyâzet ve mücâhedeye başladı. Tam terbiyeye alındı. Kısa zamanda icâzet almakla şereflendi. Hilâfet hırkası giyip, insanlara doğru yolu göstermek için, hocası tarafından memleketine gönderildi.
Meşhûr velîlerden Ahmed bin Ebü?l-Havârî hazretleri, Ebû Süleymân Dârânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine talebe olup, sohbetlerinde yetişmek üzere huzuruna gittiğinde hiç bir zaman muhalefet etmeyeceğine söz vermişti. Ne söylenirse aynen yerine getirecekti. Bu hal üzere sohbetlerine ve derslerine devâm etti. Ne emredilirse aynen yerine getiriyordu. Bir defâsında dergâhın fırınını yakması emredilmişti. Gidip fırını yaktı ve iyice alevlendirdi. Sonra hocasının huzuruna gidip:
"Efendim, fırını yaktım, fırın iyice ısındı. Ne pişirmemizi emredersiniz." dedi.
Hocası Ebû Süleymân Dârânî o sırada huzûrunda bulunan topluluğa ders anlatıyor ve sohbet ediyordu. Sohbete iyice dalmışlardı. Bu bakımdan onun suâline cevap vermedi. Duymadığını zannederek tekrar; "E- fendim fırın alevlendi, hazır, ne pişirelim?" dedi.
Yine cevap vermeyince tekrar sordu. Üç defâ tekrarladıktan sonra hocası, bu hâle üzülüp;
"Git içine gir otur!" dedi. Sonra sohbetine devam etti.
Tatlı sohbet bir müddet daha devam ettikten sonra Ebû Süleymân Dârânî hazretleri kıymetli talebesi Ahmed bin Ebü´l-Havârî´yi; "Git içine gir otur!" diyerek fırına gönderdiğini hatırladı. Hemen onu bulup yanına çağırmalarını söyledi. Onu her yerde aradılar ama görünürde yoktu. Bulamadıklarını söylediler.
Bunun üzerine hocası; "Onun bana sözü var. Ne emredersem sözümden çıkmayacaktı. Gidin fırının içine bakın!" dedi.
Koşup fırına bakınca ateş arasında oturduğunu gördüler. Çağırdılar, hiç bir yeri yanmamıştı.
Evliyânın büyüklerinden Abdüllatîf Kudsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) birgün kendisinden; "Sâdık, iyi bir mürid (talebe) nasıl olmalıdır?" diye soruldu. Cevap olarak buyurdular ki: "Hocasının huzûrunda iddiâ sâhibi olmamalı, makam ve rütbe için kendisinden bahsetmemeli, yabancı kadınlarla ve genç oğlanlarla bir yerde yalnız kalmamalı, hocasından hiçbir şeyi gizlememeli, izinsiz sohbet meclislerine katılmamalı, tamamen teslim olmalı, şüpheye düştüğü konularda Kur´ân-ı kerîmin Kehf sûresindeki Mûsâ aleyhisselâm ile Hızır aleyhisselâm kıssasını hatırlamalıdır."
Türkistan´da yetişen büyük velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine tasavvuf yolunda bağlananların bâzı bâriz husûsiyetleri vardır. Yeseviyye yolunda bulunan bir mürîdin, riâyet etmeleri mecbûri lâzım olan belli başlı edebler şunlardır: 1) Kendisinden dînini öğrendiği üstâdının, talebelerin hepsinden efdal olduğunu bilmek ve ona tam tâbi ve teslim olmak. Ona uyarak, onun huzûrunda her gün çeşit çeşit yemekler yemek, geceleri uyumak, ona uymaksızın kendi anlayış ve görüşüne uyarak, geceleri nâfile namaz kılmaktan ve gündüzleri nâfile oruç tutmaktan farksız hattâ daha faydalıdır. Çünkü birincisinde, tâbiiyyet ve teslimiyyet, ikincisinde ise, kendi bildiğine göre hareket etmek vardır. 2) Mürîd gâyet uyanık, zekî ve dikkatli olup, hocasının sözlerinden, rumûzlarından ve işâretlerinden hemen anlamalıdır. 3) Hocasının bütün sözlerinden ve işlerinden râzı ve ona itâatkâr olmalıdır. 4) Hocasının husûsî hizmetinde veya bildirdiği, emrettiği bir hizmeti yaparken gâyet atik, dikkatli, ağırbaşlı olmalı, fakat ağır canlı olmamalıdır. İsteksizlik, gevşeklik hâli, hocasının rızâsızlığına sebeb olabilir. Onun rızâsızlığı ise, silsile yoluyla Peygamber efendimize, dolayısıyla Allahü teâlâya gider. 5) Sözünde sağlam, güvenilir ve vâdinde sâdık olmalıdır. Hocasının büyüklüğü husûsunda hiçbir zaman şek ve şüpheye düşmemeli ki, Allah korusun, bu hâl hüsrâna sebeb olur. 6) Ahde vefâ ve hocasına olan tâbiiyyet, uyma ve teslimiyyetinde çok titizlik göstermelidir. 7) Hocasının ufak bir işâreti ile bütün mal ve mülkünü onun emrettiği yere fedâ etmeye hazır olmalı, bunda en ufak bir tereddüd hâli bulunmamalıdır. 8) Hocasına âit husûsî hâl ve sırları tutmasını bilmeli, bunları uygun olmayan şekilde ifşâ etmekten, açıklamaktan çok sakınmalıdır. 9) Hocasının bütün hareketlerini, sözlerini ve nasîhatlerini dikkatle tâkib etmeli, bunda ve bunlara uymakta kaçamak ve gevşeklik yapmamalıdır. Bunları yapmakta ihmâlkâr ve gevşek davranmanın zararlarını düşünmelidir. 10) Allahü teâlâya kavuşmak yolunda, kendisini vesîle, vâsıta yaptığı hocası için, her fedâkârlığa hazır olmalıdır. Onu sevenlere dost olmalı, sevmeyenlere, sevmediklerine ve istemediği şeylere meyl ve muhabbet etmeyi öldürücü zehir bilmelidir.
Buhârâ´da yetişen en büyük velîlerden Alâeddîn-i Attâr (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Müride, bütün işlerini mürşidine bırakmak düşer. Din işlerini, dünyâ işlerini, her çeşit işini mürşidinin tercihine, tedbirine vererek, mürşidi yanında kendisinin aslâ bir tercihi, seçmesi kalmaya.
"Şuna inanmalı ki: Hakîkî gâyeye, ancak mürşidin, yol göstericinin, rehberin sevgisi, rızâsı ile erebilir. Bu sebeple, mürşidin rızâsını, sevgisini taleb etmek, müride talebeye düşen başlıca görevdir."
İskenderiye´de yetişen büyük velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kendisinden ilim ve edeb öğrendiğin üstâda hizmet, babaya hizmetten önce gelir. Çünkü baba, senin, bu birkaç günlük keder ve sıkıntı âlemine gelmene vesîle oldu. O kıymetli üstâd ise, seni safâ âlemine, yüce âleme yükseltmekte, ebedî saâdetine vesîle olmaktadır."
"Dünyâya gelip, kâmil bir mürşidin (yol göstericinin) mânevî terbiyesi ile yetişmeden ölen bir kimse, kirli, pis olarak ölür. İsterse, insanların ve cinlerin sayısı kadar ibâdet yapmış olsun."
Evliyânın büyüklerinden Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvuf yolunda bulunan bir mürîdin talebenin dikkat etmesi gereken hususları şöyle bildirdi:
"Mürid, Allahü teâlânın kendisi için irâde etmiş olduğu şeyden başkasını, nefsi için irâde etmez. Murâd ise iki cihânda O´ndan başka bir şey irâde etmez.
Hakk´ın irâdesine râzı olan kendi irâdesini terkettiği zaman mürîd olur. Sevenin ve âşıkın kendi irâdesi yoktur ki, murâdı olsun. Hakkı irâde eden, Hakk´ın irâde ettiğinden başka bir şey irâde etmez. Murâdı Hak olanın Hakk´ın murâdından başka murâdı olmaz. Hak bir kimseyi irâde ederse, o kimse Hak´tan başka bir şey irâde etmez. Hakk´ın murâdı olan bir kimsenin murâdı sâdece Hak olur."
Büyük velîlerden Ebû Osman Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin tasavvuf yoluna girişi, şöyle anlatılır: Henüz küçük yaşta olmasına rağmen, Allahü teâlânın ihsân ettiği bir azimle yükseklikleri arar bir hâli vardı. Bir gün dört kişi ile mektebe gidiyordu. Gâyet güzel bir elbise giymiş, başına da güzel bir sarık sarmıştı. Giderken harâbe bir yerin önünden geçiyorlardı. Bu harâbe içinde sırtı yara olmuş bir eşek duruyordu. Bir karga bu hayvanın yarasını gagalıyordu. Hayvan âciz ve çâresiz bir halde kargayı kovamıyordu. Gâyet ızdıraplı ve perişân bir halde acı içinde kıvranıyordu. Bu hâl Ebû Osman Hîrî´yi çok üzdü, kalbi sızladı. Hemen hayvanın yanına yaklaşıp, başındaki sarığı çıkardı. Hayvanın yarasını sarığı ile sardı. Sırtındaki kıymetli cübbeyi de üzerine örttü. Zavallı hayvanı içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtardı. Bu hareketiyle kalbi rahatlamıştı. O gün daha eve dönmeden içine evliyânın feyzi ve sevgisi doğmuştu. Büyük bir şevkle arayışı artmıştı. Kalbi yanık ve perişan bir halde zamânın meşhur velîlerinden Yahyâ bin Muâz hazretlerinin huzûruna gitti. Bu zâtın dergâhına girip talebesi oldu. Bir müddet sonunda ders ve sohbetlerinde olgunlaşıp, pişti. Ancak arayışı sona ermiş değildi. Bir gün dergâha gelen bir grup misâfir, zamânın meşhur evliyâsından olan hocaları Şâh Şücâ Kirmânî hazretlerinden bahsedip, onun hallerini anlatmışlardı. Anlatılanları dinleyince içine o zâtı görme arzusu düştü. Bu sebeple Kirman´a gitti. Sohbetinde bulunmak için müsâde istedi. Ancak; "Sen recâyı, devamlı ümitli olma hâlini, kendine huy edinmişsin. Ümidi huy hâline getirmişsin. Recâyı taklid etmek benliktendir. Hocan Yahyâ bin Muâz´ın recâsı hakîkî, seninki ise taklîdîdir." diyerek talebeliğe kabûl etmedi. Fakat, dergâhından ayrılmadı. Devamlı yalvardı. Bu yalvarma hâli yirmi gün devâm etti. Sonunda onu sohbetine kabûl edip, talebeleri arasına aldı. Şah Şücâ Kirmânî hazretlerinin ders ve sohbetlerinden çok istifâde edip, feyz aldı.
Şah Şücâ Kirmânî, bir gün Ebû Osman Hîrî ile birlikte zamânın meşhûr velîlerinden Ebû Hafs Haddâd´ın ziyâretine gitmişti. Ebû Hafs Haddâd´ın sohbetinde bulunmaya can atıyor, ona talebe olmayı çok arzu ediyordu. Ancak hocası Şah Şücâ´dan da müsâde istemekten çekiniyordu. Allahü teâlâya duâ edip o zâtın yanında kalmayı nasîb etmesini istedi. Misâfirlikleri sırasında bir gün Ebû Hafs Haddâd gâyet neşeli bir hâlde Şah Şücâ Kirmânî´ye; "Bu genci burada bırak. Bu bizim hoşumuza gitti, onu sevdik." diyerek Ebû Osman Hîrî´yi istedi. Hocası onu kıramayıp kabûl etti. Onu bırakıp, memleketine döndü. Artık Ebû Osman Hîrî, Ebû Hafs Haddâd´ın talebesi oldu. Bir müddet ders ve sohbetlerine devâm etti. Bir gün hocası ona huzûrundan ayrılıp gitmesini söyledi. "Bir daha yanımıza gelmeni istemiyorum!" dedi. Ebû Osman Hîrî bu çetin imtihan karşısında edeple yerinden kalktı, bir şey söylemeden ve hocasına sırtını dönmeden geri geri yürüdü. Hocası gözden kayboluncaya kadar bu halde yüzünü dönmeden geriye doğru hem yürüdü hem de gâyet içli bir şekilde ağladı. Dergâhın eşiğine yakın bir yere bir çukur kazıp içine girmeyi ve buradan hocasını seyretmeyi, hocası emretmeyince bu çukurdan çıkmamaya karar verdi. O böyle âşık ve yanık bir halde kıvranırken, hocası Ebû Hafs Haddâd onun hâlini müşâhede edip yanına çağırdı. Yakın talebeleri arasına aldı. Ayrıca kızını verip kendine dâmâd yaptı. Ebû Osman Hîrî bu hocasının yanında kemâle erip büyük bir velî ve meşhûr bir mürşid-i kâmil, yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehber oldu. Yaşayışı, sohbetleri, vâz ve nasîhatlarıyla insanlara Allahü teâlâ- nın emir ve yasaklarını anlattı. İnsanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmalarına vesîle oldu. Dergâhında pek çok kıymetli âlim yetişti.
Ebû Osman Hîrî hazretleri buyurdular ki: "Bir mürşide, rehbere talebe olan kimsenin, samîmî değilse, günden güne betbahtlığı artar."
"Tasavvufta yetişmek isteyen mürid, talebe, tasavvuf erbâbı olanların ilminden bir şey işitir ve bu işittiği şeyle amel ederse, bu husus kalbinde ömrünün sonuna kadar istifâde edeceği bir hikmet olur. İşitip amel etmeyen kimse için ise, işittiği şey ezberlenen bir hikâye gibi akılda kalır ve zamanla unutulup gider."
