- Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulması

Adsense kodları


Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulması

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
ayten
Mon 27 September 2010, 12:54 am GMT +0200
Mükellefin Şeriatla Yükümlü Tutulması

Bu nev´i altında yirmi mesele ele alınacaktır:

Birinci Mesele:


Şeriatın konulusunda gözetilen şer´î maksat, mükellefin neva ve hevesinden koparılarak, kendi ihtiyarı ile ALLAH´a kul olmasını sağla­maktır. [1]Nitekim yaratılış itibarıyla zorunlu olarak zaten O´nun kulu idi.

Bu konudaki deliller:

(1)

Kulların, sadece ALLAH´a kul olmak, onun emir ve yasakları altına girmek için yaratıldığına dair açık nasslar: "Cinleri ve insanları an­cak Bana kulluk etmeleri için yaratmışımdır. Onlardan birrızık iste­mem. Şüphesiz mıhlandıran da, güç ve kuvvet sahibi olan da Al­lah´tır[2] "Ehline namaz kılmalarını emret, kendin de onda devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz, sana rızık veren biziz[3] "Ey insanlar! Sizi ve sizden öncekileri yaratan Rabbinize kulluk ediniz ki, O´na karşı gelmekten korunmuş olabileniniz,[4] Sonra bu kulluğun esaslarını aynı sûrede açıklamış ve şöyle buyurmuştur: ´büzlerinizi doğudanyana ve batıdan yana çevirmeniz iyi olmak demek değildir; lâkin iyi olan Al­lah´a, âhiretgününe, meleklere, kitaba, peygamberlere inanan, O´nun sevgisiyle, yakınlarına, yetimlere, düşkünlere, yolculara, yoksullara ve köleler uğrunda mal veren, namaz kılan, zekât veren v,e ahidleştikle-rinde ahidlerine vefa gösterenler, zorda, darda ve savaş alanında sab­redenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır ve sakınanlar ancak onlar­dır.[5]Bunlar yanında daha başka yine aynı sûrede getirilen yükümlü­lükler. "ALLAH´a kulluk edin, O´na bir şeyi ortak koşmayın.[6]âyetiile benzeri mutlak surette ALLAH´a kulluğu emreden ve genel olarak tafsi­lat getiren bütün âyetler... evet bütün bu nasslar her hal ve durumda ALLAH´a yönelmenin, her nasıl olursa olsun onun getirdiği hükümlere boyun eğmenin gerekliliğini ortaya koymaktadır. ALLAH´a kulluğun mânâsı da işte budur.

(2)

Şâri´in bu kasdına muhalefetin yerilmesi: Evvela ALLAH´ın enirine muhalefette bulunma yasaklanmış; ALLAH´tan yüz çevirenler yerilmiş; her çeşit muhalefete karşı olmak üzere hem dünyada verilecek özel bir ceza, hem de âhirete bırakılmış bir azap tertip edilmiş ve insanlar bu­nunla korkutulmuş tur. Muhalefetin asıl kaynağı, heva ve heveslere, peşin zevklerin çağrısına uymak ve geçici şehvetlere tabi olmaktır. Yüce ALLAH heva ve heveslere uymayı, hakkın karşısında yer alan ve onunla çatışan bir şey olarak kılmış ve onu hakkın karşıtı saymıştır. Meselâ şu âyetlere bakalım: "Ey Davudi Seni şüphesiz yeryüzünde hükümran kıldık, o halde insanlar arasında adaletle hükmet, hevese uyma, yoksa seni ALLAH´ın yolundan saptırır[7]"İşte azıp da dünya ha­yatını tercih edenin varacağı yet şüphesiz cehennemdir.[8] Bunun kar­şıtı durum için de: ´Ama kim Rabbinin azametinden korkup da kendi- . ni heva ve hevesten alıkoymuş ise varacağı yer şüphesiz cennettir" [9]bu-yurmaktadır. Başka bir âyette: "O heva ve hevesinden konuşmamak­tadır; O´nun konuşması ancak, bildirilen bir vahiy iledir"[10] buyurur. Bu sonuncu âyette ALLAH, davranışların kaynağını iki şeyle sınırlamış­tır Vahiy ki bu şeriat olmaktadır. (2) Heva ve heves. Birüçüneüsü de yoktur. Durum böyle olunca, heva" ve hevesle şeriat tam birbirleri­nin karşıtı olmaktadırlar. Hak ve hakikatin vahiyde olduğu kesin ola­rak bilindiğine göre, hakkın zıddmın da heva ve heves peşinde olduğu ortaya çıkacaktır. Yine Yüce ALLAH daha başka âyetlerde şöyle buyurur: "Ey Muhammedi Heva ve hevesini tanrı edinen, bilgisi olduğu halde ALLAH´ın şaşırttığı... kimseyi gördün mü [11]´Eğer gerçek onla­rın heveslerine uysaydı, gökler, yer ve onlarda bulunanlar bozulup gi­derdi[12] "İşte bunlar, ALLAH´ın kalplerini mühürlemiş olduğu kendi heveslerine uyan kimselerdir[13] "Rabbinin katından bir belgesi olan kimse, kötü işi kendisine güzel gösterilen kûnseye benzer mil Bunlar heveslerine uymuşlardır.[14] Bu âyetlerde geçen "heva ve heves" keli­melerinin kullanılışı üzerinde durduğumuzda, onun hep yergi maka­mında kullanıldığını ve onun peşinden gidenlerin kötülendiğini görü­rüz. Bu anlamda İbn Abbas´tan da: "Yüce ALLAH, Kur´ân´daher nerede Tıevâ´ kelimesini kullanmışsa mutlaka onu yermek makamında kul­lanmıştır" şeklinde bu mânâda bir söz rivayet edilmiştir. Bütün bun­lar, Sâri´ Teâlâ´mn amacının, mükellefin heva ve heves peşinde koş­maktan vazgeçerek Mevlâsına kullukta bulunması olduğunu apaçık göstermektedir.

(3)

Şimdiye kadar edinilen tecrübeler ve âdetler de göstermiştir ki, dünya ve âhiret ile ilgili maslahatlar, heva ve heveslerin peşinde başı­boş bir şekilde koşturmakla gerçekleşemez. Çünkü böyle bir başıboş­luk durumunda anarşi doğar; insanlar birbirlerine girer ve herşey he­lak olur. Böyle bir netice ise gerçekleştirilmesi istenilen maslahatların tam zıddı bir durum olmaktadır. Bu husus, tecrübe ve sürüp gelen âdetler neticesinde bilinmektedir. Bu yüzden de eski ve yeni bütün in­sanlar, şehvetlerine uyan ve onun peşinde koşturan insanları yermiş­lerdir. Hatta önce geçen ve tâbi olacakları bir şeriatları bulunmayan, ya da şeriatları unutulmuş olan bazı kavimler, dünya ile ilgili masla­hatlarını, aklî nazarda heva ve heveslerine uyan herkesten uzak dur­mak suretiyle gerçekleştirmiş oluyorlardı Onların böyle birşey üzerin­de görüşbirliği etmeleri, kendilerince onun doğruluğu sabit olduğu içindi. Heva ve heveslerine uyan kimselerden uzak durma geleneğinin sürmesi neticesinde amaçları olan dünya ile ilgili maslahatlarını ger­çekleştireceklerine inanıyorlardı ve buna "es-siyâsetu´I-medeniyye" (siyâsî rejim) ismi veriyorlardı. Netice olarak diyebiliriz ki, bu konu, doğruluğunda hem aklın hem de naklin birleştiği bir husustur. Konu, delile ihtiyaç göstermeyecek kadar açıktır.

Durum böyle iken, hiçbir kimsenin kalkıp da, şeriatın kulların şehvetleri doğrultusunda ve onların garazlarını gerçekleştirmek için konulmuş olduğunu iddia etmesi doğru değildir. Çünkü şer´î hükümler beş kategori içerisindedir, Bunlardan vâcib ve haramın, başıboş bı-rakılmışlığm neticesinde dilediğini yapıp, dilediğini terketme duru­muyla çatışma arzedeceği açıktır. Zira, emredilen ya da yasaklanılan şeyde kulun bir garazı olsun olmasın, "Şunu yap! "ya da "Şunu yapma!denilmektedir. Bu durumda, eğer mükellefin garazı bu emir ya da nehye uygun düşer ve onda vacibin işlenmesine ya da haramdan ka­çınmasına dair itici bir heves bulunursa, bu aslî değil, arızî olur. Diğer kısımlara gelince her ne kadar ilk bakışta bunların mükellefin terci­hine bırakılmış olduğu gözüküyorsa da aslında bunlar kulun tercihi dahiline Şâri´in isteğiyle sokulmuştur. Dolayısıyla bunlar, onları ku­lun ihtiyarından çıkarmak anlamına gelir. Mesela, mubahı ele alalım. Mükellefin mubah hakkında bir ihtiyarı ve garazı bulunabileceği gibi, bulunmayabilir de. Mubah hakkında bir ihtiyarı bulunmaması, aksi­ne onun kaldırılmasına yönelik bir arzusunun bulunması durumun­da, bu şekildeki bir mubahın mükellefin ihtiyarı dahilinde olduğu na­sıl söylenebilir Nice arzu ve heves sahipleri vardır ki, keşke falanca mubah haram olsaydı temennisinde bulunurlar ve eğer teşri yetkileri kendilerine verilecek olsaydı onu mutlaka haram da kılardılar. Nite­kim bir hak konusunda birbiriyle çekişen iki insanın durumunda oldu­ğu gibi. Mükellefin tercih, arzu ve hevesinin o mubahın ortaya konul­ması yolunda olduğu takdirine göre ise, o bu kez onun emredilmiş ol­masını temenni eder ve bu iş eğer kendisine bırakılmış olsaydı, mutla­ka onu vacip kılardı, Sonra bizzat aynı mubah hakkındaki durum aksi hale dönüşebilir ve bugün sevdiği bir şeyden yarın nefret edebilir ya da aksi olabilir. Hiçbir meselede hiçbir hüküm mutlak surette bidüziyelik arzetmez. Bu durumda aynı şey üzerinde farklı garazlar ortaya çıkar ve bu garaz, heva ve heveslere tâbi olma takdirinde düzen bozulur. Yü­ce Kitab´inda "Eğer gerçek onların heveslerine uysaydı, gökler, yer ve onlarda bulunanlar bozulup giderdi"[15]buyuran ALLAH, gerçekten her türlü noksanlıklardan uzaktır. Şu halde mubahın tercihe bırakılmış olması, o şeyin mutlak surette kulun ihtiyarı dahilinde bulunması an­lamına gelmemektedir; bu ancak ALLAH´ın o doğrultuda bir hükmü ol­duğu için Öyle olmaktadır. Bu durumda mubahı işleyen kulun iradesi, Sâri´ Teâlâ´nm o hükmü koymasına tâbi olmaktadır ve onun mubaha yönelik bulunan garazı, tabiî başıboşluktan değil de şer´î izinden alın­mış olmaktadır. Bu ise, mükellefin sırf ALLAH´ın kulu olabilmesi için he­va ve heveslerinin peşinden gitmesinden kurtarılması mânâsının ta kendisi demektir.

Soru: Şeriatların konulusu ya nedensizdir ya da bir hikmete da­yanmaktadır. Birinci ihtimal ittifakla bâtıldır. Nitekim Yüce ALLAH: "Sizi boşuna yarattığımızı ve Bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız [16] "Göğü ve yeri ve ikisinin arasında bulunanları boşuna yarat­madık[17]"Biz gökleri, yeri ve ikisinin arasındakiler i oyun olsun diye yaratmadık. Biz onları ancak ve ancak gerektiği üzere (hak ile) yarat­tık[18] buyurmaktadır. Madem ki şeriatın konulusu bir hikmet ve ma- [!,72] salahata dayanmaktadır; öyle ise bu maslahat ya ALLAH´a yönelik ola­caktır ya da kullara. Maslahatın ALLAH´a yönelik olması ihtimali im­kânsızdır; çünkü O herşeyden müstağnidir ve bir ihtiyaç neticesi ken­disine bir maslahatın dönük olması muhaldir. Nitekim bu husus Kelâm ilminde ortaya konulmuştur. Geriye maslahatın sadece kulla­ra dönük olması ihtimali kalmaktadır. Bu ise, onların garazlarının bir gereği olmaktadır, Çünkü her aklı başında insan, mutlaka kendi mas­lahatını, dünya ve âhiret hayatı için arzularına uygun düşen şeyleri is­ter. Şeriat, getirdiği yükümlülükler İçerisinde onların bu arzularının gerçekleştirilmesini üstlenmiş ve temin etmiş olmaktadır. Bu durum­da, şeriatın kulların garazları doğrultusunda ve heva ve heveslerine uygun olarak konulmuş olduğu nasıl reddedilebilir Sonra, şeriatın kulların garazlarına uygun olarak gelmiş olduğunu, onların nazlarını gerçekleştirdiğini ve bunun tahkik erbabına göre ALLAH´tan bir lütuf neticesinde olduğunu, Mutezile´ye göre ise bunun ALLAH´a vacip oldu­ğunu öğrenmiştik. Bu hususun Şâri´in maksatlarından ve hak olduğu sabit olunca, bunun aksi de elbette ki bâtıl olacaktır.

Cevap: Biz şeriatın, kulların maslahatları için olduğunu kabul ediyoruz. Ancak bu, Şâri´in emri neticesinde ve onun koyduğu Ölçüler çerçevesinde olmaktadır; yoksa kulların bizzat kendi garazları ve he­va ve hevesleri gereği olmamaktadır. Bu yüzden de şer´î yükümlülük­ler nefislere ağır gelmektetir. Nitekim bu husus, hem hissen hem âdeten hem de tecrübelerle sabit olmaktadır. Emirler ve yasaklar, ku­lu kendi heva ve heveslerinin peşine düşmekten alıkoymaktadır. Başı­boşluk onun arzu ettiği bir şeydir. Arzuları, ancak şeriatın koymuş ol­duğu ölçüler içerisinde yer aldığı zaman meşruluk kazanmakta ve ger­çekleştirilmesine izin verilmektedir. Bu nokta, işte bizim varmak iste­diğimiz sonuçtur ve bu, heva ve heveslere muhalefetin tâ kendisidir.Yükümlülüklerin yerine getirilmesinden doğacak masalahatlarm ge­rek dünyada ve gerekse âhirette kullara yönelik olacağı konusu doğru­dur ve bundan, kulun yükümlülüklerini yerine getirmesi sırasında kendisine yönelik maslahatları elde etmiş olmasının şer´î çerçeve dı­şında kalması gibi bir anlam çıkmaz. Aynı şekilde onların, Şâri´in ken­disine bahşetmiş olduğu maslahatlar değil de bizzat kendisinin elde etmiş olduğu maslahatlar anlamı da çıkmaz. Bu husus açıktır. Böylece burada açıklananlarla, daha Önce geçenler arasında bir çelişki bulun­madığı ortaya çıkar. Çünkü daha önce geçen yerde, kulun nazlarına ve garazlarına ulaşmasının Şâri´in bahşetmesi noktasından olduğu; he-va, heves ve şehvetlerinin bir gereği olarak elde etmiş olmadığı belirtil­mişti. Bizim buradaki amacımız da zaten bu noktanın açıklık kazanmaşıdır. Dolayısıyla aralarında bir çelişki yoktur.

Fasıl:


Açıklaması yapılan esas ışığında aşağıdaki kaideler ortaya çıkar:

1. Mutlak surette heva ve hevese uyularak işlenen ve bu arada hakkında mevcut bulunan emir veya yasağa, ya da iba-haya itibar edilmeyen her amel kesin olarak bâtıldır. Çünkü bir

ameli işlemeye itecek ya da ona çekecek mutlaka bir motifin bulunma­sı gerekir. Eğer bu konuda Şâri´in çağrısına icabette bulunmak gibi bir motif yoksa, o zaman o fiilin işlenmesi mutlaka heva ve heveslerin et­kisi ile olmuş demektir. Böyle olan bir şey ise mutlak surette bâtıldır. Çünkü, kesin olarak hakkın aksine bir davranış olmaktadır. Dolayı­sıyla hu şekilde işlenen bir amel, geçen delillerin gereği olmak üzere kesin olarak bâtıl olmaktadır. Muvatta´da rivayet edilen İbn Mes´ûd hadisi üzerinde düşünelim. Hadis şöyle: "Şüphesiz sen öyle bir za­mandasın ki, fukahâsı çok, kurrâsı[19] azdır; senin bu zamanında Kur´ân´ın muhtevası (hadleri, koyduğu sınırları) korunur, harflerine pek önem verilmez; isteyen azdır, veren çoktur; namazı uzatırlar, hut­beyi kısa tutarlar; heva ve heveslerinden Önce amellerine başlarlar.[20]

İnsanlar için öyle bir zaman gelecektir ki, o zaman fukahâ az, kurrâ çok olacaktır; Kur´ân´ın harfleri ezberlenecek, fakat içeriği (hadleri, koyduğu sınırları) ihmal edilecektir; isteyen çok, veren az olacaktır; hutbeyi uzatacak, namazı ise kısa tutacaklardır; amellerinden önce heva ve heveslerine koyulacaklardır.[21]

Bu şekilde işlenecek olan ibadetlerin bâtıl olacağı açıkça bellidir. Âdetlerin (günlük yapılagelen işler vb.) bâtıllığı ise, emir ve nehyin ge­reği üzere onlara herhangi bir sevap bağlanmaması açısından olmak­tadır; çünkü bu tür amellerin sevap açısından işlenmiş olmaları ile ol­mamaları arasında bir fark yoktur. Keza mubah kılınmış bir şeyin iş­lenmesi sırasında da durum aynıdır; çünkü kişi bu şekilde işlemesi du­rumunda, o şeyin kendisine nimette bulunan ALLAH tarafından izin ve­rilmiş olduğu noktasından hareket etmiş olmamaktadır. Nitekim bu husus Hükümler bahsinde ve bu bölümde daha Önce geçmişti.

Mutlak surette hakkındabulunan emir veya nehiy ya da izin (iba-ha) dikkate alınarak ve onların gereğine uymuş olmak için işlenen her amel sahihtir ve haktır. Çünkü, bu durumda o fiili işleyen kimse, onu U74] konulmuş olduğu şekilde işlemiş olmakta ve kasdı Şâri´in kasdına uy­gun düşmektedir. Bütün bunlar ise doğru olan şeylerdir. Dolayısıyla durum açıktır.

Eğer amelin işlenmesinde her iki motif de birden varsa; bu du­rumda hüküm baskın gelen (galip) ve varlık bakımından Önce olana aittir. Eğer önceden var olan motif, Şâri´in emri ise ve mükellef, mak­sadına meşru yoldan ulaşmayı kastetmiş ise, bu durumda bu tür fiille­rin de ikinci kısma, yani sadece Şâri´in koyduğu prensiplere uyulmuş olmak için işlenmiş fiiller kısmına katılması bir problem arzetmez. Çünkü hazlarm talep edilmesi ve garazların bulunması, bu yönden şeriatın konulusuna ters düşmez. Zira şeriat da netice itibarıyla kulla­rın maslahatları için konulmuştur. Şu halde hazlarm Şâri´in emrine tâbi kılınmasının, fiili işleyen için bir zararı olmayacaktır.

Ancak bu konuda dikkate alınması gereken bir şart vardır: O da kişinin garazını gerçekleştirdiği ya da gerçekleştireceği yolun, Sâri´ tarafından o tür garazların gerçekleştirilmesi için konulmuş olduğu­nun kesin bilinmesidir. Aksi takdirde varlık bakımından Önce olan, ALLAH´ın emri olmayacaktır. Bu şart, yeri geldiğinde açıklanacaktır. Eğer fiilin işlenmesi sırasında baskın gelen ve varlık bakımından önce olan arzu ve hevesler ise ve Şâri´in emri tâbi durumuna düşmüş­se, bu tür fiiller de birinci kısma katılacaklardır.

İkikısımarasındakifark, Şâri´inkasdınmbulunup bulunmadığı­nın araştırılması yoluyla ortaya çıkacaktır. Mükellefin arzu ve heves­lerinin de işin içine karıştığı herhangi bir fiile bakarız: Eğer Şâri´in yasağı durumunda o kişi arzu ve heveslerini gemliyor ve şehvetinin gere­ğinden geri duruyorsa, o zaman baskın gelen ve varlık bakımından ön­ce olan motifin Şâri´in emri olduğuna; arzu ve heveslerinin ise tâbi du­rumunda bulunduğuna hükmederiz. Yasak bulunmasına rağmen, o fiili işlemekten geri durmuyorsa, o zaman da baskın gelen ve varlık ba­kımından öncelikli olanın arzu ve hevesleri olduğuna, Şâri´in emrinin ise tâbi durumuna düştüğüne hükmederiz. Meselâ, temizlik halinde iken zevcesi ile ilişkide bulunan bir kimsenin durumunu ele alalım: Böyle bir kimsenin bu fiilim işlerken arzu ve heveslerine tâbi olarakiş-lemesi de, Şâri´in izninden hareket etmiş olması da mümkündür. Eğer kadın hayız görmeye başlar da, koca bu süre içerisinde cinsî ilişkiden geri durursa; onun bu tavrı, arzu ve heveslerinin Şâri´in emrine tâbi ol­duğunu gösterir. Aksi durum ise, fiile itici asıl motifin arzu ve hevesleri olduğunu gösterir.

Fasıl:

2. Heva ve heveslere uymak, övgüye değer bir fiil içerisinde de kendisini gösterse, yerilen bir şeye götürebilir. Çünkü, heva ve heves­lere uyma, tabiatı itibarıyla şeriatın konulusuna ters olmaktadır. Do­layısıyla bir fiili işlerken, şeriatın gereği ile bir arada bulunması duru­munda kendisinden korkulur. Çünkü:

Evvela, zıtlık arzetmesi sebebiyle emirlerin terkine, yasakların da işlenmesine götürebilir.

İkinci olarak, heva ve heveslere uyulur ve bu tekrarlanırsa, belki de nefiste ona karşı bir alışkanlık ve ünsiyet peyda eder ve neticede bu ünsiyet duyulan heva ve heves nefisle birlikte amellere sirayet eder. Özellikle de onunla birlikte ve ondan ayrılmaz biçimde yaratılmış ol­duğu karışık halde bulunan şeylerde. Bu durumda, heva ve heveslere tâbilik, şer´î esaslara tâbilikten önce bulunabilir ve asıl durumunu alabilir. Bu durumda ise, ALLAH´ın emrine uymuş olmak için işlenmesi gereken fiil, heva ve hevese tâbilik durumuna düşer ve onun hükmünü alır. Bu şekilde süratle kişi ALLAH´ın emrine muhalefet durumuna dü­şer. Bu konuda edinilen tecrübeler, konuya ışık tutmak bakımından yeterlidir.

Üçüncü olarak, fiilleri ALLAH´ın şeriatına uymuş olmak için işle­yen kimse, netice olarak o amelde bulunan şeylerden lezzet alır; anla­yış meyvelerini dermek, ilmin gizli kapılarını aralamak suretiyle ni­mete kavuşur. Belki de kendisi için bazı kerametler zuhur eder veya­hut onun yeryüzünde herkes tarafından sevilmesi sağlanır (hüsn-i kabule mazhar kılınır) ve herkes ona doğru meyleder ve etrafında top­lanırlar; ondan yararlanırlar; onu hem dünya hem de âhiret işlerinde kendilerine başkan seçerler. Namaz, oruç, ilim tahsili, ibadet için hal­vete çekilme, diğer hayır işlere yapışma gibi sâlih ameller yoluna sülük eden kimselerin başına gelen benzeri diğer haller gibi. Onlar bu gibi hallerle karşı karşıya geldikleri zaman, nefis o halden bir güzellik duyar, bir haz alır; o amele ünsiyet peyda eder, başka şeylere ihtiyaç duymaz; Öyle ki gözünde dünya ve dünyada bulunan herşey, o içerisin­de bulunduğu halin bir anma nisbetle küçülür ve bir değer ifade etmez. Nitekim bazıları: "Eğer hükümdarlar bizim içerisinde bulunduğumuz hallerimizi bilselerdi, onu elde etmek için bizimle kılıçlarıyla savaşır­lardı" demişlerdir. Durum böyle olunca, belki nefis bu neticeleri elde etmek için, onları hazırlayan öncüllere meyleder[22] ve bu durumda nef­sin arzusu amellerden önce bulunmuş olur, Bu ise ALLAH korusun o mertebeden düşmenin kapısı olmaktadır. Her ne kadar övgüye değer bulunan şeyler içerisinde kendisini gösteren arzu ve hevesler genel anlamda yerilmemişse de, bu durum mutlak surette yerilmiş bulunan bir neticeye dönüşebilir. Bu konuya ışık tutacak delilimiz; seyrü sûlûk erbabının hallerinin; faziletli ve salih kimselerin haberlerinin değer­lendirilmesi neticesinde ortaya çıkan istikrâî bilgidir.

Fasıl:

Şer´î hükümlerde arzu ve heveslere uyma, o hükümleri kendi ga­razlarına ulaşmak için bir vasıta kılma gibi bir hileye başvurma ihti­malini barındırır. Bu durumda hükümler, garazların elde edilebilme­si için hazırlanmış âletler gibi olur. Meselâ riyakâr bir insanın duru­munu ele alalım: İnsanlardan çıkar elde edebilmek için sâlih amelleri bir basamak olarak kullanır. Bu konu açıktır. Şer´î amellerde arzu ve heveslere tâbi olmanın neticeleri üzerinde düşünen ve araştırma ya­pan kimse, bunlardan pek çok mefsedetlerin ortaya çıktığını görür. Hükümler bahsinde, sebepler işlenirken müsebbeplerin dikkate alın­ması konusunda bu konuya dair biraz söz edilmişti. Belki de hadiste, sapık mezhepler olarak belirtilen fırkaların, ortaya koydukları bidat­lerin temel sebebi, şer´î maksatları bir tarafa iterek kendi arzu ve he­veslerine uymaları olmalıdır. [23]

İkinci Mesele:


Şer´î maksatlar iki kısımdır: Aslî maksatlar, tâli maksatlar:

1. Aslî (Doğrudan) Maksatlar: Mükellefe ait bir haz bulunma­yan maksatlardır. Bunlar her şerîatte dikkate alınmış bulunan zarurî esaslardır. Bunlarda mükellefe ait hazzın bulunmaması, sadece zarurî olmaları açısından olmaktadır. Çünkü zarurî esaslar mutlak surette genel maslahatların gerçekleştirilmesi demektir ve bunlar ne bir hale, ne belli bir şekle, ne de belli bir zamana mahsus değillerdir. Zarurî esaslar da iki kısma ayrılırlar:

a) Aynî (herkesi bağlayan) zarurî esaslar.

b) Kifâî (sayısı belli bir zümreyi bağlayan) zarurî esaslar.

Zarurî esasların aynî oluşları, her mükellefin bizzat kendisi üze­rine olması açısındandır. Teker teker her mükellef, hem inanç hem da amel açısından dinini korumakla, hayatı için gerekli şeyleri yapmak suretiyle nefsini korumakla, Rabbinden kendisine ulaşacak olan hitabı anlayabilmesi için aklını korumakla, hayatın devamı ve dünyanın imarı için kendi yerini dolduracak neslin yetiştirilmesi ve aralarında rahmet ve şefkat bağları oluşması gereken nesep bağlarının karışıklı­ğa uğramaması için neslini korumakla, bu geçen dört zarurî esasın ko­runmasında yardımcı olacak olan malını korumaklanıemurdur.[24]Mü-keîlefin bunların aksi istikamette davranışta bulunmayı tercih etmesi takdirinde kısıtlılık altına alınması ve yapmayı istediği davranışı ile kendisi arasına girilmesi, bunların zarurî olarak korunmasıyla yü­kümlü olduğunun açık bir delili olmaktadır. İşte bu noktadan hareket­le mükellef, hazzmdan soyutlanmış olmakta ve kendi nefsi hakkında dahi tahakküm altına alınmış bulunmaktadır. Bununla birlikte bir başka yönden mükellef için bir hazzın ortaya çıkması durumunda, bu haz aslî maksada tâbi durumunda olacaktır.

Kifâî oluşuna gelince; bunlar genel olarak bütün mükellefler ta­rafından (her mükellefin teker teker değil) ortaya konulması istenilen ve böylece kişisel zarurî haHerin gerçekleşebilmesi için mutlaka ge­rekli olan genel zarurî esasların düzene girmesi açısından yapılan ta­leplerle ilgili olmaktadır. Ancak bunlar, birinci kısımdan olan zarurî esasların tamamlayıcı unsurları mahiyetindedir ve bunlar zarurî olma bakımından onlara katılırlar. Zira aynî zarurî esasların gerçekle­şebilmesi için mutlaka kifâî olan zarurî esasların bulunması gerekli­dir. Şöyle ki, kifâî zarurî esaslar; kamu maslahatlarının bütün insan-hkiçin gerçekleştirilmesi demektir. Kifâî yönden yapılması emredilen şey belli kimse ya da kimselere tahsis edilemez; çünkü bunlar bizzat o kimse ya da kimseler için emredilmiş değillerdir; aksi takdirde aynî olurlardı. Burada önemli olan emredilen şeyin ortaya konulmasıdır (ortaya koyanların kim olduğu önemli değildir). Bunu şu şekilde izah etmek mümkündür: Her insan, yeryüzünde kendi kudreti dahilinde ve kabiliyeti ölçüsünde olmak üzere ALLAH´ın halifesi durumundadır. Çünkü tekbir insan, değil bütün yeryüzünde bulunan insanların ihti­yaçlarını gidermek, değil bir kabilenin işlerüıi üstlenmek, kendi nefsi­nin ve ailesinin bütün ihtiyaçlarını dahi karşılamaktan acizdir. Bu yüzden Yüce ALLAH, bütün insanları genel zarurî esasların ortaya ko­nulması konusunda müşterek olarak yeryüzünün halifeleri kılmıştır ve bunun sonucunda yeryüzünde hükümranlık doğmuştur.

Yapılması istenilen kifâî zarurî esasların, şer´an kişiye yönelik nazlardan soyutlanmış olduğuna delilimiz, bu işleri üstlenen kimsele­rin zahirde [25]kendileri için, gerçekleştirmiş oldukları bu görevler kar­şılığında bir çıkar elde etmekten yasaklanmış olmalarıdır. Meselâ, bir valinin velayetini üstlendiği insanlardan ücret alması, bir kadı ya da hâkimin baktığı dava ya da verdiği hüküm karşılığında lehinde ya da , aleyhinde hükümde bulunduğu kimseden ücret alması, müftinin fet­va karşılığında, iyilikte bulunanın iyiliği karşısında, borç verenin borç vermesi karşılığında ve benzeri herkesi ilgilendiren konularda kifâî bir yükümlülüğü yerine getirmesi karşılığında ücret alması caiz değil­dir. Bu yüzden rüşvet ve bir makam elde etmek için verilen hediyeler haram kılınmıştır. Çünkü bu gibi yerlerden çıkar elde edilmesi ama­cı,[26] bu tür kamu velayetlerinin ihdasında gözetilen Şer´î hikmete ters düşen genel bir nıefsedete yol açar. Bütün insanlık içerisinde adaletin hüküm sürmesi ve düzenin sağlanması ancak bu yolla mümkün olur. Bu hususlara dikkat edilmediği zaman da, hükümlerde zulüm kendi­sini gösterir ve İslâm´ın temelleri birer birer yıkılır. Konu üzerinde dü­şünüldüğü zaman, aynî ibadetlerde ücretle başkalarının tutulmasının caiz olmayacağı, bunlar karşılığında bir bedel alma ve onları vasıta kılarak dünyevî bir çıkar elde etme yoluna gidilemeyeceği; onları ter-ketme neticesinde azap ve ıslah (tedib) müeyyidelerinin bulunduğu ortaya çıkar.[27]Kamu maslahatları ile ilgili konularda da durum aynı olup, onları terketmek cezayı gerektirir [28]çünkü onların terkedilmesi durumunda âlemde benzeri görülmedik mefsedetler ortaya çıkar.