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin önde gelen talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yüksek babası Hâce Kâsım, o bölgenin büyüklerinden ve meşhûr âlimlerinden olup, Bedehşân pâdişâhı Mîrza Şahrûh´un hocalarındandır. Muhammed Hâ- şim, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine kavuşmasını, hocasının hayâtını yaz- dığı Zübdet-ül-Makâmât kitabının önsözünde şöyle anlatıyor: Devâmlı var olan ve O´ndan başkası O´nunla varlıkta duran Allahü teâlâya hamd ederim. Serâpâ nûr olan Peygamberimiz hazret-i Muhammed´e, Âline, Eshâbına, O´na tâbi olanların hepsine ve kıyâmete kadar O´nu sevenlere salât ü selâm ve iyi duâlar ederim.
İlim ve irfân kaynağı, gizli ve âşikâr hazîneler sâhibi, temkin ve edeb sofrasının efendileri, silsile-i zeheb halkasının mestolmuşları! Biliniz ki, kendi amelinden utanan bu hakîrin baba ve dedeleri, yüksek Kübreviyye yolunda idiler. Daha çocukluğumda, bu yolun büyüklerinden bâzılarının bereketli sohbetlerinde bulunmuştum. Fakat yaradılışım îtibâriyle ve aslî münâsebetim sebebiyle, daha gençliğimin, delikanlılığımın ilk zamanlarında gizli işâretler ve müjdelerle, kalbimi silsile-i zehebden olan Nakşi- bendiyye´nin büyüklerine bağladılar. Ümid gözüm onların rahmet ve bereketi ile açılınca, bu büyük yolun yol göstericilerinden hangisinin, bu âcizin kolundan tutacağını bilemiyordum. Bu azîz ve çok yüksek silsileye girmek isteyenleri kabûl edenlerden hangisinin, bu kâbiliyetsizi, kerem ve ihsân ederek kabûl edeceğini anlayamıyordum. Bu düşüncenin devâm ettiği günlerde, o makâmlara kavuşmak istemenin verdiği arzû ile, elem ve sıkıntı içinde, dâimâ; "Haydi! Atımı hazırlayın, muhakkak Hindistan´a gitmem lâzımdır." diyordum. Mevlânâ buyurur ki:
Beyt:
Hindistan´ı rüyâmda gördüğüm günden beri,
Ümid gözüm açıldı, harâb buldum her yeri.
Bu elemlerden ve şuursuzca söylenen sözlerden sonra, vaziyetim şöyle oldu. İster istemez kendimi tutamayıp, Hindistan´a geldim. Bir sene sonra bir gece bir mecliste, geçmiş evliyânın acâib hâlleri, garib tasarrufları üzerinde konuşuluyordu. Kalbimden geçti ve hattâ zannediyorum, dilimle; "Bu azâmetli hakîkat, yalnız eski zamanlarda ve eski insanlarda olup, bugün bir cevher mevcûd değildir. Yâhut zamânımızda da vardır, ama bizim gibi kâbiliyetsizlerin idrâk gözlerinden saklıdır." dedim.
Beyt:
Ya güzellerin kalbinde ehl-i dile meyl kalmadı.
Ya âşıklar diyârında bir sâhib-i dil kalmadı.
Bu günlerde idi. Bir gece rüyâmda büyük bir zât; "Haydi, kalk, filân mürşid-i kâmil ve âlim, filân yerde, talebeleri ile oturmuş seni bekliyorlar." dedi. Oraya gittik, şu sûrette bir üstâd gördüm. Evin sofasında oturmuş murâkabe ediyordu. Talebeleri sofanın altında başlarını önlerine eğmiş, sessizce oturuyorlardı. Beni oraya götüren zât, üstâdın huzûruna çıkardı. Başlarını kaldırdılar, elini uzatıp elimi tuttular ve; "Bismillâhirrahmânir- rahîm, Nasr sûresini sonuna kadar oku!" buyurdular. Okudum ve ağla- dım. Uyanınca bu sûreyi ve ne için inzâl olduğunu düşünmeğe başladım ve şöyle buldum: "Feth ve imdâd-ı ilâhi yetişince, birçok insanların fevc fevc, yâni kitle kitle bu büyükler yoluna ve ana caddeye girdiğini görür- sün. O hâlde tesbih et ve istiğfâr yolunda ilerle ki, Allahü teâlâ tevvâbdır (Yâni ziyâdesiyle tövbe kabûl edicidir)." Allahü teâlânın kelâmının sonu tevvâb olunca, buradan tövbeye bir işâret buldum.
Bu rüyâdan sonra diyar diyar gezip, Hindistan´ın büyük şehirlerinden, hacıların uğradığı Burhânpûr´a vardım. Gariblerin sığınağı, üzüntülü kal- blerin tabîbi, Şeyh Burhâneddîn-i Garîb´in isminin bereketiyle feyz- lenmiş bir ülkedir. İlim, amel, takvâ sâhibi ve Kur´ân-ı kerîme muttalî bü- yük bir âlimin rüyâsına göre, burası birçok beldelerden hayırlıdır. (Allahü teâlâ bu şehri ve diğer bütün müslüman memleketlerini belâlardan, âfet- lerden korusun.)
Burhânpûr´da silsile-i şerîfeden, İslâmiyeti yaymak için uğraşan ve tâliblerin kalblerini çekmekte mâhir, seyyidlerin büyüklerinden ve hakîki mürşid-i kâmillerden, sâhib-i zevk ve vicdan, insan görmüş insan, Mu- hammed Nûmân´ın huzûr ve sohbetlerine kavuşmak için çok acele ediyordum. Huzûrlarına büyük bir heyecanla vardığım zaman, hayretler içinde kaldım. Zîrâ, beni rüyâda büyük bir zâtın huzûruna (İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna) bu zât kavuşturmuştu. Zikri ve bu büyükler yolundaki murâkabeyi kendilerinden aldım. Huzûr ve hizmetlerinde, İmâ- m-ı Rabbânî´nin muhabbet tohumunu gönül bahçeme ektim. Nihâyet bin otuz bir senesinde o menkıbeleri çok yüksek olan İmâm-ı Rabbânî´nin yüksek dergâhına kavuştum. Hemen hemen iki sene hazerde ve sefer- de, yanlarından, eteklerinden ayrılmadım. Bu zamanda, onların sohbet- lerinden çok istifâde ettim. O cihânı nûrla dolduranın feyzlerinden, bu kalbi kırığın gönül penceresine o kadar nûr vurdu ve feyz aktı ki, dile gelmez.
Bu fakîr bir gün, Kur´ân-ı kerîm okurken; "Ey Habîbim, teheccüd namazını, fazla bir farz olarak kıl. Allah seni Makâm-ı Mahmûd´a kavuşturur." (İsrâ sûresi: 79) meâlindeki âyet-i kerîmesine gelince, aklıma; "Tehec- cüd namazını kılmakla şefâat makâmı olan Makâm-ı Mahmûd´un be- reketlerinden nasîb alınıyor mu?" diye geldi. Hazret-i İmâm´a bunu soracağım dedim. Bu niyetle huzûrlarına geldim. Abdest alıyorlardı. Beni görünce, hemen; "Teheccüd namazını çok kıymetli tut." buyurdular. "Ço- ğu zaman kılıyorum." dedim. Buyurdular ki: "Şefâat makâmı olan Makâ- m-ı Mahmûd´dan nasîb ve pay almak istiyenler, teheccüd namazını hiç kaçırmasınlar." Sonra aynı âyet-i kerîmeyi okudular. Bu fakîr, mübârek ellerini öperek; "Bu muammayı sormak için huzûrunuza gelmiştim. El- hamdülillah, ben arzetmeden kerâmet buyurarak siz beyân ettiniz." dedim.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, muhlislerinden herbirinin ismine birer mektup yazınca, bu fakîrin de, bu devlet ve saâdete kavuşmak sebebiyle, kalbime; "Allahü teâlânın inâyeti ile, güzel kokulu mektûplarından bir tâne de bu fakîre yazsalar ve bu mektup Mektûbât´ın birinci cildinin son mektubu olsa, ne güzel olurdu. Çünkü ben bu dergâhın sonuncusu ve en aşağısıyım." diye geldi. Hazret-i İmâm, bâtın nûru ile bunu anladılar ve bana bir mektûb yazdılar. O mektubun sonunda da; "Muhammed Hâşim´e gönderilen bu mektupla, şerîat sâhibi peygamberlerin adedine ve Eshâb-ı Bedr´e uygun olduğundan, birinci cildi burada bitirelim." buyurdular. Mübârek hocam kerâmeti ile bu isteğimi ihsân ettiler.
Beyt:
Vücûdumun her kılı gelse de dile,
Şükrünün binde birini edemez bile.
Onların civârında ve duvarlarının gölgesinde geçen aylar ve günler esnâsında, zamânın gavsi ve esrâr sâhibi olan eşsiz oğulları, bu kitapta ismi ve hâlleri geçecek büyük mürşid-i kâmil halîfelerinin her biri (Allah onların tesirlerini dâimî eylesin) bu âcize; "İmâm-ı Rabbânî´nin husûsî ve umûmî meclislerinde, inci saçılan mübârek dilinden, vakte, zamâna, hâle ve istidâda göre çıkan ve mârifetler hazînesi olan Mektûbât´ta bulunmayan, yeni ve tâze faydaları, yüksek mârifetleri, onların hâllerinin ve tavırlarının nasıl olduğunu, nûrlarını, bereketlerini, kerâmetlerini, yazman sana lâzım oldu. Ayrıca İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî´nin hocası kutb-ı zamân, çok yüksek makâmlar sâhibi, kalblerin nûrlandırıcısı, âriflerin ışığı, din ve milletin kendisinden râzı olduğu, efendimiz Hâce Mu- hammed Bâkî Üveysî Nakşibendî (kaddesallahü sirreh) hazretlerinin yüksek hâllerini bir kitap hâlinde toplayasın. Böylece o iki serveri sevenlere, onların hâllerini tanıtır ve yâdigâr bırakırsın" buyurdular. Sermâyemin az olmasına rağmen, emirlerine uymaktan başka çârem kalmadı. Bu sözlerden az bir kısmını yazdığımda, takdir-i ilâhî ile kalbinden nûr ve huzûr saçılan eşsiz hocamdan icâzet alarak, onun emri ile Burhanpûr´a gittim. Uzakta kaldığım zamanlar, ayrılık elemleri ve hasretimi teskin için, bu yüksek halleri ve sözleri yazmak arzûsu dayanılamıyacak hâle geldi. Henüz bir mikdâr yazınca, hazret-i hocamızın tüyler ürpertici vefât haberi, kalbi yaralı talebelerini mâteme gark etti. Vefâtından sonra, teselliyi, hâllerini ve sözlerini anlatmak ve yazmakta buldum.
Nazm:
Bir balık ki mahrûm kalır Fırat´dan,
Artık yaşayamaz ümid keser hayatdan.
Hazret-i İmâm´ın vefât haberi bu garibe gelince, üzüntümün ve ızdı- râbımın çokluğundan ciğerim yandı, gözüm yaşlarla doldu. Gönlüm perişân oldu. Sahrâlara düştüm. Lisân-ı hâl ile şu rubâîyi söylüyordum:
Mâdem sen yoksun, yüzümü sahraya döneyim,
Kalbime dağlar kadar gam yükü yükleyeyim.
Her gördüğüm dikenden, soracağım gülümü,
Ve her gördüğüm kuştan, ankâmı isteyeyim.
Akşam olunca şehrin kenarında, virâne bir mescidde, o pahasız hazînenin hayâliyle başıma gam örtüsünü bürüdüm. İçim yanıyor, kalbim parçalanıyordu. İçimden soğuk âhlar çekiyor, gözümden yakıcı gözyaşları döküyordum.
Soğuk âh âteş-i gamla, gözümüz yaşlı her zaman,
Aşk habercisinden bir başka âcizlik var her zaman.
Damarlarım iplik oldu, yanan tenim iflâh olmaz,
Senin aşkından kalbimiz parçalanıyor her zaman,
Her kılın dibi mâtemden halka oldu, ey Hâşim,
Her halkada nice dille ben ağlarım her zaman.
Bu yanma ve gözyaşları arasında, hazret-i İmâm göründü. "Sabretmek lâzım." buyurdular. Binlerce kırıklık, perişânlık ve şaşkınlıkla; "Ey iki dünyâ seâdetimin sebebi, ateşe kim dayanabilir?" diye arz ettim. "İbrâhim aleyhisselâma benzeme hâlini yerine getirmek lâzımdır. O ateşe atılırken sabretmişti." buyurdular. Bu kendinden geçmiş sarhoş âşığın divâneliği arttı ve şu rubâîyi okudum:
Divâne gönlüm bu sözden daha çok mecnûn oldu,
Açılan yaralardan, feryâdım efzûn oldu.
Kırılan şişelerin içinde bir şey kalmaz,
Bu kalbim kırıldıkça daha çok kanla doldu.
Tekrar sahrâlara çıkmak istedim. Mescidin kapısından ayağımı dışarı atınca yere yıkıldım. Kendimden geçtim. Bu fakîrin tanıdıklarından biri, o gece oradan geçiyordu. Beni tanıyıp evine götürdü. Bizim evdekilere, beni gam ve mâtemle dolu olan evimize götürmeleri için haber verdi. Orada kalmama râzı olmadıklarını anlayınca, ister istemez, güçsüz kuvvetsiz, zorla kendi virânhâneme geldim. Gelirken dilimde şu hasret şiiri vardı:
Yol başlarında göz yaşı dökerek oturayım,
Gelen geçen yolculardan, senden haber sorayım.
Bâzan toz gibi kalkıp, bâzan yere ineyim,
Bundan iyi seferi olamaz güçsüzlerin,
Ciğerim, seve seve, yanıyor söyleyeyim,
Gözümü kâse yapıp, altın gümüş ister gibi.
Kapındaki fakirlerden gözyaşı dileneyim,
Evim inilti yatağı, ben de olayım ney gibi.
Belki böylece Yûsuf´tan bir haber edinirim,
Sahrâda yanan bir susuz, deryâya inmiş gibi,
Ondan haber verecek birini bekleyeyim.
Bu kâfile erbâbı, bey´ ve şirâ hayrânı,
Gönlü düğüm yapıp Hâşim, hayâlle avunayım.
Erzincan velîlerinden İbrâhim Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası yeniçeri başçavuşudur. Rusya muhârebesinde iken İb- râhim Efendi (Aşçı Dede) doğmuş ve babasına müjdelenmiştir. İbrâhim Efendi belli bir tahsilden sonra tasavvufta Mevleviyye yoluna girdi. Bir müddet bu yolda ilerlemek için çalıştı. Daha sonra Erzincan´a gidip Hacı Fehmi Erzincânî hazretlerini tanıyıp ona talebe oldu. Onun sohbetlerin- de kemâle erdi. Mükemmel bir medrese tahsîli gördü. Askeriyede rûznâ- meci olarak vazîfe yaptı.
Hocasını tanıdığı ve tasavvufta kemâle erip yükseldiği yer olması sebebiyle Kûy-i Cânân-ı Hakîkî diye vasfettiği Erzincan´a gitmek için İstanbul´dan gemi ile yola çıkıp Trabzon´a oradan da Erzincan´a geçti.
Şöyle anlatır: "Ben bilmezdim. Fakat Kûy-i Cânân-ı Hakîkî Erzincan imiş. Altı-yedi gün gâyet hoş bir yolculuktan sonra bir sabah vakti dağ üzerinde iken Erzincan Ovası göründü. Ova gözüme o kadar hoş gözüktüğünden, elimde olmadan meâlen; "Bunlar Adn Cennetleridir. Ora- ya devamlı kalıcılar olarak giriniz." buyrulan âyet-i kerîmeyi okudum. Bu sırada yanımda bulunan yol arkadaşım İsmâil Ağa yüzüme bakıp neden bu âyet-i kerîmeyi okuduğumu sordu. İçimden geldi deyince, benim tarîkat ehli bir kimse olduğumu anlayıp; "Niçin söylemezsiniz, ben de tarîkat ehliyim." dedi. Hangi tarîkatten olduğunu sorunca, "Hâlidiyye" dedi. Sonra Erzincan´da bu tarîkatın çok yaygın olduğunu söyledi. Bu sırada ben Mevlevî tarîkatında idim.
Daha sonra Erzincan Ovasına indik. Oradan Erzincan´a bir günlük yolumuz daha vardı. Ova o kadar hoşuma gitti ki, hayretimi yol arkadaşım İsmâil Ağaya söyledim. Erzincan daha güzeldir, dedi. "Zâhiri de bâtını da mâmur." sözünden; bu beldenin hem zâhiri hem de bâtını mâmur bir belde olduğunu anladım. İçimden; "Bu beldede elbette büyük ve mübârek bir zât olmalı. Çünkü insana pek hoş geliyor, bambaşka bir haz veriyor." diye düşündüm. Hatırladığıma göre H.1270 senesinde Receb ayında Erzincan´a ulaştık.
Yolculuğumuz sırasında İsmâil Efendiye Erzincan´da velîlerden kimler vardır, diye sordum. "Hacı Fehmi Efendi vardır. Büyük bir zâttır. Hâlidiyye yolu halîfelerindendir. Şeyh Vehbi Hayyât´ın (Terzi Baba) halîfesidir. Hani Erzincan´a girerken kabristanda gördüğümüz türbe var ya işte o türbe Şeyh Vehbi Hayyât hazretlerinin türbesidir." deyince, ben Fehmi Efendiyi daha görmeden ona âşık oldum. İsmâil Efendi bana dedi ki: "Bu sözleri söyleyince yüzünün rengi değişti. Bambaşka birisi oldunuz." Ben ise; "Gönlümde bambaşka bir tecelli hâsıl oldu. Fehmi Efendinin aşkının ateşi üzerimde görülmeye başladı. Aman İsmâil Efendi! Bu Cumâ günü ziyâretine gidip ayağının toprağına yüz sürelim." dedim. "Baş üstüne." deyip, evine gitti. Bunun üzerine benim içime bir başka aşk ateşi düştü ki, öncekinden daha tatlı ve tesirli idi. Cumâ gününün gelmesini iple çekiyordum. Yemekten içmekten kesildim. Annem; "Sen- de bir efkâr var! Oğlum bu hal nedir?" diye sordu. "Hiçbir şey değil bir- kaç gündür vücûdumda kırıklık hâli var." diyerek cevap verdim.
Cumâ günü gelince, gusül abdesti alıp temiz elbiselerimi giydim. İsmâil Ağa, berâber câmiye gitmek için yanıma gelip; "Bugün güveği gibi giyinmişsin." deyince; "Evet öyledir. İnşâallah Fehmi Efendinin dâmâdı olacağım." dedim.
Câmiye vardığımızda daha kimse gelmemişti. Müezzin Kur´ân-ı kerîm okuyordu. İlk safa oturduk. Cemâat yavaş yavaş toplanıyordu. Etrâfıma bakınırken sanki bir ses kulağıma arkana dön bak der gibi oldu. Dönüp baktığımda bir zâtı oturuyor gördüm. Kalbimde şimşek çakar gibi bir hâl oldu. Bir hareket ve âzâlarımda bir titreme meydana geldi. Bu zâtın Hacı Fehmi Efendi olduğunu hissedip yanımda oturan İsmâil Efendiye yavaşça; "Arkamızda bir zât oturuyor. Fehmi Efendi bu zât mıdır?" diye sordum. Bakıp; "İşte odur." deyince, bende öyle bir heyecan meydana geldi ki, anlatmak mümkün değil. Öyle mânevî bir hâle girdim ki, koca câmi sanki bana dar geldi. Dönüp mübârek yüzüne bakamıyordum. Bakmadan da edemiyordum. Izdırabımdan terlemeye başladım. İsmâil Ağa; "Çok muzdarip oldun sebebi nedir?" dedi. "Arkamda oldukları için muzdarip olduğumu söyleyince; "Hazret-i Şeyh hoş görür. Böyle şeyleri aramaz, üzülme." dedi. Halbuki benim ızdırabım başka bir sebepten ileri geliyordu.
Nihâyet ezân okundu. Namaz için kalktık, artık mübârek yüzünü görmek mümkündü. Ama başımı nasıl çevirip de bakabilirdim. Edebimden dönüp bakamadım. Namazdan sonra içimden bir âh çektim. İsmâil Ağa bana; "Sen bu hâl ile nasıl evlerine gidebileceksin?" deyince, artık ister istemez gideceğiz, dedim. "Fazla oturmayalım. Hizmetçiye de ten- bih edelim bizim için tütün çubuğu da doldurmasın." dedim. İsmâil Ağa; "Hazret-i şeyhin âdeti öyle değil muhakkak çubuk doldurtur." dedi. Ben içeri girerken hizmetçiye içerde benim için sakın çubuk doldurma diye tenbih ettim.
Nihâyet İsmâil Ağa önde ben de arkasında uzun bir merdivenden çıktık. Oturdukları oda uzun bir oda olup, odada İbrâhim Paşa ve dört beş kişi daha misâfir vardı. İsmâil Efendi odaya önce girdi. Fehmi Efendinin huzûruna girince, mübârek yüzüne baktım. Uzun boylu, ince zayıf yapılı, buğday benizli, yüzünde nûr parlıyordu. Elini öpmek istediğimde âdeti olmadığından ve tevâzu gösterip öptürmek istemediler. Öpmek nasîb oldu. İsmâil Efendi; "Rûznâmeci efendidir." diyerek beni tanıttı. "Mâşâallah bârekallah." buyurdular. Sonra karşısına oturmamı emretti. Huzûrunda edeple oturdum, göz ucuyla yüzüne baktım. Hâlimi hatırımı sordu. Başım önüme eğik olduğu halde cevap veriyordum. Çok sıkıldığımdan terledim. Sıkıldığımı anlayıp bana bir şey söylemeyip diğer misâfirler ile konuştu. Bir müddet sohbetinde kaldıktan sonra müsâde istedik. Ayrılırken elini öpmek istedim, elini yukarı kaldırıp öptürmek istemedi. Fakat elimi biraz sıktılar. Âh âh milyonlarca âh! Hani "Hayâli cihan değer" diye bir söz vardır. İşte şimdi o hatıralarımın hayâli cihan değer. İşte bunları yazıp anlatırken o hayâl hâsıl oldu. Ağla gözlerim ağla! Hocam Fehmi Efendinin ayrılık derdiyle ağla! Huzûrundan ayrılırken müsâfeha edip elimi sıktıkları sırada kalbime şöyle yerleştirdiler ki: "Sen bizimsin, üzülme, mahzun olma!" İşte o andaki sevincim sevdiğine kavuşan kimsenin sevinci gibi pek ziyade oldu. Kan ter içinde huzûrundan ayrılıp dışarı çıktım. Huzûrunda bana nasîb olan mânevî hâli İsmâil Efendiye açmadım. Bir nazarlarıyla aşk-ı hakîkiye kavuşturdular.
İsmâil Ağa bana; "Artık bugün senin bayramındır. Abdüssamed Efendinin ziyâretine de gidelim." dedi. "O zât kimdir?" diye sorunca; "Terzi Baba´nın dâmâdıdır. Hem Terzi Baba´nın evini de görmüş olursun." dedi. Doğruca oraya gittik. Evi, Câmi-i kebîrin yakınında idi. Beş-altı merdiven basamağı çıktıktan sonra, büyük bir odada idiler. O beldenin âdeti üzere odada bir de ocak vardı. Orayı görünce, içimden aynen İstanbul´daki Merkez Efendinin çilehânesine benziyor düşüncesi geçti.
Abdüssamed Efendi bir köşede oturuyordu. Leblebici Baba da yanındaydı. Başka misâfirler de vardı. Huzûruna girince, elini öpmek istedim, öptürmediler. Karşılarına oturdum. Fakat Hacı Fehmi Efendinin huzûrundaki gibi fazla hicap duymadım. Hürmet ve saygı göstererek konuşuyordum. İsmâil Efendi bu fakiri tanıtınca, memnun oldu. Abdüs- samed Efendi konuşurken gözlerini yumuyor arasıra açıp tekrar kapatı- yordu. Leblebici Baba ise siyah bir aba giyinmiş elindeki tesbihini çekiyordu. Huzurda bulunanlar edeple oturuyorlardı. Bir müddet sohbetten sonra müsâde alıp ayrıldık. Sonra İsmâil Efendi ile bizim eve gittik. Bu zâtların hayatlarından ve menkıbelerinden anlatmasını istedim.
İsmâil Efendi, Muhammed Vehbi Hayyât hazretlerinin hayâtını uzun uzadıya anlatıp sözünü bitirdi fakat bu fakirin de işini bitirdi. Yâni gönlüm tamâmiyle Vehbi Hayyât hazretlerine meyl ve muhabbet ederek gece gündüz âh u figânım arttı. Ertesi günü vazîfe yerime gittim. Bedenen vazîfe mahallim olan yerdeyim, fakat aklım, rûhum Muhammed Vehbi Efendideydi. Olup bitenleri vazîfe arkadaşım Şerif Efendiye anlattım. Bana; "İsmâil Efendinin nakl ve hikâyesinin hepsi doğrudur. Bu işler yakında olduğuna göre bu durumları bilenler çoktur. Hem de Hoca Fehmi Efendinin, Şeyh Hayyât hazretlerinin halîfesi olup, "Vehbi Efendinin makâmının Hacı Fehmi Efendiye ihsân olunduğunda dahi aslâ şüphe yoktur." dedi. İşte şimdi baştan başa ateş saçağı sardı. Fakat henüz yalnız olarak Fehmi Efendinin huzûruna gitmeye kuvvet ve cesâretim yoktu. Bu sebeple İsmâil Efendiye bir kere daha gidelim dedim. Bunun üzerine bir sabah gittik. Önceki gibi Hacı Fehmi Efendinin yine ellerini öptük. Sonra, içimden Hacı Fehmi Efendiye karşı çekingenlik hâlim gidip, bir ferahlık geldi. Bir ara kendisine baktığımda Allahü teâlâya yemîn ederim ki, o anda elimde olmayarak içimden bir aşk deryâsı zuhûr edip, iki gözümün pınarından yaş geldi. Hele ki kendimi zabtederek sırrımı, içimde olanları dışarı vurmadım. Biraz sonra İsmâil Efendinin işâreti ile izin isteyip huzurdan ayrıldık. İsmâil Efendiye; "Benzeri cihana gelmemiş bir Yûsuf´a insan nasıl alâka, ilgi gösterirse, işte, şâhid ve bilmiş olun ki, Fehmi Efendi hazretlerine de öyle âşık oldum. Eğer bu aşk daha ilerlerse, bil ki, kalemi (rûznâmecilik vazîfesini) çoluk çocuğumu terk eder, onun kapısında hizmetkâr olurum." dedim. İsmâil Efendi; "Bu hususta korkum yoktur. Çünkü Hacı Fehmi Efendi hazretlerinin mânevî kuvvet ve kudretlerini iyi bildiğim için, sizi bu duruma varmaya bırakmazlar." dedi.