2. Tâli (Dolaylı) Maksatlar:[29] Mükellefe ait hazların dikkate alındığı maksatlardır. Şehvetlerin giderilmesi, mubahlarla faydala­nılması, ihtiyaçların giderilmesi gibi insanın yaratılışıyla ilgili gerek­sinimlerinin karşılanması işte bunlar yönünden olur. Şöyle ki: Her şe­yi yerli yerinde yaratan ve her şeyden haberdar olan Yüce ALLAH´ın hik­meti, din ve dünyanın ahenk ve devamının ancak insanın doğasına ko­nulan ve onu hem kendisinin hem de başkalarının ihtiyaç duyduğu şeyleri kazanmaya sevkecek güdülerle mümkün olabileceğine hük­metmiş ve bunun neticesinde insanda yemek ve içmek şehveti yarat­mıştır. Kendisine açlık ya da susuzluk dokunduğunda, bu duygular onu mümkün olan bir yolla duyduğu bu ihtiyaçların giderilmesi için harekete geçirecektir. Aynı şekilde kadınlara karşı şehvet duygusunu da ona yerleştirmiştir ve bunun neticesinde o, arzuladığı kadına ula­şabilmek için gerekli sebepleri ortaya koymaya çalışacaktır. Aynı şe­kilde soğuktan ve sıcaktan ve diğer ânzî olaylardan zarar görme duy­gusunu onda yaratmış ve bu onun barınak ve giysi ihtiyacını karşıla­mak üzere harekete geçmesi için bir motif olmuştur. Sonra cennet ve cehennemi yaratmış ve peygamberler göndermiş; ebedî hayatın bu dünyada değil, orada olduğunu, bu dünyanın sadece âhiret için bir ekenek olduğunu, ebedî saadet ve bahtsızlığın orada olduğunu, ancak cennet ve cehennemin yolunun buradan geçtiğini ve bunun da şeriatın koyduğu sınırları korumakla ya da onları tanımamakla olduğunu bildirmiştir. Bunun sonucu olarak mükellef, kendisini bu amaçlara ulaş­tıracak sebeplere yapışmaya koyulmuştur. ALLAH, onu bu konuda yal­nız başına kendi kendine yeterli olabilecek kudretle don atmamış tır; çünkü o bütün bu-zorlukları göğüsleyecek kadar güçlü değildi. Bunun bilincinde olan kul başkalarıyla yardımlaşma içerisine girdi (ve iş bö­lümü yaptı). Böylece o, başkalarmayararh olmak suretiyle kendi men­faatleri ve durumunun düzene konulması peşinde koşturmuş oldu. Herkes sadece kendi çıkarı için koştursa da, sonunda bütün insanlar birbirinden yararlandı.

İşte bu noktadan hareketle, tâbi maksatlar aslî maksatların hiz­metinde ve onların tamamlayıcı unsurları oldu. Eğer Yüce ALLAH dile-seydi insanları, nefsi hazlarının terkini isteyerek ya da doğalarında bulunan ve onları sebepleri kollamaya iten motiflerden uzak bir şekil­de yaratarak bu yükümlülükleri yerine getirmekle mükellef tutardı. Ancak O, böyle yapmadı kullarına iyilikte bulundu ve dünya hayatı­nın âhiret için imar edilmesi şeklindeki amacının gerçekleştirilmesi­ne yönelik vesileler koydu, bu yolda hazlarım elde etmeleri için çalış­malarını haram değil mubah kıldı; ancak bunların şer´î kanunlar çer­çevesinde olması kaydını getirdi ki, bu maslahatın elde edilmesinde ve onun sürekliliğinin sürdürülmesinde kulun kendi maslahat anlayı­şından daha emin ve uygun bir yoldu: "ALLAH bilir, siz bilmezsiniz"[30] buyurdu. Eğer dileseydi, bizden âhiretle ilgili amellerimizde nefsimi­ze yönelik hazların bulundurulmamasmı isterdi; çünküher şeyi elinde tutan O´dur; üstün belgeler O´nundur; hiçbir kimseye hesap verecek de değildir. Bununla birlikte O, üzerimizde bulunan haklarını ödeme­miz için bizi, bizzat bize yönelikhazlara ulaştıracağı va´diyle teşvik et­miş, bizi, yükümlü tuttuğu amellerin ifası sırasında acilen faydalana­cağımız pek çokhazlarla taltif etmiştir. İşte bu haz dolayısıyla bu mak­satların tâbi, öbürlerinin ise asıl maksatlar olduğu söylenmiştir. Bi­rinci kısım sırf kulluğun, ikinci kısım ise, Mâlik´in kullarına olan lutfunun bir gereği olmaktadır. [31]

Üçüncü Mesele:


Şu halde zarurî esasların iki tür olduğu anlaşılmaktadır:

1. İçerisinde mükellefe ait talep konusu peşin hazlar içe­ren zarurî esaslar. Meselâ insanın, kendisine ve ailesine yönelik beslenme, bir arada yaşama, barınma ve giyinme gibi maslahatlarını gerçekleştirmesi, yine bunlara katılacak olan alış-veriş, kira ve nikâh akitleri ve insanca yaşamanın gereklerinden olan benzeri diğer yollar bu türe örnek teşkil ederler.

2. İçerisinde mükellefe ait talep konusu (maksûd)[32] peşin hazlar içermeyen zarurî esaslar. Bunlar ya aynî farzlar olabilirler. Meselâ, taharet, namaz, oruç, zekât, hac vb. bedenî ve mâlî ibadetler gibi. Ya da kifâî farzlar olabilirler. Meselâ, halifelik, vezirlik, nakîblik, kethudalık, kaza (yargı), imamlık, cihad, öğretmenlik vb. gibi kamu maslahatları için genel olarak teşrî kılınmış velayetler gibi. Eğer bun­lar teşrî kılınmamış olsaydı, ya da insanlar tarafından ihmal edilseler-di, mutlaka dünyanın düzeni bozulurdu.

Birinci türden olan zarurî esaslar, insan için peşin hazlar içer­mekte, insanın doğasında, ihtiyaç duyduğu şeylere kendisini doğal olarak itecek (cibillî) motifler (güdüler) bulunmaktadır. Bu motifler gerçekten çok güçlü olmakta ve kişiyi zoraki olarak ihtiyaç duyduğu şeye doğru itmektedir. İşte bütün bu Özelliklerinden dolayı, bu tür zarurî esasların ortaya konulması hakkında sözkonusu edilen talebin pekiştirilmesi yoluna gidilmemiş, (cibillî olan motiflerin varlığı ile ye-tinilmiştir). Bu noktadan hareketle esnaflığın, kazanç yollarının, nikâhın... genel anlamda ve mendupluk düzeyinde şer´an istenilir (matlup) oldukları belirtilmiş: zorunlu bir talep cihetine gidilmemiş­tir. Hatta bu gibi zarurî esasların çoğunun hükmü ibaha (tercihe bı-[isı] rakma) şeklinde gelmiştir. Meselâ şu âyetlere bakalım: "ALLAH alış­verişi helal kıldı[33] ""Namaz bitince yeryüzüne yayılın; ALLAH´ın lut-fundan rızık isteyin[34] ´´Rabbinizin lutfundan istemenizde size bir günah yoktur[35] "De ki: ´ALLAH´ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir1 [36]"Size rızık olarak verdiğimiz şey- . lerin temizlerinden yiyin"[37] Bununla birlikte, bütün insanların bu gibi zarurî esaslara menduba yaklaşır gibi yaklaştıklarını ve hep bir­den terkettiklerini farzetsek, hepsi birden günahkâr olacaklardır.[38]Çünkü dünya hayatı, tedbir olmaksızın, çalışmaksızın yürümez.Şâri´in bu konudaki tavrı, işi insanlarda bulunan ve onu çalışmaya iten cibillî (yaratılıştan var olan) motiflere havale etme şeklindedir. İnsan için bir haz içermeyen ya da böyle bir cibillî motifin bulunmadığı zarurî esaslarda ise, kesin talep yoluna gidilmiş ve o şey aynî ya da kifâî olarak vacip kılınmıştır. Meselâ, eş ve akraba nafakasının temini[39] konusunda böyle bir cibillî motifin bulunmadığını varsaya­cak olursak, bu konumuza bir örnek olur.

Kısaca, bu tür iki kısımdır: (a) Maslahatların ortaya konulması vasıtasız ve doğrudan olur. Kişinin bizzat kendi maslahatlarını doğru­dan doğruya ortaya koyması gibi. (b) Maslahatların ortaya konulusu, başkalarının hazzı dolayısıyla olur. Eşlere ve çocuklara karşı olan va­zifelerin yerine getirilmesi; icare, nakliye, ticaret ve diğer sanat ve ka­zanç yolları gibi başkaları için de dolaylı yönden fayda içeren faaliyet­ler gibi. Bütün bunları yaparken insan, kendi faydalarını ister; ama bu arada onun bu tür faaliyetlerinden başkaları dafaydalanır. Bu insan­lar arasında bir iş bölümü demektir. Aynen vücudun organlarında ol­duğu gibi. Onlar birbirlerine yardım ederler ve sonuçta doğacak fayda hepsine birden döner.

Kişinin doğrudan kendi faydası bulunan fiillere nisbetle, başka­larının faydalarını içeren fiiller tekitli bir şekilde talep edilmişlerdir. Tabiî bu son derece yerinde bir tavırdır. Bakış açısı böyle olduğu için, kişinin kendi çıkarlarını elde etmesi için doğasına yerleştirilen motif, gereği doğrultusunda salıverilmiş gibi olunca ve yalnız başına bu mo­tif insanı hangi yoldan ve nasıl olursa olsun maslahatlarını temin, mefsedetlerini de defetme çabası içerisine iteceği için, bu motifin çeli­şeni yani maslahatlarının temin mefsedetlerinin de def edilmesi çaba­sına girmemesini.gerektirecek aksi durum da, insanın tabiatı yönün­den destek göremeyince, her konuda onun peşinden gitme ve bu şekil­de başkalarına zarar verme durumuna düşülmemesi için onun firen-lenmesi yoluna gidilmiş, ilâhî hikmet sorumsuz ve başkalarına zarar verecek şekilde şahsî maslahatların temini, mefsedetlerin de defi ça­balarına karşı dünyada caydırıcı ve ıslah edici önlemler (ceza vs.) alın­masını, âhirette de cehennem azabına çarptırılmasını gerektirmiştir. Meselâ, insan Öldürme, zina etme, içki içme, riba (faizi yeme, yetimle­rin ve diğer insanların mallarını haksız yo Harla yeme, hırsızlık vb. gibi fiillerin yasaklanması bu kabildendir. Çünkü insanın kendi çıkarları­nı elde etme, kendisine dokunacak zararları da uzaklaştırma meylin­de olan tabiatı, onu bu tür fiillerin işlenmesine itebilir. Bu yüzden de gerekli önlemler alınmıştır.

Şer´î sij´âset, ikinci türden ya da çoğu nevilerinden olup kifâî kı­sımdan olan hususlarda da aynı prensip doğrult usunda yürümüştür. Çünkü devlet başkanlığının, kamu velayetlerinin ve liderliğin verdiği azamet, yücelik ve şeref, memurların âmirlerine karşı duydukları say­gı... bütün bunlar insan doğası tarafından sevilen ve kendisine meyle­dilen şeylerdir. îşte bu cibillî motife güvenle, bu tür kamu görevlerinin yerine getirilmesi mendupluk düzeyinde bir taleple istenilmiş, vacip tutulmamıştır. Hatta bu talep de, aksi beklenti halinde bulunan şart­larla kayıtlı olarak gelmiş; insanın bunlara karşı meylini gerektirecek motife dikkat konusu vurgulanmış ve her nasıl olursa olsun bu motifin peşine düşülmemesi tekit edilmiş, pek çok âyet ve hadiste´nefsin bu hususlarda meylettiği şeyler yasaklanmıştır: Meselâ Yüce ALLAH: "Ey Dauud! Seni şüphesiz yeryüzünde hükümran kıldık, o halde insanlar arasında adaletle hükmet, hevese uyma yoksa seni ALLAH´ın yolundan saptırır. Doğrusu, ALLAH´ın yolundan sapanlara, onlara, hesap günü­nü unutmalarına karşılık çetin azap vardır" [40] buyurur. Hadiste de: "Emirlik isteme! Çünkü sen onu nefsinden kaynaklanan bir arzu neti­cesinde isteyerek elde edersen, yalnız başına, bırakılırsın;yok istemedi­ğin halde sana verirlerse, o zaman yardım görürsün[41]buyrulmuştur. Emirlerin görevlerini suistimal etmeleri, tebalarına karşı nasihatta bulunmamaları [42]yasaklanmıştır. Çünkü bütün bunlar insanın doğa­sında bulunan motife ters düşen şeylerdir. Bütün bunlar, bu tür kamu velayetlerinin aslında vacip olmadıklarına delil olamaz; aksine bütün şer´î veriler, tüm insanları ilgilendiren maslahatlarla ilgili sorumlulukların en önemli vaciplerden olduğunu gösterir.

Aynî olan kısma gelince, burada talep konusu peşin birhaz bulun­madığı için, bunların ortaya konulmasına yönelik kasıt, onların vacip kılınması; ortadan kaldırılmasına yönelik kasıt da onların haram kı­lınması yoluyla pekiştirilmiş; haklarında dünyevî cezalar getirilmiş­tir. "Talep konusu haz" fel-hazzu´î-maksûd) dan, Şâri´in sebebi koyma­daki maksadını kastediyoruz. Çünkü biz biliyoruz ki Sâri* Teâlâ, na­maz ve benzeri ibadetleri farz kılarken, bizim bu ibadetler karşılığın­da dünyada övülmemizi, onlar sebebiyle bir şeref ve itibar sağlamamı­zı ya da dünya menfaatlerinden bir şeyler elde etmemizi kastetmemiş-tir. Çünkü bunlar, ibadetlerin konuluş maksadına ters düşen şeyler­dir; onlar "Dikkat edin, hâlis din ALLAH´ındır" [43]buyruğunda da ifade­sini bulduğu üzere sırf âlemlerin Rabbi olan ALLAH için olmak duru­mundadır. Kifâî olan ameller de aynı şekilde meşru kılınmıştır; bunlar istenilirken devlet başkanlığının verdiği yücelik, liderlikten doğan azamet, emretme ve yasaklama şerefi elde edilsin diye bir amaç göste­rilmemiştir. Bununla birlikte bu saydığımız şeyler tâbilik yoluyla (dolaylı olarak) ortaya çıkarlar. Çünkü ALLAH için dünyaya rağbet etme­yen bir insanın diğer insanlara nisbetle şeref ve yüceliği inkâr oluna­maz. Aynı şekilde kamu velayetlerinde bir azamet ve saygının ortaya çıkması da mevcut ve bilinen bir husustur ve bu hükümlü kılınan ame­le tâbilik yoluyla ortaya çıktığı için seran meşru da bulunmaktadır. Aynı şekilde kamu velayetini üstlenen kimselerin, kendi ihtiyaçlarını adaletlerini zedelemeyecek şekilde ve Şâri´in belirlediği doğrultu­da (rüşvet vb. yollarla değil de beytüimalden) karşılamaları da ya­saklanmış ve kötü karşılanmış değildir; aksine pekiştirilerek istenil­miş bir taleptir. Kamu velayetini üstlenen kimsenin (vali), kamu işle­rini görmesi nasıl vacipse, toplumun da eğer ihtiyacı varsa o kim­senin gereksinimlerini beytüimalden karşılaması da vacip olacaktır. Nitekim Yüce ALLAH bu konuya işaret olmak üzere şöyle buyurur: ´´Eh­line namaz kılmalarını emret, kendin de onda. devamlı ol. Biz senden rızık istemiyoruz, sana rızık veren Biziz[44] "ALLAH, kendisine karşı aelmekten sakınan kimseye kurtuluş yolu sağlar, ona beklemediği yer­den rızık verir.[45] Hadiste de: "Kim ilim tahsilinde bulunursa, ALLAH onun rızkına kefil olur (ve onu ummadığı yerden mıhlandırır [46]buy-rulmuştur. Bu ve benzeri nasslar, mükellefin ALLAH´a ait hakları yeri­ne getirmesinin, ALLAH´ın katında bulunan nzıktan nasibini alması için bir sebep olduğunu göstermektedir.

Fasıl:

Geçen açıklamalardan şu iki husus ortaya çıkmaktadır: (1) Aslî kasıt ile mükellef için bir haz içermeyen şeylerde, onun hazzı Şâri´in ikinci kasdı ile ortaya çıkar ve gerçekleşir. (2) Aslî kasıtla mükellef için haz içeren kısmın gerçekleştirilmesi neticesinde, hazdan soyut­lanmış olan kısım da gerçekleşir.[47]

Birinci hususun açıklanması: Şeriatta sabit olan ve ilk plânda kendi nefsi ve malı ile ilgili elde edilen faydalar yanında; takva, fazilet ve adalet sahibi kimselerin hürmete layık olmaları; velayet, şehâdet, dînî vecibelerin yerine getirilmesi gibi konularda onların birer daya­nak kabul edilmeleri; bütün bunların ötesinde ALLAH´ın ve gök ehlinin (meleklerini sevgisine mazhar kılınmaları; yeryüzünde hüsnü kabul görmeleri ve böylece herkes tarafından sevilmeleri, ikram görmeleri hep öne alınmaları; başkalarına nasip olmayan huzur ve saadete ulaş­maları; kalplerinin aydınlatılması; dualarının kabul görmesi; çeşitli kerametlerle taltif edilmeleri; bunların hepsinden daha büyüğü, izzet ve celal sahibi Yüce ALLAH´a nisbet edilen; "Kim benim bir velî (dost) kuluma eziyet ederse, o benimle düelloya (mübareze) kalkış iniş gibi­dir"[48] şeklindeki kudsî hadisteki taltife mazhar olmaları bu faydalar arasındadır.

Hem bu özellikte birisi, kamu görevlerini üstlenir ve bu yüzden kendi özel işleriyle ilgilenmeye zaman bulamaz ve bu yüzden kendi ih­tiyaçlarını gideremez ve nazlarını elde edemezse, bu durumda bütün toplumun onun bu gibi işlerini üstlenmeleri ve onun zihnini kamu işle­rine vermesine engel olacak geçim derdini tekeffül etmeleri ve onun gerekli ihtiyaçlarını kamu maslahatlarının gerçekleştirilmesi için ha­zırlanan beytülmal mallarından karşılamaları gerekir. İşte bu husus, kamu velayetini üstlenen kişilerin kendi nefsî nazlarına ulaşmaları demektir. Görüldüğü gibi onlar, nefsî bazlarından soyutlanmaları ge­reken bu yolda, dünyevî nazlarından mahrum kalmamaktadırlar. Ahirette ise, onlar için daha büyük mükâfatlar olacaktır.

İkinci hususa gelince, insanın istifade ettiği mubahlara yönelme­si sırasında zarurî olarak ihtiyaç duyduğu şeyleri de gerçekleştirmiş olacağı hususu açıktır. Çünkü, insanın lezzetli yiyecekler yemesi, gü­zel elbiseler giymesi, lüks taşıt araçlarına binmesi, güzel kadınlarla evlenmesi... evet bütün bunlar, bu arada insan hayatının zarurî ge­reklerinden olan ihtiyaçların giderilmesi gibi bir neticeyi de berabe­rinde hazırlar. Halbuki, hayatın korunması, zarurî olması açısından mükellef için bir haz içermeyen kısımdandı.

Yine, kişinin ticaret ve çeşitli alış-veriş, icare vb. gibi insanlar arasında cereyan etmekte olan muamelelerle uğraşması ve böylece hayatını kazanması durumunda, başkalarının da maslahatlarının gerçekleştirilmesi durumu sözkonusudur.[49]Gerçi, kişi kendi çıkarı için koşturuyorsa da bu netice sonuçta ortaya çıkar. Bununla birlikte kişinin yaptığı muameleyi kendisine dönük bir fayda için yapmış ol­ması hasebiyle böyle bir neticeye yönelik bir garajı bulunmamakta; bu sonuç kendi çıkarlarına ulaşmak için tutması gerektin yol cihetin­den ortaya çıkmaktadır. O muamelenin bir yol ve araç olması, haddi zatında kendisinin maksut olmadığı anlamına gelir. Şer´an temin et­mekle yükümlü tutulduğu eş, çocuk ve diğer akraba nafakalarını, hay­vanların yiyeceklerini temin için çalışması; kendisi ile, gerçekleştiril­mesi istenen faydalara ulaşılan diğer şeylerde de durum aynıdır. Al­lah en iyisini bilir.

Fasıl:


Kifâî kısma nisbetle mükellefin nazlarını dikkate alma konusun­da, genellik ve özellik noktasından baktığımızda, amellerin üç kısma ayrıldıklarını görürüz:

1. Mükellefe ait hazza, aslî kasıtla asla itibar edilmeyen ameller. Bunlar kamu maslahatları için sözkonusu olan genel velayet­ler (devlet başkanlığı ve valilikler) ve makamlardır.

2. Mükellefe yönelik hazlara itibar edilen ameller. Bunlar, insa­nın kendi çıkarları için koşturması sırasında başkalarına da yararlar sağladığı her türlü zenaat ve meslek icrası gibi amel­lerdir. Bu tür ameller, aslında kişinin sadece kendi menfaat ve nazlarını düşündüğü için yaptığı amellerdir. Bunların icrası sırasında topluma yönelik menfaatlerin ortaya çıkması arızî olmaktadır.

3. Geçen iki kısım arasında yer alan kısım: Bu kısımda haz kasdı ile, haz içermeyen amel mülahazası birbiri ile karşı karşıya gelir ve çekişir. Bu durum, tam olarak genellikarzetmeyen, fa­kat özel de olmayan işlerde açıktır. Bunların kapsamına, ye­tim, vakıf ve zekât malları mütevellîlikleri, ezan ve benzeri iş­ler girer. Çünkü genellik arzetmesi halamından bunlarda şahsî hazlardan soyutlanma isteğinin olması mümkündür; Özellik arzetmesi ve kazanç elde etme konusunda fertlere has diğer zenâatlar gibi olması açısından da, içine şahsî hazlar girmektedir. Bu ikisi arasında bir çelişki 3´oktur. Çünkü haz­lar dikkate alınmaksızın getirilen emir yönüyle, hazlarm bu­lunduğu yön farklıdır. Bu gibi görevlerin şahsi faydalar müla­haza edilmeden (fahrî olarak) yerine getirilmesi mendupluk düzeyinde istenilir. Sonra fahrî olarak bu görevi üstlenen bir kimsenin bulunmaması durumunda, zaruret bulunsun ya da bulunmasın, o görevi üstlenen kimseye ücret takdir edilir. Bu konuda dayan ak, yetimin malının yönetimini üstlenecek kim­se hakkında bulunan şu âyet-i kerîmedir: "Zengin olan iffetli olmaya çalışsın, yoksul olan uygun bir şekilde yesin.[50] Âlimlerin, vakıflarda ve sadaka-i cariyelerde kas samlarla[51] mütevellilerin; hangi çeşit olursa olsun ilim öğretenlerin ücret almaları konusunda ne dediklerine bakınız. Onların sözleri arasında, konumuza ışık tutacak yeterli bilgiler bulacaksınız. [52]


Dördüncü Mesele:[53]


Aslında mubah olup, sırf kula yönelik haz içeren bir fiilin, nefsî hazîardan arındırılarak, sırf ALLAH için İşlenmiş hale getirilmesi mümkündür. Çünkü bu tür fiiller ya izin verilmiş (mubah i ya da emredilmiş şeylerdir. Eğer, verilen izin mükellef tarafından ALLAH´ın kendisine bir hediyesi olarak telakki edilir ve bu şekilde işlenirse; o fiil şahsî hazîar-dan arındırılmış olur. Aynı şekilde verilen emre, başka hiçbir şeye ba­kılmaksızın sırf emre uyulmuş olmak için koşulması durumunda da, fiil nefsî hazîardan arındırılmış olur. Fiil, nefsî hazîardan arındırılın­ca da, mükellef için bir haz içermeyen birinci kısımdan olan ve şer´an bir karşılığı bulunmayan fiillerle (kendisine yönelik kasıt açısından) eşit hale gelir.

Durum böyle olunca, acaba kasıt açısından birinci kısma katılan bu tür fiiller, hüküm itibarıyla da birinci kısmın hükmüne katılabilir mi Bu konu üzerinde durmak gerekecektir ve konu ile ilgili iki bakış açısı[54] bulunmaktadır;

(1)

Kasıt açısından bakıldığında, kendisine eşit oîan kısma hükümde de eşit olmalı. Çünkü, burada haz kısmı kasıt ile aynen birinci kısım şekline dönüşmüştür ve o, halka yönelik ve onların yiyeceklerini ve ya­şantılarım düzene koymayı amaçlayan bir çeşit ibadetin yerine getiril­mesi demektir veya toplum yararlarını gözeten birisi olarak o beytül-mal emini ya da kamu malları üzerinde görevli kimselere benzer bir hal almıştır. Nasıl ki, birinci kısımdan olan fiilleri üstlenen kimsele­rin, üstlendikleri görevler, ya da kullukta bulunduğu ibadetler karşılı­ğında herhangi bir kimseden hediye kabul etmeleri ya da bir bedel al­maları uygun değilse, burada da durum aynıdır ve ki sinin elinin altın­da bulunan mallardan ihtiyacından fazla alması caiz değildir. Nite­kim kamu velayetini üstlenen kimse (vali) de elinin altında bulunan mallardan ancak yeterli (maruf) ölçüde alabilmekte idi. (İhtiyacın­dan) geri kalan kısmı ise, hediye, sadaka, yardım ve benzeri yollarla karşılıksız olarak dağıtır. Yahutda, alma konusunda kendisini başka­larının yerine koyar ve başkalarının aldığı yerden kendi de alır. Çünkü o, bir başkasının vekili ve onun maslahatlarını gerçekleştirmekle gö­revli (kayyım) gibi olunca, kendi nefsini o kişinin ("başkasının) yerine koymuştur. Çünkü nihayet o da, genel olarak yaşatılması istenilen bir can taşımaktadır; {ihtiyacı kadar ahr).

Bu tür davranışlara gidildiği birçok üstün fazilet sahibi kimse­den, hatta sahabe ve tabiîn neslinden nakledilmiş bulunmak­tadır. Onlar kazanç elde etme konusunda becerikli, mahir ve bunun çeşitli yollarını bilen ve tatbik eden kimselerdi. Ancak onlar bu işleri, kendi nefisleri için mal biriktirmek ve servet yapmak amacı ile değil; onları hayır yollarında, erdemler uğrunda ve Şâri´in teşvikte bulundu­ğu, İslâmî geleneklerce güzel bulunan hususlarda harcamak için yapı­yorlardı. Onların malları üzerindeki konumları, beytülmal emininin durumu gibi idi. Onlar bu gibi konularda, kendilerinden nakledilen haberlerin belirttiği üzere derece derece idiler. Bu durum onların, kendi şahsî hazları için değil de, ALLAH rızası için çalışır olmaları sebe­biyle, bu muameleleri sanki içerisinde sahibine ait asla haz içermeyen ameller gibi işlemiş olmalarını gerektirmektedir,

Haz sabit olacaktır desek de bunun genel anlamda dikkate alınabileceğine[55] şu husus delildir: îzin verilmiş olması açısından insa­nın hazzını talep etmiş olması mutlaka ya ALLAH haklanın ya da yara­tıkların hakkının dikkate alınması sonucu olacaktır. Çünkü eğer haz-zm talebi, mutlak ve genel olarak şer´î şart ve sebeplerin varlığına. şer´î engellerin bulunmamasına bağlanmış ise, bütün bunlar, şer´î ta­lep olmaları açısından mükellef için haz içermeyen şeylerdir; dolayı­sıyla bu durumda kendi nefsi hakkında hazzının gereğinden çıkmış

olur. Sonra nefsin hazzma ulaşma yolunda ilerlenirken başkalarıyla yapılan muameleler, muamele sırasında onlara iyilikte bulunulması­nı, ölçü ve tartıda hoşgörülü olunmasını, mutlak surette samimi olu-nulmasım ve nasihatta bulunulmasını, hile ve desisenin her türlüsü­nün bırakılmasını, şer´î sınırı aşacak ölçüde aîdatılmamasını,[56] mua­melenin şer´an mekruh görülen birşeye yardımcı olmamasını ve böyle­ce günaha ve taşkınlığa bir yol haline dönüşmemesini ve hazzını talep­te bulunan kimseye asla bir hazla dönmeyecek olan benzeri diğer hu­susların bulunmasını gerektirir. Bu durumda hazzı talep konusunda vaziyet, (genelde) hazzın bulunmaması noktasına dönmüş olur.

İnsan, kasıtlı olarakhaz talebinde bulunduğu halde durum böyle. Ya bir de amellerinde hazlardan tümden soyutlandığı zaman durum ne olur Sadece ibadetler ya da sadece âdetler değil, her iki kısmında[57]da nasıl ki kişinin, amellerde meşru olanı araştırmak (ve onu işlemek) karşılığında bir bedel alması caiz olmuyorsa, —ki bu üzerinde icmâ edilen bir konudur kasıt ile eşit duruma gelenin hükmü de aynı ola­caktır.

Yine, bu kasdın bulunmadığını farzetmek, hazzın talebinifarzet-meksizin düşünülmesi mümkün olmayan bir şeydir. Durum böyle olunca mesele "vacibin varlığı için gerekli olan şey"in hükmüne dahil olur.[58] Hazzın uzaklaştırılmasını gerektirecek şeyin istenildiği sabit olunca,[59]bu istek için zorunlu olarak bulunması gereken şey de istenilmis olur. Onun şer´î bir taleple istenilmiş olup olmaması arasında fark yoktur. Onun hükmü genelde, asla haz içermeyen fiillerin hükmünü aşmaz. Bu açıktır. Meselâ Sâri´ Teâlâ kesin bir tarzda nasihatta bulu- [isoı nulmasmı istemiş ve Hz.~Peyga.mber´in"Din nasihattir"[60]buyruğu ile . onu dinin esası yapmış, çeşitli yerlerde onu terkedenleri azapla kor­kutmuştur. Eğer biz nasihatin, bir bedel ya da peşin bir hazza bağlan­dığını farzedecek olursak; o zaman nasihat, nasihat edenle edilen ara­sında bir anlaşmanın bulunmasına bağlanmış olacaktır. Bu ise, onun talebinin kesin bir tarzda olmaması neticesine götürür. Yine meselâ, başkasını tercihte bulunmak (îsâr) menduptur ve onu yapan kimse öv­güye lâyık görülmüştür. Onun bir bedel karşılığında yapılmış olması durumunda, bir başkalarını tercihten (îsâr) söz edilemez. Çünkü îsârın anlamı, başkalarının çıkarlarını kendi çıkarlarından üstün tut­mak demektir. Bu ise, peşin bir çıkar talebiyle birlikte bir arada bulu­namaz. Diğer ibadet ve âdetlerle ilgili taleplerde de durum aynı şekil­dedir. Bu arzedilenler konu ile ilgili nazarî bir bakış açısıdır ve ona ka­tılmak mümkündür.