On beş-yirmi gün sonra İsmâil Efendiyi çağırıp, Fehmi Efendi ve daha başkalarını bir akşam yemeğine dâvet etmek istiyorum. Aceb Fehmi Efendi kabûl ederler mi?" dedim. "Kabûl ederler." dedi. İsmâi Efendi ile berâber huzûruna varıp arz ettik. Kabûl buyurdular. Oradan Abdüssamed Efendi, Leblebici Baba, Hacı Hafız Efendi, Abdülbâki Baba ve diğer ihvâna giderek hepsini dâvet ettim. Ertesi günü akşam yemeğine teşrif ettiler. Yemekten sonra sohbet başladı. Fakir de şöyle bir köşede ayakkabılık tarafında oturdu. O âna kadar az çok ehl-i tarik ile muhabbetimiz olmuş ise de onların birisinden işittiğim bâzı sözler fakiri o kadar benden aldı ki, doğrusu aklım ve fikrim başka bir çeşit oldu. Abdüssamed Efendi beni kasdederek buyurdular ki:
"Rûznâmeci Efendiyi kimseye vermem. Benim olsun." dedi. Vehbi Hayyât Efendinin dâmâdı olduğu için Fehmi Efendi ona çok hürmet gösterirdi. Buyurdular ki; "Rûznâmeci duâcınız, buna fevkalâde teşekkür eder. Siz kabûl buyurursanız." dediler. Hepsinin ellerini teker teker öptüm. İşte o dâvet sâyesinde biraz onlara alıştım. Fakat yine yüzlerine bakamazdım. Önüme bakarak gâyet edepli arzederdim. Ertesi gün Abdüssamed Efendi hazretlerine gittim. Merhamet ve lütuflarının çokluğundan bana zikr yapmayı ve daha başka şeyleri öğretip, teveccüh buyurdular. Bu sırada kalbim harekete geldi. Fakat bir başka âleme girdim. Başka bir renge boyandım.
Oradan Fehmi Efendinin yanına geldim. Onlar da gâyet memnun olup duâ buyurdular. İşte elden geldiği ve gücüm yettiği kadar zikr ile meşgûl oldum. İçimizdeki muhabbet git-gide artıyordu. Hacı Fehmi Efendinin yanında bir köşede boynumu eğip zikr ile meşgûl oldum.
Hacı Fehmi Efendinin âdetleri üzere yanlarında dâimâ Muhamme- diyye kitabını okuturlardı. Erzurumlu bir derviş olan İsmâil Efendi vardı. Sesi gâyet güzeldi. Muhammediyye´yi ona okuturlardı. Orada bulunanla- rın hepsi gözlerini yumup murâkabe hâlinde dinlerlerdi. Kendileri de mu- râkabeye dalar bu âlemden çıkardı. Muhammediyye´yi bir saat kadar okuturdu. Muhammediyye okunması tamam olunca, herkes donmuş kalmış gibi olurlar, sonra kendilerine gelirlerdi. Fakir, Hacı Fehmi Efen- dinin himmetiyle az zamanda hayli terakkî edip ilerleyerek, nice senelik müridler, talebeler gibi oldum.
Hacı Fehmi Efendi, kendisine talebe olmaya gelenler için; "Benim gibi zavallı birinin dervişi mi olur. Biz kendimiz dervişiz. Ancak ihvân-ı din gelip, gönüller böyle arzu ediyor. Fakir de elinden tutup hocam Veh- bi Hayyât hazretlerinin sürüsüne katıyorum. Yalnız fakirin hizmeti dışa- rıda kalan koyunları birer birer hazret-i Hayyât´ın sürüsüne katmaktır. Oradan ötesine karışmam. O sürünün çobanı vardır. Benim işim onlara teslimdir." buyururlardı.
Hindistan´ın büyük velîlerinden Kerîmüddîn Bâbâ Hasan Ebdâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilk tahsîline memleketinde başladı. Daha son- ra Lâhor´a gitti. Zâhirî ilimleri tahsîl ederken hatırına; "Bu hâlde ölürsem Hak teâlâyı bilmeden, tanımadan ölmüş olurum." düşüncesi geldi ve tahsîli bıraktı. Memleketine dönüp, tâat ve ibâdetle meşgûl oldu. İçine doğru yolu gösterici bir âlim bulup, onun vesîlesiyle velîlik yolunda iler- lemek arzusu düştü. Bir gece rüyâda, Yûsuf aleyhisselâmın güzelliğini andıran, pek güzel ve vekârlı bir büyüğün mübârek sûretini gördü. Hatırından bu zâtın talebesi olmayı geçirdi. Uyanınca, hayret edip; "Bu büyüğü nerede bulabilirim." dedi. Kendi kendine; "Rüyâda her görünen, uyanıklıkta zuhûr etmeyebilir." dedi.
Fakat ertesi gece aynı mübârek sîmâ ile karşılaştı. Onu o kadar sevdiğinden yerinde duramaz oldu. Daha birkaç gece, hep o cemâl ve kemâl sâhibi sîmâyı görüp, bulamama üzüntülerini, rüyâlarıyla tesellî eyledi. Sonra bir daha görmedi. Kararsızlık ve sabırsızlık kalbini rahatsız etmeye başladı.
Bir sırdaşı vardı. Ona; "Gece teheccüdden sonra gel, bana bir işâret ver de, evde olanlara ve anneme haber vermeden, bizi Allahü teâlâya kavuşturacak bir velîyi aramaya çıkalım." dedi. Kararlaştırdıkları saatte gelen arkadaşı ile herkes uykudayken divâne âşık gibi birlikte evden çıktı. Serhend´e geldi. Buradayken kalbinde bir değişiklik ve heyecân hâli başladı. Meşhur âlimlerden ve takvâ sâhiplerinden olan Şeyh Cev- her´e gitti. Dînimize tam bağlı bir rehber göstermesini arz etti. O da; "Üzülme, istediğini bulacaksın." dedi. Kendi kendine; "Ekberâbâd´a gideyim, belki aradığım rehberi o büyük beldede bulurum." diye düşündü. Bu hâldeyken, Serhend çarşısında bir sofu ile görüştü. Derdini ona açın- ca, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini anlatıp, mescid ve hânekâhlarını gös- terdi.
Allahü teâlânın velî kullarından tanınmayan, bilinmeyen ve gizli olan bâzı mübârek kimseler daha vardır ki, Şeyhülislâm Molla Câmî´nin belirttiğine göre, insanların imdâdlarına yetişip, işlerinde dara düştükleri zaman yardımcı olan ve onların belâlardan korunmasına sebeb olan bu insanlara nücebâ denilmektedir. (E. Ans. c.1, s. 11) Tasavvuf yolunda bulunanları, Şihâbüddîn-i Sühreverdî iki kısma ayırıyor: Ya mürîd olurlar, ya murâd olurlar. Mürîdler Allahü teâlâya yakınlık derecelerine ulaşmak için riyâzetler ve mücâhedeler çekerler (nef- sin isteklerinden kaçınıp istemediklerini yapmaya çalışırlar). Murâdlar ise, nazlı nazlı okşanarak götürülür ve sıkıntı çekmeden, yakınlık derecelerine ulaştırılır. Tasavvuf yolunda bulunanlardan, sıkıntı ve eziyet çekmeden Allahü teâlânın yardım ve dilemesi ile yüksek makamlara kavuşan ictibâ yolunun sâlikleri (çekilen talebeler) murâdlar diye isimlendi- rilir. İmâm-ı Rabbânî, murâd olunanların başının ve sevilenlerin önderinin Muhammed aleyhisselâm olduğunu ifâde buyurmuştur. (E. Ans. c.1, s. 11)
Büyük velîlerden Ebû Ali Dekkâk (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine " Mürid kime denir?" denildi. Cevaben; "Mürid, meşakkat ve sıkıntılara katlanan mütehammil, sabırlı kimsedir. Murâd ise, taşınan kimsedir." buyurdu.
Büyük velîlerden Fâris bin Îsâ Bağdâdî hazretleri anlatır: Hallâc-ı Mensûr (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine "Mürîd kimdir?" diye sordum. "Mürîd, maksadı Allahü teâlâ olan ve O´na kavuşmayınca hiçbir şeye meyletmeyen kimsedir." buyurdu.
Büyük velîlerden Muhammed bin Fadl Belhî (rahmetullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Bir müridi (talebeyi) dünyâ malı toplamaya istekli görürsen, bil ki, onun bu isteği aşağılık, Rabbine sırt çevirme ve başaşa- ğı dönme nişânıdır."
Hindistan´ın büyük velîlerinden Muînüddîn-i Çeştî (rahmetullahi teâ- lâ aleyh) bir defâsında; "Tövbekâr mürid kime denir? diye sorulunca; "Şu hâle gelen kimsedir ki, amelleri yazan melekler, onun hiç günahını bulup yazmazlar. Hiç günah işlemezler. Hocam Osman Hârûnî´den işittim. Buyurdu ki: Bir kimsede şu üç haslet bulunursa, o kimse Allahü teâlânın dostudur, sevgili kuludur. Birincisi; cömertliktir, çünkü cömertlik bir deryâdır. İkincisi, şefkattir. Şefkat, güneş gibi aydınlatıcıdır. Üçüncüsü, tevâzudur. Tevâzu, toprak gibidir (toprakta gül biter)." buyurdular.
Büyük velîlerden Ebû Bekr-i Şiblî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri "Bir şahıs ne zaman mürid olabilir?" sorusuna şu cevâbı verdi: "Seferde ve hazarda hâli hep aynı olan kimsedir. Yalnız olduğu zaman da, başkalarının yanında olduğu zaman da aynı davranışlar içinde o- landır."
İstanbul?da yetişen büyük velîlerden Abdülehad Nûrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) bir gün, talebelerinden birisinin bir iş için Üsküdar´a gidip gelmesini istedi. Fakat o gün çok fırtınalı idi. Kayık hiç işlemiyordu. Bu yüzden talebelerden kimse, ben gidip gelirim, diyemedi. Nihâyet içlerinden biri, Abdülehad Efendinin emrini yerine getirmek için kendisinin Üsküdar´a gidip geleceğini söyledi. O zaman Abdülehad Efendi o talebesine; "Selâmetle gidip gel." diye duâ etti. O talebe Eminönü´ne geldiğinde, yüz kadar kayıkçıdan ancak birini Üsküdar´a gidip gelmeye iknâ edebildi. Kayıklarından birisini denize indirdiler. Bir ok atımı gitmeden, fırtına dindi, deniz sâkinleşti, rüzgâr uygun bir yöne doğru esmeye başladı. Yelken açıp, Üsküdar´a kısa zamanda gidip geldiler. Dönüşte talebe durumu Abdülehad Efendiye bütün tafsîlâtıyla anlattı. Abdülehad Efendi talebesine çok duâ etti.
Evliyânın büyüklerinden Abdülmecîd Şirvânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretleri, Şemahı´da talebelere bir şeyler anlatmak husûsunda çok gayret sarfediyordum. Zâhirî ilimlere olan rağbetim ve onları öğrenme husûsundaki şevkim öyle artmıştı ki, gecelerimin çoğunu kitapları mütâlaa ve okumakla geçirirdim. Bir mübârek gecede, mütâlaa ettiğim kitap hareket edip şöyle konuştu: "Ey Abdülmecîd! Ben senin Rabbin miyim ki, gece gündüz bana bakıyorsun? Var git, bu bağlılığını Rabbine yap. Bu bağlılığı Rabbine yapman daha münasiptir."
Kitaptan gelen sesi duyunca, onu bir kenara bıraktım ve dağlara gittim. Oralarda bir mağara buldum. O mağarada, tam dört sene gece-gündüz Allahü teâlâyı zikr ile meşgûl oldum. Bu esnâda bana kerâmetler ihsân edildi. Abdest almak için dışarı çıktığım zaman, yırtıcı ve vahşî hayvanlar bana saldırmaz ve benden kaçmazlardı. Hattâ bana yaklaşırlar, abdest aldıktan sonra biriken suları içerlerdi. Bâzı yerlerde uçardım. Bir ânda bir vâdiden diğer vâdiye geçerdim. Bu hâlleri, asıl maksad zannedip böyle kemâle erileceğini düşünüyordum. Bu sebepten, tasavvuf yoluna girmek isteyene bir mürşid, yol göstericinin lâzım olmadığı şeklinde yanlış bir düşünce içerisindeydim.
Ben bu hâl içerisinde iken, Şirvan mıntıkasının mürşid-i kâmili, büyük velî Şehkubâd hazretleri, talebeleri ile bulunduğum mağaraya yakın nehrin kenarına gelip yerleşmişler, ibâdet ve zikirle meşgûl oluyorlardı. Onların zikrettiklerini görüp, kalbimde berâber zikretmek düşüncesi hâsıl olunca, şeytan kalbime vesvese vererek:
"Tâbi oldukları şeyh ümmîdir okuma yazması yoktur. Ona uyanların çoğu da câhil kimselerdir. Bunlar arasına karışmaktansa, kendi başına oturup riyâzet, nefse karşı gelme ve nefs muhâsebesi yapmak, vahşî ve yırtıcı hayvanlarla yakınlık kurmak daha iyidir." dedi.
Fakat bu sırada Allahü teâlânın tevfîk ve inâyeti yardıma yetişti ve kendi nefsime; "Zâhirleri ile İslâmın emir ve yasaklarını yerine getirmeye çalışan, gece-gündüz Allahü teâlâyı zikreden şu insanlara sû-i zanda, kötü düşüncelerde bulunmak yakışmaz. Hele onların hâllerini bir gör. Mümin olan, insanların hâllerini ve hareketlerini görmeden karar vermez." diyerek, onlara yakın bir yere gizlendim. Hâl ve hareketlerini, ne yaptıklarını iyice gördüğüm zaman, kalbimden önceki tereddüt ve şüphelerin hepsi gitti. Sonra yanlarına varıp, bir kenara oturdum. Mûtad zikirleri bittikten sonra, Kelime-i tevhîd söylemeye başladılar. Ben de elimde olmadan Kelime-i tevhîd söylemeye başladım. Ansızın bende vecd, kendinden geçme hâli meydana geldi, düşüp bayıldım. O zaman talebeleri, beni Şehkubâd hazretlerinin huzûruna götürmüşler. Biraz sonra kendime gelip gözümü açınca, başımı Şehkubâd hazretlerinin dizinde buldum. Derhâl Mevlânâ Şehkubâd´ın elini öptüm. Beni talebeliğe kabûl etmesini ricâ ettim. Talebeliğe kabûl edince, emrettiği şekilde hareket etmeğe başladım. Ondan sonra benden, önceki keşf ve kerâmetler kayboldu. İçimde öyle bir ilim hâsıl oldu ki, o mağarada yalnız başıma nefsimi terbiye etmekle çok hatâlı bir yolda olduğumu anladım. Şehkubâd hazretleri, bir ânda beni içerisinde bulunduğum o karanlık durumdan çıkarıp, himmetleri ile kalbimi temizledi. Eğer hocam Mevlânâ Şehkubâd´ın sohbetleri ile şereflenmeseydim, Allahü teâlâ korusun çok aşağı derecelerde kalacaktım.
Hindistan´ın büyük velîlerinden Ahmed Abdülhak Radulevî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) hazretlerine, Nûrulhak ve Kıdvet-ül-Evliyâ lakabları verildi. Hayâtını ve hâllerini İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin babasına ho- calık eden Kutb-i Âlem Abdülkuddüs, Nûr-ül-Ayn isimli eserinde topladı.
Yedi yaşında geceleri kalkıp namaz kılmağa başladı. Annesine görünmeden gece kalkar namaz kılardı. Annesi namazını bitirmeden, o yi- ne yerine gelirdi. Annesi, onun bu hâlinden, on iki yaşına gelince haberi oldu. Yavrusuna olan şefkat ve muhabbetinden, onun bu yaşta uykusuz kalmasına gönlü râzı olmadı. Ama geleceğin büyük velîsinde, Allah sev- gisi ağır basıyordu. Rabbini seven için, O´na ibâdet etmekten daha tabiî ne olabilirdi. Annesinin bu hâline üzülüp, evden ayrıldı. Dehli´de ilim öğrenmek ve öğretmekle meşgûl olan ağabeyi Takiyyüddîn´in yanına gitti. Ondan, ilim öğretmesini istedi. O da herkesin okuduğu ilimleri öğretmeye başladı. Ahmed; "Bana mârifeti, Hakk´ı tanıma ilmini öğret!" dedi. Ağabeyi Takiyyüddîn, onu Dehli´nin ileri gelen âlimlerinin yanına götürdü. "Bu çocuk beni üzüyor, ilim okutmamı istiyor, okutuyorum, kabûl etmiyor. Belki sizin nasîhatinizi dinler." diyerek, onlardan yardım istedi. Onlar da kendi usûllerine göre ders verdiler. Bitince; "Benim bun- larla işim yoktur. Bana mârifet ilmini öğretin." deyip, onları da şaşırttı. Sonra kendi hâlinde ibâdet etmeye başladı. Seneler geçti. Ağabeyi Takıyyüddîn, onu evlendirmek istedi ise de buna râzı olmadı. Ağabeyi ısrâr edince, kız tarafına gidip; "Bana kızınızı vermeyin." dedi. Hasta olduğunu söyledi. Evlenmedi.
Çok sıkı riyâzet ve mücâhede çekmekle berâber, derecesinin yükselmediğini görmüştü. Yol gösteren bir Allah adamı olmadan riyâzet, nefsin istediklerini yapmayarak ve mücâhede, nefsin istemediklerini yaparak maksada erişilemeyeceğini anladı. Bir süre sonra Pâni-püt şehrine gitmesi, orada, Celâleddîn Pâni-pütî´nin sohbet ve hizmetinde bulunması kalbine ilhâm edildi. Buna çok sevindi. Bu sevinç ile, acele yola çıktı. Celâleddîn, keşf yoluyla onun gelmekte olduğunu anladı. Talebelerine; "Çeşitli yemekler bulunan bir sofra hazırlayın! Meyveler, tatlılar ve şerbetler koyun, kapının önüne atlar çıkarın, fazîletli bir misâfirimiz geliyor. Onu karşılayın!" buyurdu. Emir yerine getirildi. Sofra hazırlandıktan bir iki dakika sonra, Ahmed Abdülhak geldi. Kapıda çok gösterişli karşılamayı, içeri girince sofrayı gördü. Üzerinde lezzetli yemekler, çeşit çeşit meyveler bulunan sofrayı görünce, düşünceye daldı. Burasını umduğu gibi bulamamıştı. Hayret içinde kaldı. Aradığı yerin burası olmadığını zannetti. Celâleddîn-i Pâni-pütî ona hiçbir şey söylemedi. O, olduğu yerden adımını ileri atmayıp, geri döndü. Bilmediği bir istikâmete doğru şuursuzca akşama kadar gitti. Bilmediği bir şehre yaklaştı. Yolunu kaybettiğini zannediyordu. İlk rastladığı kimseye; "Bu hangi şehirdir?" diye sordu. O; "Pâni-püt şehridir." dedi. Bu cevâba pekçok şaşırdı. Çünkü, Pâni-püt şehrinden ayrılalı saatler olmuştu.
Geceyi şehrin kenarında geçirdi. Sabah olunca tekrar yola çıktı. Akşam olunca, yine kendisini Pâni-püt şehrinin kenarında buldu. Yine hayret etti. Geceyi yine şehrin dışında geçirdi. Sabah erkenden yola çıktı. Büyük bir sahrâya daldı. Bir hayli zaman gittikten sonra, kurumuş bir ağacın tepesinde bir genç gördü. Başında, çok güzel bir kumaştan sarığı vardı. O gence yolu sordu. Genç; "Sen yolu, Celâleddîn´in kapısında kaybettin. İnanmazsan şu gelen iki kişiye sor." dedi. Gencin işâret ettiği tarafa dönüp birkaç adım yürüyünce, beyaz sarıklı iki kişinin kendisine doğru geldiklerini gördü. Yanlarına vardı. Onlara yol sordu. Onlar da; "Sen yolu Celâleddîn´in kapısında kaybettin." dediler. Üç defâ sordu. Üçünde de aynı cevâbı aldı. Bütün bu hâdiselerin, kendisi için bir işâret olduğunu anladı. Hâli değişti. Kendinden geçip düştü. Bir zaman sonra kendine geldi. Etrâfına baktığında, ne ağaç, ne genç, ne de o iki kişiden hiçbiri yoktu. Hiç kimseyi göremedi. Bu gaybî işâretten yakîni arttı. Îtimâd ve îtikâdını düzeltti. Oradan kalkıp tekrar yola düştü.
Celâleddîn Pâni-pütî hazretlerinin huzûruna varıp, affını dileyecekti. Yolda gönlünden, yakîninin daha da artması için bazı şeyler temenni etti. Celâleddîn Pâni-pütî´nin sarığını başından alıp, hocasının kabrine değdirmesini ve kendisine de tatlı ikrâm etmesini diledi. Pâni-püt şehrine varıp, Celâleddîn Pâni-pütî´nin dergâhına gitti. Hizmetçisi; "Hocasının kabrini ziyârete gitti." dedi. Kıdvet-ül-Evliyâ da oraya gitti. Kutb-i Rabbânî Celâleddîn Pâni-pütî bir elinde sarığı bir elinde ekmek ve helva olduğu hâlde, hocası Şemseddîn Pâni-pütî´nin kabr-i şerîfinin başında duruyordu. Ahmed Abdülhak, Kutb-i Rabbânî´yi bu hâlde görünce, gayr-i ihtiyârî, "Hak! Hak!" diyerek, ellerini öpmeye başladı.
Kutb-i Rabbânî, Kıdvet-ül-Evliyâ´ya çok iltifât etti. Sarığını hocasının kabrine koydu. Daha sonra alıp, Kıdvet-ül-Evliyâ´nın başına koydu. Ona ekmek ve helva verdi. Sonra da; "Biz, bu Ahmed Abdülhak´la ikinci defâ görüşüyoruz." dedi. Daha sonra Kutb-i Rabbânî onu evine götürdü. Daha önceki gibi mükellef bir sofra donattı. Berâberce yemek yediler. Bundan sonra Kıdvet-ül-Evliyâ´nın kalbine gelen vesveseler kayboldu. Hayır diyecek, îtirâz edecek hiç bir şeyi kalmadı. Hocasının emrine tam teslim oldu. Tekrar riyâzet ve mücâhedeye başladı. Tam terbiyeye alındı. Kısa zamanda icâzet almakla şereflendi. Hilâfet hırkası giyip, insanlara doğru yolu göstermek için, hocası tarafından memleketine gönderildi.
Meşhûr velîlerden Ahmed bin Ebü?l-Havârî hazretleri, Ebû Süleymân Dârânî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine talebe olup, sohbetlerinde yetişmek üzere huzuruna gittiğinde hiç bir zaman muhalefet etmeyeceğine söz vermişti. Ne söylenirse aynen yerine getirecekti. Bu hal üzere sohbetlerine ve derslerine devâm etti. Ne emredilirse aynen yerine getiriyordu. Bir defâsında dergâhın fırınını yakması emredilmişti. Gidip fırını yaktı ve iyice alevlendirdi. Sonra hocasının huzuruna gidip:
"Efendim, fırını yaktım, fırın iyice ısındı. Ne pişirmemizi emredersiniz." dedi.
Hocası Ebû Süleymân Dârânî o sırada huzûrunda bulunan topluluğa ders anlatıyor ve sohbet ediyordu. Sohbete iyice dalmışlardı. Bu bakımdan onun suâline cevap vermedi. Duymadığını zannederek tekrar; "E- fendim fırın alevlendi, hazır, ne pişirelim?" dedi.
Yine cevap vermeyince tekrar sordu. Üç defâ tekrarladıktan sonra hocası, bu hâle üzülüp;
"Git içine gir otur!" dedi. Sonra sohbetine devam etti.
Tatlı sohbet bir müddet daha devam ettikten sonra Ebû Süleymân Dârânî hazretleri kıymetli talebesi Ahmed bin Ebü´l-Havârî´yi; "Git içine gir otur!" diyerek fırına gönderdiğini hatırladı. Hemen onu bulup yanına çağırmalarını söyledi. Onu her yerde aradılar ama görünürde yoktu. Bulamadıklarını söylediler.
Bunun üzerine hocası; "Onun bana sözü var. Ne emredersem sözümden çıkmayacaktı. Gidin fırının içine bakın!" dedi.
Koşup fırına bakınca ateş arasında oturduğunu gördüler. Çağırdılar, hiç bir yeri yanmamıştı.
Evliyânın büyüklerinden Abdüllatîf Kudsî (rahmetullahi teâlâ aleyh) birgün kendisinden; "Sâdık, iyi bir mürid (talebe) nasıl olmalıdır?" diye soruldu. Cevap olarak buyurdular ki: "Hocasının huzûrunda iddiâ sâhibi olmamalı, makam ve rütbe için kendisinden bahsetmemeli, yabancı kadınlarla ve genç oğlanlarla bir yerde yalnız kalmamalı, hocasından hiçbir şeyi gizlememeli, izinsiz sohbet meclislerine katılmamalı, tamamen teslim olmalı, şüpheye düştüğü konularda Kur´ân-ı kerîmin Kehf sûresindeki Mûsâ aleyhisselâm ile Hızır aleyhisselâm kıssasını hatırlamalıdır."
Türkistan´da yetişen büyük velîlerden Ahmed Yesevî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerine tasavvuf yolunda bağlananların bâzı bâriz husûsiyetleri vardır. Yeseviyye yolunda bulunan bir mürîdin, riâyet etmeleri mecbûri lâzım olan belli başlı edebler şunlardır: 1) Kendisinden dînini öğrendiği üstâdının, talebelerin hepsinden efdal olduğunu bilmek ve ona tam tâbi ve teslim olmak. Ona uyarak, onun huzûrunda her gün çeşit çeşit yemekler yemek, geceleri uyumak, ona uymaksızın kendi anlayış ve görüşüne uyarak, geceleri nâfile namaz kılmaktan ve gündüzleri nâfile oruç tutmaktan farksız hattâ daha faydalıdır. Çünkü birincisinde, tâbiiyyet ve teslimiyyet, ikincisinde ise, kendi bildiğine göre hareket etmek vardır. 2) Mürîd gâyet uyanık, zekî ve dikkatli olup, hocasının sözlerinden, rumûzlarından ve işâretlerinden hemen anlamalıdır. 3) Hocasının bütün sözlerinden ve işlerinden râzı ve ona itâatkâr olmalıdır. 4) Hocasının husûsî hizmetinde veya bildirdiği, emrettiği bir hizmeti yaparken gâyet atik, dikkatli, ağırbaşlı olmalı, fakat ağır canlı olmamalıdır. İsteksizlik, gevşeklik hâli, hocasının rızâsızlığına sebeb olabilir. Onun rızâsızlığı ise, silsile yoluyla Peygamber efendimize, dolayısıyla Allahü teâlâya gider. 5) Sözünde sağlam, güvenilir ve vâdinde sâdık olmalıdır. Hocasının büyüklüğü husûsunda hiçbir zaman şek ve şüpheye düşmemeli ki, Allah korusun, bu hâl hüsrâna sebeb olur. 6) Ahde vefâ ve hocasına olan tâbiiyyet, uyma ve teslimiyyetinde çok titizlik göstermelidir. 7) Hocasının ufak bir işâreti ile bütün mal ve mülkünü onun emrettiği yere fedâ etmeye hazır olmalı, bunda en ufak bir tereddüd hâli bulunmamalıdır. 8) Hocasına âit husûsî hâl ve sırları tutmasını bilmeli, bunları uygun olmayan şekilde ifşâ etmekten, açıklamaktan çok sakınmalıdır. 9) Hocasının bütün hareketlerini, sözlerini ve nasîhatlerini dikkatle tâkib etmeli, bunda ve bunlara uymakta kaçamak ve gevşeklik yapmamalıdır. Bunları yapmakta ihmâlkâr ve gevşek davranmanın zararlarını düşünmelidir. 10) Allahü teâlâya kavuşmak yolunda, kendisini vesîle, vâsıta yaptığı hocası için, her fedâkârlığa hazır olmalıdır. Onu sevenlere dost olmalı, sevmeyenlere, sevmediklerine ve istemediği şeylere meyl ve muhabbet etmeyi öldürücü zehir bilmelidir.