(2)

İkinci bakış açısı: Bu tür fiillerin, hükümde asla yanihazza dönük olmaları şeklindedir. Çünkü Sâri´, bu ameli işleyen kimse için kendisi­ne yönelik bir haz koymuştur ve onu diğerlerinden önde tutmuştur. Dolayısıyla kişi o hakların tamamını yalnız kendi başına kullanmak istese bu caiz olmakta; onları kendi nefsi için biriktirebilmekte, kendi dünya ve ahiret çıkarları için elinden çıkarabilmektedir. Onlar, Al­lah´ın kendisine birer hediyesidir; bu durumda onları nasıl kabul et­mekten kaçınır O, eğer o fiili, izin noktasından ve şeriatın koyduğu sı­nırlar gereğince işlese bile, içerisinde kendi hazzı bulunan birşeyi, kendisi için tahsis edilmiş olması açısından ve kendisi için ona yönel­mesi mubah kılınan kasıtla işlemiş olacaktır. Sonra, şer´î sınırlar her ne kadar onların gereği ile amel etmede bir haz bulunmasa da hazzma ulaştıracak birer vesile ve yoldur.[61] Bu meseleden önce geçen konuda nasıl ki, maksat için vesileye ait hüküm verilemiyordu; dolayısıyla kendisi için bir haz içermeyen bir amel, her ne kadar bedel­li akitler gibi kendi hazzma vesile oluyorsa da, bu vesilenin hükmünü almıyordu[62] burada da aynı şekilde hakkında izin verilen haz için, kendisiyle ona ulaşılmak istenilen şeyin (vasıta) hükmü verilemez.

Biz biliyoruz ki, selef-i sâlihten birçoğu kendi masla­hatları için mal biriktiriyorlar, ticaret ve benzeri işlere giriyor ve husu­siyle kendi nefisleri için ihtiyaç duyacakları ölçüde kazanıyorlardı; sonra da kendilerini Rablerine karşı ibadete veriyorlardı; kaşandıkla­rı bitinceye kadar durum böyle devam ediyordu ve sonra tekrar kazanç yollarına dönüyorlardı. Onlar ticaret ya da zenaatı, (birinci kısımda açıklandığı şekiî üzere) bir ibadet şeklinde telakki etmiyorlardı; aksi­ne kendi hazlarınıelde etme ile yetiniyorlardı. Gerçi onlar bunu sadece afif davranmak ve ibadette bulunmak için yapıyorlardı. Bununla bir­likte bu durum onları, hazlarını talepte bulunanlar zümresinden çı­karmış olmuyordu.

Daha Önce selef-i sâlih hakkında belirtilen şeyler, o konuda kesin değillerdir; çünkü onların sözkonusu davranışlarını, Şâri´in kendileri­ne bir izni hasebiyle kendi hazlan için gerçekleştirmiş olabilecekleri şeklinde yormak mümkündür, Dolayısıyla onlar, dün}^a hayatları hakkında, kendi nazlarının elverdiği şekilde, âhiret hayatları ile ilgili olarak da aynı şekilde muamelede bulunmuş oluyorlardı. Neticede hepsi de, nazların gerçekleştirilmesi fisbatı) esası -üzerine kurulmuş olmaktadır. Varılmak istenen sonuç da budur. Amaç, hasların Şâri´in belirlemiş olduğu yönden alınmış olması ve bu yolda düşmelere sebe­biyet verecek taşkınlıklara girilmeme sidir.

Sonra hazlara ulaşılması yolunda sınırların belirtilmiş olması sadece, kişinin başkalarının maslahatlarını ihlal etmemesi ve böylece neticenin kendi maslahatlarının ihlali şekline dönüşmemesi[63] içindir. Çünkü Yüce ALLAH bu sınırları, her bir ferde nisbetle maşlah atların en uygun biçimde gerçekl eşe bilme si için koymuştur. Bu yüzdendir ki Yü­ce ALLAH: "Kim yararlı iş işle ~se kendi lehinedir; kim, de kötülük işlerse kendi aleyhinedir"[64] buyurmuştur. Bu buyruk, hem dünya hem de âhiret amelleri hakkında geneldir; hepsini kapsar. ´Yerdiği sözden ri dönen, ancak kendi aleyhine dönmüş olur"[65] Bir kudsî hadiste de, zu­lüm ve onun haramlığmdan bahisten sonra: "Ey kullarım! Bunlar an­cak sizin amellerinizdir. Onları size sayıyorum. Sonra onların karşılı­ğını size tastamam veriyorum Şimdi kim hayır bulursa ALLAH´a ham-detsin! Hayırdan başka bulan ancak kendini sorumlu tutsun"[66]buy-rulmuştur. Bu gibi şeyler sadece dünya hayatına ait şeylere hasredile-mez. Bu yüzdendir ki, insanların başına gelen musibetler, onların gü­nah ve tacavüzleriyüzünden sayılmıştır; "Başınızagelen herhangi bir musibet ellerinizle işlediklerinizden ötürüdür[67] "Size tecavüz edene, size tecavüz ettikleri gibi tecavüz edin.[68]

Bu konudaki deliller sayılamayacak kadar çoktur. İnsan, hazla-rına ulaşmak için normal yol kılman bu tür fiillerde hazzını talep du­rumundan ayrı düşünülemez. Bu husus ortaya çıkınca, bu kısmın tümden peşin nazlardan soyutlanma noktasında birinci kısma eşit ol­mayacağı anlaşılmış olacaktır.

İki yol arasını da bulmak mümkündür. Şöyle ki: İnsanlar, nefsî hazlarını elde etme konusunda derece derecedirler:

Bazıları, hazlarını ancak esbabına yapıştığı yolların dışında[69] arar. Ameli işlerken, birşeyi kazanırken, o iş ve kazançta kendisini ve­kil yerine kor ve kendisini ALLAH´ın takdiri doğrultusunda dağıtmakla görevli sayar. Kendisi için asla birşey biriktirmez; hatta o yaptığı şey­lerden nefsi için herhangi bir haz kabul etmez. Bu ya kendi nefsini ha­tırlamaması ve bu yüzden kendi hazzını unuttuğu şeyler kabilinden Gİması şeklinde olur, ya ALLAH´a olan yakınî imanın gücünden kaynak­lanır; çünkü o, böyle bir iman sonunda bilir ki, göklerin ve yerin hü­kümranlığını elinde bulunduran ALLAH, kendisinin durumunu bilmek­tedir; O kendisi için yeterlidir ve asla onu ihmal etmeyecektir. Veya­hut da kendi hazzma önem vermemesinden kaynaklanır. Çünkü ina­nır ki, rızkı ALLAH üzerinedir ve O, kendisini, bizzat kendisinden dahaiyi kollayacaktır. Veyahut da, ALLAH´ın hakkı ile meşguliyetinden ken­di hazzına iltifatta bulunmayı nefsine yedirememesi ve benzeri daha başka sebeplerden dolayı olur. Bunlar hal erbabının gözetmiş oldukla­rı maksatlardır. "Kendileri fakru zaruret içerisinde bulunsalar bile, onları kendilerinden önde tutarlar"[70] buyruğu işte bu tür İnsanlar hakkında gelmiştir.

Nakledildiğine göre Zübeyr, Hz. Âişe´ye iki torba içerisinde para göndermiştir.Râvi sanıyorum yüz seksen bin (dirhem) diyor. Bu­nun üzerine Hz. Âişe ki o günde oruçlu bulunuyordu, bir tabak ge­tirtmiş ve gelen paraları insanlar arasında dağıtmaya başlamıştı. Ak­şam olduğunda beraberinde tek bir dirhem dahi kalmamıştı. Akşam olunca: "Ey cariye! Haydi, bir şeyler getir de iftar edeyim" dedi. Cariye, ekmek ve zeytinyağı getirdi. Cariyesi, kendisine: "Dağıttığın şeyler­den bir dirhem ayırıp, et alıp onunla iftarını yapamaz miydin " dedi­ğinde ona: "Beni zor duruma sokma! Eğer hatırlatsaydm, ben de ya­pardım" diye cevap vermiştir.

İmanı Mâlik´in nakline göre de, yoksulun biri, oruçlu olan Hz. Âişe´den bir şeyler istemişti. Hz. Âişe´nin evinde de tek bir çörekten başka bir şey yoktu. Kendisine ait bir cariyeye: "Onu, ona ver" dedi. Cariye: "İftar edeceğin başka bir şey yok" diye hatırlattı. Hz. Âişe: "Onu, ona ver" diye tekrarladı. Cariye şöyle anlatır: Bunun üzerine ben de, çöreği o adama verdim. Akşam olunca, bir ev, ya da bir adam bi­ze hiç alışık olmadığımız biçimde[71] (büyük) bir koyun hediye etti ve onu pişirdi. Hz. Âişe beni çağırdı ve: "Bundan ye! Bu senin çöreğinden daha hayırlıdır" dedi.

Yine ondan yetmiş bin dirhem dağıttığı, fakat kendisinin elbisesi­ni yamamada olduğu; başka bir zaman malını yüzbine sattığı ve onlan dağıttığı, sonra da kendisinin arpa ekmeği ile iftar ettiği rivayet edilir.

Bu durumda olan bir kimsenin hali, vilayetlere tayin edilen ve hükümdardan başka hiçbir kimseden birşey beklemeyen valinin du­rumuna benzer. Çünkü bu tür insanlar için, yakın hasıl olmuş ve ken­dilerinin, kendi nefisleri için alacakları tedbirlerin yerini ALLAH´ın pay­laştırmasının ve tedbirinin almış olduğunu görmüşlerdir. Bu maka­ma, daha önce geçen mülahazalarla itiraz edilemez; çünkü bu maka­mın sahipleri, ALLAH´ın tedbirinin kendi tedbirinden daha hajnrlı oldu­ğunu görmektedir. Bu durumda olan kimseler, kendi nefislerini gözö-nünde bulundurarak tedbirler içerisine girmeye başladılar mı, bulun­duğu rütbeden daha aşağı derecelere doğru düşerler. Bu birinci grup­tan olan kimseler hal erbabı dediğimiz ALLAH´ın veli kullarıdır.

Bazıları da vardır ki, kendilerini yetim malı üzerindeki vasi (ve­kil) gibi sayar; ihtiyacı bulunmadıkça afif davranır, kazancından bir şey almaz; ihtiyaçları bulunduğu zaman da maruf ölçüsünde yer, geri kalan kısmı da nasıl ki yetimin vasisi, onun (yetimin) malını menfaat­leri doğrultusunda sarfederse, aynen onun gibi sarfeder. Bazen olur ki, ihtiyacı bulunmaz ve o zaman harcaması gereken yere harcar; sak­laması gereken yer için de saklar; eğer ihtiyacı bulunursa kendisine verilen izin ölçüsünde davranarak israf ve pintilik etmeksizin yeterli ölçüde alır. Bu mertebedeki insanlar dahi, kazanırlarken kendi nazla­rından kurtulmuş olmaktadırlar. Çünkü, bu mertebede, olan insanlar, kendi hazları için almış olsalardı, o zaman başkalarını değil kendi ne­fislerini kayırmış olurlardı; halbuki bunlar Öyle yapmamış; aksine kendi nefislerini halktan biri gibi saymışlardır. Sanki o bir taksimatçı-dır ve kendi nefsini de onlardan biri gibi görmektedir. Sahih´te Ebu Musa´dan[72]şöyle rivayet edilir:

Rasûlullah şöylebuyurâu:"Eş´arîler, gazada yiyecek­leri biter veya Medine´deki çoluk çocukların yiyecekleri azalırsa, elle­rindeki mevcut yiyecekleri bir elbisenin içerisine toplar, sonra onu ara­larında bir kap ile eşit olarak taksim ederler. Onlar bendendir; bende onlardanım.[73] Aynı durura, Hz. Peygamber´in Muhacirlerle Ensar arasında uyguladığı kardeşlik[74] olayında da yaşanmıştır.[75]Hz. Pey­gamber´in gazaları sırasında bu türden uygulamalar meşhurdur. Hem şahsî nazların tercihte bulunulması, "önce kendi nefsinden baş­la, sonra bakmakla yükümlü olduğun kimselerden[76] hadisine binaen övgüye değer bulunmuş ve ters görülmemiştir. Aksine, bu tutum her iki halde de doğru harekete hamledilir.

Bu ikinci mertebede bulunanlarla bir önceki mertebede olanlar, nefislerini peşin hazlar ile kayıtlayıp onun peşinde koş tur mamı şiar­dır ve bunların nefisleri için almış oldukları şeyler, haz peşinde koş­mak sayılmaz. Şahsî haz peşinde koşulmuş olunması için açık bir be­lirti olması lazım ki o da, insanın kendi nefsini başkalarına tercih et­mesidir. Bunlar ise bunu yapmamışlar; aksine, başkalarını kendi ne­fislerine tercih etmişler ya da kendilerini başkaları ile denk tutmuş­lardır. Bu durum sabit olunca, onların nefsî nazlarından arınmış oldukları ortaya çıkar ve bunlar kendilerini, sanki kendileri için hiçbir haz kılınmamış kimse yerine koymuş olurlar. Böyle insanlar meselâ ahş-veriş, kira gibi akitlerde, mümkün olan en az kira ve ücret talebin­de bulunurlar ve bunun neticesinde onların bu tür uğraşıları kendileri için değil, başkaları için çalışma mahiyetini alır. Bunlar, yine bu yüz­dendir ki nasihat konusunda kendilerine yüklenilenden fazla görev yaparlar; çünkü onlar kendi nefislerinin değil de, insanların vekilleri durumundadırlar. Bu durumda nefsi hazdan sözetmek mümkün mü Hatta bunlar caiz de olsa, kendi nefislerine gösterilecek müsamahayı, başkalarını aldatma gibi görüyorlardı. Hiç şüphe yoktur ki, bunlar da hüküm bakımından birinci kısma katılacaklardır. Ama bu katılma da­ha başlangıçta mevcut bulunan şer´î bir gereklilikle vücup) değil de, bizzat kendilerinin kendi nefislerini icbar etmeleri neticesinde olmak­tadır.

Bir kısım daha vardır ki, onlar öncekilerin derecelerine ulaşa­mazlar; aksine bunlar kendilerine izin verilen şeyleri alırken, izin açı­sından almış olmakta, menedildikleri şeylerden geri durmakta; ihti­yaç duydukları her konuda harcamada bulunmakla yetinmektedirler. Önce geçenlere göre bunlar, haz sahipleridir; ancak bu hazlar elde . edilmesi sahih olan bir yönden alınmışlardır. Eğer bu gibiler hakkında da nazlardan soyutlanmışlardır denecekse, bu nazlarını sadece heva ve heveslerine uyarak almamış olmaları ve onları işlerken emir ve nehyi dikkate almış olmaları 3-önünden olacaktır. Yerilmiş oîan haz emir ve yasaklar dikkate alınmaksızın, heva ve heveslere tabi oluna­rak elde edilen nazlardır. Çünkü kişi onları elde ederken, konulan sı­nırlara dikkat edilmemiş; aksine şehveti peşinden koşmaktan başka bir şey bilmeyen hayvan gibi cüretkârlık göstermiştir. Biz burada bu türhazlardan söz etmiyoruz; sözünü ettiğimiz birinci kısımla ilgilidir. Burada kişi kendi hazzı için tasarrufta bulunduğu için, müslünıanla-. nn genel işlerini üstlenen amme görevlisi hükmünde sayılamaz; çün­kü o kamu için değil, kendisi için çalışmaktadır. Bu açıdan bakıldığı zaman bu kimse, kamu velayeti üstenmiş birisi gibi olmamaktadır. Kazlardan soyutîanmışhk da, ancak kamu velayetlerinde oluyordu. Doğrusu ALLAH daha iyi bilir ya şöyle olmalıdır: Bu kısımdan olan­lar, hüküm itibarıyla nazlarına yönelik kasıt bulun duranlar gibi mua­mele görürler; böyle bir kasıt bulundurmaları da onlar için caizdir; ilk iki kısma girenler ise böyle değillerdir. Onlar esbaba tevessül yoluyla almayan (sadece ALLAH´tan bekleyen); ya da herkese ne düşüyorsa ken-F196] dişini de onlardan biri kabul ederek alan kimselerdir. [77]

Beşinci Mesele:


Şer´î maksatlara uygun olarak işlenen bir amel ya aslî maksatlar dikkate alınarak işlenmiştir ya da tâbi maksatlar. Bu iki ihtimalden her biri üzerinde durmak ve ayrıntıları hakkında söz etmek gerekir. Her bir kısım üzerinde ayrı ayrı duralım;

Eğer amel, aslî maksatlar gözönüne alınarak işlenmişse, o ame­lin mutlak surette şahinliği ve noksanlıklardan uzaklığı hakkında en ufak bir problem yoktur. Bu hern hazdan soyutlanmış amellerde, hem de haz içeren amellerde[78]böyledir. Çünkü o amelin konulusu sırasın­daki Şâri´in gözettiği maksada uygun düşmüştür. Zira daha önce de geçtiği üzere, Şâri´in teşrîdeki maksadı, mükellefin ihtiyarî olarak da kul olabilmesi için onu arzu ve heveslerinin peşine takılmaktan kur­tarmaktı. Bu kadarı burada yeterlidir.

Bu esas üzerine kaideler ve çok sayıda fıkhı anlayışlar kurulur:

Bunlardan bir tanesi de şudur: Aslî maksatların dikkate alınma­sı durumunda, işlenen amel daha İhlash olur ve o amelin ibadete dö­nüşmesi daha kolay olur; öbür taraftan sırf kulluk veçhesini değişti­ren nazların katılım durumundan daha da uzaklaşılmiş olur.

ayten
Mon 27 September 2010, 12:58 am GMT +0200
Şöyle ki: insanın hazzınm, sadece onun hazzı olması açısından dikkate alınması vacip değildir. Bu, "Şâri´in o hazzı mükellef için orta­ya koyması ve mükellefin ona iltifatta bulunmasını mubah kılması, Yüce ALLAH´ın kuluna karşı sırf bir inam ve ihsanı neticesinde olmakta­dır; zira kulların maşlah atlarını gerçekleştirmek ALLAH üzerine vacip değildir," görüşünü benimsediğimizde böyledir. Bu akien vâciplik gö­rüşüne göre de böyledir. Emir, yasak ya daızine[79]sırf uymuş olmakas-dı, sadece Şâri´in hitabına yönelmiş olma hakkında her amacın ger­çekleşmesi için yeterlidir. Ona uygun olarak ve çağrısına icabette bv-lunmuş olmak için amel eden kimse, hazdan uzak olur ve onun fiili zarûriyyâtve onu çevreleyen ("tamamlayıcı unsurlar) üzere işlenmiş olur; sonra o fiilin altında kısmen kendi hazzı da bulunur. Hatta onun bu hazzı, şer´an başkalarının hazzmdan da önce gelir.

İnsan, emre uymuş olmak için ya da emrin illetini gözöminde bu­lundurarak kazanırsa (iktisap) ki o genel olarak nefislerin ihyasına ve onlara dokunacak serlerin uzaklaştırılmasına yönelik kasıt olu­yor o takdirde kendisi: "Önce kendi nefsinden haşla, sonra bakmakla yükümlü olduğun kimselerden"[80]hadisinde de belirtildiği gibi öne alınmış olur; ya da kendi hayatı için gerekli olan şeyleri gerçekleştir­miş olması, meselâ bir vacibin gerçekleştirilmesi gibi kabul edilir. Sonra o vacib hakkındaki bakış açısı, sadece bazı nefislere yönelik ola­bilir. Bizzat kendi hayatının ya da bakmakla yükümlü olduğu kimse­lerin gereksinimlerini, onları yerine getirmekle mükellef olması açı­sından temin eden kimsenin durumunda olduğu gibi. Bazen bakış açı­sı genişler ve ALLAH´ın dilediği nefislerin hayatiyetini idame ettirebil­meleri için kazanma yoluna girer. Bu tutum, en kapsamlı, en övgüye değer ve sevaba en elverişli yoldur. Çünkü birinci durumda herşey kendi istediği gibi gitmez ve harcamalarından birçoğu kastetmediği yerlere gider; kazanma amacının dışına çıkar. Bununla birlikte onun işlerin tedvir ve tedbirini ALLAH´a havale etmemiş olması ona zarar ver­mez.[81] İkinci tavrı gösteren kimse ise, gerek kasdmı gerekse davranış­larını tamamen herşeye kadir olan ALLAH´ın eline havale etmiş ve ken­dindeki az şeyle sayısız kimselerin faydalanmasına niyet etmiştir. Bu, kulluğun ihlasla gerçekleştirilmesi konusunda yapılabilecek son nok­tadır ve bu arada kişi, kendi hazlarmdan da birşey kaçırmış olmaya­caktır.

Amelin işlenmesi sırasında tâbi maksatların dikkate alınmış ol­ması ise böyle değildir. O durumda, bu belirttiğimiz şeylerin büyük ço­ğunluğu ya da tamamı kaybolur. Çünkü böyle bir tavırda kişi sadece meselâ, açlık ya da susuzluğun ortadan kalkmasını, soğuktan korun­muş olmayı, şehvetinin tatmin edilmesini ya da mücerred mubahtan zevk almış olmayı kasteder. Bu kasıt her ne kadar caiz ise de bir ibadet değildir ve yaptığı bu gibi davranışlarda Şâri´in aslî kasdı gozetilmiş değildir. Kişi bu haliyle heva ve heveslerinden soyutlanmış ol­maz.[82] Eğer Şâri´in kasdı dikkate alınmış olsaydı, bu fiiller emre uyma (tâat, imtisal) halini alırdı ve daha önce de geçtiği gibi, hitabın gereği­ne yapışma mahiyetine dönerdi. Böyle bir durum olmayınca, fiilin iş­lenmesine iten motifin sadece şahsî hazlara riayet olduğu ortaya çı­kar.

Bu meselenin bir yönü.

İkinci bir yönü daha var; Aslî maksatlar, başka hiçbir şeye iltifat etmeksizin sadece emir ve yasağa riayet etme anlamına gelir. Bu tavır —hiç kuşkusuz.— emre itaat ve emredilen şeye başka bir amaç bulunmaksızm uymuş olma demektir. O bu tavrı sergilerken şöyle düşünür: Kendisi, efendinin diğer kölelerini evirip çevirmek için görevlendirdi­ği bir kölesidir ve onların ihtiyaçlarının efendinin dilediği doğrultuda kendilerine ulaşması için kendisini bir vasıta olarak kullanmaktadır. Bu kişi de, sadece emri dikkate almış olma noktası haricine çıkmış ol­muyor; sırf kulluğun gereği olarak amel ediyor ve kendi şahsî hazları-nı düşürüyor; sanki onun kendi hazlarmı bizzat efendinin kendisi üst­lenmiş oluyor. Kendi hazları için hareket eden kimse ise, yaptıklarını sırf emrin gereği olarak yapmamakta; emrin amacının değerlendiril­mesi açısından da işlememektedir; aksine kendi hazzını ya da hazla­rmdan haz duyduğu kimselerin hazlarmı gerçekleştirmek açısından hareket etmektedir. Bu durumda olan bir kimse, emre uymuş olsa bile, kendi nefsi yönünden uymakta, dolayısıyla onun hakkında tanı anla- [ıosı mıyla ihlâs bulunmamakta; neticede işlenen bu amelin ibadet görünü­mü alması mümkün olmamaktadır. Emre uymuş olma durumunun bulunmaması halinde bu, kulluk görevinde ihlâslı olma bir tarafa, açıkça onun ifasına yönelik bir kasdın dahi bulunmaması anlamına gelir. Bazen emir ya da yasak, bir ibadet şeklin de değil de âdet şeklin­de telakki edilir ve işlenir. Buda, şahsî hazlara yönelik olan talebinin baskın gelmesi durumunda olur. Bu ise bir noksanlıktır.

Üçüncü bir yön daha var: Amellerini aslî maksat doğrultusunda işleyen kimse, gerçekten ağır bir yük altına girmiş ve büyük bir görevi sırtlamış olmaktadır. Böyle bir yük altına genel olarak hazlar peşinde koşan insanların girmesi mümkün değildir. Onlar hazlarmı dahahafıf yollardan ararlar. Bunun da sebebi şudur; Bu iş,[83] mükellef üzerine di­le se de dilemese de gelen, Yüce ALLAH´ın kullarından kendisine yakın kıldığı kimselere nasip ettiği bir haldir. Bu yüzdendir ki, nübüvvet (peygamberlik) amellerin en büyük ve en ağırı olmuştur. Nitekim Yü­ce ALLAH bu hususu belirtmek üzere: "Doğrusu sana, kaldırılması güç bir söz vahyedeceğiz[84] buyurmuştur. Böylesine birşey, ancak ona ait ek bir külfetle gerçekleşir. Hazlar peşinde koşan kimse ise böyle değil­dir; o kendi için çalışmış olmaktadır. Rabbi için çalışanla, kendisi için çalışan elbette bir olmayacaktır. Birincisi, üzerine yük yüklenmiş (mahmul! kimse, ikincisi ise kendisi için çalışan kimsedir. Bu yüzden­dir ki, hazlar peşinde koşan in sanların öyle ağır yükler altına girdiğini pek göremeyiz. Eğer bu hali iddia eden birisi çıkarsa, o makama sahip kimselerin yaptıkları şeyleri ondan iste; eğer hakikaten onları yerine getiriyorsa, dediği gibidir. Aksi takdirde o yalan söylemektedir; iddia­sının doğruluğu çok nadir olacaktır. Aslî maksatlar doğrultusunda ha-reket eden kimsenin yük yüklenmiş kimse olması ihlas görüntülerin­den biri olmaktadır. Hazlar peşinde olan[85] kişi, böyle bir yükün altına ancak hazzını telafi Ölçüsünde girebilir. Haz bulunmamakla birlikte fiili işlemişse, onda aslî maksada yönelik kasıt mevcut demektir; bu durumda ihlâsının bulunduğu ortaya çıkar ve amelleri ibadet haline dönüşür.

İtiraz: Biz, kendi nazları peşinden koşan nice kimselerin, din­dar kimseler içerisinde en yüksek mertebelere ulaştıklarını görüyo­ruz. Hatta bizzat bütün peygamberlerin efendisi olan Rasûlullah´m [ ıkv^S´u 1 dahi, güzel koku, kadın, tatlı, bal gibi şeyleri sevdiğini, (ko­yun) budundan hoşlandığım, kendisi için tatlı kaynak suları arandığı­nı ve nefsin hazlanna tâbi olma anlamı içeren benzeri şeylerin onda [2oo] bulunduğunu biliyoruz. Zira o, bildiğimiz kadarıyla arzuladığı helâl şeylerden geri durmuyor; aksine eğer bulursa bu gibi helâl şeylerden istifade ediyordu. Bununla birlikte o, dinde en yüce mertebede bulun­maktadır; insanlar içerisinde en muttaki ve en temiz olanıdır; ahlâkı Kur´ân ahlâkidir. Bu işin bir tarafı. Bir de öbür tarafı var: Biz yine gö­rüyoruz ki, bazı insanlar tamamen şahsî hazlan bir tarafa bırakarak kendilerini tamamen başkalarının hizmetlerine veriyorlar ve güçleri ölçüsünde ve kulların maslahatlarım gerçekleştirme yolunda sıdk ile çalışıyorlar. Bununla birlikte, onların âhirette hiçbir nasipleri yoktur. Meselâ, hıristiyan vb. ruhbanlarının birçoğunda olduğu gibi. Bunlar, dünyadan el-etek çekiyorlar ve ona hiçbir iltifatta bulunmuyorlar; dünyevî şeyler hatırlarından bile geçmiyor; ibadeti ve insanlara hiz­meti kendileri için bir prensip haline getiriyorlar ve hayatlarını buna adıyorlar; öyle ki, bunun sonunda insanlar içerisinde birer aziz oluyor­lar. Bununla birlikte onların bütün bu yaptıkları, kökten bâtıl olan bir temel üzerine kurulu oluyor. Bu iki uç arasında ise, onlardan birine di­ğerinden daha yakın sayılamayacak kadar orta yolcu tavırlar vardır.

Cevap: Bu itiraza iki açıdan cevap verilecektir.

Birincisi: Bu sanılan şeyler dış görünüşlerle ilgilidir. İşin içyü­zü ise, bilinmeyebilir. Meselâ el-İskâf m. Fevâidu´l-ahbâr adlı ese­rinde, Hz. Peygamberin "Bana dünyanızdan üç şey sevdi­rildi.[86] hadisi hakkındaki yapmış olduğu açılamalara baktığınız­da, durumun ilk akla geldiği gibi sırf şahsî haz talebi ile ilgili olmadığı, mutlak hak ve hakikatin talebiyle ilgili bulunduğunu göreceksiniz. Bu üç şey içerisinden bir tanesinin namaz olması da, buna bir delildir. Na -maz ki, imandan sonra ibadetlerin en üstünüdür. Böylece diğerleri hakkında da aynı şeyi söylemek mümkün olmaktadır. Sonra bir şeyin sevilmiş olması, onun şahsî hazlar için istenilmiş olmasını gerektirmez. Çünkü sevgi, elde olmayan bir gönül işidir. Ancak, ondan kay­naklanan amellere bakılabilir. Hz. Peygamher´in bu şeylerden, izin açısından değil de sadece nefsânîhazlarını tatmin için istifade etti de­mek mümkün mü Bir şeyin izin açısından işlenmesi ise, şahsî hazlar-dan soyutlanmış olmanın ta kendisidir. En büyük önder olan Hz. Pey­gamber hakkında, durumun hiç de sanıldığı gibi olmadığı anlaşılınca, onun peşinden giden ve velilik mertebesine eren diğerleri hakkında da durum açıklık kazanacaktır.

Ruhbanlar hakkında ileri sürülenlere gelince, herşeyden önce biz onların hazlardan soyutlanmış olduklarını kabul etmiyoruz; aksine onlar tam haz içerisinde ve nefsin heva ve hevesleri peşinde kendileri­ni tüketmektedirler. Çünkü insan, bazen daha büyük hazlar elde ede­bilmek için daha az derecede olan nazlarını terkedebilir. Nitekim dik­kat edilecek olursa, makam elde etmek için insanların pek çok mallar harcadıkları görülecektir, Çünkü insanın makamdan alacağı haz, maldan alacağı hazdan daha büyüktür. Bazıları başkanlık uğruna nice kurbanlar vermekte ve hatta bu yolda kenaileri de ölmektedirler. Ruhbanlar da aynı şekilde, baş olma ve insanların saygısını kazanma hazzma ulaşabilmek için bazı dünyevî hazlan terketmiş olabilirler; çünkü arzuladıkları hazlar dalı a büyüktür. Ün yapma, ululanma, baş olma, insanlardan saygı görme, insanlar içinde makam sahibi olma, yanında dünya nimetlerinin hor görüleceği çok büyük hazlar olmakta­dır. Bu, bizim konumuzda ilk yasak edilmiş olan şeylerdendir[87] Dola­yısıyla böyle bir durumda olan kimse hakkında söz edemeyiz. İşte bu yüzdendir ki, "Riyaset (baş olma) sevdası, sıddîkların kafasından en son çıkan şeydir" demişler ve vakıa doğru da söylemişlerdir.

İkincisi: Hazlan talep etmek; hazlardan arındırılmış olarak ya­pılabileceği gibi, öyle olmayabilir de. Aralarındaki fark şudur: Hazza yönelik talebin ilk kaynağı, ya Şâri´i n emridir veya değildir. Eğer tale­bin kaynağı Şâri´in emri ise, söz konusu talep neticesinde elde edilen haz, hazlardan arındırılmış ve uzak tutulmuş haz olacaktır; çünkü ona göre kendi nefsi ile başkaları aynı tutulmu ştur. Aslî kasıt doğrul­tusunda yapmış oîd uğu ve nefsine yönelik hazlar içeren fiilleri de aynı şekilde olacaktır. İtirazda ileri sürülen kimsenin durumu böyle ol­maktadır. Kasıt itibarıyla, böyle bir kimsenin elde ettiği şey, haz; koş­turması da, haz peşinde koşturmak sayılmaz. Çünkü fiile iten asıl mo­tifin, aslî kasıt olması durumunda, tâbi kasıt onun dallarından biri gi­bi olmaktadır ve onun (aslî maksat) hükmünü almaktadır. Tâbi kas-dın aslî kasıtla irtibatlı olmaması halinde ise, işte o zaman haz peşinde koşturmaktan söz edilir. Bizim üzerinde söz ettiğimiz konu ise, böyle değildir.Ruhbanların ve onlar gibi olanların durumuna gelince, her nekadar konum itibarıyla fasit ise de bu netice bazen onlar için de tesadü­fen bulunabilir. Bunlar manastır ve çilehanelere çekilirler; her türlü şehvet ve lezzetlen bırakırlar, mabudlarına teveccüh yolunda nefsânî nazlarından feragat ederler ve bu yolda kendilerini ona yaklaştırabile­cek yollardan giderek yapabilecekleri herşeyi işlerler. (Bu gayeye ulaştırıcı olup) esbab bildikleri şeylere sarılırlar. Gerek kendileri ve gerekse halk içinde, dinde hak üzere bulunan1 birinin yaptığı şeyleri harfiyyen yerine getirirler. Ben bunların samîmi olmadıklarını söyle­miyorum; aksine bunlar kendi inandıkları mabudlarına karşı son de­rece samimîdirler ve muamelede bulundukları insanlarla ilişkilerin­de sıdk ile hareket etmektedirler. Ne var ki, yaptıkları bütün amelleri kendi yüzlerine çalınacak ve ALLAH katında âhirette hiçbir değeri ol­mayacaktır. Çünkü onlar tuttukları bu yolu, yaptıkları bu amelleri ge­çerli bir temel üzerine oturtmamışlardır. Yüce ALLAH şöyle buyurur: "Ogün birtakım yüzler zillete bürünmüştür. Zor işler altında bitkin düşmüştür. (Bununla birlikte) yakıcı ateşe yaslanırlar."[88] Böyle bir duruma düşmekten ALLAH´a sığınırız.

Onlarınbir mertebe berisinde, bu ümmetten olup da bid´at ve sa­pık mezheplere saplananlar yer alır. Zi´1-Huvaysıra ile ilgili Haricîler hakkında gelen Hz. Peygamber´in şu hadisini bilirsiniz: "Bırak onu (öldürme)! Onun öyle adamları olacaktır ki, sizden biriniz onların na­mazı karşısında kendi namazını; onların orucu karşısında kendi oru­cunu küçümseyecektir..." Bu hadislerinde Hz. Peygamber, onların dış görünüşte gıpta edilen namazları; güzel görülen halleri ol­duğunu bildirdikten sonra; bu amellerin temelsiz olduğunu belirtmiş ve onlar hakkında:" Onlar, okun avı delip geçtiği gibi dinden çıkacak­lar" buyurduktan sonra onların c1 Sürülmelerini emretmiştir.[89] Bid´at mezhepler içerisinde bu türden olanlar pek çoktur.

Kısaca diyebiliriz ki, amellerde ihlas, ancak nefsânî nazların atıl­ması ve onlardan tamamen arımlması ile mümkündür; ancak o ame­lin dinde sahih, sağlam ve ALLAH katında makbul ve kurtarıcı bir temel üzerine oturtulmuş olması şarttır. Fasit bir temel üzerine kurulmuş ise, tabiî ki bunun aksi olacaktır. Bu fasit temel üzerine kurulu hazlar-dan feragat edilmiş fiiller, çoğu kez âşıklarda bulunur. Âşıkların hal­lerini inceleyen kimse, sevgililer uğruna ne hazlardan vazgeçildiğini ve onlara karşı insanın gösterebileceği en mütekâmil anlamda ihlâs. örnekleri verildiğim görecektir.

Şu halde sonuç olarak diyebiliriz ki, fiillerin aslî maksatlar üzeri­ne bina edilmesi durumunda, bu ihiasa daha yakın olacaktır; tâbi maksatlar üzerine kurulması durumunda ise İhlasın yokluğuna daha yakın olunacaktır.

Fasıl:

Bu esastan çıkan kaidelerden biri de şudur: Amellerin aslı maksatlar üzerine bina edilmesi, mükellefin bütün davranış­larını ibadet haline dönüştürür; bu davranışları ister ibadetler tü­ründen olsun ister âdetlerden bulunsun fark etmez. Günkü mükellef, Şâri´in dünya hayatının düzen ve bekâsmdaki muradını anlayınca ve bu anlayışı doğrultusunda amellere girişince, o sadece kendisine yö­neltilen talep doğrultusunda amel edecek, terki istenilen şeyi de terk edecektir. Bu haliyle o, üzerinde bulundukları maslahatların gerçek­leşmesi konusunda eliyle, diliyle ve kalbiyle devamlı halkın yardımın­da olmaktadır.El ile yardım halinde olması, açıktır.

Dil ile ya rdım ise, Öğüt vermek, ALLAH´ı hatırlatmak, bulundukları hallerde itaat içerisinde bulunup, isyan üzere bulunmamalarını ten-bih etmek, niyetlerin ve amellerin ıslâhı gibi ihtiyaç duydukları konu­larda onları aydınlatmak, iyiliği emretmek ve kötülüğü yasaklamak, iyilerine iyilikte bulunulması, kötülerinin ise affedilmesi için duada bulunmak,,. gibi yollarla olur.

Kalp ile ise, onlar için kalbinde bir kötülük saklamaz; aksine on­lar için iyi niyet besler, İslâmlıklarından başka hiçbir meziyetleri ol­masa bile, onları en güzel nitelikleri ile bilir, onlara değer verir ve on­lar yanında kendi nefsini küçümser ve benzeri kalble yapılan davra­nışlarda bulunur.

Hatta bu konuda, sadece insan cinsine yönelik kalmaz; bütün canlılara karşı da şefkat duyar ve onlara karşı son derece yumuşak ve güzel davranır. Nitekim hadis-i şeriflerde: "Her canlıdan dolayı ecir vardır"[90] buyrulmuş; hapsettiği bir kedinin ölümüne sebep olduğu için azap gören bir kadından bahsedilmiş[91]başka bir hadiste de: ´´Al­lak, her müslüman üzerine iyi davranmayı yazmıştır. Dolayısıyla eğer öldürürseniz, güzel öldürünüz (işkence vb. çektirmeyiniz)"[92]buyrul-muştur. Benzeri daha pek çok nass vardır.

Aslî maksatlar doğrultusunda hareket eden bir kimse, kendi nef­si hakkında olan bu işlerde Rabbinin emrine uymak ve peygamberine tâbi olmak için amel etmektedir. Bütün davranışlarında böyle hareket eden bir kimsenin amelleri nasıl ibadet haline dönüş­mez Hazları peşinde koşturan kimsenin amelleri ise böyle değildir. Çünkü o, bütün davranışlarında kendi nazlarına ya da kendi hazlau-na ulaştıracak yollara bakmaktadır. Böyle bir insanın davranışları mutlak surette ibadet olamaz. Olsa olsa bunun davranışları, eğer Al­lah´a ya da başka bir kula ait hakkı ihlâl etmiyorsa mubah çerçevesin­de kalır. Mübâh birşeyle ise ALLAH´a kulluk gösterilip yaklaşılamaz. Hazzını, Sâri´in emri açısından gerçekleştirmiş olduğunu farzettiği-[204] miz zaman ise, o amel sadece kendisine nisbetle ibadet şeklini alır. Böyle bir takdir durumunda, sözkonusu nisbete göre, hazîarın peşine düşmüş olma durumundan çıkmış olur.

Fasıl:


Fiillerin, aslî maksatlar doğrultusunda işlenmiş olması, genelde o amelleri vaciplik hükmüne doğru nakleder. Zira aslî maksatlar vacipîik hükmü etrafında dolaşmaktadır. Çünkü bun­lar dinde zaruri bulunan ve ittifakla dikkate alınması gereken esasla­rın korunmasına yönelik şeylerdir. Durum böyle olunca da, hazlardan arındırılmış ameller, genel vasıflı şeyler etrafında döneceklerdir. Ba­ha önce de geçtiği gibi, cüzi olarak ele alındığında vacip olmayan bir şey, küllî olarak ele alındığında vacip olmaktadır. Burada kişi, cüzî açıdan mendup ya da mubah olan bir hususta, küllî bir yaklaşım­la amelde bulunmaktadır ve o şeyin ihlâli durumunda düzen de bozul­maktadır. Böyle bir durumda olan kişi, vacibi işliyor sayılır.

Tâbi maksatlar üzerine kurulması halinde ise amel, cüzî bir mas­lahat üzerine kurulmuş olmaktadır. Cüzî bir maslahat vâcipiik hük­mü gerektirmez. Dolayısıyla tâbi maksatlar üzerine kurulu ameller, vacipîik hükmünü gerektirmezler. Bazen amel ya cüzî açıdan, ya da aynı anda hem külli hem de cüzî açıdan mubah olabilir; bazen de cüzî açıdan mubah, küiîî açıdan ise mekruh ya da haram olabilir. Bu konu­nun izahı "Hükümler bahsi"nde geçmişti.

Fasıl:

Aslî kasıt, mükellef tarafından gözonünde bulundurulması du­rumunda, Şâri´in amelde gözetmiş olduğu maslahatın celbi ya da mef-sedeiin defi gibi her türlü maksatları içerir. Çünkü aslî kasıt üzere amelde bulunan kimse, sadece Şâri´in emrine uymuş olmaktadır. Bu­nu da ya O´nun kasdinı anlaması sonucunda ya da sırf emre uymuş olmak için yapmaktadır. Her iki duruma göre de, Şâri´in kastetmiş olduğu şeyi gözetmektedir. Şâri´in kasdmm; en kapsamlı, en öncelikli ve en uygun maksat olduğu; safî nur olup. ona herhangi bir garaz ya da haz karışmadığı sabit olduğuna göre, amellerini bu doğrultuda işleyen kimse, o ameli tam. eksiksiz, saf ve en uygun biçimde işlemiş olmakta; içerisine başka herhangi birşey karışmamakta ve Şâri´in muradından noksan da kalmamaktadır. Bu haliyle o, yaptığı bu amel karşılığında sevap almayı hak etmiştir

Tâbi kasıt üzerine işlenen amellerde ise, bu saydıklarımızdan hiçbiri yoktur. Çünkü emir ya da nehyin ya da amellerin şahsî hazlar güdüsüyle işlenmesi, onun niyetini mutîaklıktan ve bütün insanlığı kapsayacak genellikten çıkarmıştır; dolayısıyla birinci türden amel­ler gibi değerlendirilmesi mümkün değildir.

Bunun dayanağı ´´Ameller ancak niyetlere göredir"[93] kaidesi ile Hz. Peygamber´in şu buyruğu olmaktadır: "Atlar üç kısım­dır; bir kısmı sahibi için yük; bir kısmı sahibi için örtü; bir kısmı da sa­hibi için ecirdir. Sahibine ecir olan ata gelince: Bir kimsenin ALLAH yo­lunda müslümanlar için çayır ve bahçede bağlayıp beslediği attır. At hu çayırdan veya bahçeden ne yerse, yediği şeyler adedince sahibine hasenat yazılır. Ona atın pislikleri ile bevlleri sayısınca dahi hasenat (sevap) yazılır. At ipini koparır da bir veya iki tur atarsa, sahibine onun izleri ve pislikleri miktannca hasenat yazılır. Yahut sahibi onu bir nehir kenarından geçirirken, sulamaya niyeti olmadığı halde, o ne­hirden- su içerse, ALLAH sahibine onun içtiği su yudumları miktannca hasenat yazar." Hadiste böyle bir atın, aslî kasıt sahibi için ecir olduğu belirtilmektedir. Çünkü o, atı beslemekle ALLAH´ın rızasını kastetmiş­tir. Bu kasıt ise genel olup özellik arzetmez. Dolayısıyla onun bu tasar­rufuyla ilgili olmak üzere ecri (sevabı) de genel olmuş; ecir, sadece atın belli bir şeyine hasredilmemiştir. Sonra Hz. Peygamber devamla şöyle buyurmuştur: "Sahibine örtü olan ata gelince: Bu., bir kimsenin baş­kalarına muhtaç olmamak ve ondan faydalanmak için bağlayıp besle­diği; sonra onun sırtında va boynunda ALLAH´ın hakkı olduğunu unut­madığı attır. Bu at onun için bir örtüdür," Hadisin bu kısmı da, övgü­ye değer bulunan şahsî hazlar hakkındadır. Bu kişi. niyetini genel tut­mayıp özeîleştirince ki kendi meşru hazlarına ulaşmak olu­yor hükmü de, sadece kastetmiş olduğu şeye yönelik olarak daraltıl­dı ki, o da örtü olması oluyor. Bu, tâbi kasıt sahibi kişinin durumunu temsil ediyor. Hz. Peygamber daha sonra da: ´´´Gelelim atı kendisine yük olan adama: Bir kimsenin öğünmek, gösteriş yapmak ve müslü-manlara düşmanlık için bağlayıp beslediği attır. Bu at ona bir yük­tür."[94] ise, heva ve hevese tâbi olmadan kaynaklanan yerilmiş haz­lar peşinde olan kimseyi temsil etmektedir. Burada, böyle biri hakkın­da söz edecek değiliz.

Hz. Peygamber´in fiillerine, ya da sahabenin veya tabiî­nin yaşantısına uymak ve onların izinden gitmek de aslî kasıt üzere amelde bulunma yerine geçer. Çünkü, bu durumda onun kasdı, uyma konusunda onların kasdinı de kapsamış olacaktır. Bunun tanığı da. uyan kimsenin niyetini, kendisine uyulan kimsenin niyetine» havale etmesinin şahinliğidir. Nitekim sahabeden bazıları, hac için ihrama girme sırasında "Rasûlullah´ın ihrama girdiği hacca niyet ediyorum" diye kendi niyetini Rasûlullah´m niyetine bağlamışlardır. Bu, diğer amellerde de hükmün aynı olduğu konusunda bir delil olur.

Fasıl:

Bir diğer husus da şudur: Amellerin aslî maksatlar doğrultu­sunda işlenmiş olması, tâati daha da yüceltir; muhalefet edil-mesi durumunda da, işlenen masiyet daha da büyük hal alır.

Birinci hükmün doğruluğunu şu şekilde ortaya koyabiliriz: Aslî maksatlar doğrultusunda amel eden kimse, bütün insanların ıslâhı ve onlara ulaşacak zararların uzaklaştırılması için çalışmış olmaktadır. Çünkü fullerinde, ya bunlan bilfiil kastetmiş olmaktadır ya da nefsini sadece emre uyma altına sokmakla yetinmektedir. Emre uyma duru­munda da, kasdı altına Şâri´in o emirden kastettiği herşey girmiş ol­maktadır, Fiili bu durumda işlemesi halinde; ihya ettiği her nefis, kas­tettiği her kamu yararı karşılığında mükâfatlandırılmış olacaktır. Böyle bir amelin büyüklüğünde ise asla şüphe yoktur. Bu yüzdendir ki, bir insanın hayatını kurtaran, sanki bütün insanlığı hayata dön­dürmüş gibi kabul edilmiştir.[95]Âlim için herşeyin, hatta denizdeki ba­lıkların bile istiğfar ettikleri belirtilmiştir. Aslî maksatlar doğrultu­sunda amel etmemesi halinde ise durum böyle değildir. Çünkü o za­man bunların sevabı ancakkasdı ölçüsünde olacaktır. Zira ameller ni­yetlere göredir. Dolayısıyla himmeti ne kadar yüce, kasdı ne kadar ge­niş olursa, sevabı da o ölçüde büyük olacaktır. Kasdı genel olmadıkça da; alacağı sevap ancakkasdı Ölçüsünde bulunacaktır. Bu durum açık-ür.

İkincisinin izahına gelince, amellerin genel maksatlara muhale­fetle işlenmesi durumunda fail, genel bir bozgunculuk doğrultusunda hareket ediyor demektir. Bu haliyle o, genel olarak halkın ıslahı için çalışan kimseye ters bir durum sergilemektedir. Genel ıslâh doğrultu­sunda gözetilen kasıt neticesinde sevabın büyüdüğü belirtilmişti. O zaman onun zıddı istikâmette faaliyet gösteren birinin de günahı bü­yüyecektir. Bu noktadan hareketledir ki, Âdem´in ilk kan döken oğlu­na, daha sonra meydana gelecek her haksız katil olaylarından bir pay (günah) ayrılacak ve üzerine yüklenecektir. Haksız yere bir insanı öl­dürmek bütün insanlığı öldürmekle eşit tutulmuştur. Kötü bir çığır açan kimsenin üzerine, o kötülüğün günahı yanında, o çığırdan yürü­yenlerin günahı da (onların günahları eksiltilmeksizin) yüklenecektir.

Fasıl:


Bu noktadan bir kaide daha ortaya çıkıyor: Tâat olarak ortaya ko­nulan ve onları bünyelerinde toplayan esasları araştırdığımız zaman, onların aslî maksatlara yönelik olduğunu göreceğiz. Büyük günahlar üzerinde düşündüğümüzde de, onların aslî maksatlara muhalefet içe­risinde oluştuklarını bulacağız. Bu sonuç, bizzat nasslarla belirtilmiş olan büyük günahlar ile kıyas yoluyla onlara katılan günahlar üzerin­de düşünüldüğünde —ALLAH´ın izniyle gayet açık ve bidüziyelik ar-zedecek şekilde görülecektir. [96]

Altıncı Mesele:

Amellerin, tâbi maksatlar doğrultusunda işlenmesi durumunda, ya aslî maksatlar da beraberinde bulunmuş olur ya da olmaz. Birinci­sinin, her ne kadar nefsin hazları peşinde koşma olsa da hiç kuş­kusuz, emre uyma (imtisal) anlamına geldiğinde şüphe yoktur.

İkinci durumda ise ameller, sadece hazlar peşinde ve heva ve he­vese uyularak işlenmiş olacaktır.

Aslî maksatlarla beraberlik ya bilfiil olur Meselâ, şöyle der: Bu yenilecek şey veya bu giyilecek şey ya da bu dokunulacak şey... Sâri´ tarafından bana mubah kılınmış; onlardan istifademe izin verilmiştir. Ben mubah şeylerden istifade ediyorum; onları elde etmek için çalışı­yorum. Çünkü izin verilmiş ve benim tercihime bırakılmış bir şeydir ya da bilkuvve (kuvve halinde) olur, İkinci şıkka misal ise şudur: Kişi, mubaha ulaşabilmek için izin verilen bir şekilde esbaba tevessülde bu­lunur; ancak bizzat izin aklına gelmez; onun düşündüğü sadece o mu­baha ancak bu yoldan ulaşılabileceğidir.[97] Mubaha ulaştığı yol kendisi açısından mubah ise, bu yolla ona ulaştığında, bu da birincinin hük­münde olur. Ancak bilfiil olan beraberlik daha güçlüdür. Menduplar da, her iki şekilde mubahın durumunda olurlar.

Bu anlaşıldı ise, şimdi de, her iki şekilde de, o kimsenin hem haz peşinde hem de emre uyma durumunda olduğunu[98] açıklayalım. Bu iki açıdan ortaya konulacaktır:

(1)

Eğer.bu böyle olmayacak olursa, o zaman hiçbir kimsenin hazları peşinde fejşmaksızın, onlara yönelik bir kasıt bulun durmaksızın sadece emre uymuş olma niyeti olmadan ibadet, harici hiçbir tasarrufa girişmesi caiz olmayacaktır.[99]Hatta çaresiz durumda kulun bir kimsenin, murdar hayvan eti yiyebilmesi[100]"için dahi bu niyetin bu lunması ve hazlardan soyutlanmış bir kasıt ile hareket etmesi gerekir.Böyle bir sonuç ise, ittifakla bâtıldır. Ne ALLAH, ne de Peygamberi bir şeyle emir buyurmamışlar; kullardan, ibadet dışında kalan norm»! amellerinde hazlar peşinde olma gibi bir kasıttan uzak kalmaları m in tememişlerdir; sadece bu amellerinde ihlash olmalarını ve herhangi bir şh-k unsuru bulundurmamalarını ve ALLAH´tan başka şeyleri dikkıt te almamalarını talep etmişlerdir. Bu da, amellerin ibadet haricimin normal âdetlerle ilgili olması halinde, hazza yönelik kasdın bulunma sının o amellerin esasına zıtlık göstermeyeceğine delalet eder.

Soru: Böyle bir durumda, Şâri´in amellerde ihlash olma ve onlar da herhangi bir şirk unsuru bulundurmama şeklindeki maksadı nasıl , gerçekleşecektir

Cevap: Bunun anlamı, yapılan amelin şeriatın gereklerine uygun olarak işlenmiş olması ve o amelle cahiliye dönemi fiilleri kastedilmemesi, şeytanî bir icatta bulunulmaması; gayrimüslim unsurlara benzemeye çalışılmamasıdır. Meselâ, su ya da bal şerbetini şarap içer .gibi içmek, bir müslüman yapmış olsa bile, yahudi ya da hıristiy bayramlarını tazim için hazırlanmış yiyecekleri yemek; câhiliye dön-mine benzer tarzda hayvan kesmek ve bunun gibi ALLAH´tan başka şo lere tazim anlamı içeren davranışlarda bulunmak gibi.

Nitekim İbn Habîb şöyle nakleder: İbrahim b. Hişam b. İsmail el Mahzumî bir su kaynağı çıkarır. Suyun gözükmesi sırasında kendisi ne mühendisler: "Keşke içerisine kan akıtsaydın; böylece hem su çeki I mez, hem kaynak yıkılmazdı; bu yüzden de onu inşa edenleri öldürmı« ne gerek kalmazdı" dediler. Bunun üzerine İbrahim, suyu bıraktığı z;\ man develer kesti ve su, kanla karışık aktı. Onunla kendisi ve adamları için yemek yapılmasını emretti. Hem kendisi hem de adamları o ya pılan yemekten yediler. Kalanları da işçiler arasında taksim etti. Bu olay İbn Şihab´a ulaşınca, o şöyle dedi: "Vallahi ne kötü bir şey yapını ^ Ne develeri kesmesi, ne de onlardan yemesi ona helal değildi. Hz. Pey gamber´in cinler için kurban kesmeyi yasakladığı [101]kendisine ulaşmadımı Çünku boylu hirşey, her ne kadar üzerine ALLAH´ın adı anılsada dikili taşlara (putlara) takdim edilmiş ve ALLAH´tan baş­lına ktıilmiş kurbanlara benzer.

Bedevilerin cömertlik gösterisi için hayvan boğazlumalarıyla ilgili yasak [102]da böyledir. Bu şöyle olurdu: îkikişi birbirine karşı kimin daha çok hayvan boğazlayacak diye iddialaşırlar ve böylece kimin daha mart olduğunu ortaya koymak isterlerdi. Sonunda da kim daha çok boğazlamışsa, onun daha cömert olduğu kabul edilirdi."Hz. Peygamber, iştıı bu tür boğazlanmış hayvanların etlerinden yemeyi ya­nıltır; çünkü bu ALLAH´tan başkası için kesilmiş hayvan kabuletmektedir. Hattâbî şöyle der; "Hükümdarların ya da başkanların olmesi halinde, onların önlerinde kesilmesi âdet olan kur­un, keza (ölünün kırkının ya da senesinin dolması gibi) tekrarla-laylımn anısına ve benzeri durumlar için kesilen kurbanların d de böyle olmalıdır." Bu konuda Ebu Davud´un Sttojen´ine aldı-ImdİH şöyledir: "Hz. Peygamber birbirine karşı gösterini olmak üzere) öğünen kimselerin yemeklerini yemeyi İnmiştir.[103] Burada bahsedilen kimseler, hangisi rakibine karşı daha galip gelecek diye cömertlik gösterisi için yemek yediren kimselerdir. Hayvanlar, sadece yemek kasdı ile ve izin verilen şekilde boğazlanmak Üzere meşru kılınmışlardı. Teşrîde esas alınan bu kasıda, sözü i ı maksatlarda katılınca bu meşrû kılınan şeye bir ortak kılma ve m emri dışında başka şeylerin de gözönünde tutulması gibi bir s , doğurdu. İşte bu noktadan hareketledir ki, İbn Attâb, Nevruz yenilmemesi doğrultusunda fetva vermiş ve bu etlerin ALLAH mlııın boğazlanmamış olduğunu belirtmiştir ki bu, geniş bir konudur.

(2)

Hazlara yönelik kasıt, eğer ibadet dışı amellere ters düşerek onları iptal edecek olsaydı o zaman cenneti umarak, cehennemdende korkarak işlenmiş bulunan bütüntaat ve ibadetlerde batıl olurdu Bu ise kesin olarak duğru değildir

Aralarındaki telazum ilişkisinin isbatı şöyle: Cennete girmek, cehennemdende kurtulmak için çalışmak,Haz peşinde koşturmak demektir ve bununla şari’in izin verdiği ve kendisine mubah kıldığı birşeyden veistifade etmek için istek ve çaba göstermek arasında bir fark yoktur. Çünkü her ikiside hazdır.Şu kadar var ki, birisi hemen ulaşılan, öbürü de ahirete ertelenenen haz olmaktadır. Mesele ile ilgili olmak üzere hazzın öne alınması ve ertelenmesi tardîdir[104] ve aynen dünya hayatimin öne almak ya da ertelemek gibi hükme bir etkisi yoktur. Taatlerle öbür dünyaya ertelenmiş hazların talepte bulunulması caiz olursa, (ibadet dışı amellerde) peşinen elde edilecek hazların talepte bulunulmasının caizliği öncelikli olarak sabit olur.

Cennet umudu, cehennem korkusu-ileyapılan amellerin batıllığı sonucuna götürmesi ve bu sonucun da bâtıl olmasına gelinece Kuran "kul her ne işlerse karşılığını görür,"amel edin ki cennete giresiniz"şunları bırakın ki cennete giresiniz," "şunu yapmayın sonra cehenneme girersiniz," "kim şunu yaparsa şöyle mükâfatlandırdı/"gibi mesajlar getirmiştir. Hiç kuşku yoktur ki, bunlar nefsânî hazlar kılarak amellere karşı bir teşvikte bulunmaktır. Eğer hazlanı talep, amelin ihlasını zedeleyecek olsaydı o zaman Kur´ân, amc´ deleyecek olan şeyleri belirtirdi. Cennet umudu ve cehennem l< ile işlenilen amellerin bâtıl olacağı sakat olduğuna göre, böylı nuçtan zorunlu olarak çıkacak netice de bâtıl olacaktır. Yine Peygamber´e cennete sokacak, cehennemden uzaklaştım amellerin neler olduğu sorulur, O da herhangi bir çekince olmukn ve böyle bir haz talebinde bulunmaktan sakındırmaksızın, o amel onlara haber verirdi. Bizzat Yüce ALLAH: "Biz sizi ancak ALLAH n,< için doyuruyoruz; bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz" diyenlo "Doğrusu biz, çok asık suratların bulunacağı bir günde Rabbimıu korkarız"[105] dediklerini bildirmiştir. Hadiste de şöyle buyrulur: " zinle, yahudi ve hıristiyanların durumu bir grup insani ücretle isti dam eden kimsenin durumuna benzer.[106] Bunlar, haz karşılığııdn ameller bulunmma konusunda nass olmaktadır, Ensar´ın Hz. Peygamber bey´atları sırasında"Kendin vs Rabbin adına ne şart koşacaksan"koş demişler, Hz. Peygamber de şartları[107] ileri sürünce:Peki buna karşılık bize ne var ´ diye sormuşlar. Hz. Peygamber Cennette diye karşılık vermiştir. Bu tür örnekler sayılamayacak kadar çoktur. Hepsi de, her ne kadar "Şunun için amel et!""Amel et, senin için şunlar olsun!" gibi bir ifade ilekarşılığında amellere teşvik amacı gütnîtktedir. Böyle bir durum ibadetler hakkında zedeleyici olmadığına göre, ibadet dışında kalan amaller hakkında zedeleyici olmayacağı öncelikli olarak sabit olur.

İtiraz: Hayır, aksine bu gibi durumlar hem aklen hem de naklen ameleri zedeleyicidir.

Aklen şöyle: Haz kasdı ile amel işleyen kimse, hazzını asıl maksat amelide de bu hazza ulaştıracak bir vasıta kılmış olmaktadır. Çünkü onun hazzı eğer maksat olmasaydı, o zaman amelle istenilmiş olmaz.Halbuki biz meseleyi bu şekilde ortaya koymuş olduk. Bu bir çelişkidir.Yine, eğer amel vasıta olmasaydı, o yolla haz talep edilmiş olmazdı.Halbuki meseleyi, ameli hazzına ulaşmak için işlemekte olduğu şeklinde vaz´ etmiştik. Dolayısıyla bu hazza nisbetle amel, bir vasıta olacaktır. Daha önce de ortaya konulduğu gibi, vesâil (vasıtalar,

, birer araç olmaları açısından bizzat istenilen şeyler değillerdir. Onlar maksutlara tabidirler, Eğtf nıakNiıl lıır dügerlurse, vesait i düşer. Vesâil olmaksızın du maksatlara ulaşmanın mümkün oldu takdirde, onlara tevessülde bulunulma .. Maksatların tümden yokluğunu varsaydığımızda, vesileler tamamen itibardan düşer ve onlıu uğraşma abes hükmünü alır. Bu sabit olduğuna göre, teşrî ameller,[108]eğer şahsî nazlara ulaşılmak için vasıta kılınırlarsa; onlula ancakhazlar yönünden kullukta bulunulmuş olacaktır ve sonuç olarak da amelilerden maksat kulluk icrası değil bizzat hazlar olacaktı Bu haliyle bu tür ameller, makam, mevki ve maddî çıkar elde etnu-l-gibi dünyevî hazlar için işlenilmiş riya amacı taşıyan amellere ben/r yecektir. Şer/an izin verilmiş amellerin tamamı, meşru şekilleri üzen işlenmeleri (kaydıyla kendileri ile kulluk icrası mümkün amellere! Bunların hazlar yönünden işlenilmesi durumunda ise, kulluk amacıyla işlenmiş olma özellikleri düşmüş olacaktır. Emredilen ve kendileri ile kullukta bulunulması istenilen namaz, oruç vb. gibi amellerin dr. aynı şekilde işlenmesi durumunda, onlarla kulluk icrası özelliğinin düşmesi gerekir. Emredilmiş bulunan her âdet ya da ibadette, mutla­ka nefse yönelik bir haz da vardır. Bu durumda, o amel işlenirken eğer bu haz yönünden işlenecek olur ve asıl olan kendisi ile kullukta bulun­ma yönü ihmal edilirse, o amel ibadet olmaktan çıkar ve ibâdetler ko­nusunda o amel asla dikkate alınmaz; onun işlenmesi ile kulluk icra edilmiş olmaz. Amelin sahîh olmamasının mânâsı da işte budur.

Sonra, mükellefe ait haz içeren emredilmiş ya da yasaklanılmış şeyler hiçbir haz içermeseydi, acaba bu durumda mükellef ne yapa­caktı Acaba böyle bir emir ya da yasakla ALLAH´a kulluk yapmak duru­munda mı olacaktı Yoksa öyle olmayacak mıydı Onlarla kulluk yap­mak zorunda olacağı bilindiğine göre, emredilen ya da yasaklanılan şeylerin birer vasıta değil, bizzat kendilerinde bulunan özelliklerden dolayı istenilen şeyler olduğu ortadadır. İşte bu mânâya işaretle şâir şöyle demiştir:

Farzet ki, gelmedi mahşeri bildiren elçiler,yok say cehennem ateşi,Gerekmez mi acep kullara, bunca nimet sahibine övgü ve şükür işi.

Mükellef, ameli nazlarına ulaşmak için bir vasıta kılınca, onu meşruiyetinin gereğinden çıkarmış olmakta ve emir ya da yasak sebebiyle işlenilen amel, Şftri´in kandı dışında Mreyan ttmekt*dlr. Şâri´în kasdına muhalif bulunan kula ait kanıt, im bAtıldır; dolnyuıyln onun üzerine kurulan amel de, aynen onun gibi, bâtıl olacaktır. Sonuç ola­rak hazlar üzerine kurulu olan amel bAtıldır.

Buna ilaveten şunu da söyleyebiliriz: Kulun kendisi için Rabbi üzerinde en küçük bir hakkı yoktur; O´na karşı elinde bir hücceti de bulunmamaktadır; O´nun, kulu doyurmak, içirmek, pna inam ve ih­sanda bulunmak gibi bir görevi yoktur. Hatta yer ve gök ehline azap edecek olsa, mutlak mülkiyet sebebiyle buna hakkı vardır. "De ki: Ün-tün belge O´na aittir."[109] Şu halde kulun sadece kullukta bulunmak­tan öte başka bi. hakkı bulunmayınca, bu görevini de herhangi bir nefsî haz talebinde bulunmaksızın yerine getirmesi görevi olacaktır, Hal böyle iken, yaptığı amellerle haz talebinde bulunursa, bu durum» da Rabbine ait olan haklan ifa uğrunda değil de, kendi nefsine yönelik hazlar peşinde koşmuş olur.