Buhârâ´da yetişen en büyük velîlerden Alâeddîn-i Attâr (rahmetul- lahi teâlâ aleyh) hazretleri buyurdular ki: "Müride, bütün işlerini mürşidine bırakmak düşer. Din işlerini, dünyâ işlerini, her çeşit işini mürşidinin tercihine, tedbirine vererek, mürşidi yanında kendisinin aslâ bir tercihi, seçmesi kalmaya.
"Şuna inanmalı ki: Hakîkî gâyeye, ancak mürşidin, yol göstericinin, rehberin sevgisi, rızâsı ile erebilir. Bu sebeple, mürşidin rızâsını, sevgisini taleb etmek, müride talebeye düşen başlıca görevdir."
İskenderiye´de yetişen büyük velîlerden Dâvûd-i İskenderî (rahme- tullahi teâlâ aleyh) buyurdular ki: "Kendisinden ilim ve edeb öğrendiğin üstâda hizmet, babaya hizmetten önce gelir. Çünkü baba, senin, bu birkaç günlük keder ve sıkıntı âlemine gelmene vesîle oldu. O kıymetli üstâd ise, seni safâ âlemine, yüce âleme yükseltmekte, ebedî saâdetine vesîle olmaktadır."
"Dünyâya gelip, kâmil bir mürşidin (yol göstericinin) mânevî terbiyesi ile yetişmeden ölen bir kimse, kirli, pis olarak ölür. İsterse, insanların ve cinlerin sayısı kadar ibâdet yapmış olsun."
Evliyânın büyüklerinden Ebû Ali Rodbârî (rahmetullahi teâlâ aleyh) tasavvuf yolunda bulunan bir mürîdin talebenin dikkat etmesi gereken hususları şöyle bildirdi:
"Mürid, Allahü teâlânın kendisi için irâde etmiş olduğu şeyden başkasını, nefsi için irâde etmez. Murâd ise iki cihânda O´ndan başka bir şey irâde etmez.
Hakk´ın irâdesine râzı olan kendi irâdesini terkettiği zaman mürîd olur. Sevenin ve âşıkın kendi irâdesi yoktur ki, murâdı olsun. Hakkı irâde eden, Hakk´ın irâde ettiğinden başka bir şey irâde etmez. Murâdı Hak olanın Hakk´ın murâdından başka murâdı olmaz. Hak bir kimseyi irâde ederse, o kimse Hak´tan başka bir şey irâde etmez. Hakk´ın murâdı olan bir kimsenin murâdı sâdece Hak olur."
Büyük velîlerden Ebû Osman Hîrî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin tasavvuf yoluna girişi, şöyle anlatılır: Henüz küçük yaşta olmasına rağmen, Allahü teâlânın ihsân ettiği bir azimle yükseklikleri arar bir hâli vardı. Bir gün dört kişi ile mektebe gidiyordu. Gâyet güzel bir elbise giymiş, başına da güzel bir sarık sarmıştı. Giderken harâbe bir yerin önünden geçiyorlardı. Bu harâbe içinde sırtı yara olmuş bir eşek duruyordu. Bir karga bu hayvanın yarasını gagalıyordu. Hayvan âciz ve çâresiz bir halde kargayı kovamıyordu. Gâyet ızdıraplı ve perişân bir halde acı içinde kıvranıyordu. Bu hâl Ebû Osman Hîrî´yi çok üzdü, kalbi sızladı. Hemen hayvanın yanına yaklaşıp, başındaki sarığı çıkardı. Hayvanın yarasını sarığı ile sardı. Sırtındaki kıymetli cübbeyi de üzerine örttü. Zavallı hayvanı içinde bulunduğu sıkıntıdan kurtardı. Bu hareketiyle kalbi rahatlamıştı. O gün daha eve dönmeden içine evliyânın feyzi ve sevgisi doğmuştu. Büyük bir şevkle arayışı artmıştı. Kalbi yanık ve perişan bir halde zamânın meşhur velîlerinden Yahyâ bin Muâz hazretlerinin huzûruna gitti. Bu zâtın dergâhına girip talebesi oldu. Bir müddet sonunda ders ve sohbetlerinde olgunlaşıp, pişti. Ancak arayışı sona ermiş değildi. Bir gün dergâha gelen bir grup misâfir, zamânın meşhur evliyâsından olan hocaları Şâh Şücâ Kirmânî hazretlerinden bahsedip, onun hallerini anlatmışlardı. Anlatılanları dinleyince içine o zâtı görme arzusu düştü. Bu sebeple Kirman´a gitti. Sohbetinde bulunmak için müsâde istedi. Ancak; "Sen recâyı, devamlı ümitli olma hâlini, kendine huy edinmişsin. Ümidi huy hâline getirmişsin. Recâyı taklid etmek benliktendir. Hocan Yahyâ bin Muâz´ın recâsı hakîkî, seninki ise taklîdîdir." diyerek talebeliğe kabûl etmedi. Fakat, dergâhından ayrılmadı. Devamlı yalvardı. Bu yalvarma hâli yirmi gün devâm etti. Sonunda onu sohbetine kabûl edip, talebeleri arasına aldı. Şah Şücâ Kirmânî hazretlerinin ders ve sohbetlerinden çok istifâde edip, feyz aldı.
Şah Şücâ Kirmânî, bir gün Ebû Osman Hîrî ile birlikte zamânın meşhûr velîlerinden Ebû Hafs Haddâd´ın ziyâretine gitmişti. Ebû Hafs Haddâd´ın sohbetinde bulunmaya can atıyor, ona talebe olmayı çok arzu ediyordu. Ancak hocası Şah Şücâ´dan da müsâde istemekten çekiniyordu. Allahü teâlâya duâ edip o zâtın yanında kalmayı nasîb etmesini istedi. Misâfirlikleri sırasında bir gün Ebû Hafs Haddâd gâyet neşeli bir hâlde Şah Şücâ Kirmânî´ye; "Bu genci burada bırak. Bu bizim hoşumuza gitti, onu sevdik." diyerek Ebû Osman Hîrî´yi istedi. Hocası onu kıramayıp kabûl etti. Onu bırakıp, memleketine döndü. Artık Ebû Osman Hîrî, Ebû Hafs Haddâd´ın talebesi oldu. Bir müddet ders ve sohbetlerine devâm etti. Bir gün hocası ona huzûrundan ayrılıp gitmesini söyledi. "Bir daha yanımıza gelmeni istemiyorum!" dedi. Ebû Osman Hîrî bu çetin imtihan karşısında edeple yerinden kalktı, bir şey söylemeden ve hocasına sırtını dönmeden geri geri yürüdü. Hocası gözden kayboluncaya kadar bu halde yüzünü dönmeden geriye doğru hem yürüdü hem de gâyet içli bir şekilde ağladı. Dergâhın eşiğine yakın bir yere bir çukur kazıp içine girmeyi ve buradan hocasını seyretmeyi, hocası emretmeyince bu çukurdan çıkmamaya karar verdi. O böyle âşık ve yanık bir halde kıvranırken, hocası Ebû Hafs Haddâd onun hâlini müşâhede edip yanına çağırdı. Yakın talebeleri arasına aldı. Ayrıca kızını verip kendine dâmâd yaptı. Ebû Osman Hîrî bu hocasının yanında kemâle erip büyük bir velî ve meşhûr bir mürşid-i kâmil, yetişmiş ve yetiştirebilen bir rehber oldu. Yaşayışı, sohbetleri, vâz ve nasîhatlarıyla insanlara Allahü teâlâ- nın emir ve yasaklarını anlattı. İnsanların dünyâ ve âhiret saâdetine kavuşmalarına vesîle oldu. Dergâhında pek çok kıymetli âlim yetişti.
Ebû Osman Hîrî hazretleri buyurdular ki: "Bir mürşide, rehbere talebe olan kimsenin, samîmî değilse, günden güne betbahtlığı artar."
"Tasavvufta yetişmek isteyen mürid, talebe, tasavvuf erbâbı olanların ilminden bir şey işitir ve bu işittiği şeyle amel ederse, bu husus kalbinde ömrünün sonuna kadar istifâde edeceği bir hikmet olur. İşitip amel etmeyen kimse için ise, işittiği şey ezberlenen bir hikâye gibi akılda kalır ve zamanla unutulup gider."
İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin önde gelen talebelerinden Muhammed Hâşim-i Keşmî (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin yüksek babası Hâce Kâsım, o bölgenin büyüklerinden ve meşhûr âlimlerinden olup, Bedehşân pâdişâhı Mîrza Şahrûh´un hocalarındandır. Muhammed Hâ- şim, İmâm-ı Rabbânî hazretlerine kavuşmasını, hocasının hayâtını yaz- dığı Zübdet-ül-Makâmât kitabının önsözünde şöyle anlatıyor: Devâmlı var olan ve O´ndan başkası O´nunla varlıkta duran Allahü teâlâya hamd ederim. Serâpâ nûr olan Peygamberimiz hazret-i Muhammed´e, Âline, Eshâbına, O´na tâbi olanların hepsine ve kıyâmete kadar O´nu sevenlere salât ü selâm ve iyi duâlar ederim.
İlim ve irfân kaynağı, gizli ve âşikâr hazîneler sâhibi, temkin ve edeb sofrasının efendileri, silsile-i zeheb halkasının mestolmuşları! Biliniz ki, kendi amelinden utanan bu hakîrin baba ve dedeleri, yüksek Kübreviyye yolunda idiler. Daha çocukluğumda, bu yolun büyüklerinden bâzılarının bereketli sohbetlerinde bulunmuştum. Fakat yaradılışım îtibâriyle ve aslî münâsebetim sebebiyle, daha gençliğimin, delikanlılığımın ilk zamanlarında gizli işâretler ve müjdelerle, kalbimi silsile-i zehebden olan Nakşi- bendiyye´nin büyüklerine bağladılar. Ümid gözüm onların rahmet ve bereketi ile açılınca, bu büyük yolun yol göstericilerinden hangisinin, bu âcizin kolundan tutacağını bilemiyordum. Bu azîz ve çok yüksek silsileye girmek isteyenleri kabûl edenlerden hangisinin, bu kâbiliyetsizi, kerem ve ihsân ederek kabûl edeceğini anlayamıyordum. Bu düşüncenin devâm ettiği günlerde, o makâmlara kavuşmak istemenin verdiği arzû ile, elem ve sıkıntı içinde, dâimâ; "Haydi! Atımı hazırlayın, muhakkak Hindistan´a gitmem lâzımdır." diyordum. Mevlânâ buyurur ki:
Beyt:
Hindistan´ı rüyâmda gördüğüm günden beri,
Ümid gözüm açıldı, harâb buldum her yeri.
Bu elemlerden ve şuursuzca söylenen sözlerden sonra, vaziyetim şöyle oldu. İster istemez kendimi tutamayıp, Hindistan´a geldim. Bir sene sonra bir gece bir mecliste, geçmiş evliyânın acâib hâlleri, garib tasarrufları üzerinde konuşuluyordu. Kalbimden geçti ve hattâ zannediyorum, dilimle; "Bu azâmetli hakîkat, yalnız eski zamanlarda ve eski insanlarda olup, bugün bir cevher mevcûd değildir. Yâhut zamânımızda da vardır, ama bizim gibi kâbiliyetsizlerin idrâk gözlerinden saklıdır." dedim.
Beyt:
Ya güzellerin kalbinde ehl-i dile meyl kalmadı.
Ya âşıklar diyârında bir sâhib-i dil kalmadı.
Bu günlerde idi. Bir gece rüyâmda büyük bir zât; "Haydi, kalk, filân mürşid-i kâmil ve âlim, filân yerde, talebeleri ile oturmuş seni bekliyorlar." dedi. Oraya gittik, şu sûrette bir üstâd gördüm. Evin sofasında oturmuş murâkabe ediyordu. Talebeleri sofanın altında başlarını önlerine eğmiş, sessizce oturuyorlardı. Beni oraya götüren zât, üstâdın huzûruna çıkardı. Başlarını kaldırdılar, elini uzatıp elimi tuttular ve; "Bismillâhirrahmânir- rahîm, Nasr sûresini sonuna kadar oku!" buyurdular. Okudum ve ağla- dım. Uyanınca bu sûreyi ve ne için inzâl olduğunu düşünmeğe başladım ve şöyle buldum: "Feth ve imdâd-ı ilâhi yetişince, birçok insanların fevc fevc, yâni kitle kitle bu büyükler yoluna ve ana caddeye girdiğini görür- sün. O hâlde tesbih et ve istiğfâr yolunda ilerle ki, Allahü teâlâ tevvâbdır (Yâni ziyâdesiyle tövbe kabûl edicidir)." Allahü teâlânın kelâmının sonu tevvâb olunca, buradan tövbeye bir işâret buldum.
Bu rüyâdan sonra diyar diyar gezip, Hindistan´ın büyük şehirlerinden, hacıların uğradığı Burhânpûr´a vardım. Gariblerin sığınağı, üzüntülü kal- blerin tabîbi, Şeyh Burhâneddîn-i Garîb´in isminin bereketiyle feyz- lenmiş bir ülkedir. İlim, amel, takvâ sâhibi ve Kur´ân-ı kerîme muttalî bü- yük bir âlimin rüyâsına göre, burası birçok beldelerden hayırlıdır. (Allahü teâlâ bu şehri ve diğer bütün müslüman memleketlerini belâlardan, âfet- lerden korusun.)