Bu görüşün doğruluğuna delil olan nasslara gelince; bunlar amel­lerin ihlâs ile yapılması gerektiğini, ihlâs ile yapılmayan amellerin ise kabul edilmeyeceğini belirten âyet ve hadislerdir. Örnekler: "Oysa on­lar, doğruya yönelerek, dini yalnız ALLAH´a has kılarak O´na kulluk et­mekle emrolunmuşlardır[110] "Rabbine kavuşmayı uman kimse, sâlih amel işlesin ve Rabbine kullukta asla ortak koşmasın."[111] Kudsî bir ha­diste de: "Ben, şirk koşulmaktan en müstağni olanım[112] buyrulur.; Başka bir hadis de şöyledir: "Kimin hicret niyeti ALLAH´a ve Rasûlünt ise, onun hicretiAllah ve Rasûlünedir. Kimin de hicreti elde etmek mte-diği bir dünyalık ya da nikahlamak istediği bir kadına ise, onun hicre­ti de hicret etmiş olduğu o şeyedir.[113] Yani böyle bir kimsenin lı ıcrol-U» bulunması durumunda, onun hicret emriyle ALLAH´a kulluk yapımı ol­masından sözedilemez. Hikmeti aklen kavranılabilsin, kavra n a inanın her emir ve yasakta ALLAH´a kullukta bulunma (tapınma) mânanı var­dır. İnşALLAH bu husus ileride gelecektir. Hazları için amelde bulunan kimse, amelde olması gereken onunla ALLAH´a tapınma yönünü düşür­müş olmaktadır. O yüzdendir ki, selef-i sâlihten bir grup, sevap için amel eden kimseleri "kötü kul" ya da "kötü hizmetçi" diye nitelemişler­dir. Bu konuya delâlet eden pek çok haber vardır. Bütün bunların içe­riğini Yüce ALLAH´ın: "Dikkat edin! Hâlis din ALLAH´ındır"[114] buyruğu özetlemektedir.

Keza alimlerde bu gibi davranışların il ilanı ve so nuçta amellerin katkısız ALLAH için olma özelliğini yitireceğini belirt­in işlerdir. Nitekim Gazzâlî şöyle der: "Dünyada mevcut bulunan her hazza karşı az ya da çok mutlaka nefis arzu duyar, kalp ona karşı mey­leder. Bu arzu ve meylin amele ulaşması durumunda da o amel saflığı­nı yitirir ve bu yüzden kişinin ihlâsı azalır[115] İnsan hazları içerisine batmış, şehvetlerine gömülmüş durumdadır. Onun fiillerinden ya da ibadetlerinden, bunlardan tamamen tecrid edilmiş bir amel ya da iba­det bulmak çok nadir olur. O yüzdendir ki, ömründe bir adım atacak kadar ALLAH için ihlâslı bir zamanı olan kimse kurtulmuştur, denilmiş­tir. Bu dunum, İhlasın çok zor ve yüce oluşundan, kalbin diğer meşgale­lerden arındırılmasının zorluğundan dolayı böyledir. İhlâslı olan şey, sadece ALLAH Teâlâ´ya yaklaşmak motifi ile işlenmiş ameldir.... Gerçek ılılâs, kalbin bu tür meşgalelerden azıyla çoğuyla tamamen arındırıl­mış olması ve ALLAH´a yakın olma kasdının kalbi kaplaması, başka bir motifin bulunmaması yoluyla olur. Böyle bir ihlâs, ALLAH sevgisinde kendisini kaybeden, âhiret işleri ile meşguliyetten başka kalbinde ve zihninde dünya işlerine yer kalmayan bir kimse için mümkün olabilir. Böyle bir insan sonuçta yeme ve içmeyi dahi sevmez ve onun yeme ve içmeye karşı olan arzusu ile tuvalet ihtiyacını gidermeye karşı arzusu bir olur ve bu gibi ihtiyaçları hayat için zarurî olduğu için yerine geti­rir. Yemeğe, yemek olduğu için bir arzu duymaz; aksine kendisine iba­det etmek için gerekli gücü sağlayacağı için yer ve keşke açlık şerri kendisinden kaldırılsa da yemek ihtiyacı duymasa diye temennide bu­lunur. Böylece onun kalbinde, zarurî olanlar dışında başka birşeye yer kalmaz. Ancak zaruret miktarı talepte bulunur; çünkü onu da din iste­mektedir. ALLAH´tan başka hiçbir kaygısı bulunmaz. Böyle bir insan bütün davranışlarında; yese, içse de hatta kaza-ı hacette bulunsa da amelinde ihlâslı, niyetinde doğru olur. Meselâ, istirahat etmek ve son­rasında ibadet için güç kazanmak için uyuşa bile, onun bu uykusu iba­det halini alır ve o haliyle ihlâslı kullar derece sini kazanır. Böyle olma­yan kimselere ise, amellerde ihlâs kapısı kapalıdır; çok nadir hallerde belki de açılabilir...." Gazzâlî daha sonra konuyu açıklamaya devam eder. îhyâ adlı eserinde —erbabının da bileceği gibi— bu konuyu çe­şitli yerlerde işler. Durum böyle olunca, nefsânî nazlarına iltifatla bir­likte işlenen ameller, anlatılan durumda olduğu gibi[116] ihlâslı olmayaçaktır.

Cevap:İnsanların kulluk icrasında bulundukları şeyler iki türlü­dür:

(1)

Kendileriyle doğrudan doğruya (asaleten) ALLAH´a ytklâflltn ibadetler: Bunlar iman ve İslâm´ın temelleri ve´diğer ibadetler onun gereklerinden olan şeylerdir.

(2)

İnsanlar arasındayapılagelmekte olan âdetlerdir ki, bunlum riayette bulunulması halinde mutlak surette maslahatlar gercek olacak; muhalefet durumujıda da yine mutlak anlamda mefsedetler doğacaktır. Bu kısımdan olanlar, bizzat kulların maslahatların temini ve onlara ulaşacak mefsedetlerin defi için konulmuşlardir iun lar dünya ile ilgili ve aklen hikmetleri kavranılabilen kısmı oluşmaktadır. Birinci kısım ise, ALLAH´ın dünyada kullar üzerindeki Iı il I ı olmakta ve konulrnalarındaki amaç da yine bizzat onların âlı i rel tek ı maslahatlarının temini, mefsedetlerin de defi olmaktadır.

Birinci kısmı ele alalım: İstenilen haz ya âhiretle ya da dünya ile ilgili olacaktır. Eğer âhiret hayatı ile ilgili bir haz ise, daha önce de geç­tiği üzere Sâri´ bunu kabulle karşılamaktadır. Âhiretle ilgili bazların talepte bulunulması şer´an kabul gördüğüne göre, Şâri´in kabulü do| rultusunda onlara yönelik talepte bulunmak sahih olacaktır. Çünkü bu haliyle kul, Şâri´in koyduğu sınırları aşmamış; o amelde ALLAH´a biı başkasını da ortak koşmamıştır, muhalefet kasdı da bulunmamakln dır. Zira Sâri´, amellere karşılık olmak üzere bir sevap koyduğuna gö­re, ameller karşılığında verilecek olan sevapların vukuunu kaslcl im olmaktadır. Dolayısıyla, bu sevaba ulaşmak için amel işleyin kim, Şâri´in ilmi doğrultusunda onu sırf ALLAH için işlemiş olmaktadır Bu ise, onun ihlâsını zedelemeyecektir. Çünkü bilecektir ki, kurtarıcı ve kastettiği şeye kendisini ulaştıracak olan amel ve ibadetler, ALLAH´ın rızasından başkasını gözeterek yapacağı amel ve ibadetler değil sııde ce O´nun rızasını gözönünde bulundurarak işleyeceği amel ve ibftdil ler olacaktır. Çünkü Yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "Ancak Allaha içten bağlı (ihlâslı) kullar bunun dışındadır. İşte bildirilen rızık ve meyveler onlaradır. Nimet cennetlerinde, karşılıklı tahtlar üzerin tir kendilerine ikram olunur."[117] Bu âyette karşılık (mükâfat), ihlâslı amele bağlanmıştır ihlâslı olmasının anlamı, ibâdette O´na başka birşeyi ortak koşmamasıdır[118]sözünü ettiğimiz kimse de buna uy- gun olarak amelde bulunmuştur. Haz talebinde bulunmak ise şirk de­ğildir. Zira bizzat hazzın kendisine tapılmaz. Aksine tapınma, sadece istenilen nazları (nimetleri) elinde bulunduran ve onları dilediğine ve­ren kimseye olur ki, o da ALLAH Teâlâ´dır. Ancak, amellerde ALLAH ile birlikte, nimetleri elinde bulundurduğu zannedilen başka şeylere de tapmılması durumunda bu bir şirk olur; çünkü o amelle talep ettiği şey konusunda ALLAH´a o şeyi ortak koşmuş olmaktadır. Yüce ALLAH, içeri­sinde şirk bulunan herhangi bir ameli kabul etmemekte ve şirke rıza göstermemektedir. Bizim konumuz ise bu kabilden değildir.

İbâdetler yapılırken, âhiret hayatına yönelik hazlarm da kaste-tilmiş olmasının ihlâsa ters düşmediği ortaya çıkmış oldu. Hatta, ku­lun âhiretle ilgili hazlarına ancak ALLAH tarafından ulaştırılabileceği­ni bilmesi, onun ihlâsını artırıcı güçlü bir motif olur. Çünkü böyle bir kişi, ALLAH´tan başka hiçbir şeyin kendisini o hazlara ulaş tır amayaca-ğını bilecek ve sonuçta kendisini tamamen ALLAH´a verecektir.

Sonra, Ebu Hâmid (Gazzâlî)´in de belirttiği gibi, kulun ne dünya ile ne de âhiretle ilgili hazlardan tümden soyutlanması mümkün de­ğildir. Çünkü hak âşıklarının dikkate aldıkları hazların en üst merte­besini, cennette sevgililerine (ALLAH´a) bakmak ve O´na yakın olmak suretiyle nimetlenmek, O´nunla münâcatta bulunmak ve böylece bü­yük zevkler duymak arzusu oluşturur. Bu ise, çok büyük bir hazdır. Hatta her iki âlemde de olabilecek hazlarm en büyüğüdür. Bu da ku­lun alacağı nazlardandır; çünkü Yüce ALLAH´ın böylesi hazlara ihtiyacı yoktur. O, âlemlerden müstağnidir. "Hak uğrunda cihad eden, ancak kendisi için cihad etmiş olur. Doğrusu ALLAH, âlemlerden müstağ­nidir"[119] buyruğu da bu gerçeği ifade etmektedir.

Bunlara ek olarak şunu da belirtelim ki, insanın sadece emre uy­muş olma (imtisal) için amel etmiş olması, rastlansa bile çok nadir ve azdır. Yüce ALLAH ise, herkese ihlâslı olmalarını emretmiştir. Dünya ve âhiretle ilgili tüm hazlardan arındırılmış bir ihlâs şekli gerçekten çok zordur ve ona ancak seçkinler üstü seçkinler (havassu´1-havâs) ulaşa­bilirler. Bu ise çok az bulunur. O zaman böyle bir istek, takat üstü yü­kümlülüğe yakın bir hal alır. Bu ise çok ağırdır ve dinin ruhu ile bağ­daşmaz.

Kaldı ki, bazı imamlar, insanm haz peşinde olmaksızın hareket etmeyeceğini; hazlardan arınmışîığın ancak ALLAH´a mahsus bir özel­lik olacağını; kimin böyle bir iddiada bulunursa onun kâfir olacağını belirtmişlerdir. Ebu Hâmid şöyle der: "Bu söz doğrudur; ancak onlar mutasavvıfları kastediyor bu sözle,[120] insanların haz diye isimlendirdikleri şeyleri murat etmişlerdir. Bunlar da, sadece cennette ger­çekleştirilecek olan şehvetlerdir. Marifetullah, münâcat, ve Yüce ALLAH´ın vechine nazarda bulunma yoluyla lezzetlere gark olmaya gelin­ce, bunlar da onların hazları olmaktadır. Bu gibi şeyleri insanlar Tıaz´ diye nitelemezler; hatta onların haz oluşunu hayretle karşılarlar. İşte bunlar (havâssu´l-havâs), eğer tatmakta oldukları tâat ve münâcat zevkini, Yüce ALLAH´ı gizli ve aşikâre şühûd halinde bulunmalarından aldıkları lezzetleri, cennet nimetleri ile değiştirilecek olsa, o nimetleri küçümserler ve onlara karşı en ufak bir iltifat göstermezler. Onların hareketleri haz içindir; tâatleri haz içindir; ancak onların hazları Mabûdlarıdır, başkası değildir." Gazzâlî işte böyle söylüyor. Bu söz de hazlarm en büyüğünü ortaya koymaktadır. Ancak bu tür hazlara sa­hip olanlar iki grupturlar:

Birincisi: ALLAH´ın emrine uyma arzuları, haz düşüncesinden ön­ce bulunan kimselerdir. Bunlar, bir şeyle emredildiği ya da yasaklan­dığı zaman, haz bulunmadan önce derhal o emir ve yasağa icabette bu­lunurlar. Bunlar haz ile değil, emre uyma motifi ile amel etmiş olmak­tadırlar. Bu türden olan insanlar derece derecedirler. Bununla birlik­te bu türden olan insanların dahi kalplerinden hazlara karşı bir dü­şünce geçmemesi hali çok nadir olur. Bunların ihlâslarmm sahih ve makbul olduğu konusunda herhangi bir söz yoktur.

İkincisi: Haz düşüncesi, emre uyma (imtisal) düşüncesinden ön­ce bulunan kimseler. Yani bunlar, emir ya da yasağı işittiği zaman ak­lına hemen karşılık gelir; korku ve umut emre uyma fikrinden önce bu­lunur ve bunun sonucunda da ALLAH´ın davetçisine uyarlar. Bunlar, bir öncekilerin daha aşağısında bir derecededirler; ancak bunlar da ihlâslı kimselerdir. Zira bunlar, ihlâslarını zedelemeyecek bir şekilde kendilerine izin verilen şeyi talep etmişler; kendilerinden kaçmaları­na izin verilen şeylerden de kaçmışlardır.

Fasıl:

Eğer ibadetler işlenirken gözetilen hazlar, dünyada bulunan hazlarsa, o zaman iki kısma ayrılır:

Birincisi: Durumunu düzelttiğinin bilinmesi, insanların kendisine iyi zan beslemeleri ve o ameli işlemesinden dolayı kendisinin fazi­letli biri olduğunun sanılması gibi amaçlardır.

İkincisi: Düny adamaddî bir çıkar elde etme arzusudur. Bu ikinci kısım da ikiye ayrılır:

(1) Ameli işlerken diğer insanlara gösteriş yapmayı düşünmek­sizin sadece kendisini ilgilendiren bir haz talebinde bulun­muş olması.

(2) Bir mal ya da mevki elde edebilmek için o ameli insanlara karşı mürailik yaparak işlemesi ve böylece haz talebinde bu­lunması. Böylece hepsi üç kısım eder:

(1)

İnsanların iyi zan beslemelerini temin etmek ve kendisinin fazi­letli bir insan olduğu intibaını verme anlamı taşıyan haz talebi.

Eğer bu kasıt esas alınmış ise, o zaman amelin bir riya olacağında herhangi bir kuşku yoktur. Çünkü onu o amele iten motif, insanların övgüsünü elde etmek ve kendisinin iyi bir insan olduğu zannını ver­mek amacıdır. Bununla birlikte, farz ya da nafile edasında bulunma amacı bu kasdın arkasından sürüklenmiş olur. Bu açıktır.

Eğer asıl değil de, tâbi durumunda ise, o takdirde konu üzerinde düşünmek gerekir ve konu ictihad mahallidir. Âlimler bu hususta ihtilâf etmişlerdir. el-Utbiyye´de,[121]bir adamın ALLAH için namaza durması, sonrakendisİnın namaz kılmakta olduğunun bilinmesini ar­zulaması, mescide giderken insanlarla karşılaşmış olmayı sevmesi; başka bir yolda karşılaşmış olmayı sevmemesi durumunda Rabîa´nın bunu mekruh gördüğü ve İmanı Malik´in de bunu insana arız olan bir vesvese kabilinden saydığı belirtilmiştir. Yani, insanların kendisini hayır üzerinde görmelerinden sevindiği bir sırada şeytan gelir ve ken­disine "Sen mürâîsin!" der. Halbuki durum Öyle değildir. Bu sadece ki­şinin kalbine gelen ve kendi elinde olmayan bir düşüncedir. Yüce ALLAH şöyle buyurmuştur: "Gözümün Önünde yetişesin diye seni sevimli kıl­mıştım."[122]Hz. İbrahim´den [Ifi] nakilde bulunurken de: "Sonra­kilerin beni güzel şekilde anmalarını sağla"[123]buyurmuştur. İbn Ömer, rivayet ettiği hadisinde şöyle der: "Onun [124] hurma ağacı oldu­ğu kalbime doğdu ve onu söylemek de istedim." Bunun üzerine Hz.Ömer (oğluna): "Onu söylemiş olman, bana şundan şundan daha se­vimli idi" demiştir.[125]Halbuki ilim tahsili[126] ibadettir. İbnu´l-Arabî şöyle der: Şeyhimiz Şirazh Sûfî İmam Ebu´l-Mansûr´a, Yüce ALLAH´ın: "Ancak tevbe edenler, ıslah olanlar ve gerçeği ortaya koyanlar müs­tesna.[127] âyetindeki "gerçeği ortaya koyanlar"dan maksadın ne ol­duğunu sordum. O: "İnsanlara iyi hal sahibi olduğunu, tâat içerisinde bulunduğunu gösterecek fiiller izhar etmesidir" diye cevap verdi. Ken­disine: "Bu gerekir mi " dedim. "Evet! Emin bir insan olduğunun orta­ya çıkması, imamlığının sahih, şehâdetinin de kabul olması için bu ge­reklidir" dedi.[128] İbnu´l-Arabî: "Ve ona başkalarının da uyabilmesİ için" diye eklemiştir. Bu ve benzeri durumlar, anlatılanın durumunda sayılırlar. Gazzâlî, bu gibi hususları, ibadetlerin arınamayacağı şey­lerden saymıştır.

(2)

Başkalarına mürailik kasdı olmaksızın sırf kendine ait çıkar elde etmek için yapılan ameller. Bunun örnekleri vardır: Birisi, mescidde komşularla birlikte ünsiyet kurmak amacıyla veya insanların halleri­ni kontrol etmek, gözetlemek ve incelemek amacıyla namaz kılmaktır. İkincisi, az yemek ve böylece malından tasarruf yapmış olmak için ve­ya yemek yapma külfetinden kurtulmuş olmak için, yahut halen mev­cut bir ağrıdan ya da beklenti halinde olan bir hastalıktan korunmuş olmak için, ya da daha önceden fazla kaçırmaktan doğan hazımsızlık ağrılarından kurtulmak için oruç tutmaktır. Üçüncüsü, cömertlik ve insanlardan daha üstün görünme hazzını tatmak için sadaka vermek­tir. Dördüncüsü, turistik amaçlı çeşitli yerleri görmek için, iş tatili yapmak ve böylece dinlenmek için, ticaret için, ailesinden ya da fakirli­ğin yakasına yapışmasından usanıp kızması neticesinde başını alıp gitmiş olmak için hac yapmaktır. Beşincisi, canına, ailesine ya da ma­lına bir zarar geleceği korkusuyla göç (hicret) etmektir. Altıncısı, zu­lümden korunmuş olmak için ilim öğrenmektir. Yedincisi, serinlemek maksadıyla abdest almaktır. Sekizincisi, kira ödemekten kurtulmuş olmak için itikâfa girmektir. Dokuzuncusu, bilmukabele kendisine de aynısı yapılması için, hasta ziyaretinde ve cenaze merasimlerinde bu­lunmak. Onuncusu, yalnızlıktan ve sessizlikten kurtulmak, konuşacak birini bulmuş olmak amacıyla ilim öğretmektir. Onbirincisi, yol parası vermemek için yürüyerek hac etmektir.

Bu verdiğimiz Örneklerde, eğer haz kasdı ibâdete tâbi durumun­da bulunuyorsa, o zaman bu konuda da ihtilaf vardır, Gazzâiî, bu ve benzeri örneklerde bu amaçlardan dolayı o amelin kendisine daha hafif gelmesi şartıyla ihlâs bulunmayacağını söylemiştir. îbnu´l-Arabî ise aksi görüştedir. Öyle gözüküyor ki, konuya bakış al´anı, bu verilen örneklerde mevcut bulunan iki niyetin birbirinden ayrılıp ayrı­lamayacağı noktasıdır. İbnu´l-Arabî, bu iki niyetin birbirinden ayrı olarak değerlendirilebileceğini kabulle, ibâdetlerin sıhhatine hük­metmektedir. Gazzâlî´nin sözünden anlaşılan ise, bu ikikasdm sadece bir arada bürünmüş olması ihlâsı zedelemek için yeterlidir; o, onların birbirlerinden ayrı olarak ele alınmalarının mümkün olup olmaması­na bakmamaktadır. Bu bakış ayrılıkları, gasbedilmiş bir yerde namaz kılma meselesinde mevcut bulunan ayrılıklardan doğmaktadır. Bu meselede görüş ayrılığı olduğu bilinmektedir ve Asbağ, onun bâtıl ola­cağı görüşündedir.[129] Hal böyle olunca, iki bakış açısı karşı karşıya gel­miş ve onların dayandıkları temel de ortaya çıkmış oldu.

Kaldı ki[130] ayrı ayrı ele almanın mümkün olması durumunda bu iki kasdı birbirinden ayırmanın gereğini savunan görüş daha uy­gundur. Çünkü bu yaklaşımı destekleyen deliller bulunmaktadır, Meselâ Kur´ân´da: "(Hac mevsiminde iken) ALLAH´ın lutfundan isteme­nizde size bir günah yoktur"[131] buyrulmaktadır. İbnu´l-Arabî, sıkıntı­lardan kurtulmak için haccetmenin ya da hicrette bulunmanın, pey­gamberlerin âdetlerinden olduğunu söylemiştir. Nitekim İbrahim´in ."Doğrusu ben, Rabbime gidiyorum; O beni doğruya eriştirecek­tir[132]; Hz, Musa´nın: "Bu yüzden sizden korkunca aranızdan kaç­tım[133] dediklerini Yüce AJlah bildirmektedir, Hz, Peygamber´in gözü­nün aydınlığı namazda kılınmıştı ve o, dünyevî yorgunlukları üzerin­den atmak için namaz kılar ve böylece dinlenirdi. Nimeti, lezzeti namazda idi. Hal böyle iken, onun bu niyetle namaza girmiş olması, o na­mazın ihlasını ortadan kaldırır denilebilir mi Hayır, asla! Aksine bu kasıt, onda bir kemâldir ve ihlâsa götürücüdür. SahüYte de Hz. Pey­gamber "Eygençler! Sizden gücü yetenler evlensin. Çünkü o, gözü harama bakmaktan, edep yerini de zinaya düşmekten daha iyi koruyucudur. Kimin gücü yetmezse o da oruç tutsun. Çünkü oruç ken­disi için bir kalkandır" [134] buyurmuştur.

İbn Beşkuvâl,[135] Ebu Ali el-Haddad´dan nakleder: Kadı Ebu Bekir b. Zerb´in[136] huzurunda idim. Tabiblik yapan birisine, daha önce hiç bulunmayan mide zaafından ve hazımsızlıktan şikayette bulundu ve ilacı olup olmadığını sordu. Tabip, oruca devam etmesini ve böylece

midesinin düzeleceğini söyledi. Kadı ona: "Ey Ebu Abdillah! Bana baş­ka bir şey söyle. Ben nefsime, sadece ALLAH rızası için olmadıkça oruç tutmakla işkence etmek istemem. Hem benim pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmak âdetim var ve onları bir başka güne almak da iste­mem" dedi. Ebu Ali der ki: O mecliste, ona Hz. Peygamber´in bu hadisi­ni hatırlattım. (Veya o şöyle der:) O mecliste ona bu hadisi hatırlat­maktan korktum. Sanıyorum ona bu hadisi başka bir yerde hatırlat­mıştım da, o da hadisten dolayı tabibin öğüdünü kabul etmişti.

Hz. Peygamber bir adamı bir geçitte gözetlemede bu­lunması için göndermişti. Adam gözetleme sırasında namaz kılmaya koyuldu. Halbuki o geçitte bulunuşundan maksadı sadece[137] bekçilik ve gözetlemede bulunmak idi.

Bu anlamda hadisler çoktur. Bu konuda yeterli olabilecek bir kaç tane örnek hatırlatalım: İmam, cemâatle namaz kıldırırken, cemâatin halini kollamak durumundadır ve bu arada hadiste belirtildiği üzere meselâ sonradan gelenin rükû a yetişebilmesi için onu rükûda bekle­melidir.[138] Gerçi bu hadisle İmam Mâlik amel etmemiş ise de, başkalan amel etmişlerdir. Yine, cemâat içerisinde bulunacak yaşlı, zayıf ve iş-güç sahibi kimselerden dolayı namazın hafif tutulması istenilmiş­tir. Hz, Peygamber: "Ağlayan bir çocuk sesi duyunca, annesinin sıkın­tıya düşeceği endişesi ile namazı kısa keserim"[139] buyurmuştur. Na­mazda iken selamın alınması,[140]müezzine eşlik edilmesi[141] ve nama­zın hakikatinin dışında kalan diğer benzeri şeyler gibi. Bunlar namaz kasdmdan ayrı başka bir kasıtla yapılmış şeylerdir; bununla birlikte onların bulunması namazın ihlâsmı zedelememektedir.

Eğer bir ibadeti yaparken, ona yönelik niyetimize başka herhangi bir şeye ait niyetimizi karıştırdığımızda ihlâs zedelenecek olsaydı, o ibâdet işlenirken bir başka ibâdetin de bu arada işlenilmiş olması gibi bir niyetin bulundurulması dahi ihlâsı ortadan kaldırmış olurdu. Meselâ nafile namaz kılmak, farz namazı beklemek, insanlara zarar vermemek ve meleklerin istiğfarına nail olmak için mescide gelen bir kimsenin durumunu ele aldığımızda, bu kimsenin her bir kasdı, diğeri ile karışmakta ve onu sırf o amel için olmaktan (ihlâstan) çıkarmakta­dır. Böyle bir sonuç ise ittifakla doğru değildir. Aksine, amel bir olmak­la birlikte, bu niyetlerden her biri başlı başına sahihtir; çünkü hepsi de şer´an övgüye değer şeylerdir. İbadet dışı izin verilmiş şeylerde de du­rum aynıdır; çünkü şer´î izinde müştereklik göstermektedirler. Nefse ait olan hazlarm ibâdetlerle bir arada bulunmasının caiz olmaması için, o hazzm aslî konumu itibarıyla ibâdete ters düşecek bir özellik ar-zetmemesi gerekir: Konuşmak, yemek, içmek, uyumak, gösteriş yap­mak vb. gibi. Aralarında bir terslik bulunmayan hazlara gelince, nasıl olur da ibâdete yönelik ihlâsı ortadan kaldırabilir Böyle birşey söyle­mek uygun değildir. Şu kadar var ki, ibâdet kasdınin diğer dünyevî şeylere yönelik kasıttan tamamen arındırılmasının daha uygun olaca­ğında herhangi bir tartışma yoktur. Bu yüzden de, dünyevî şeylere yö­nelik kasdm ibâdet kasdma baskın gelmesi durumunda, hükmün bas­kın gelene ait olacağı ve o şeyin ibâdet sayılamayacağı; ibâdet kasdınm daha ağır basması durumunda da hükmün o doğrultuda olacağı belir­tilmiştir. Bu durumda tercih, mesele ile karşı karşıya kalan müctehi-din takdiri doğrultusunda olacaktır.

(3)

Mürailik anlamına gelen ameller. Bunun esası şudur: Bir insan yapmış olduğu ibadetle mal ya da makam elde etmeyi amaçlıyorsa, bu şer´an yerilmiş olan riya olmaktadır. Bu tür ameller içerisinde en kötü­sü, mallarını ve canlarını korumak için sadece dış görünüş itibarı ile İslâm´a girmiş olan münafıkların amelleridir. Bunu, sırf dünya çıkar­larını elde etmek amacıyla ibadette bulunan mürâîlerin amelleri takip eder. Bunların hükmü bellidir; dolayısıyla sözü uzatmanın bir gereği yoktur.

Fasıl:

İkinci kısma gelince, bu amelin kullar arasında cereyan etmekte olan âdetlerin düzene sokulması yönünde işlenmesi idi. Nikâh, alış­veriş, icâre ve benzeri Sâri´ Teâlâ´nm kendileriyle kulların âcil masla­hatlarının gerçekleştirilmesini istediği bilinen ameller gibi. Bunlar da Şâri´in ortaya koyduğu ve emir ve yasaklarda gözönünde bulundur­duğu bir hazdır ve bu durum, bunlar için konulmuş bulunan kanun­lardaki kasdmdan anlaşılmaktadır. Durumun mutlak surette böyle olduğu bilinince, o hazzm bu yönden talepte bulunulmuş olması, Şâri´in kasdma muhalif olmaz; aksine doğru ve yerinde bir talep olur. Bu bir yaklaşım.

İkinci bir yaklaşım daha var: Eğer muamelât dediğimiz bu tür amellerde, haz talebi o ameli işlemeye yönelik kasıt ve talebi zedeleye­cek olsaydı, o takdirde niyetin şart koşulması ve emre uymuş olma kasdınm bulunması hususunda muamelât ile, namaz, oruç ve benzeri ibâdetlerin aynı olması gerekirdi. Halbuki bütün âlimler muamelât konusunda niyetin şart olmadığında görüş birliği içerisindedirler. Hazza yönelik kasdm, o bazzm ortaya çıkmasına sebebiyet verecek amellerin sıhhatini zedelemeyeceği konusunda bu kadarı yeterlidir. Hatta farzetsek ki, bir adam evliliği ile mürailik yapmak veya iffetli kimselerden sayılmasını temin etmek için ya da daha başka bir amaçla evlenmiş olsa; onun bu evliliği sahih olmaktadır. Çünkü nikâhta, bir nikâh olması hasebiyle ibâdet niyetinin bulunması şartı koşulmamış-tır ki, istenilen niyeti riya ya da benzeri amaçlarla ihlâle uğramış ol­sun. Kendileriyle sadece Yüce ALLAH´ın ta2İmi kastedilen ibâdetlerde ise durum farklıdır.

Bir üçüncü yaklaşım daha var: Eğer bu gibi amellerde haz tale­binde bulunma caiz olmasaydı, bunlarla insana nimet ve ihsanda bu­lunulduğunu belirten âyet ve hadisler bulunmazdı. Bu konuda bazı ör­nekler şunlardır: "İçinizden, kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp; aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi, O´nun varlığının belgelerindendir[142] "Size geceyi dinlenesiniz diye karanlık ve gündüzü çahşasınız diye aydınlık olarak yaratan ALLAH´tır[143]"O yeryü­zünü size bir döşek ve göğü de bir bina kıldı. Gökten su indirip, onunla size rızık olmak üzere ürünler meydana getirdi.[144] "ALLAH dinlen­meniz için geceyi ve lütfedip verdiği rızkı aramanız içingündüzü mey­dana getirmiştir. Bunlar O´nun rahmetinden ötürüdür[145] "Geceyi bir örtü yaptık; gündüzü geçimi sağlama vakti kıldık.[146]Bu anlam­da sayılamayacak kadar âyet vardır.