Burhânpûr´da silsile-i şerîfeden, İslâmiyeti yaymak için uğraşan ve tâliblerin kalblerini çekmekte mâhir, seyyidlerin büyüklerinden ve hakîki mürşid-i kâmillerden, sâhib-i zevk ve vicdan, insan görmüş insan, Mu- hammed Nûmân´ın huzûr ve sohbetlerine kavuşmak için çok acele ediyordum. Huzûrlarına büyük bir heyecanla vardığım zaman, hayretler içinde kaldım. Zîrâ, beni rüyâda büyük bir zâtın huzûruna (İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin huzûruna) bu zât kavuşturmuştu. Zikri ve bu büyükler yolundaki murâkabeyi kendilerinden aldım. Huzûr ve hizmetlerinde, İmâ- m-ı Rabbânî´nin muhabbet tohumunu gönül bahçeme ektim. Nihâyet bin otuz bir senesinde o menkıbeleri çok yüksek olan İmâm-ı Rabbânî´nin yüksek dergâhına kavuştum. Hemen hemen iki sene hazerde ve sefer- de, yanlarından, eteklerinden ayrılmadım. Bu zamanda, onların sohbet- lerinden çok istifâde ettim. O cihânı nûrla dolduranın feyzlerinden, bu kalbi kırığın gönül penceresine o kadar nûr vurdu ve feyz aktı ki, dile gelmez.
Bu fakîr bir gün, Kur´ân-ı kerîm okurken; "Ey Habîbim, teheccüd namazını, fazla bir farz olarak kıl. Allah seni Makâm-ı Mahmûd´a kavuşturur." (İsrâ sûresi: 79) meâlindeki âyet-i kerîmesine gelince, aklıma; "Tehec- cüd namazını kılmakla şefâat makâmı olan Makâm-ı Mahmûd´un be- reketlerinden nasîb alınıyor mu?" diye geldi. Hazret-i İmâm´a bunu soracağım dedim. Bu niyetle huzûrlarına geldim. Abdest alıyorlardı. Beni görünce, hemen; "Teheccüd namazını çok kıymetli tut." buyurdular. "Ço- ğu zaman kılıyorum." dedim. Buyurdular ki: "Şefâat makâmı olan Makâ- m-ı Mahmûd´dan nasîb ve pay almak istiyenler, teheccüd namazını hiç kaçırmasınlar." Sonra aynı âyet-i kerîmeyi okudular. Bu fakîr, mübârek ellerini öperek; "Bu muammayı sormak için huzûrunuza gelmiştim. El- hamdülillah, ben arzetmeden kerâmet buyurarak siz beyân ettiniz." dedim.
İmâm-ı Rabbânî hazretleri, muhlislerinden herbirinin ismine birer mektup yazınca, bu fakîrin de, bu devlet ve saâdete kavuşmak sebebiyle, kalbime; "Allahü teâlânın inâyeti ile, güzel kokulu mektûplarından bir tâne de bu fakîre yazsalar ve bu mektup Mektûbât´ın birinci cildinin son mektubu olsa, ne güzel olurdu. Çünkü ben bu dergâhın sonuncusu ve en aşağısıyım." diye geldi. Hazret-i İmâm, bâtın nûru ile bunu anladılar ve bana bir mektûb yazdılar. O mektubun sonunda da; "Muhammed Hâşim´e gönderilen bu mektupla, şerîat sâhibi peygamberlerin adedine ve Eshâb-ı Bedr´e uygun olduğundan, birinci cildi burada bitirelim." buyurdular. Mübârek hocam kerâmeti ile bu isteğimi ihsân ettiler.
Beyt:
Vücûdumun her kılı gelse de dile,
Şükrünün binde birini edemez bile.
Onların civârında ve duvarlarının gölgesinde geçen aylar ve günler esnâsında, zamânın gavsi ve esrâr sâhibi olan eşsiz oğulları, bu kitapta ismi ve hâlleri geçecek büyük mürşid-i kâmil halîfelerinin her biri (Allah onların tesirlerini dâimî eylesin) bu âcize; "İmâm-ı Rabbânî´nin husûsî ve umûmî meclislerinde, inci saçılan mübârek dilinden, vakte, zamâna, hâle ve istidâda göre çıkan ve mârifetler hazînesi olan Mektûbât´ta bulunmayan, yeni ve tâze faydaları, yüksek mârifetleri, onların hâllerinin ve tavırlarının nasıl olduğunu, nûrlarını, bereketlerini, kerâmetlerini, yazman sana lâzım oldu. Ayrıca İmâm-ı Rabbânî müceddid-i elf-i sânî´nin hocası kutb-ı zamân, çok yüksek makâmlar sâhibi, kalblerin nûrlandırıcısı, âriflerin ışığı, din ve milletin kendisinden râzı olduğu, efendimiz Hâce Mu- hammed Bâkî Üveysî Nakşibendî (kaddesallahü sirreh) hazretlerinin yüksek hâllerini bir kitap hâlinde toplayasın. Böylece o iki serveri sevenlere, onların hâllerini tanıtır ve yâdigâr bırakırsın" buyurdular. Sermâyemin az olmasına rağmen, emirlerine uymaktan başka çârem kalmadı. Bu sözlerden az bir kısmını yazdığımda, takdir-i ilâhî ile kalbinden nûr ve huzûr saçılan eşsiz hocamdan icâzet alarak, onun emri ile Burhanpûr´a gittim. Uzakta kaldığım zamanlar, ayrılık elemleri ve hasretimi teskin için, bu yüksek halleri ve sözleri yazmak arzûsu dayanılamıyacak hâle geldi. Henüz bir mikdâr yazınca, hazret-i hocamızın tüyler ürpertici vefât haberi, kalbi yaralı talebelerini mâteme gark etti. Vefâtından sonra, teselliyi, hâllerini ve sözlerini anlatmak ve yazmakta buldum.
Nazm:
Bir balık ki mahrûm kalır Fırat´dan,
Artık yaşayamaz ümid keser hayatdan.
Hazret-i İmâm´ın vefât haberi bu garibe gelince, üzüntümün ve ızdı- râbımın çokluğundan ciğerim yandı, gözüm yaşlarla doldu. Gönlüm perişân oldu. Sahrâlara düştüm. Lisân-ı hâl ile şu rubâîyi söylüyordum:
Mâdem sen yoksun, yüzümü sahraya döneyim,
Kalbime dağlar kadar gam yükü yükleyeyim.
Her gördüğüm dikenden, soracağım gülümü,
Ve her gördüğüm kuştan, ankâmı isteyeyim.
Akşam olunca şehrin kenarında, virâne bir mescidde, o pahasız hazînenin hayâliyle başıma gam örtüsünü bürüdüm. İçim yanıyor, kalbim parçalanıyordu. İçimden soğuk âhlar çekiyor, gözümden yakıcı gözyaşları döküyordum.
Soğuk âh âteş-i gamla, gözümüz yaşlı her zaman,
Aşk habercisinden bir başka âcizlik var her zaman.
Damarlarım iplik oldu, yanan tenim iflâh olmaz,
Senin aşkından kalbimiz parçalanıyor her zaman,
Her kılın dibi mâtemden halka oldu, ey Hâşim,
Her halkada nice dille ben ağlarım her zaman.
Bu yanma ve gözyaşları arasında, hazret-i İmâm göründü. "Sabretmek lâzım." buyurdular. Binlerce kırıklık, perişânlık ve şaşkınlıkla; "Ey iki dünyâ seâdetimin sebebi, ateşe kim dayanabilir?" diye arz ettim. "İbrâhim aleyhisselâma benzeme hâlini yerine getirmek lâzımdır. O ateşe atılırken sabretmişti." buyurdular. Bu kendinden geçmiş sarhoş âşığın divâneliği arttı ve şu rubâîyi okudum:
Divâne gönlüm bu sözden daha çok mecnûn oldu,
Açılan yaralardan, feryâdım efzûn oldu.
Kırılan şişelerin içinde bir şey kalmaz,
Bu kalbim kırıldıkça daha çok kanla doldu.
Tekrar sahrâlara çıkmak istedim. Mescidin kapısından ayağımı dışarı atınca yere yıkıldım. Kendimden geçtim. Bu fakîrin tanıdıklarından biri, o gece oradan geçiyordu. Beni tanıyıp evine götürdü. Bizim evdekilere, beni gam ve mâtemle dolu olan evimize götürmeleri için haber verdi. Orada kalmama râzı olmadıklarını anlayınca, ister istemez, güçsüz kuvvetsiz, zorla kendi virânhâneme geldim. Gelirken dilimde şu hasret şiiri vardı:
Yol başlarında göz yaşı dökerek oturayım,
Gelen geçen yolculardan, senden haber sorayım.
Bâzan toz gibi kalkıp, bâzan yere ineyim,
Bundan iyi seferi olamaz güçsüzlerin,
Ciğerim, seve seve, yanıyor söyleyeyim,
Gözümü kâse yapıp, altın gümüş ister gibi.
Kapındaki fakirlerden gözyaşı dileneyim,
Evim inilti yatağı, ben de olayım ney gibi.
Belki böylece Yûsuf´tan bir haber edinirim,
Sahrâda yanan bir susuz, deryâya inmiş gibi,
Ondan haber verecek birini bekleyeyim.
Bu kâfile erbâbı, bey´ ve şirâ hayrânı,
Gönlü düğüm yapıp Hâşim, hayâlle avunayım.
Erzincan velîlerinden İbrâhim Efendi (rahmetullahi teâlâ aleyh) hazretlerinin babası yeniçeri başçavuşudur. Rusya muhârebesinde iken İb- râhim Efendi (Aşçı Dede) doğmuş ve babasına müjdelenmiştir. İbrâhim Efendi belli bir tahsilden sonra tasavvufta Mevleviyye yoluna girdi. Bir müddet bu yolda ilerlemek için çalıştı. Daha sonra Erzincan´a gidip Hacı Fehmi Erzincânî hazretlerini tanıyıp ona talebe oldu. Onun sohbetlerin- de kemâle erdi. Mükemmel bir medrese tahsîli gördü. Askeriyede rûznâ- meci olarak vazîfe yaptı.
Hocasını tanıdığı ve tasavvufta kemâle erip yükseldiği yer olması sebebiyle Kûy-i Cânân-ı Hakîkî diye vasfettiği Erzincan´a gitmek için İstanbul´dan gemi ile yola çıkıp Trabzon´a oradan da Erzincan´a geçti.
Şöyle anlatır: "Ben bilmezdim. Fakat Kûy-i Cânân-ı Hakîkî Erzincan imiş. Altı-yedi gün gâyet hoş bir yolculuktan sonra bir sabah vakti dağ üzerinde iken Erzincan Ovası göründü. Ova gözüme o kadar hoş gözüktüğünden, elimde olmadan meâlen; "Bunlar Adn Cennetleridir. Ora- ya devamlı kalıcılar olarak giriniz." buyrulan âyet-i kerîmeyi okudum. Bu sırada yanımda bulunan yol arkadaşım İsmâil Ağa yüzüme bakıp neden bu âyet-i kerîmeyi okuduğumu sordu. İçimden geldi deyince, benim tarîkat ehli bir kimse olduğumu anlayıp; "Niçin söylemezsiniz, ben de tarîkat ehliyim." dedi. Hangi tarîkatten olduğunu sorunca, "Hâlidiyye" dedi. Sonra Erzincan´da bu tarîkatın çok yaygın olduğunu söyledi. Bu sırada ben Mevlevî tarîkatında idim.
Daha sonra Erzincan Ovasına indik. Oradan Erzincan´a bir günlük yolumuz daha vardı. Ova o kadar hoşuma gitti ki, hayretimi yol arkadaşım İsmâil Ağaya söyledim. Erzincan daha güzeldir, dedi. "Zâhiri de bâtını da mâmur." sözünden; bu beldenin hem zâhiri hem de bâtını mâmur bir belde olduğunu anladım. İçimden; "Bu beldede elbette büyük ve mübârek bir zât olmalı. Çünkü insana pek hoş geliyor, bambaşka bir haz veriyor." diye düşündüm. Hatırladığıma göre H.1270 senesinde Receb ayında Erzincan´a ulaştık.
Yolculuğumuz sırasında İsmâil Efendiye Erzincan´da velîlerden kimler vardır, diye sordum. "Hacı Fehmi Efendi vardır. Büyük bir zâttır. Hâlidiyye yolu halîfelerindendir. Şeyh Vehbi Hayyât´ın (Terzi Baba) halîfesidir. Hani Erzincan´a girerken kabristanda gördüğümüz türbe var ya işte o türbe Şeyh Vehbi Hayyât hazretlerinin türbesidir." deyince, ben Fehmi Efendiyi daha görmeden ona âşık oldum. İsmâil Efendi bana dedi ki: "Bu sözleri söyleyince yüzünün rengi değişti. Bambaşka birisi oldunuz." Ben ise; "Gönlümde bambaşka bir tecelli hâsıl oldu. Fehmi Efendinin aşkının ateşi üzerimde görülmeye başladı. Aman İsmâil Efendi! Bu Cumâ günü ziyâretine gidip ayağının toprağına yüz sürelim." dedim. "Baş üstüne." deyip, evine gitti. Bunun üzerine benim içime bir başka aşk ateşi düştü ki, öncekinden daha tatlı ve tesirli idi. Cumâ gününün gelmesini iple çekiyordum. Yemekten içmekten kesildim. Annem; "Sen- de bir efkâr var! Oğlum bu hal nedir?" diye sordu. "Hiçbir şey değil bir- kaç gündür vücûdumda kırıklık hâli var." diyerek cevap verdim.
Cumâ günü gelince, gusül abdesti alıp temiz elbiselerimi giydim. İsmâil Ağa, berâber câmiye gitmek için yanıma gelip; "Bugün güveği gibi giyinmişsin." deyince; "Evet öyledir. İnşâallah Fehmi Efendinin dâmâdı olacağım." dedim.
Câmiye vardığımızda daha kimse gelmemişti. Müezzin Kur´ân-ı kerîm okuyordu. İlk safa oturduk. Cemâat yavaş yavaş toplanıyordu. Etrâfıma bakınırken sanki bir ses kulağıma arkana dön bak der gibi oldu. Dönüp baktığımda bir zâtı oturuyor gördüm. Kalbimde şimşek çakar gibi bir hâl oldu. Bir hareket ve âzâlarımda bir titreme meydana geldi. Bu zâtın Hacı Fehmi Efendi olduğunu hissedip yanımda oturan İsmâil Efendiye yavaşça; "Arkamızda bir zât oturuyor. Fehmi Efendi bu zât mıdır?" diye sordum. Bakıp; "İşte odur." deyince, bende öyle bir heyecan meydana geldi ki, anlatmak mümkün değil. Öyle mânevî bir hâle girdim ki, koca câmi sanki bana dar geldi. Dönüp mübârek yüzüne bakamıyordum. Bakmadan da edemiyordum. Izdırabımdan terlemeye başladım. İsmâil Ağa; "Çok muzdarip oldun sebebi nedir?" dedi. "Arkamda oldukları için muzdarip olduğumu söyleyince; "Hazret-i Şeyh hoş görür. Böyle şeyleri aramaz, üzülme." dedi. Halbuki benim ızdırabım başka bir sebepten ileri geliyordu.