Sadece bir yükümlülük getiren âyetlerin şevki sırasında, kullara onlarla bir ihsan ve iyilikte bulunulmuş olduğu belirtilmez. Çünkü teklif aslında bir külfettir ve alışılagelmiş şeylere muhalif bir Özellik arzeder, heva ve hevesleri bir tarafa iter. Namaz, oruç, hac ve cihad gibi. Ancak "Savaş hoşunuza gitmediği halde size farz kılındı" buyru­ğundan sonra "İhtimal ki hoşlanmadığınız şey sizin yüreğinizedir"[147] gibi buyruklar bundan istisna teşkil eder.[148]Nefislerin meylettiği, tat­min olduğu; istifade ve nefsânî lezzet kapılarını araladığı, mevcut gıda ve deva gibi ihtiyaçlarını giderdiği; zararları uzaklaştırdığı... şeylere gelince, bunları zikrederken, onların ALLAH´tan kullarına birer nimet ve ihsan olduğunu söylemek uygun düşer. Durum böyle olunca, bu açıklamadan, o amellerin bize bir nimet olduğu belirtilen açıdan işlen­miş olmalarının sahih olması gerekecektir. O amelin bu şekilde iş­lenilmiş olması, kulun kulluğunu zedelemeyecek; ALLAH´ın Rablik hakkını da eksiltmeyecektir. Ancak onlar, bu tür amellerin arkasın­dan nimetin sahibi olan ALLAH´a şükretmekle memurdurlar. Bu da sa­hih bir yaklaşımdır.

Soru: Bu durumda, bu tür amellerin nazlardan soyutlanmış ola­rak işlenmiş olması da zedeleyici olur; zira Şâri´in kasdından anlaşı­lan bu tür amellerde hazzm ortaya konulması ve bununla da onlara ih­sanda bulunduğunu belirtmesidir. Böyle bir şey ise, daha önce geçen [224] değerlendirmelerden ötürü kesin olarak doğru olamaz.

Cevap: O amelleri emre uymuş olmak ya da izne riayet etmiş ol­mak açısından işlemiş olması hasebiyle, haz onlar içerisinde zımnen ve dolaylı olarak ortaya çıkmış oldu. Çünkü, Sâri´ meselâ nikâhı men-dup kılmıştır. Şimdi kulun, mendup olma noktasından hareketle ve eğer mendup olmasaydı işlemeyecekti şeklinde nikâh yapması duru­munda, onun nikâhı o noktadan hareketle yapmış olması durumunda, onu haz açısından da işlemiş gibi olmaktadır. Çünkü Sâri´ Teâlâ, nikâh ile insan neslinin türemesini istemiştir. Sonra bu kasda, şehevî yönden tatmin olma gibi lezzetlerin varlığını, mükellefin büyük hazlar duyacağı nimetleri tâbi kılmıştır. Bu durumda helâl yoldan istifade, Şâri´in kastetmiş olduğu şeyler cümlesinden olmaktadır. Dolayısıyla Şâri´in bu kasdmı gözönünde bulunduran bir kimse, nazlarından (he-va ve heveslerine uymuş olmaktan.) uzak bulunmuş olur, Bununla bir­likte onun kasdı neticesinde hazlar da peşinden gelir. Onunla, nikâhla bizzat kadından istifâdeyi kasdeden kimse arasında bir fark kalmaz ve Şâri´e karşı kasıt yönünden bir muhalefet de bulunmaz. Aksine iki yönden muvafakat vardır:

(1) Şâri´in kabul etmelerini istediği birşeyi ki kadından istifâde oluyor kabul etmiş olma yönünden muvafakat var­dır.

ayten
Mon 27 September 2010, 01:04 am GMT +0200
(2) Mükellefin güzel edep bakımından da Şâri´in emrini genel an­lamda dikkate almış olması gerekir. Mükellef evlenmiş ol­makla, Şâri´in emrine icabette bulunmuş olmakta ve böylece O´na karşı edebini takınmaktadır. Üstelik Şâri´in mükellefin hazzının meydana gelmesine yönelik kasdı da yerine gelmiş olmaktadır, (Üçüncü bir muvafakat da) emre uymuş olma kasdmda, neslin türemesine yönelik olan aslî maksada yöne­liş de bulunmaktadır. Kişi emre uymuş olmakla, Şâri´in bu kasdma da icabette bulunmuş olmaktadır. Sadece haz tale­binde bulunmanın ise bu meziyeti yoktur,

İtiraz: Bu şekil üzere haz talebinde bulunan kimse kınanmıştır. Zira emirde bulunan Şâri´in kasdmı bu açıdan ihmal etmiş olmakta­dır.

Cevap: Hayır, mutlak anlamda ihmal etmemiştir. Çünkü bu haz-lara ulaşma için genel anlamda işi Allah´a havale edince, onun için Şâri´in kastetmiş olduğu şeyin gereği de zımnen kendisi için meydana gelmiş olur. Bu durumda nazlarını elde etme konusundaki mükellefin kasdı, Şâri´in aslî kasdma ters düşmüş olmaz. Sonra bu hazlarm hük­mü içerisine giren, (zımnen ve sünnetullah gereği) normal şartın hük­mü altına girmiş olacaktır. Yani nikâh iîe sadece kadından istifadeyi kasteden bir kimse, bunun sonucunda çocuğun olacağını ve onun ter­biyesiyle uğraşacağını, onun ve ailenin maslahatlarını teminle yü­kümlü olacağını bilmektedir, Keza o, bu işi normal yolundan gerçek­leştirdiği zaman zevceye karşı nafaka yükümlülüğünün doğacağını ve onun ihtiyaçlarını karşılamak zorunda olacağım da biliyordu. (Bu ha­liyle o zımnen de olsa, Şâri´in nikâhtan gözetmiş olduğu üreme şeklin­deki aslî maksadı dikkate almış olmaktadır). Ancak şu iki kasıt birbirine eşit değildir:

(a) Daha başlangıçta emre uymuş olma kasdı ve hazlarm zımnen gerçekleşmiş olması.

(b) Daha başlangıçta hazlarm elde edilmesi kasdı ve emre uymuş olma kasdımn ise zımnen gerçekleşmiş olması.

Bütün bunlardan sonra ortaya çıkıyor ki, bu kısımda (muamelât) ameller işlenirken haz kasdımn bulunması, o amelin sıhhatini orta­dan kaldırıcı bir etki göstermemektedir.

Soru: Farzetsek ki, haz peşinde olan kimsenin asla emre uymuş olma gibi bir düşüncesi olmasa ve sadece nefsîhazlarını talepte bulun­sa; hatta bu hazların kendisine gayrımeşru yollardan ulaşmasına dahi hiç aldırış etmeyecek bir düşüncede olsa, fakat istediği hazza ulaşabil­mesi için meşru yoldan başka da çaresi bulunmasa; acaba bu durum­da, aslî kasıd bunun hakkında da bilkuvve mevcut olur mu

Cevap: Böyle bir kimsede de aslî kasıt bilkuvve mevcuttur. Çün­kü bu kimsenin nazlarına ulaşabilmesi için meşru yoldan başka çare bulunmayınca, onu elde edebilmek için meşru olan yola başvurması aslî kasdı gözetmek demek olur. Meşru olan yolun seçilmesi emre uy­muş olma ya da izin gereğiyle amel etmeyi da içerir. Bu ise, her ne ka­dar mükellefisin farkında olmasa bile, aslî ilk kasıt doğrultusunda ha­reket etmek demektir. Bu konu, Şâri´in kasdına muvafakat bahsinde geçmişti. Kişinin elde etmesini istediği şeye karşı olan kasdınm Şâri´in kasdına uygun gelip gelmediğine aldırış edilmeksizin heva ve hevesler peşinde nefsî hazlar elde etmek için yapılan amellere gelince, onun hak ve hakikat ile hiçbir ilgisi yoktur ve durumu gayet açıktır; durumunu aydınlatıcı tanıklar ise daha da açıktır,

Soru: Kişinin muhalefet kasdıyla amelde bulunması durumun­da, onun hak ile değil de heva ve hevesler gereği işlemekte olduğu açık­tır. Muhalefet kasdı olmaksızın işlediği amelleri ise mutlak surette heva ve heves doğrultusunda işlenmiş olmayacaktır. Daha önce bil­meksizin işleyen ve bu yüzden Şâri´in emrine muhalefet etmiş olan bir kimsenin hükmünün, unutarak işleyen kimsenin hükmü gibi olduğu ve o kimsenin amelinin mutlak surette heva ve hevesle işlenmiş sayıl­mayacağı geçmişti. Bilmeyerek işlenen ve Şâri´in emrine uygun düş­mesi durumunda ise. onun amelinin genel olarak sahîh kabul edilece­ği ileride gelecektir ve bu halde de ameli heva ve hevesler sâiki İle iş­lenmiş olmayacaktır. Buna göre heva ve hevesler doğrultusunda amel eden bir kimse şayet Şâri´in emrine tesadüfen uygun hareket etmiş olursa, ona niçin heva ve hevesle amel etmiştir diyorsunuz; oysa ki bu adam Şâri´in kasdına uygun düşmüştür ve az önce geçtiği gibi Şâri´in emrine uygun düşme, o hazzı övgüye değer kılıyordu. Bu durumda ne diyeceksiniz

Cevap: Kişinin amelini muhalefet kasdı olmaksızın işlemesi du­rumunda bundan mutlaka Şâri´in kasdına uygun düşmüş olma gibi bir netice lâzım gelmez; aksine karşımıza üç ihtimal çıkar:

(1)

Muvafakat kasdı bulundurmuş olabilir.. Bu durumda:

(a) Mutlak isabet kaydetmiş olabilir. Meselâ, ilmine uygun ola­rak amel eden bir âlimin durumunda olduğu gibi. Bunda bir problem yoktur.

(b) Veya tesadüfen isabet kaydetmiş olabilir.

(c) Veya isabet edemez. Bu son iki kısım altına bilgisizce bir amelde bulunan kimse girer. Çünkü cahil bir kimse kendi dü­şüncesine göre amelin öyle olduğu, amelin kendi teşebbüs et­tiği şekilde izin verilmiş olduğu zannmda bulunur ve bu ha­liyle o, muhalefet kasdı taşımaz. Ancak bu durumda olan ca­hil, o amel konusunda ihmal göstermiş kabul edilir ve bu yüz­den sorgulanır. İhmalkâr kabul edilmemesi durumunda ise sorgulanmayabilir ve ameli uygun düşmüş ise geçerli kabul edilebilir de.

(2)

Şâri´in emrine muhalefeti kastetmiş olması durumunda ibâdetler konusunda ister uygun düşsün isterse muhalif, muhalefet gösterdiği şeye asla itibar edilmez. Çünkü mutlak surette kasda muhaliftir. Muamelât konusunda ise, asıl olan muhalif düşenlerin de­ğil de uygun düşenlerin dikkate alınmasıdır.[149] Çünkü sıhhati için ni­yet şartı bulunmayan amellerin, şer´î kasda uygun ya da ters düşmüş olmasının bir önemi yoktur, önemli olan meşru şekle uygun düşüp düşmemesidir. Meselâ, bir kimsenin fasit niyetiyle bir akitte bulun­ması veya şarap zannıyla gülsuyu içmesi gibi. Ancak böyle bir kimse­nin Şâri´in kasdına muhalefet etmesinden dolayı günah gerekecektir.

(3)

Ne muvafakatin ne de muhalefetin kastedilmemesi durumunda ise, amel sadece sırf haz kasdı ya da gaflet üzere işlenmiş olacaktır. Meselâ, ne işlediğini bilmeyen ya da ne işlediğini bilmekle birlikte sa­dece peşin hazlar arkasında olan, o şeyin meşru olup olmadığına aldır­mayan kimsenin ameli gibi. Bu gibi ameller, eğer ibâdetler kısmından ise sahîh olmazlar; çünkü emre uyma niyeti bulunmamaktadır. Bu yüzden de unutan, gafil bulunan ve aklı başında olmayan kimseler mükellef tutulmazlar. Eğer muamelât kısmından ise ve Şâri´in kasdı­na da uygun düşmüşse sahih olurlar; aksi takdirde sahih olmazlar,

Bu noktada bir başka düşünce daha vardır: Şöyle denilir: Maksat bulunmadığına göre, uygun düşüp düşmeme dikkate alınmaz; çünkü muhalefet hususunda başıboşluk durumu doğar. Bu bakış açısının ne­ticesi, çocuk, malını evirip çevirme konusunda Şâri´in kasdına uygun düşme endişesi bulunmayan sefih gibi kısıtlılık altında bulunan kim­selerin davranışlarında kendisini gösterebilir. Bu yüzden de, bu gibi,kısıtlılık altında bulunan kimselerin her türlü tasarruflarının mutlak surette geçerli olmayacağını, kendi maslahatına uygun düşüp düşme­yeceğine bakılmayacağını söyleyenler olduğu gibi, maslahata ters dü­şenlerin değil de, uygun olan tasarruflarının geçerli olacağını söyleyenler de olmuştur. Tabiî bu görüşler, bu konudaki sözünü ettiğimiz bakış açısından kaynaklanmıştır. Buna göre maslahata mutlak an­lamda yönelmiş bulunmak yeterli değildir. Kişi bu kasdıyla Şâri´e muhalif bulunmaktadır. Şöyle de denilebilir: Kasda ancak, onun neşet ettiği şeye nisbetle itibar edilir. Burada ise, kasıt bulunmamakla bir­likte Şâri´in kasdına muvafakat meydana gelmiştir. Öyle ise netice sa­hihtir.

Fasıl:


Biz burada, muamelâttan olan amellerin, (meşru şekle uygun düşmek kaydıyla) Şâri´in kasdına muhalif bir niyetle işlenmiş olsa bile o sahihtir diyorsak, bunu fukâhanın ıstılahına göre sahihtir demiş oluyoruz. Ancak bu kitapta Hükümler bölümünde sıhhat ve butlan nev´inde anlattığımız hususları gözönünde bulundurduğumuz zaman ise, Şâri´in kasdına ters düşen her şey mutlak surette bâtıl olmaktadır. Ancak bu bâtilhkorada açıklanan anlamda olmaktadır.[150]Allah en iyi­sini bilir. [151]


Yedinci Mesele:


Şer´an talep konusu olan şeyler iki türlüdür: (a) Kazanç yolları ve

diğer dünya işlerini düzene koyma konusunda insanlar arasında yapı-lagelmekte olan âdetler türünden şeyler (âdiyyât, muamelât). Bunlar âcil dünyevî nazlara ulaşmanın yolları olmaktadır. Her türlü akitler, bütün çeşitleriyle mâlî tasarruflar bunlara girer, (b) Mükellefin Yara­tıcısına yönelişi için kendisine gerekli olan ibâdetler türünden şeyler (İbâdât).

(a) Muamelât: Bu kısımda niyabet geçerlidir; bir insan başka birinin yerine geçebilir ve onun yerine o fiili işleyebilir. Ancak o fiil, bizzat kişinin kendisine has olmamalıdır. Muamelât konusunda, bir kimse başka birine ait faydaların temini, ona dokunacak zararlann uzaklaştırılması gibi konularda yardımcı ya da vekil olma vb. gibi yol­larla onun yerini alabilmektedir. Çünkü, burada mükelleften yerine getirilmesi istenen şeyler, bir başkası tarafından da gerçekleştirilmeye elverişli şeylerdir: Satma alma, alma-verme, kir al ama-ki ra­ya verme, hizmet, teslim etme-teslim alma... vb. gibi.

Bazı şej´ler de vardır ki, âdeten ya da şer´an sadece mükellefe has olan hikmetler için meşru kılınmışlardır: Yemek, içmek, giyinmek, ba­rınmak gibi faydası şahsa münhasır kalan şeyler; yine nikâh ve ona tâ­bi olarak ortaya çıkan eşlerin birbirinden istifadelerinin helâlliği gibi şer´an niyabetin bulunamayacağı hükümler bu kısımdandır. Bu ve benzeri şeylerde, niyabet usûlü geçerli değildir. Çünkü bu tasarrufla­rın meşru kılınmasında gözetilen hikmet, bizzat şahsın kendisine münhasır olup, başkalarına sirayet etmez.

Cezalar da bu gruptandır; çünkü cezanın amacı suç işleyeni yola getirmektir ve bu amaç cezanın bir başkasına uygulanması durumun­da gerçekleşmez. Ama ceza mâlî olursa, o zaman niyabet mümkün ola­bilir.

Bir fiilin hem bedenî, hem de mâlî olması durumunda ise, konu ictihâdîdir ve değerlendirmeye muhtaçtır: Hac[152] ve keffâretlerde olduğu gibi. Eğer hacda ağır basan taraf onun ibadet yönüdür dersek, niyabet geçerli olmayacaktır; aksine mâlî yönü ağır basar dediğimizde ise niyabet geçerli olacaktır. Keffâretlere birer ceza gözüyle bakarsak, niyabet geçerli olmayacaktır; ama telâfi gözüyle bakarsak niyabet geçerli olacaktır: Hacda işlenen cinayetlere keffâret olmak üzere kesi­len kurban örneğinde olduğu gibi.

Kısaca diyebiliriz ki: Muamelât (adiyyât) konusunda, eğer hik­met sadece kişinin kendisine münhasır bulunuyorsa, niyabet caiz de­ğildir; aksi takdirde ise niyabet caizdir. Bu kısım son derece açıktır ve delile ihtiyacı yoktur.

(b) İbâdetler (İbâdât): Şer´an düzenlenmiş ibadetler konu­sunda bir kimsenin başka birinin yerini alması mümkün değildir ve herkes kendi yaptığından sorumludur; bir başkasının onun yerine yü­kümlülük altına girmesi sözkonusu değildir. İbadeti işleyen kimsenin ameli, bir başkasının yükümlülüğünü yerine getirmiş olmaz, niyetle bir başkasına intikâl etmez, hibe ile sabit olmaz, bir başkasının günahı gönüllü de olsa yüklenilmez. Hem naklen hem de aklen kesin olan şerîat nazarında bu böyledir.

Bu tezin doğruluğuna çeşitli açılardan deliller getirmek müm­kündür:

(1)

Bu konuya açıklık getiren kesin nasslar vardır: Örnekler: "Hiç kimse, bir başkasının yükünü taşımaz"[153] Bu ifade Kur´ân´m bir çok yerinde tekrarlanır.[154]"İnsan için ancak çalıştığının karşılığı uardır"[155] "Hiçkimse, bir başkasının yükünü taşımaz. Günah yükü ağır olan kimse, onun taşınmasını istese, yakını olsa bile, yükünden bir şey taşınmaz... .Kim arınırsa, ancak kendisi için arınmış olur[156] "İnkâr edenler, inananlara:´Bizim yolumuza uy un da sizin günahlarınızı biz taşıyalım.´ derler. Oysa onların günahlarından hiçbirini yüklenecek değillerdir. Doğrusu onlar yalancıdırlar[157]"Bizim yaptıklarımız bi­ze, sizin yaptıklarınız da kendinize aittir[158]"Sabah akşam, Rableri-nin rızasını isteyerek O´na yalvaranları kovma. Onların hesabından

sana bir sorumluluk yoktur; senin hesabından da onlara bir sorumlu­luk yoktur.[159]

Aynı şekilde, âhiretle ilgili konularda, hiçbir kimsenin bir başka­sına fayda veremeyeceğini bildiren nasslar bulunmaktadır: "O gün, kimsenin kimseye fayda sağlamayacağı bir gündür.[160]Bu âyet hem sevapların bir başkasına nakledilmesi ve hem de bir başkasının yükü­nün yüklenilmesi konularını kapsamaktadır. "Ey insanlar!Rabbiniz-den sakının. Babanın oğlu, oğulun da babası için birşey ödeyemeyece­ği günden korkun" [161]"Kimsenin kimseden faydalanamayacağı, kim­seden bir şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden sakının.[162] Bu anlamda daha pek çok âyet vardır. Hadiste de Hz. Peygamberin , kendi yakın akrabalarını uyardıkça: "Ey Falanoğulları! Ben Allah katında size hiçbir fayda veremem" buyurduğu[163] bildirilmiştir;

(2)

Bu işin esası bunu gerektirir. Şöyle ki: İbadetlerden maksat Al­lah´a yönelmek ve O´na karşı tazimde bulunmak, huzurunda boyun bükmek, hükmüne uymak, her an O´nu anmak suretiyle kalbi diri tut­maktır. Bunun sonucunda kişi, bütün kalbi ve organlarıyla Allah´la hemhal olacak, devamlı O´nun murakabesinde ve gaflet halinden uzak

bulunacak, gücü yettiğince O´nun rızasını kazandıracak ve kendisini O´na yaklaştıracak amellere koyulacaktır. Niyabet usulü ise, bu mânâya ters düşer ve onunla çelişir. Çünkü, bu konularda niyabetin mânâsı, kulun kul olmaması; Allah huzurunda huşu göstermesi, O´na yönelmesi istenen kimsenin bunları yapmaması demektir. Bu gibi ko­nularda kişinin yerine bir başkası geçtiği, nâib olarak onun yerini aldı­ğı zaman, Allah´a huşu gösteren, O´nun huzurunda kulluk icra eden kimse, bizzat vekil ya da nâib olmaktadır. Hu şu, yöneliş... kısaca kul­luk icrasında bulunan ameller, kulluk sıfatıyla nitelenmek anlamın­dan başka bir mânâ ifade etmezler. Bir kimsede bulunan nitelik ise, bir başkasına intikal ya da sirayet etmez. Niyabet ise, aslın nâib yerin­de sayılma sidir ve bunun sonucunda asıl (nâib olunan kimse, menû-bun anh), naibin nitelendirildiği şeylerle nitelenir. Bu ise, muamelâtta olduğu gibi ibâdetler konusunda mümkün değildir. Mesela: Borcun ödenmesi konusunda nâib (vekil), borçlu yerine konulmakta­dır. Dolayısıyla naibin borcu ödemesi durumunda, borçlu borcunu öde­miş olma niteliğini kazanmakta, bundan böyle alacaklının asıldan borç talep hakkı kalmamaktadır. Kulluk icrasında ise, aslın, naibin haiz olduğu nitelikle nitelenmediği müddetçe bu düşünülemez. Bu da olmayacağına göre, ibadetler konusunda asla niyabet caiz değildir.

(3)

Eğer bedenî ibâdetlerde niyabet sahih olsaydı, o zaman iman, sa­bır, şükür, rıza, tevekkül, korku, ümit vb. gibi kalbi olan amellerde de sahih olurdu ve bu durumda niyabet caiz olacağı için teklifin mükellef üzerine aynî olarak binmesi kesinlik kazanmazdı ve daha işin başlan­gıcında bu kaibî fiillerin bizzat işleniîmesi ya da bir nâib tarafından gerçekleştirilmesi arasında tercihe bırakma caiz olur; aynı durum iba­det dışı normal fiillerden olup da yemek, içmek, cinsî ilişkide bulun­mak, giyinmek... gibi faydası kişiye has olan amellerde de sahih olur­du. Keza aynı durum ceza hukukunda had, kısas ve tazir türünden ce­zalarda da sahih olurdu. Bütün bunlar ihtilafsız bâtıldır; zira bunlar­da gözetilen hikmetler kişilerin bizzat kendilerine hastırlar. Dolayı­sıyla diğer taabbudî olan hususlarda da durum aynıdır.

Yukarıda arzedilen Kur´ân âyetleri, hepsi de tahsise ihtimali ol­mayan umûmî ifadeler içermektedirler. Çünkü bu âyetler, kâfirleri susturmak, onların birbirlerinin günahlarını yüklenebileceği şeklin­deki itikatlarını ya da kuru inatlarını reddetmek için Mekke´de gelmiş[164] muhkem âyetlerdir. Eğer bu âyetlerin tahsis imkânları bu­lunsaydı, o zaman bu âyetler onların inançlarını reddetmiş olmaz, aleyhlerine getirilmiş bir hüccet olmazdı. Âmm lâfızların tahsis gör­dükten sonra, geri kalan cüzlerine delâletinin kesinlik arzetmeyeceği görüşünde olanlara göre durum açıktır. Diğerlerinin görüşüne göre de, kıyas ve daha başka yollarla tahsis ihtimalinin bulunması sebebiy­le bu böyledir. Araştırıcı, Mekke´de inmiş bulunan âmm nasslar üze­rinde düşündüğü zaman, onların tamamının nesih, tahsis ve benzeri muarız durumlardan[165] uzak olduğunu görecektir.[166] Dolayısıyla aklı başında birisinin (bu Mekkî) âyetleri, şer´î külli hususlarda bir pren­sip edinmesi ve onları bir tarafa itmemesi uygun olacaktır.

İtiraz: Bu nasıl olabilir İbâdetler konusunda niyabetin bulun­duğunu, kişinin başkaları yüzünden ve yapmadığı şeyler karşılığında sevap ve günah kazandığını ifade eden çeşitli deliller bulunmaktadır:

(1)

Yukarıda arzettiklerinizle ters düşen deliller bulunmaktadır. Bunlar çoktur. Bir kısmını burada arzedelim: "Ölü, üzerine dirinin ağlaması yüzünden azap görür[167] "Kim İslâm´da iyi bir çığır açar da, kendinden sonrakiler onunla amel ederlerse, onunla amel edenle­rin sevaplarının bir benzeri de, o çığırı açan kimseye yazılır, öbürleri­nin sevaplarından da birşey eksiltilmez. Kim de kötü bir çığır açar­sa.[168] "Kişi öldüğü zaman amel defteri kapanır, ancak şu üç şey do­layısıyla kendisine sevap yazılmaya devam edilir:[169]"Haksız yere öldürülen hiçbir can yoktur ki, Âdem´in ilk oğluna onun öldürülmesi cinayetinden bir pay ayrılmış olmasın.[170]Kur´ân´da da şöyle buyru-lur: "İnanan, soyları da inançta kendilerine uyan kimselere soylarını da katarız. Onların işlediklerinden hiçbir şey eksiltmeyiz." [171]Bu âyet, "çocuklar, kendi amelleriyle ulaşamasalar bile babalarının mertebelerine çıkarılırlar" diye tefsir edilmiştir. Hadiste şöyle gelmiştir: Birisi Hz. Peygamber´e "Allah´ın farz kıldığı (hac), babamı iyice yaşlı bir halde yakalamıştır; onun binek üzerinde duracak gücü dahi yoktur. Onun yerine hac edeyim mi " diye sorar. Hz. Peygamber: "Evet!" diye cevap verir. Başka bir rivayette ise: "Ne dersin Babanın başkasına borcu olsaydı da sen onu ödeseydin. Babanın borcu öden­miş olur muydu " buyurmuşlar, o (kadın) da: "Evet" demiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber: "Allah´a karşı ^lan borç. Ödenmeye daha lâyıktır" buyurmuştur.[172] "Kim üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse, velisi onun yerine tutar"[173]Hz. Peygamber´e biri­si: "Ya Rasulallah! Annem öldü, üzerinde nezir borcu vardı ve yerine getiremedi" diye sordu, Hz. Peygamber [ a´tSm1´ ]: "Onun yerine sen ye­rine getir" buyurdu.[174] İslâm büyükleri ve âlimler bu hadislerin gereği ile hükümde bulunmuşlardır. Bunun caiz olmayacağı görüşünde olan bir grup ise, amellerin hibe edilebileceğini, bunun Allah katında ken­disine hibe edilen kimseye yararı dokunacağını kabul etmiştir. Bu saydıklarımız sadece bu konuda gelen nassîarın bir kısmı olmakla bir­likte maksadı ifadeye yeterlidir ve böylece daha önce geçen ve genel ve istisnasız oldukları ileri sürülen nassîarın hiç de öyle olmadıkları or­taya çıkar. Böylece iddianın doğru olmadığı belirir.

(2)

Devamlı başvurulan ve üzerinde ihtilaf bulunmayan bir kaidemiz vardır: Bu bir başkası adına sadaka vermenin şahinliğini be­lirten kaide olmaktadır. Bilindiği gibi sadaka ibadettir; çünkü sadaka olabilmesi için, onunla sırf Allahin rızasının ve emre uyulmuş olma­nın kastedilmiş olması gerekir. Bir kişi, başka biri adına sadaka verdi­ği zaman, —özellikle de kendisi adına sadaka verilen kişinin ölü olma­sı durumunda—bu sadaka ile o kişinin varsa üzerindeki borç düşmek­te ve ondan faydalanabilmektedir. Bu bir ibadet olduğu halde, burada niyabet bulunmaktadır. Bunu şu husus da destekler: Zekât gibi farz [233] olan sadakaların başkaları tarafından verilmesi durumunda bu caiz olmakta ve zekât yükümlüsünün adına geçerli olmaktadır. Halbuki zekât namaz ile kardeş gibidir.[175]

(3)

Üzerinde ittifak edilen ya da ittifak edilmiş gibi olan1 [176] bir mesele daha vardır: Hata yolu ile öldürme olaylarında âkile diyeti yüklenir. Bunun anlamı, A´nın işlediği cinayetin (itlaf) sorumluluğunun B tara­fından üstlenilmesi demektir. Bu, illeti akılla kavranılamayan yani taabbudî olan bir konuda niyabet anlamına gelir ve başka türlü izahı da mümkün değildir. İmamın, kıraat, kıyam ve diğer bazı rükünlerin edasında, sehiv secdesinde kendisine uyanların yerine geçmiş olması da bu kabilden olup, onların yüklerini yüklenme anlamına gelir. Baş­kaları için yapılan dua da böyledir. Çünkü duanın aslı, Allah´a yalvarıp-yakarmak ve O´na yönelmek demektir. Halbuki, bu dua ile fayda­lanan gıyabında dua edilen kimse olmaktadır. Yüce Allah bazı melek­ler yaratmıştır. Bunların ibadetleri sırf Özel olarak mümin kullara,genel olarak da yeryüzü sakinlerine istiğfarda bulunmaktan ibarettir, Hz. Peygamber "Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan son­ra, akraba bile olsalar, puta tapanlar için mağfiret dilemek Peygam­bere ve müminlere yaraşmaz"[177]âyeti gelinceye kadar anne ve babası için istiğfarda bulunmuştur. İbn Übey[178] hakkında: "Yasaklanmadıkça senin için mağfiret talebinde bulunacağım" buyurmuşlar ve sonun­da: ´´Onların ister bağışlanmasını dile, ister dileme birdir. Onlara yet­miş defa bağışlanma dilesen Allah onları hağışlamayacaktır[179] "Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma, mezarı başında da durma.[180]âyetleri inmiştir[181] Bu âyetlerle her ne kadar onların ölüleri üzerine mağfiret talebinde bulunması yasaklanmışsa da, diri­leri hakkında istiğfarda bulunması yasaklanmamıştır. Nitekim Hz. Peygamber müşrik kâfirler hakkında :.´Kavmimi affet. Çünkü onlar bilmiyorlar[182] diye duada bulunmuştur. Kasaca demek gerekirse, başkaları adına dua yapmanın caizliği, dinde kesin olarak bilinen hususlardandır.

(4)

İbâdetler dışında kalan bedenî amellerde niyabet usûlü geçerli­dir. Aynî olarak herkes üzerine vacip olmakla birlikte bazı bedenî ibâdetlerde de durum öyledir. Mâlî olanlarda da caiz bulunmaktadır. Mâlî olanlar içerisinde en önemlisi cihaddır ve cihadda devlet başkanı­nın izin vermesi durumunda, kişinin kendi yerine niyâbeten ücretli ya da ücretsiz başka birisini göndermesi caizdir. Halbuki cihad bir iba­dettir. Bu gibi yerlerde niyabet caiz olduğuna göre, meşru kılınmış di­ğer amellerde de caiz olmalıdır; çünkü hepsi de şer´an konulmuş olmak Özelliğinde birleşmektedirler.

(5)

Teklîfî ameller, sonuç itibarıyla iyi ya da kötü bir karşılık getirir-. ler. İnsan bazen, yapmadığı birşeyden dolayı iyi ya da kötü bir karşılı­ğa maruz kalabilir. Bu genelde üzerinde anlaşılan bir esas olmaktadır. Bunlar da iki kısımdır:

Birinci kısım kendi başına, ailesine, çocuğuna ve ırzına gelen : musibetlerdir. Eğer bu musibetler bir başkasının işledikleri yüzünden ise günahlarına keffâret olur ve musibete sebep olan kişinin sevabın­dan alınır, kendisine verilir; kendi günahı da ona yüklenir. Çektiği elem bir tarafa, bu neticenin olacağını bilip bilmemesi önemli değildir. Nitekim Ebu Hureyre´nin rivayet etmiş olduğu kıyamet gününde ger­çek müflisin kim olduğunu belirten hadiste bu hususa değinilmiştir[183]Eğer musibetler bir başkasının işledikleri yüzünden değilse[184]o za­man da sırf keffâret ya da hem keffâret hem de sevaba vesile olurlar. Nitekim hadiste şöyle buyrulmuştur: ´´Bir kimse bir ağaç diker ya da ekin eker, sonunda ondan bir insan ya da başka bir canlı faydalanırsa, bu o kimse için bir ecir olur[185]"Kim Allah yolunda at beslerse, bu at çayırdan ya da bahçeden yerse veya nehirden, su içerse, yahut bir iki tur atarsa, bu yaptıkları şeyler adedince kendisi için hasenat yazılır. İsterse bunlara yönelik bir kasdı bulunmasın."[186] Bu anlamda daha pek çok hadis bulunmaktadır.

İkinci kısım, amel haline dönüşmeyen niyetlerdir. Bu hususta birçok hadis gelmiştir. Bazılarını arzedelim: "Kişi, eğer kendisini bir özür alıkoymuşsa, (niyetiyle) gece ihyası ya da cihad sevabı alır.[187] Tabiî diğer ameller de aynıdır. Hatta Hz. Peygamber, "keşke malım ol­sa da falan gibi ben de iyilik yapsam" diye temennide bulunan kimse hakkında: "O, ameli işleyen ile sevapta aynıdır" ; kötü niyet besleyen birbaşkasıh.akkında.da"O ikisi günahta aynıdır" buyurmuşlardır.[188] Ayrıca hadislerde: "Kim bir iyiliğe niyet eder ve onu yapmazsa, ona bir iyilik yazılır[189] "Birbirini öldürmek amacıyla iki müslüman kılıçla­rım çekerek karşı karşıya gelirler ve bunlardan biri diğerini öldürürse, katilde maktulde cehennemdedir.[190] buyrulur. Bunlara ben­zer, sırf niyette bulunan kimsenin sevapta ve günahta, aynen bilfiil ameli işleyen kimse gibi olduğunu belirten daha başka deliller çokça bulunmaktadır. Bir kimse bilfiil ameli işlemeden ya da bir başkası kendi adına işlemeden, işlemiş gibi sayıldığına göre, bir başkasının kendi yerine niyâbeten işlemesi durumunda, o ameli işlemiş sayılması [236] öncelik arzetmez mi [191]

Cevap: Bu ileri sürülen şeylere her ne kadar onların bir kısmı hakkında bazı âlimler niyabetin caiz olduğunu soylemişlerse de da­ha geniş açıdan bakmak gerekmektedir:

Başkası adına verilen sadaka her ne kadar ibadet olarak kabul etsek deüzerinde durduğumuz kısımdan değildir. Çünkü bizim bu­rada konu edindiğimiz nokta, Allah´a yaklaştırıcı ve O´na bir yöneliş olması açısından ibâdetlerde niyabetin caiz olup olmamasıdır. Başka­sı adına verilen sadaka, mâlî tasarruflardan olmakla konumuza gir­memektedir.

Duaya gelince, duada niyabet bulunmadığı son derece açıktır; Çünkü o başkası için bir şefaat demektir ve dolayısıyla konumuzla ilgi­si yoktur.

Bedenî ve mâlî amellerde niyabet konusu ise, bunlar aklen hik­meti kavramlabilen maslahatlardan olmaktadır ve bu açıdan onlarda niyet şart koşulmamaktadir. Hatta asılın (kendisine naip olunan kim­se) sebep olduğu şey hakkında kurbete niyet etmesi durumunda, ken­disine bunun sevabı dahi olacaktır. Çünkü ibâdet fkurbet niyeti) nâipdea değil kendisinden sadır olmuştur. Sadece dağıtma üzerine ya­pılan niyabet, malı çıkarmak suretiyle icra edilen Allah´a yaklaşma fi­ilinin dışında ayrı birşeydir. Cihad, her ne kadar ibâdet sayılan amel­lerden ise de, aslında dünyevî maslahatların temini için gerçekleşti­rilmesi gereken diğer kifâî farzlar gibi aklen hikmeti kavranabilen amellerden olmaktadır. Ancak bu gibi fiillerden âhirette bir karşılık alınabilmesi için mutlaka Allah´ın rızasının gözetilmiş olması; O^nun dininin yüceltilme sinin amaçlanmış olması gerekecektir. Eğer dünya menfaatleri kastedilirse, cihad maslahatı gerçekleşmiş olmakla bir­likte, sadece kastedilen şeyler elde edilmiş olur; âh ire t sevabı olmaz. Aynen iyiliği emretme, kötülüğü yasaklama prensibinde olduğu gibi. Zaten cihad da bu genel prensibin bir dalı olmaktadır. Kaldı ki, ücretle bir başkasının yerine niyâbeten cihada katılma, nefsin dünyevî men­faatler karşılığında tehlikeye atılması anlamı içerdiği için, bazı

âlimlerce mekruh görülmüştür. Eğer burada amelle Allah´a yaklaşma kaselinin bulunması farzedilecek olsa, bu açıdan bakıldığında bu ko­nuda niyabet asla sahih olmayacaktır. Bu prensibe karşı yöneltilmiş bir itiraz da bulunmamaktadır.

Kulun başına gelen musibetlere gelince, bu konu ibâdetlerde niyabet konusu ile ilgili değildir. Orada sözkonusu olan ecir ve keffâret olma durumu, kula isabet eden (elem vb- gibi) şeyler karşılığında ol­makta, başka birşey karşılığında olmamaktadır. Zalimin hasenatının mazluma verilmesi, yetmeyince mazlumun günahlarının zâlimin üs­tüne yüklenmesi ise borçların kapatılması ile ilgilidir. Bu ise bedelli (muvazaalı) şeylerdendir. Başka türlü de olamazdı, çünkü âhirette be­deller ancak sevap ve günahlarla ödenir; zira orada ne dinar (altın pa­ra) ne de dirhem (gümüş para) hiçbir şey yoktur. Dünyada ödeme imkânı ise geçmiştir.

Ağaç dikme ve ekin ekme ile ilgili itiraz ise, mallara gelen musi­betlerle ilgilidir. Sahibinin, insan ya da hayvanların onlardan istifade­sine yönelik bir niyetinin bulunması durumunda.da ihsan ve iyilikte bulunma kısmına girer.

Amelleri işlemeden âciz kalan kimseler hakkındaki meseleye ge­lince, bu, niyabet olmadan sadece işleyene has olan amellere karşılık verme anlamına gelir. Zira, böyle âciz bir kimse niyeti sebebiyle Al­lah´tan bir lütuf olarak sanki o ameli işlemiş gibi sayılır. Kaldı ki, hü­kümler dünyada zahiri üzere işlem görür. Bu yüzdendir ki, vacip olan bir ibadeti ifadan aciz kalan ve eğer gücü yetecek olsa mutlaka işleye­cekti şeklinde de niyeti bulunan bir kimsenin, o ameli işlemiş gibi se­vap alacağı söylenmiştir. Bununla birlikte, o ibadetin eğer kaza edi­lebilen amellerden ise, Allah ile kendisi arasında kazası düşmüş ol­mamaktadır. Nitekim, bir müslümanı öldürme, ya da hırsızlık yapma, ya da kötü bir iş yapma niyetinde bulunan ve fakat gücü yetmediği için işleyemeyen kimse[192] de, sanki onu işlemiş gibi günahkâr olmaktadır. Bununla birlikte dünyada sanki bu fiilleri işlemiş gibi kabul edilip ger­çek faile verilen cezaya çarptırılmam akta dır. Dolayısıyla bu meselede de niyabetle ilgili birşey yoktur. Niyabetin bulunduğu farzediîse bile. nâib bizzat fiili işleyen kimsedir (müktesib); dolayısıyla ameli ya lehi­ne ya da aleyhine olacaktır. Neticede diyebiliriz ki, ileri sürülen bu me­seleler bizim ortaya koyduğumuz esasla çelişmemektedir.

Şimdi itirazın başında ileri sürülen delillere dönelim. Çünkü me­selemize karşı çıkanların esas dayanakları bunlar olmaktadır.

Dirinin ağlaması yüzünden ölünün azap görmesi hadisinin. Arap âdetlerine yorulacağı açıktır. Zira onlar, Öleceklerini anladıkları za­man ailelerini kendi "üzerlerine ağlamaya teşvik ederlerdi. "Kim güzel bir çığır açarsa..." ; "Her haksız öldürme cinayetinden Hz. Âdem´in ilk oğluna bir pay ayrılacağı..."; "Üç şey hariç öldükten sonra amel defte­rinin kapatılacağı..." vb. hadislere gelince, bunlarda sözü edilen se­vap ya da günah, ecir verilen ya da günah terettüp eden şeyin işlenme­si anlamına gelmektedir. Çünkü bu amellerin ortaya konulmasına ilk defa kişi kendisi sebebiyet vermiştir. Müsebbebler, sebeblerin ortaya konması neticesinde doğarlar. Sebebiyet vermeye karşılık olarak tu­tulan sevap ya da günah, kendi amelinden kaynaklanmış olup, ikinci mütesebbibin yani sebebi ortaya koyanın amelinden doğmuş değildir. "inanan, soyları da inançta kendilerine uyan kimselere soylarım da katarız´[193]âyetini de işte bu mânâya yormak gerekir. Çünkü, kişinin çocuğu da, onun bir kazancı (kesbi) sayılır; ona dokunan bir hayır san­ki babaya nisbet edilmiş gibi olur. "Malı ve kazandığı kendisine fayda vermedi[194] âyeti de aynı şekilde tefsir edilmiş ve çocuğunun onun (Ebu Leheb´in) kazancından (kesb) olduğu belirtilmiştir. Bu durumda, çocuğun babanın mertebesine çıkması ve babanın diğer sâlih amelîe-riyle nasıl seviniyorsa onunla da gözünün aydın olması hususunda şa­şılacak bir durum yoktur. Âyetin "Onların islediklerinden hiçbir .şey eksiltmeyiz"[195]kısmı da bunu ifade eder.

Bütün problem, zikredilen diğer hadislerde. Çünkü onlar ispat­lanmaya çalışılan kaideye ters düşmekte sanki nass gibidirler. İşte bu yüzden de özellikle bu hadislerde belirtilenki bunlar oruç ve hac olu­yor; nezir (adak) ise oruçla ilgili olduğundan, o da oruç içerisin de müta­laa ediliyor konularda niyabetin bulunup bulunmayacağı konusun­da ihtilaf meydana gelmiştir.

Bu hadislerle ileri sürülen itiraza çeşitli şekillerde karşılık verile-

bilir:

(1) Bu konudaki hadisler muztaribtir.[196] Buharî ve Müslim onla­rın muztaripliğine işaret etmişlerdir. İkmâl´[197] bakınız. Ha­dislerin muztaripliği, kesin bir asılla tearuz ^çelişme, ters düşme) halinde olmaması durumunda onların delilliğini za­yıflatır. Kesin bir asıl ile tearuzları durumunda ise durum na­sıl olur Hem sonra Tahavi, "Kim üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse, velisi onun yerine tutar[198] hadisi hakkında onun sadece Hz. Âişe yoluyla rivayet edildiğini, Hz. Âişe´nin ise bu hadisi terkedip onunla amel etmediğini ve aksi doğrul­tuda fetva verdiğini söylemiştir. Yine o ölüp de üzerinde nezir borcu bulunan kadın hakkındaki hadis hakkında da: "Onu sadece îbn Abbas rivayet etmiştir. O da bu hadise muhalefet etmiş ve hiçbir kimsenin başkasının yerine oruç tutamayaca­ğına dair fetva vermiştir" der.

(2) Âlimler bu hadisler hakkında farklı görüştedirler. Onlardan kimi Ahmed b. Hanbel gibi sahih olanlarını mutlak suret­le kabul etmiştir. Bazıları da, hadislerin bir kısmını kabul et­miş ve niyabete, oruçta değil de hacda cevaz vermiştir. Bu İmam Şafiî´nin görüşü olmaktadır. Kimi de Malik b. Enes gibi mutlak surette men cihetine girmiştir. Görüldüğü gibi bazı âlimler sahih olsa bile hadislerin bir kısmını almamışlardır. Bu da bu hadisler doğrultusunda görüş belirtmenin zayıflığı­na bir delil olmaktadır. İbnu´l-Arabî´nin naklettiği üzere âlimlerin namaz konusunda görüş birliği içerisinde olmaları da bunu destekler. Gerçi, hacda niyabet içerisine iki rekat te-vaf namazı da girmektedir; ancak bu tâbi durumundadır. Di­ğerlerinde caiz olmayan şeyler tâbide caiz olabilmektedir. Meselâ, aşılanmış meyveleri ile birlikte ağacın satılması, kö­lenin malıyla birlikte satılması[199] gibi. Kalbî amellerde ise niyabetin olmayacağında kesin ittifak etmişlerdir.

(3) Bazı âlimler, mutlak suretle dikkate almamayı gerektirecek şekilde hadisleri yorumlamışlardır. Bunlar şöyle derler: Me­tot olarak peygamberler hiçbir kimseyi hayır işlemekten en­gellemezler. Bununla şunu demek istiyorlar: Hac ve orucun kazası hakkında kendilerine soru sorulunca bunların birer hayır olması sebebiyle sorularına olumlu cevap vermişlerdir; yoksa onların bir başkası adına işlenmesinin caizliğini belirt­mek istememişlerdir. Bu görüş sahipleri: Hiçbir kimse bir başkası adına amelde bulunamaz. Eğer işlerse kendisi için iş­lemiş olur. Nitekim yüce Allah: "İnsan için ancak çalıştığı vardır[200] buyurmaktadır, demektedirler.

(4) Bu hadislerin, o amellere sebebiyet veren kimselere has olma­sı mümkündür. Meselâ: Kendisi adına hac yapılmasını emre­den veya bu şekilde vasiyette bulunan ya da bu doğrultuda bir çabası olan kimsenin durumunda olduğu gibi. Buhalde>onun durumu "İnsan için ancak çalıştığı vardır[201] âyeti ile uygun­luk arzeder.

(5) ´´Kim üzerinde oruç borcu olduğu halde ölürse, velisi onun ye­rine tutar"[202] hadisi mecaz anlamda, niyabetin sahih olduğu şeye yani sadakaya yorulur. Çünkü kaza, bazen kaza edilen şe\ân misli ile olur, bazen de —imkânsız olması durumunda— onun yerine geçecek şeyle yani bedelle olur. Bu bedel, oruç için yedirmek; hac için de, kendisi için hac yapacak kimsenin nafakası vb. olur.

(6) Bu hadisler azlıkları bir tarafa, şeriatta sabit bulunan kesin bir esasa da ters düşmektedirler. Lafzı ya da mânevi tevatür mertebesine ulaşmamaktadırlar. Zan (kesin olmayan bilgi), kesin bilgi karşısında tutunamaz. Nitekim bilindiği üzere, va-hid haberle amel edilebilmesi için, onun kesin bir esasa ters düşmemesi gerekir. Bu îmam Mâlik ve İmam Ebu Hanife ta­rafından bir prensip olarak benimsenmiş olmaktadır. İşte üzerinde durduğumuz konunun esprisi ve ondan gözetilen maksat da işte burada yatmaktadır. Verilen diğer cevaplar ise, sözü edilen hadislere yapışmanın gereğini zayıflatmakta­dır. Böylece bu yerinde ve güzel olan prensibin kaynağı da or­taya çıkmış oldu. Başarı ancak Allah´tandır.

Fasıl:


Konu ile ilgisi bulunan bir nokta üzerinde daha durmak gereki­yor. O da, sevapların bağışlanması konusudur. Konu üzerinde çeşitli değerlendirmeler bulunmaktadır. Sevapların bağışlanamayacağını savunanlar, iki açıdan görüşlerini desteklemektedirler:

(1) Hibe, şeriatta ancak belli bir şeyde yani mal cinsinden olan şeylerde geçerli olur. Amellerin sevabı konusunda ise asla. Konu ile ilgili delil bulunmadığına göre, amellerin sevabının hibe edilebileceğini söylemek asla doğru olmayacaktır.

(2) Şâri´in koyması açısından sevap ve azap, sebeplere nisbetle müsebbebler gibidir. Bu hususu bizzat Kur´ân ifade etmekte­dir; "Bunlar Allah´ın yasalarıdır. Allah´a ve peygamberine kim itaat ederse, onu içlerinden ırmaklar akan cennetlere ko­yacaktır; orada temellidirler, büyük kurtuluş budur. Kim, Al­lah´a ve Peygamberine baş kaldırır ve yasalarını aşarsa, onu temelli kalacağı cehenneme sokar; alçaltıcı azap onadır[203]´Yaptıklarının bir karşılığı olarak...[204]"Yaptıklarınıza bir karşılık olmak üzere cennete girin.[205] Bu mânâda pek çok âyet vardır. Sonra sevap ve azap aynen bir fiile tâbi durumun­da bulunan şeyler (tevabi) gibidir. Meselâ satış akdi yapılır; bunun üzerine satın alınan şeyden istifade hakkı doğar; nikâh akdi yapılır ve buna tâbi olarak kadından istifade helâl olur. Bu neticeleri ortadan kadırmak ya da değiştirmek konu­sunda mükellefin bir yetkisi yoktur. Kaldı ki, burada sözünü ettiğimiz ameli işleyene verilen şey, Allah´ın lutfundan başka birşey değildir. Durum böyle olunca, sevap ve günah konu­sunda mükellefin yapabileceği hiçbir şey olmadığı, herhangi bir tercihi bulunmadığı ortaya çıkar. Şu halde sevap üzerinde bir tasarrufta bulunmak mümkün değildir; çünkü tasarruf kişinin ihtiyarî olarak mâlik olduğu şeyler üzerinde olabilir.

Âhirette verilecek karşılıklar ise böyle değildir. Bu durumda amelde bulunan kimsenin, elinde olmayan böylesi birkonuda tasarruf yetkisi olmayacaktır. Nitekim bir başkasının da böy­le bir yetkisi bulunmamaktadı.Sevapların bağışlanabileceğim caiz görenler ise, kendi görüşleri­ni şöyle delillendirmeye çalışıyorlar:

(1) Mal ve mala tâbi konularda hibenin caiz olduğunu gösteren şer´î deliller bizzat bu hususun da delilleridir. Bunlara göre,sevapların hibesi konusu da, ya bu nassların genelliği ya da mutlaklığı içerisine girerler ya da kıyas yoluyla onlar da bu delillerin kapsamına sokulurlar. Çünkü mal ya da sevap takdir edilmiş bir bedel (karşılık) olmaktadır; dolayısıyla birinde caiz olan şeyin öbüründe de caiz olması gerekir, Daha önce, başkası adına verilen sadakanın, sevabın hibesi[206] olduğu ve başka bir ihtimalin sahih olmadığı geçmişti. Durum böyle olunca, bu konuda şer´î delil vardır ve yasaklamak için bir mesnet yoktur.

(2) Amellerle sevap ya da günah arasındaki ilişkinin, sebeplerle müsebbebler arasındaki nisbet gibi olması ve onların bir fiile tâbi durumda bulunan şeyler mesabesinde bulunması, dünyevî işlerde olduğu gibi o ameli işleyen için sevaba mâlikiyetin bulunmasını gerektirir. Mülkiyetin bulunduğu sabit olunca, onda hibe yoluyla tasarruf hakkının bulunduğuda kendiliğinden ortaya çıkacaktır.

İtiraz: Sevaba, mala olduğu gibi sahip olunamaz. Çünkü sevap sadece âhiret âlemine has olur ve ondan maksat orada meydana gelecek olan nimetlerdir. Şu anda ise kişi, onlardan bir şeye sahip değildir.

Ya da amellerine karşılık olarak burada "Kadın, erkek, inanmış ola­rak kim iyi iş işlerse, ona hoş bir hayat yaşatacağız[207]"âyetinde ifade olunduğu şekilde birşey elde etmiş olacaktır. Bu ise, âhirette elde ede­ceği karşılık türünden olmaktadır. Yani aynen âhıretteki cennethaya-tı gibi dünyada mutlu ve huzurlu bir hayat yaşayacak ve onun mutlu­luğunu bozacak birşey bulunmayacak demektir. Dolayısıyla her iki takdirde de hibe edebileceği birşeye malik bulunmamaktadır. Hibe ise, ancak kendi eli altında ve şu anda mülkiyetinde bulunan mallarda geçerli olabilir,

Cevap: [208]Ameli işleyen kimse, her ne kadar bizzat sevaba mâlik ol­masa bile, galip zanla bilinmektedir ki, o sevap Allah katında o kişi le­hine olmak üzere yazılmış bulunmaktadır ve şu anda eli altında olma­sa bile, (Allah´tan) temlik ile kendi mülkü olmak üzere sabit bulun­maktadır. Birşeye mâlik olunması için o şeyin şu anda el altında olma­sı gerekmez. Mal hakkında el altında olmadığı halde mülkiyetin sabit olması ve hibe vb. yollarla tasarrufta bulunulması sahih olduğuna gö­re, sevap hakkında da sahih olmalıdır. Nitekim kişi: "Falandan miras olarak alacağım şeyi, filana hibe ettim" veya "Eğer vekilim bir köle alırsa o hür olsun, ya da kardeşime hibe olsun" vb. diyebilmekte, bu şeyler kendi eli altında bulunmasa bile bu tasarrufları sahih olmaktadır. Nasıl ki, müvekkil yapmasa bile, işlenmesi vekilin elinde olan ve şu anda eli altında da bulunmayan şeylerle ilgili olan bu tür tasarruf­ları sahih oluyorsa, herşeye vekîl olan Yüce Allah´ın elinde bulunan bir konuda benzeri bir tasarrufta bulunma da sahih olmalıdır. Böylece, sevabın hibesi konusunda bu yaklaşımın esası da ortaya çıkmıştır. Doğruya ulaştıran ancak Allah´tır. [209]

Sekizinci Mesele:


Şâri´in amellerde[210] gözetmiş olduğu maksatlardan biri de, mü­kellefin onlar üzerinde devamlılık göstermesidir. Bu konuyu açıkça ortaya koyan deliller vardır. Meselâ: "Ancak namaz kılıp, namazla­rında devamlı olanlar.[211]"Namazı ikâme ederler"´[212]Namazın ikâmesi, onun devamlı kılınması demektir. Namaza nisbet edildiği her yerde "ikâme" kelimesi hep bu şekilde tefsir edilmiştir. Bu ifade hep övgü sadedinde gelmiştir. Bu da Şâri´in devamlılığı amaçladığının bir delili olur. Pek çok yerde ise "Namazı ikâme edin, zekâtı verin.[213]şeklinde ikâme yani devamlı hk açık olarak emredilmiştir. Hadiste de: "Allah katında amellerin en sevimlisi, az da olsa sahibinin üzerinde devamlı olduğu ameldir[214] "Güç yetirebileceğiniz amellerin altına airiniz. Çünkü siz us anmadıkça Allah (sevap vermekten) usanmaya-caktır[215] "Hz, Peygamber bir amele başladığı zaman onu devamlı yapardı[216] "O´nun ameli devamlılık arzederdi"[217] gibi ifadelerle bu husus belirtilmiş bulunmaktadır. Sonra Sâri´ Teâlâ, farz, sünnet ve müstehap olan ibadetleri anlaşılabilen sebepleri olsun ol­masın belirli vakitlere bağlamıştır. O´nun ibadetleri böyle vakitlere bağlamış olması, amellerin sürekliliğini amaçladığına kesin olarak delalet etmektedir. Âlimler, ruhbanlığa kalkışanlar hakkındaki "Ona gerçek anlamda riâyet etmediler"[218] âyetini açıklarken, ona riâyet etmemelerinden maksat, başladıktan sonra terkedip, devam et­memektir, demişlerdir.

Fasıl:

Sûfiyyenin kendi kendilerine yüklendikleri belirli vakitlerdeki virtlerinin fevrâd) hükmü işte buradan çıkarılacak ve onlara, virtleri­ni mutlak surette devamlı olarak yerine getirmeleri emredilecektir.[219]Ancak bu halleriyle onlar, başkalarının yerine getirmekle memur ol­madıkları yükleri yerine getirmiş olacaklardır. Mükellefin, kendisine şer´an vacip olmayan bir amel altına gireceği zaman yapması gereken, sadece o amele girişin kolaylığına bakmaması, onun sonucunu da dü­şünmesidir. Ömrü boyunca o ameli yerine getirebilecekmi, yoksa geti­remeyecek mi Bunları hesaba katması gerekir. Çünkü mükellefin karşı karşıya kalacağı güçlükler iki yönden kaynaklanır:

(a) Bizzat yükümlülüğün kendisinin çokluğundan ya da şiddetinden kaynaklanır.

(b) Yükümlülüğün kendisi hafif de olsa devamlılığından kaynaklanır.

Örnek olarak namaz yeterlidir. Aslında namaz hafiftir; fakat de­vamlılık vasfı eklenince zor olmaktadır. Nitekim bizzat Yüce Allah da: "Sabır ve namazla Allah´a sığınıp yardım isteyin; Rablerine kavu­şacak ve ona döneceklerini umanlar ve huşu duyanlardan başkasına namaz elbette ağır geli [220] buyurmak suretiyle namazın gerçekten çok ağır olduğunu belirtmiş ve öyle ki namaz emriyle sabır emrini bir arada zikretmiştir. Bu hükümden huşu sahiplerini istisna etmiş ve namazın onlara güç gelmeyeceğini belirtmiştir. Çünkü onlar, itici ve çekici motif Özelliğini arzeden korku ve ümit arasında bir özelliğe sa­hiptirler. İşte bu Özellik onlara namazı kolaylaştırır. Bu durum Yüce Allah´ın aynı âyetteki "Rablerine kavuşacak ve ona döneceklerini umanlar[221] buyruğunda ifadesini bulmaktadır. Çünkü korku ve ümit, zoru kolaylaştırmaktadır; arslandan korkan kimse İçin kaçış zorluğu ve yorgunluğu diye birşey yoktur; arzuladığına ulaşma ümidi taşıyan kimse için uzak yakındır. Amellere girme, süreklilik kasdı ile birlikte bulunduğu için, yükümlülüklerde hep orta hal esas alınmış ve güçlük kaldırılmış; kolaylaştırma emredilmiş, zorlaştırma yasaklan­mıştır. Hz. Peygamber şöyle buyurur: "Bu din metindir;ona rıfk ile gir. Allah´a ibâdeti, nefsine nefrete dönüştürme. Çünkü acele eden ne yol alabilir; ne de binit bırakır[222] "Kim bu dini zorlaştırmaya kalkışırsa, ona yenik düşer."[223] Bu deliller, bizzat zor ameller altına girmekle zorlaştırmayı kapsadığı gibi, devamlılık suretiyle zorlaştır-f244] mayı da kapsar. Bu anlamda deliller pek çoktur. [224]

Dokuzuncu Mesele:

Şeriat, mükellefler açısından küllî ve geneldir. Yani. talep içeren hükümlerle[225] ilgili şer´î hitap, sadece bazı mükelleflere has olmaz; onun hükümleri altına girme konusunda hiçbir mükellef müstesna tu­tulamaz. Durum gayet açık olmakla birlikte, konumuza açıklık geti­ren delillerden bazılarını burada arzetmek istiyoruz:

(1)

Birbirini destekleyen pek çok nass bulunmaktadır: "Ey Muham­medi Biz seni bütün insanlara ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gön­dermişizdir[226]´Ya Muhammedi De ki:Ey insanlar! Doğrusu ben, Al­lah´ın hepiniz için gönderdiği peygamberiyim.[227]Risâletin özel olma­yıp genel olduğunu ifade eden benzeri daha başka nasslar da bulun­maktadır. Eğer şeriat sadece bazı insanlara mahsus olsaydı, o zaman Hz. Peygamber [ "^ÜÜSSÜ"1] bütüninsanlariçingönderilmişolmazdı.[228]Zira onun bu özel hükümle yükümlü tutulmayan kimseye gönderilmiş olmadığını söylemek doğru olurdu. Neticede de, Hz. Peygamber 12453 [ a]vSmtu] o özel hüküm sebebiyle bütün insanlar için gönderilmiş ol­mazdı.[229] Bu netice bâtıldır. Böyle bir neticeye götüren şey de bâtıl ola­caktır. Mükellef bulunmayan çocuklar, deliler vb. hakkında ise durum farklıdır. Çünkü o, mükellef olmayan kimseye mutlak surette gönde­rilmiş değildir ve onlar Kur´ân´da zikredilen insanlar kapsamına da girmemektedir. Dolayısıyla ileri sürülebilecek bir itiraza yer yoktur. Onların fiilleriyle ilgili bulunan vazî hükümlere gelince, bu hususta durum açıktır.[230]

(2)

Hükümler kulların maslahatları için konulmuştur ve onlar mas­lahatlar karşısında eşittirler; herkes onlara aynı oranda ihtiyaç duyar.[231] Eğer hükümlerin, belirli insanlara has olarak konulmuş oldu­ğunu farzedecek olursak, o zaman şer´î hükümlerin bütün insanlar için konulmuş olmadığı neticesi çıkacaktır Oysa ki, daha Önce de geçti­ği gibi, hükümler kulların maslahatlarını temin için konulmuş bulun­maktadır. Böylece hükümlerin genel olarak herkes için konulmuş ol­duğu; özellik arzetmediği anlaşılmaktadır. Bundan, sadece Hz. Pey-gamber´in kendisine mahsus bulunan hükümler müstesna olmakta­dır. Meselâ: "Mü´minlerden ayrı sırf sana mahsus olmak üzere, kendi­sini peygambere hibe eden nıiımin kadını almanı sana helâl kılmışız -dır. ... Ey Muhammedi Bunlardan istediğini bırakır, istediğini yanı­na alabilirsin. Sırasını geri bırakmış olduklarından da arzu. ettiğini yanına almanda sana bir sorumluluk yoktur"´[232] âyeti ile buna benzer sadece Hz. Peygamber´in kendisine has olduğu delil ile sabit olan hu­suslarda olduğu gibi. Hz. Peygamber´in ashabından bazılarına Özel muamelesi de bu kısımdan sayılır. Bu tür uygulamalar Huzeyme´nin şehâdeti gibi ya Hz. Peygamber´in özelliği ile ilgilidir[233] ya da Ebu Bür-de b. Niyâr´a özel olarak oğlak kurban etmesi hakkında izin vermesi gi-[246] bi değildir. Bu örnekte Hz. Peygamber, izni sadece ona has kılmış ve "(Oğlağı kurban etmek) sendan başka hiçbir kimse için yeterli olmaya­caktır"[234] buyurmuştur. Bu kısım üzerinde de durulmaz. Çünkü bu tahsis işi Hz. Peygambere dönmektedir. Bu yüzden de, bu gibi Özel uy­gulamaların bulunduğu yerlerde aidiyet, yani bu hükmün sadece o kimseyehas olduğu belirtilir ,[235] İstisnaî de olsa bu şekilde şahsaözelli-ği belirtme, şer´î hükümlerin aslında genel olduğunu ve belirli kimse ya da kimselere has olmaktan uzak bulunduğunu gösterir.