Nihâyet ezân okundu. Namaz için kalktık, artık mübârek yüzünü görmek mümkündü. Ama başımı nasıl çevirip de bakabilirdim. Edebimden dönüp bakamadım. Namazdan sonra içimden bir âh çektim. İsmâil Ağa bana; "Sen bu hâl ile nasıl evlerine gidebileceksin?" deyince, artık ister istemez gideceğiz, dedim. "Fazla oturmayalım. Hizmetçiye de ten- bih edelim bizim için tütün çubuğu da doldurmasın." dedim. İsmâil Ağa; "Hazret-i şeyhin âdeti öyle değil muhakkak çubuk doldurtur." dedi. Ben içeri girerken hizmetçiye içerde benim için sakın çubuk doldurma diye tenbih ettim.
Nihâyet İsmâil Ağa önde ben de arkasında uzun bir merdivenden çıktık. Oturdukları oda uzun bir oda olup, odada İbrâhim Paşa ve dört beş kişi daha misâfir vardı. İsmâil Efendi odaya önce girdi. Fehmi Efendinin huzûruna girince, mübârek yüzüne baktım. Uzun boylu, ince zayıf yapılı, buğday benizli, yüzünde nûr parlıyordu. Elini öpmek istediğimde âdeti olmadığından ve tevâzu gösterip öptürmek istemediler. Öpmek nasîb oldu. İsmâil Efendi; "Rûznâmeci efendidir." diyerek beni tanıttı. "Mâşâallah bârekallah." buyurdular. Sonra karşısına oturmamı emretti. Huzûrunda edeple oturdum, göz ucuyla yüzüne baktım. Hâlimi hatırımı sordu. Başım önüme eğik olduğu halde cevap veriyordum. Çok sıkıldığımdan terledim. Sıkıldığımı anlayıp bana bir şey söylemeyip diğer misâfirler ile konuştu. Bir müddet sohbetinde kaldıktan sonra müsâde istedik. Ayrılırken elini öpmek istedim, elini yukarı kaldırıp öptürmek istemedi. Fakat elimi biraz sıktılar. Âh âh milyonlarca âh! Hani "Hayâli cihan değer" diye bir söz vardır. İşte şimdi o hatıralarımın hayâli cihan değer. İşte bunları yazıp anlatırken o hayâl hâsıl oldu. Ağla gözlerim ağla! Hocam Fehmi Efendinin ayrılık derdiyle ağla! Huzûrundan ayrılırken müsâfeha edip elimi sıktıkları sırada kalbime şöyle yerleştirdiler ki: "Sen bizimsin, üzülme, mahzun olma!" İşte o andaki sevincim sevdiğine kavuşan kimsenin sevinci gibi pek ziyade oldu. Kan ter içinde huzûrundan ayrılıp dışarı çıktım. Huzûrunda bana nasîb olan mânevî hâli İsmâil Efendiye açmadım. Bir nazarlarıyla aşk-ı hakîkiye kavuşturdular.
İsmâil Ağa bana; "Artık bugün senin bayramındır. Abdüssamed Efendinin ziyâretine de gidelim." dedi. "O zât kimdir?" diye sorunca; "Terzi Baba´nın dâmâdıdır. Hem Terzi Baba´nın evini de görmüş olursun." dedi. Doğruca oraya gittik. Evi, Câmi-i kebîrin yakınında idi. Beş-altı merdiven basamağı çıktıktan sonra, büyük bir odada idiler. O beldenin âdeti üzere odada bir de ocak vardı. Orayı görünce, içimden aynen İstanbul´daki Merkez Efendinin çilehânesine benziyor düşüncesi geçti.
Abdüssamed Efendi bir köşede oturuyordu. Leblebici Baba da yanındaydı. Başka misâfirler de vardı. Huzûruna girince, elini öpmek istedim, öptürmediler. Karşılarına oturdum. Fakat Hacı Fehmi Efendinin huzûrundaki gibi fazla hicap duymadım. Hürmet ve saygı göstererek konuşuyordum. İsmâil Efendi bu fakiri tanıtınca, memnun oldu. Abdüs- samed Efendi konuşurken gözlerini yumuyor arasıra açıp tekrar kapatı- yordu. Leblebici Baba ise siyah bir aba giyinmiş elindeki tesbihini çekiyordu. Huzurda bulunanlar edeple oturuyorlardı. Bir müddet sohbetten sonra müsâde alıp ayrıldık. Sonra İsmâil Efendi ile bizim eve gittik. Bu zâtların hayatlarından ve menkıbelerinden anlatmasını istedim.
İsmâil Efendi, Muhammed Vehbi Hayyât hazretlerinin hayâtını uzun uzadıya anlatıp sözünü bitirdi fakat bu fakirin de işini bitirdi. Yâni gönlüm tamâmiyle Vehbi Hayyât hazretlerine meyl ve muhabbet ederek gece gündüz âh u figânım arttı. Ertesi günü vazîfe yerime gittim. Bedenen vazîfe mahallim olan yerdeyim, fakat aklım, rûhum Muhammed Vehbi Efendideydi. Olup bitenleri vazîfe arkadaşım Şerif Efendiye anlattım. Bana; "İsmâil Efendinin nakl ve hikâyesinin hepsi doğrudur. Bu işler yakında olduğuna göre bu durumları bilenler çoktur. Hem de Hoca Fehmi Efendinin, Şeyh Hayyât hazretlerinin halîfesi olup, "Vehbi Efendinin makâmının Hacı Fehmi Efendiye ihsân olunduğunda dahi aslâ şüphe yoktur." dedi. İşte şimdi baştan başa ateş saçağı sardı. Fakat henüz yalnız olarak Fehmi Efendinin huzûruna gitmeye kuvvet ve cesâretim yoktu. Bu sebeple İsmâil Efendiye bir kere daha gidelim dedim. Bunun üzerine bir sabah gittik. Önceki gibi Hacı Fehmi Efendinin yine ellerini öptük. Sonra, içimden Hacı Fehmi Efendiye karşı çekingenlik hâlim gidip, bir ferahlık geldi. Bir ara kendisine baktığımda Allahü teâlâya yemîn ederim ki, o anda elimde olmayarak içimden bir aşk deryâsı zuhûr edip, iki gözümün pınarından yaş geldi. Hele ki kendimi zabtederek sırrımı, içimde olanları dışarı vurmadım. Biraz sonra İsmâil Efendinin işâreti ile izin isteyip huzurdan ayrıldık. İsmâil Efendiye; "Benzeri cihana gelmemiş bir Yûsuf´a insan nasıl alâka, ilgi gösterirse, işte, şâhid ve bilmiş olun ki, Fehmi Efendi hazretlerine de öyle âşık oldum. Eğer bu aşk daha ilerlerse, bil ki, kalemi (rûznâmecilik vazîfesini) çoluk çocuğumu terk eder, onun kapısında hizmetkâr olurum." dedim. İsmâil Efendi; "Bu hususta korkum yoktur. Çünkü Hacı Fehmi Efendi hazretlerinin mânevî kuvvet ve kudretlerini iyi bildiğim için, sizi bu duruma varmaya bırakmazlar." dedi.
On beş-yirmi gün sonra İsmâil Efendiyi çağırıp, Fehmi Efendi ve daha başkalarını bir akşam yemeğine dâvet etmek istiyorum. Aceb Fehmi Efendi kabûl ederler mi?" dedim. "Kabûl ederler." dedi. İsmâi Efendi ile berâber huzûruna varıp arz ettik. Kabûl buyurdular. Oradan Abdüssamed Efendi, Leblebici Baba, Hacı Hafız Efendi, Abdülbâki Baba ve diğer ihvâna giderek hepsini dâvet ettim. Ertesi günü akşam yemeğine teşrif ettiler. Yemekten sonra sohbet başladı. Fakir de şöyle bir köşede ayakkabılık tarafında oturdu. O âna kadar az çok ehl-i tarik ile muhabbetimiz olmuş ise de onların birisinden işittiğim bâzı sözler fakiri o kadar benden aldı ki, doğrusu aklım ve fikrim başka bir çeşit oldu. Abdüssamed Efendi beni kasdederek buyurdular ki:
"Rûznâmeci Efendiyi kimseye vermem. Benim olsun." dedi. Vehbi Hayyât Efendinin dâmâdı olduğu için Fehmi Efendi ona çok hürmet gösterirdi. Buyurdular ki; "Rûznâmeci duâcınız, buna fevkalâde teşekkür eder. Siz kabûl buyurursanız." dediler. Hepsinin ellerini teker teker öptüm. İşte o dâvet sâyesinde biraz onlara alıştım. Fakat yine yüzlerine bakamazdım. Önüme bakarak gâyet edepli arzederdim. Ertesi gün Abdüssamed Efendi hazretlerine gittim. Merhamet ve lütuflarının çokluğundan bana zikr yapmayı ve daha başka şeyleri öğretip, teveccüh buyurdular. Bu sırada kalbim harekete geldi. Fakat bir başka âleme girdim. Başka bir renge boyandım.
Oradan Fehmi Efendinin yanına geldim. Onlar da gâyet memnun olup duâ buyurdular. İşte elden geldiği ve gücüm yettiği kadar zikr ile meşgûl oldum. İçimizdeki muhabbet git-gide artıyordu. Hacı Fehmi Efendinin yanında bir köşede boynumu eğip zikr ile meşgûl oldum.
Hacı Fehmi Efendinin âdetleri üzere yanlarında dâimâ Muhamme- diyye kitabını okuturlardı. Erzurumlu bir derviş olan İsmâil Efendi vardı. Sesi gâyet güzeldi. Muhammediyye´yi ona okuturlardı. Orada bulunanla- rın hepsi gözlerini yumup murâkabe hâlinde dinlerlerdi. Kendileri de mu- râkabeye dalar bu âlemden çıkardı. Muhammediyye´yi bir saat kadar okuturdu. Muhammediyye okunması tamam olunca, herkes donmuş kalmış gibi olurlar, sonra kendilerine gelirlerdi. Fakir, Hacı Fehmi Efen- dinin himmetiyle az zamanda hayli terakkî edip ilerleyerek, nice senelik müridler, talebeler gibi oldum.
Hacı Fehmi Efendi, kendisine talebe olmaya gelenler için; "Benim gibi zavallı birinin dervişi mi olur. Biz kendimiz dervişiz. Ancak ihvân-ı din gelip, gönüller böyle arzu ediyor. Fakir de elinden tutup hocam Veh- bi Hayyât hazretlerinin sürüsüne katıyorum. Yalnız fakirin hizmeti dışa- rıda kalan koyunları birer birer hazret-i Hayyât´ın sürüsüne katmaktır. Oradan ötesine karışmam. O sürünün çobanı vardır. Benim işim onlara teslimdir." buyururlardı.
Hindistan´ın büyük velîlerinden Kerîmüddîn Bâbâ Hasan Ebdâlî (rahmetullahi teâlâ aleyh) ilk tahsîline memleketinde başladı. Daha son- ra Lâhor´a gitti. Zâhirî ilimleri tahsîl ederken hatırına; "Bu hâlde ölürsem Hak teâlâyı bilmeden, tanımadan ölmüş olurum." düşüncesi geldi ve tahsîli bıraktı. Memleketine dönüp, tâat ve ibâdetle meşgûl oldu. İçine doğru yolu gösterici bir âlim bulup, onun vesîlesiyle velîlik yolunda iler- lemek arzusu düştü. Bir gece rüyâda, Yûsuf aleyhisselâmın güzelliğini andıran, pek güzel ve vekârlı bir büyüğün mübârek sûretini gördü. Hatırından bu zâtın talebesi olmayı geçirdi. Uyanınca, hayret edip; "Bu büyüğü nerede bulabilirim." dedi. Kendi kendine; "Rüyâda her görünen, uyanıklıkta zuhûr etmeyebilir." dedi.
Fakat ertesi gece aynı mübârek sîmâ ile karşılaştı. Onu o kadar sevdiğinden yerinde duramaz oldu. Daha birkaç gece, hep o cemâl ve kemâl sâhibi sîmâyı görüp, bulamama üzüntülerini, rüyâlarıyla tesellî eyledi. Sonra bir daha görmedi. Kararsızlık ve sabırsızlık kalbini rahatsız etmeye başladı.
Bir sırdaşı vardı. Ona; "Gece teheccüdden sonra gel, bana bir işâret ver de, evde olanlara ve anneme haber vermeden, bizi Allahü teâlâya kavuşturacak bir velîyi aramaya çıkalım." dedi. Kararlaştırdıkları saatte gelen arkadaşı ile herkes uykudayken divâne âşık gibi birlikte evden çıktı. Serhend´e geldi. Buradayken kalbinde bir değişiklik ve heyecân hâli başladı. Meşhur âlimlerden ve takvâ sâhiplerinden olan Şeyh Cev- her´e gitti. Dînimize tam bağlı bir rehber göstermesini arz etti. O da; "Üzülme, istediğini bulacaksın." dedi. Kendi kendine; "Ekberâbâd´a gideyim, belki aradığım rehberi o büyük beldede bulurum." diye düşündü. Bu hâldeyken, Serhend çarşısında bir sofu ile görüştü. Derdini ona açın- ca, İmâm-ı Rabbânî hazretlerini anlatıp, mescid ve hânekâhlarını gös- terdi.