(3)

Bu konuda, sahabe, tabiîn ve daha sonra gelen nesillerin icmâı bulunmaktadır. Bu noktadan hareketle de Hz. Peygamber´in fiillerini, emsal durumlarda herkes için bağlayıcı kabul etmişlerdir. Öbür taraf­tan belirli olaylar üzerine getirilen ve genel (âmin) ifadeleri olmayan hükümleri, ya kıyas yoluyla ya da ifadeyi manevî umumîlik üzerine yormakla ya da daha başka yollarla genelleştirmeye çalışmışlar, öyle ki bunun neticesinde ilk olay için verilmiş olan hüküm husûsî ve sade­ce o olaya has olarak kalmamıştır. Yüce Allah: "Sonunda Zeyd eşiyle ilgisini kestiğinde onu seninle evlendirdik ki, evlâtlıkları eşleriyle ilgi­lerini kestiklerinde onlarla evlenmek konusunda mü´minlere bir so­rumluluk olmadığı bilinsin"[236]buyurmuş ve Hz. Peygamberle ilgili olan bir olayın hükmünü bütün insanlar için genel kılmıştır.[237] Bu ko­nuda icmâın sübutu üzerinde durmaya gerek yoktur. Çünkü şer´î hü­kümlerle yakından ilgilenen kimseler için bu son derece açıktır.

(4)

Eğer bazı hükümlerle, sadece bazı kimselere hitap edilmiş olması sahih olsa ve böylece bazı insanlar o hükümlerin kapsamı dışında kal­saydı, o zaman aynı durum İslâm´ın temel kaideleri hakkında da söz-konusu olur ve mükellefiyet şartlarını taşıyan bazı kimseler bu gibi ko: nularda da hitap dışı kalmış olurlardı. Herşeyin başı olan iman konu­sunda da aynı şey kaçınılmaz olurdu. Bu sonuç, icma ile bâtıldır. Bunun gerektireceği sonuç da bâtıl olacaktır. Ben bununla velayet türün­den olan kaza, imamet, şehâdet, yeni hadiselere verilecek fetva, kethudâhk (ırâfe), nakiblik (nikâbe), yazı, talim ve terbiye gibi şeyleri kastetmiyorum.[238] Çünkü bu gibi şeyler, onlarla yükümlü tutulmak için gerekli olan şartlar üzerinde durmaya yöneliktir. Yükümlülük ko­nusunda aranılan şartların ortak yönü, mükellef olunan şeyleri yerine getirmeye kadir olunmasıdır. Dolayısıyla belirtilen vazifeleri yerine getirmeye kadir olan kimseler, onlar karşısında mutlak surette ve ge­nel olarak yükümlü olmaktadırlar. Bu görevlere kadir olmayanlara gelince, onlardan yükümlülük mutlak olarak düşmektedir. Taharet, namaz vb, gibi hükümlere nisbetle çocukların ve delilerin durumunda olduğu gibi. Takat üstü yükümlülüğün caiz olmamasına binaen teklif,kudretin bulunup bulunmaması açısından hâs değil geneldir; ona baş­ka yönden bakılmaz. Belirli kesime hitap edilmiş intibaını veren her konuda da durum aynıdır. Meselâ, amellere dalma ve dinde ihtiyatlı davranma mertebeleriyle[239]ilgili hitabın sadece belirli bir kesime yö­neldiği intibaını veren durumlar gibi.[240]

Fasıl:


Bu esas, büyük faydalar içerir:

(1)

Kıyasın isbati konusunda, onu inkâr edenlere karşı büyük destek verir. Şöyle ki: Bazı kimselere has hitap ile bazı kimselere has hüküm Hz. Peygamber zamanında çokça vuku buluyordu. Bunlarda, emsali­ne de uygulanacaktır diye hükmü genelleştiren bir delil de bulunmuyordu. Şeriatın genel ve mutlaklık üzere konulmuş olduğu ise belli. Bu durumda sözü edilen hususun sahih olabilmesi için, ancak mevcut özel hükümlerden hususîliğin kastedilmemiş olması gerekmektedir. Bu tür olaylarda, zikredilmeyeni zikri geçene katmayı gerektirecek bir lâfzın da bulunmaması, o dönemde meydana gelmiş her olayın hük­müne, daha sonra meydana gelecek benzerlerinin katılmasının zaruri olduğunu gösterir. Zaten kıyas da, işte bu demektir. Bu husus saha­benin uygulamasıyla da güç kazanmış ve böylece kalpler onu kabule yatkın hale gelmiştir. İnşallah bu konu daha sonra gelecek olan Delil­ler bahsinde genişçe ele alınacaktır.

(2)

Şeriatın maksatlarını tam olarak kavrayamayan pek çok kimse, sûfiyyenin, çoğunluk mü si umanların (cumhur) tuttuğu yoldan farklı başka bir yolda olduklarını; onların İslâm şeriatında sabit olan hü­kümler dışında başka hükümlerle amelde bulunduklarını sanmışlar ve bu zanlarını desteklemek üzere de onların söz ve fiillerinden bazı hususları delil olarak kullanmışlardır. Meselâ onlardan birinden nak­lolunan şu sözü ileri sürerler: Birisine, "Şuna ne zekât düşer " diye so­rulur. O: "Bizim mezhebimize göre mi, yoksa sizin mezhebinize göre mi " diye sorar ve sonra şöyle cevap verir: "Bizim mezhebimize göre hepsi Allah içindir; sizin mezhebinize göre ise şu kadar vermelisiniz." İşte bu tutum karşısında insanlar sûfiyye hakkında iki gruba ayrıl­maktadırlar: Kimi zahiri tasdik etmekte ve sûfiyyenin çoğunluk içerisinde yerleşmiş bulunandan daha üst mertebede özel bir şeriata sahip ´olduklarını belirtmekte; kimi de onları yalanlamakta; aleyhlerinde kı­yametler koparmakta, onlara hücumda bulunmakta ve ideal olan yol­dan (şeriattan) çıkmış olduklarını, sünnete ters düştüklerini ifade et­mektedirler. Her iki grup da karşılıklı aşırı uçtadırlar. Doğrusu, her mükellef az önce de açıklandığı gibi insanlar arasında yerleşmiş bulu­nan şer´î hükümler altına dahil bulunmaktadır; ancak meselenin ru­hu, bu konuların açıklık kazanması için şeriatta[241] derinleşmekte ve gerçek anlayışa ulaşmaktadır. Yardım ancak Allah´tan istenir.

(3)

Birçokları sûfiyyenin, şehvetlere saplanmış avam mertebesinden kurtuldukları ve şehevî duygu ve meyilleri bulunmayan melekler rüt­besine ulaştıkları gerekçesiyle başkaları için mubah olmayan bazı şey­leri kendileri için mubah kıldıklarım zannederler. Onların itikadmca güya bunlar (sûfiyye), kendi müritlerine sıradan insanlardan ayrıca­lık kazandıkları için şer´an haram olan bazı şeyleri helal kılmak iste­mişlerdir. Buna benzer birşey meselâ eğer haramlığı görüşünü ka­bul edecek olursak musikî dinleme konusunda söylenmektedir. Ni­tekim İslâm´a müntesip bulunan bazı feylesoflar da vardır ki, eğlence kasdıyla değil de tedavi ya da tâat konusunda zindeleşmek amacıyla içki içmeyi mubah görmüşlerdir. Bu, zındıkların "Teklif avama hastır,seçkinlerden (havas) ise düşmüştür" şeklindeki sözleriyle açtıkları bir kapı olmaktadır.

Bütün bunlar, yukarıda verilen şeriatın genelliği ilkesini görme­mek ya da ondan gaflet etmekten kaynaklanmaktadır. Konu üzerinde durulmalıdır. Başarıya ulaştıran ancak Allah´tır. [242]

ayten
Mon 27 September 2010, 01:06 am GMT +0200
Onuncu Mesele:


Hz. Peygamber´in bizzat kendisine has olan fiilleri hariç, getirdiği diğer hükümler ve yükümlülükler nasıl ki bütün mükellefler için ge­nellik arzediyorsa, meziyet ve menkıbelerinde de durum aynıdır. Ken­disine has olanlar hariç, Hz. Peygamber´e verilmiş bulunan her mezi­yetten, mutlaka ümmetine de örnekler verilmiş bulunmaktadır. Bun­lar da, aynen teklifin umumîliği gibi genellik arzetmektedirler. Hatta Ibnu´l-Arabi´nin iddiasına göre, âdet-i ilâhînin tecellisi, Yüce Allah bir peygambere birşey vermişse, mutlaka o şeyden ümmetine de vermiş olması ve onları da ona ortak kılması şeklindedir. İbnu´l-Arabî daha sonra bu doğrultuda örnekler zikreder.Onun söyledikleri, bu ümmet hakkında da istikra neticesinde doğru çıkmaktadır. Şöyle ki:

Evvelâ, istinbat edilebilecek hükümler açısından onun yerini al­ma hususunda genel bir veraset bulunmaktadır. Ümmetten, konul­muş sınırlar yanında durarak, hüküm istinbatına gitmeksizin kulluk icrasında bulunmaları istenebilirdi ve usûlcülerin dediği gibi bu iş için nasslarm umûmî ve mutlak olmaları yeterli idi. Ancak Yüce Allah, kullarına Peygamberine has kıldığı bir meziyetle onları ayrıcalıklı kı­larak ihsanda bulundu. Şöyle ki: Peygamberihakkında"Doğrusu, in­sanlar arasında Allah´ın sana gösterdiği gibi hükmedesin.[243] buyu­rurken, ümmeti hakkında da "... Onlardan hüküm çıkarmaya kadir olanlar onu bilirdi"[244] buyurmuştur. Bu nokta açıktır; o yüzden sözü uzatmıyoruz.

İkinci olarak: Bu tezin doğruluğu pek çok yerde ortaya çıkmakta­dır. Bunlardan otuz tanesine işaretle yetineceğiz:

1. Allah´ın salâtına[245] mazhar olma: Yüce Allah Hz. Peygamber h&kkınâa"Şüphesiz Allah ve melekler peygambere salât ederler (onu överler).[246]buyururken, ümmet hakkında da "Karan­lıklardan aydınlığa çıkarmak için size salât (rahmet ve istiğfar) eden Allah ve melekleridir[247] "Rablerinin salâtı (mağfireti) ve rahmeti onlaradır"[248] buyurur.

2. Rıza: Yüce Allah Hz. Peygamber hakkında "Rabbin şüphesiz sana verecek ve sen de razı olacaksın"[249]ümmeti hakkında da "And olsun ki onları razı olacakları bir yere koyar[250] "Allah onlardan razı olmuştur, onlar da Allah´tan razı olmuşlardır"[251] buyurmaktadır.

3. ve 4. Geçmiş ve gelecek günahların affı: Hz. Peygamber

hakkında "Allah böylece,´ senin geçmiş ve gelecek günahla ´i-nı bağışlar.[252] buyrulurken ümmeti hakkında da şöyle rivayet edil­miştir: Bu âyet indiği zaman ashap Hz. Peygamber´e gözay-dınlığı dilemişler ve "Bize ne var Yâ Rasulallah!" demişlerdi. Bunun üzerine "İnananerkek ve kadınları, içinde temelli kalacakları, içlerin­den ırmaklar akan cennetlere koyar; onların kötülüklerini Örter" [253]âyeti inmişti. Âyette geçen günahların affı, geçmiş ve gelecek hepsini kapsamaktadır. Birinci âyette Allah´ın nimeti tamamlamasından bahsedilmekte va "Sana olan nimetini tamamlar..." buyrulmaktadır. Ümmet hakkında da "Allah sizi zorlamak istemez, Allah sizi arıtıp üzerinize olan nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz"[254] buyrul­maktadır ki, bu da dördüncü benzerliği teşkil etmektedir.

5. Vahiy yani nübüvvet: Yüce Allah Hz. Peygamber hakkında olmak üzere "Ey Muhammedi Şüphesiz sana da vahyet-tik.[255] ve benzeri anlamda âyetlerle Hz. Peygamber´e ver­diği nübüvvetten bahsetmiştir. Bu son derece açıktır ve şahide ihtiyacı yoktur. Ümmet hakkında ise hadiste "Salih rü´ya nübüvvetin kırk altı cüzünden bir cüzdür" [256] buyrulmuştur.

6. Kur´ân´ın murada uygun olarak inmesi: Hz. Peygamber

hakkında ´Yüzünü göğe çevirip durduğunu görüyoruz. Hoş-nud olacağın kıbleye, ey Muhammad, elbette seni çevireceğiz"[257] buy­rulmaktadır. Hz. Peygamber daha önce kıblenin Kabe´ye çevrilmesini arzuluyor ve bu doğrultuda vahiy bekleyip duruyordu. "Ey Muhammedi Bunlardan (zevcelerinden) istediğini bırakır, istedi­ğini yanma alabilirsin.[258] âyeti bir başka örneği teşkil eder. Hz. Peygamber´e kadınlar sevimli kılındığı için, onun hakkında diğer müslüman erkeklere getirilen dört sınırı korunmamış, (daha Önce nikâhı altında kalan kadınları tutabileceği bildirilmiştir).[259]Ümmet hakkında Kur´ân´ın onların arzularına uygun düşmesine gelince; Hz. Ömer şöyle anlatır: "´Rabbime üç konuda muvafık düştüm[260]Birinde: "Yâ Rasûlallah! Keşke Makâm-ı İbrahim´i namaz yeri edinsen" dedim, hemen"Makâm-ı İbrahim´i namaz yeri edinin"[261]âyeti indi. Bir başka seferinde: "Ya Rasûlallah! Senin huzuruna iyi kimseler de kötü kimseler de giriyor. Keşke müminlerin annelerine perde arkasında bulunmalarını emretsen" dedim, bunun üzerine de "hicâb âyeti[262]in­di. Bir başka seferinde, Hz. Peygamber´in bazı kadınlarını (gereksiz bazı talepleri üzerine)[263]azarladığını duydum. Onların yanma vardım ve kendilerine "Ya bu halinizden vazgeçersiniz, ya da Allah peygambe­rine sizden daha hayırlı eşler verir" dedim. Bunun üzerine de "Ey Peygamber eşleri! Eğer o sizi boşarsa, Rabbi ona, sizden daha iyi olan... eşler verebilir"[264]( âyeti indi.´" Başka bir örnek: Bir kadına, kocası zıhar[265]yapmıştı. Kadın Hz. Peygambere gelerek, uzun süre koca­sıyla aynı yastığa baş koyduklarını, ondan çocukları bulunduğunu... şimdi ise onun kendisine- zıhar yaptığını söyleyerek şikayette bulun­du. Hz. Peygamber "Sen ona haram olmuşsun, yapabilece­ğim bir şey yok" buyurdu, f Kadın Hz. Peygamber ile tar­tışmaya girdikten sonra) başını göğe kaldırdı ve "Ben çaresizliğimi Al­lah´a arzederim" dedi. Sonra Hz. Peygamber´e tekrar baş­vurdu. Aynı cevabı aldı. Sonra üçüncü defa sormak için tekrar gitti.Bunun üzerine Allah şu âyetleri indirdi: "Ey Muhammedi Kocası hak­kında seninle tartışan ve Allah´a şikâyette bulunan kadının sözünü Allah işit mistir..."[266]Bu konuda araştırma yapanlar, bu türden pek çok âyet olduğunu göreceklerdir. Meselâ, ifk (iftira) olayında Hz. Âişe´nin atılan iftiralardan uzak olduğunu, kendi arzusu doğrultu­sunda gelen âyetler[267] ortaya koymuştu. O duygularını şöyle anlatıyor: "Ben o zaman günahsız olduğum İçin mutlaka Allah´ın beni temize çı­karacağına inanıyordum. Ancak, Allah´a yemin ederim ki, Allah´ın be­nim hakkımda okunacak bir vahiy indireceğini hiç zannetmiyordum; bence benim durumum Allah´ın Kur´ân´mda okunacak vahiy indire­cek kadar önemli değildi. Şu kadar ki ben, Yüce Allah´ın beni temizle­yecek bir rüyayı Hz. Peygamber´e göstereceğini ve beni böyle paklaya­cağını düşünüyordum. Fakat O, vahiy indirdi." Hilâl b. Ümeyye de: "Seni hak ile gönderene yemin ederim ki, ben elbette doğruyum ve Yüce Allah mutlaka sırtımı had cezasından kurtaracak bir vahiy indi­recektir" demişti de bunun üzerine "Karılarına zina isnad edip de ken­dilerinden başka şahitleri bulunmayanların şahidliği, kendisinin doğru sözlülerden olduğuna Allah´ı dört defa şahit tutmasıyla olur..."[268]âyetleri inmişti.

Bu husus, sadece Hz. Peygamber devrine hastır; çünkü onun ve­fatıyla vahiy kesilmiştir.

7. Şefaat: Hz. Peygamber hakkında "Belki de Rabbin seni övülecek bir makama [269] yükseltir" [270] buyrulmuştur. Bu ümmet hakkında da şefaatin bulunacağı sabittir. Meselâ Üveys hakkında Hz. Peygamber "Rebla ve Mudar mensupları kadarkişiye şefa­at eder"[271]İmamlarınız, şefâatçilerinizdir"[272] vb.

8. Şerh-isadr (gönlü açmak): Hz. Peygamber hak­kında "Ey Muhammedi Senin gönlünü açmadık mı [273] ümmet hak­kında da "Allah kimin gönlünü İslâm´a açmışsa o, Rabbi katından bir nur üzere olmaz mı "[274] buyrulmuştur,

9. Sevgiye mazhariyet: Hz. Peygamber Allah´ın sev-

gilisidir. Bu husus hadisle sabittir. Hadis şöyle: Bir grup sahâbî kendi aralarında müzakere ediyorlardı. Biri: "Şaşılacak şey! Allah, yaratık­larından kendisi için dost (halil) edinmiştir" dedi. Bir diğeri: "Mu­sa´nın kelâmından daha şaşılacak ne olabilir Zira onunla Allah ko­nuşmuştur" dedi. Bir üçüncüsü: "Ya İsa! O Allah´ın kelimesi ve ruhu­dur" dedi. Bir dördüncüsü: "Âdem´e ne demeli! O Allah´ın seçtiğidir" dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber Lonların yanlarına çıktı, selam verdi ve sonra: "Konuşmalarınızı işittim ve hayretlerinizi gör­düm. Evet, Allah İbrahim´i dost edinmiştir. Doğrudur. Musa Allah´ın sırdaşıdır; onunla konuşmuştur. Doğrudur. îsa Allah´ın ruhudur. Doğrudur. Âdem, Allah tarafından seçilmiştir (safiyy). Bunlar hep doğrudur. Ancak dikkat edin, ben ise Allah´ın sevgilisiyim. Bunu Öğünmek için söylemiyorum. Kıyamet gününde hamd sancağını ben taşıyacağım. Bunu öğünmek için söylemiyorum. İlk şefaat eden ve şefaati ilk kabul edilecek olan benim. Bunu Öğünmek için söylemiyo­rum. Cennetin kapısını ilk çalacak olan benim ve Allah onu benim için açacak ve yanımda fakir müminler olduğu halde beni oraya koyacak. Bunu öğünmek için söylemiyorum. Ben şimdiye kadar geçenlerin de, bundan sonra geleceklerin de en şereflisiyim. Bunu Öğünmek için söy­lemiyorum.[275]

Ümmeti hakkında ise ".. .Allah, sevdiği ve onların da O´nu sevdi­ği ... bir millet getirecektir"[276] buyrulmuştur.

10. Yukarıdaki hadiste Hz. Peygamber´in cennete gire­cek ilk kişi olduğu, ümmetinin de aynı şekilde oraya girecekilk ümmet

olduğu belirtilmiştir.

ll. YineaymhadisteHz. Peygamber´in şimdiyekadar geçenlerin de, bundan sonra geleceklerin de en şereflisi olduğu belir­tilmiştir. Ümmeti hakkında da "Siz, insanlar için ortaya çıkarılan... en hayırlı bir ümmetsiniz"[277] buyrulmuştur.

12. Hz. Peygamber ümmeti üzerine şahit kılınmıştır. Böylece, diğer peygamberlere nasip olmayan bir ayrıcalık kazanmış­tır.[278]Kur´ân-ı Kerim´de şöyle buyrulur: "Böylece sizi insanlara şahit ne Örnek olmanız için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık. Peygam­ber de size şahit ve örnektir."[279]

13. Harikulade olayların bulunması: Hz. Peygamber hakkıda mucize ve kerametler bulunmaktadır. Ümmetine ise, kerametler verilmiştir. Bu konuda, bir velînin, kendi veliliğini ispat için keramet ile meydan okuması caiz midir, değil midir konusunda ihtilaf edilmiştir. İşlemekte olduğumuz esas, bunun caiz olacağına bir tanıktır. İnşallah bu konu ileride gelecektir.

14. Daha önceki kitaplarda Allah´a karşı övgücü olma ve benzeri güzel meziyetlerle anılmış olma: Kur´ân´da Hz. Peygam­ber hakkında "Ben (İsa), benden sonra gelecek ve adı Ahmed [280] olacak bir peygamberi müjdeleyen, Allah´ın size gönderilmiş bir peygamberiyim.[281] buyrulmuş, ümmetine de "hammâdîn" çok övgüde bulunanlar) ismi verilmiştir.

15. Ümmî[282] olmakla birlikte ilim sahibi olma[283]: "Ümmîler arasından, kendilerine âyetlerini okuyan, onları arıtan, onlara Ki-tab´ı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderen O´dur[284] "De ki: Ey insanlar! Doğrusu ben Allah´ın hepiniz için gönderdiği peygamberi­yim. Allah´a ve okuyup yazması olmayan, haber getiren peygamberine inanın.[285]buyrulur. Hadiste de:"Biz ümmî bir ümmetiz;hesap ki­tap bilmeyiz.[286] buyrulmuştur.

16. Meleklerle konuşma: Bu durum Hz. Peygamber

hakkında gayet açıktır. Ashaptan bazısı hakkında da, meleklerle ko­nuşur oldukları nakledilmiştir. Meselâ İmrân b. Husayn gibi. Aynı şey Allah´ın velî kullarından da nakledilmektedir.

17. Sorguya çekmeden önce affa mazhar olma: Hz. Peygam­ber hakkında Yüce Allah "Allah seni affetti; onlara niçin izin verdin "[287]buyururken, ümmeti hakkında da "And ahun ki, Al­lah size verdiği sözde durdu. O´nun izniyle kâfirleri kırıp biçiyordu­nuz, ama Allah size arzuladığınız zaferi gösterdikten sonra gevşeyip bu hususta çekiştiniz ve isyan ettiniz.. .And olsun ki O sizi bağışladı[288] buyurmaktadır.

18. Şanı yüceltme: Yüce Allah Hz. Peygamber hak-´ kında "Senin şanını yüceltmedik mi "[289]buyurur. Bundan maksat, ke-lime-i tevhide ve ezana Hz. Peygamber´in ismini kendi ismiyle birlikte koymuş olmasıdır, denilmiştir. Böylece Hz. Peygamber´in ismi, yücel­tilmiş ve saygı görmüş oldu. Ümmet hakkında da gerek Kur´ân´da ve gerekse daha önceki kitaplarda pek çok yerde övgü ile bahiste bulunulmuştur. Bir hadiste Hz. Musa´nın, Hz. Muhammed´in ümmetine ait övgüler vo onları yücelten ifadeler görünce: "Allah´ım! Beni Muham-med ümmetinden kıl"[290] diye dua ettiği bildirilmiştir.

19. Onlara düşmanlık Allah´a düşmanlık, onlara dostluk Al­lah´a dostluk kabul edilmiştir; Yüce Allah "Allah´ı ve Peygamberini in­citenlere, Allah, dünyada da, âhirette de lanet eder"[291] buyurur. Ha­dislerde de "Kim bana eziyet ederse, Allah´a eziyet etmiş olur[292] "Kim benim bir velî kuluma eziyet ederse, o bana açıktan harp açmış olur"[293] buyrulur. Başka bir âyette "Kim peygamber´e itaat ederse, Allah´a itaat etmiş olur"[294] buyrulur. Bunun muhalif mufhumu, kim peygambere itaat etmezse Allah´a itaat etmemiş olur, şeklindedir.

20. Seçme: Yüce Allah peygamberler hakkında "Babalarından,

soylarından, kardeşlerinden bir kısmını seçtik ve onları doğru yola eriştirdik..."[295]buyurmakta, ümmet hakkında da "O sizi seçmiş, ata­nız ibrahim´in yolu olan dinde sizin için bir zorluk kılmamıştır" [296]bu­yurmuştur. Hadiste de Hz. Peygamber´in bütün insanlar içerisinde "Mustafâ" yani seçilmiş olduğu bildirilmiştir.[297] Ümmet hakkında da "Sonra bu Kitab´ı kullarımızdan seçtiğimiz kimselere miras bırakmı-şızdır..."[298]buyrulur.

21. Allah´tan selâma nail olma: Birçok hadiste, Allah´tan Pey­gamberine selam geldiği belirtilmiştir. Yüce Allah "EyMuhammed de ki: Hamd Allah´a mahsustur, seçtiği kullarına selâm olsun[299]"Ey Muhammedi Âyetlerimize inananlar sana gelince: ´Size selâm olsun.´ de[300] şeklinde buyurur. Cibril Hz. Peygamber´e Hz. Hatice hakkında: "Ona Rabbinden ve benden selâm söyle" demiş­tir.[301]

22. İnsanın yaratılışında bulunan zaaflar sebebiyle kayma ve sapma beklentilerine karşı koruyucu olma, onlara sebat verme: Hz. Peygamber hakkında "Sana sebat vermemiş ol­saydık, and olsun ki, az da olsa onlara meyledecektin"[302] ümmet hak­kında da "Allah inananlara, dünya hayatında da âhirette de, o sabit sözlerinde, daima sebat ihsan eder"[303] buyrulur.

23. Minnetsiz ihsanda bulunmak: Hz. Peygamber hakkında "Doğrusu sana minnetsiz bir ecir vardır[304] ümmethakkın-da da "Onlara minnetsiz ecir vardır"[305]buyrulmuştur.

24. Kur´ân´ınkolaylaştırılması:Hz.Peygamber hakkında "Ey Muhammedi Cebrail sana Kur´ân okurken, unutmamak için acele edip onunla beraber söyleme, yalnız dinle. Doğrusu o vahyo-lunanı kalbine yerleştirmek ve onu sana okutturmak Bize düşer. Biz onu Cebrail´e okuttuğumuz zaman onun okumasını dinle. Sonra onu açıklamak bizedüşer"[306]İbn Abbasbu âyetleri meale yansıtıldığı gibi; "Sonra onu açıklamak bize düşer" kısmını da "Onu senin dilinden açıklamak bize düşer" şeklinde açıklamıştır. Ümmet hakkında da "And olsun ki, Kur´ân´ı, öğüt olsun diye kolaylaştırdık; öğüt alan yok mudur " [307] buyrulur.

25. Namaz içerisinde, onlara selâm vermenin meşruluğu:

Namazda tahiyyât (teşehhüd) okurken "Ey Peygamber! Allah´ın selâmı, rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun. Selâm, bize ve Allah´ın 1257] tüm sâlih kulları üzerine olsun..." denilmektedir.

26. Yüce Allah, Peygamberini, raûf, rahîm gibi kendi isimleriyle isimlendirdiği gibi, ümmeti de mü´min, habîr, alîm, hakîm gibi isimle­riyle isimlendirmiştir.

27. Allah onlara da itaat edilmesini emretmiştir: "Ey

inanananlar! Allah´a itaat edin, Peygambere ve sizden olan buyruk sahiple­rine de (ulu´l-emr) itaat edin."[308] Âyette geçen "ulu´l-emr" den maksat yöneticiler ve âlimlerdir. Hadiste de "Kim benim emîrime itaat ederse, bana itaat etmiş olur[309] buyrulur. Âyette de: "Kim peygambere itaat ederse, o Allah´a itaat etmiş olur" [310] buyrulmaktadır.

28. Şefkat ve merhamet ifade eden bir hitaba mazhariyet:

Hz. Peygamber hakkında: "TâHâ. Ey Muhammedi Kur´­ân´ı sana, sıkıntıya düşesin diye indirmedik.[311] "Onunla insanları uyarman ve inananlara öğüt vermen için kalbine bir darlık gelme­sin[312] "Ey Muhammedi Rabbinin hükmü yerine gelinceye kadar sab­ret; doğrusu sen Bizim nezaretimiz altındasın"[313] buyrulur. Ümmet hakkında da: "Allah sizi zorlamak istemez, Allah sizi arıtıp üzerinize olan nimetini tamamlamak ister[314] "Allah size kolaylık ister, zorluk istemez[315] ´Allah sizden yükü hafifletmek ister; insan zayıf yaratılmıştır"[316]. ..Haram ile nefsinizi mahvetmeyin. Allah şüphesiz ki size merhamet eder"[317]buyrulur.

29. Hidâyete erdikten sonra sapıklığa düşmekten korun­muş olma ve benzeri ilâhî koruma altına alınma: Yüce Allah, Peygamberini her türlü hatalardan korumuştur. Ümmet hakkında isehadiste "Ümmetim hata üzerine birleşmez[318] "Allah´ıgözet;Allah

da seni gözetsin"[319] buyrulmuştur. Âyette de "İblis: ´Senin kudretine and olsun ki, onlardan, sana içten bağlı olan kulların bir yana, hepsi­ni azdıracağım´, dedi" [320]buyrulur. Bu âyeti "Ümmetim hata üzerine birleşmezler" hadisi ile "Vallahi, ben sizin hakkınızda arkamdan şir­ke tekrar döneceğinizden asla endişe etmiyorum; ancak bütün endi­şem kendinizi dünyalık yarışına kaptırmanızda.[321]hadisleri açık­lamaktadır.[322]

30. Peygamberlere imamlık yapma şerefi: İsrâ (Mi´râc) ha­disinde Hz. Peygamber´in diğer peygamberlere imamlık yaptığı belirtilir ve şöyle buyrulur: "Kendimi peygamberlerden bir topluluk içerisinde gördüm. Namaz vaktigeldi ve ben onlara imamlık yaptım.[323]Hz. İsa´nın kıyamet öncesinde yeryüzüne inişiyle ilgili hadişte ise: "Bu ümmetin imamı kendisindendir. O (İsa), ümmetin ima­mına uymuş olarak namaz kılacaktır" buyrulur.[324]

Şeriatı inceleyen kimseler, ümmetin Peygamberinden pek çok hayır ve bereket aldığına, Allah´tan hibe edilmiş ya dakendince kazan­mış olduğu hal ve vasıfları ondan tevarüs ettiğine delâlet edecek bu türden pek çok şey bulur. Bu şereften dolayı Allah´a sonsuz övgüler olgun.

Fasıl:

Bu esas üzerine bazı kaideler kurulur:

1) Bu ümmete verilmiş olan her türlü meziyetler, kerametler, ke­şifler, teyidler vb. sadece Hz. Peygamber´in nübüvvet nurundan alın­mış olmaktadır ve bunlar ona uymanın ölçüsündedir. Hiçbir kimse, onun peygamberliği vasıta olmadan bir hayır elde etmiş olduğunu zannetmesin. Bu mümkün değildir; o herkesin aydınlandığı, etrafa ışık saçan bir nur kaynağıdır; herkesin kendisiyle yolunu doğrulttuğu en yüce alemdir.

İtiraz: Birileri çıkarak şöyle diyebilir: Bazı fevkalâdelikler var­dır ki ümmet elinde ortaya çıkmış iken, Hz. Peygamber´in elinde zuhur etmemiştir. Özellikle de bazılarına has bulunan meziyetler gibi. Meselâ, şeytan, Hz. Peygamber´e namazında sataşmış, onunla çekiş-miştir. Buna rağmen o Hz. Ömer´i görünce kaçardı. Nitekim Hz. Ömer hakkında Hz. Peygamber "Sen bir yola girsen, mutlaka şeytan (yön de­ğiştirir ve seninle karşılaşmamak için) başka bir yola girer"[325] buyur­muştur. Hz. Osman hakkında da "gökteki meleklerin ondan haya ede­ceğini"[326] bildirmiştir. Bu gibi özellikler bizzat kendisi hakkında ise gelmemiştir. Üseyd b. Hudayr ile Abbâd b. Bişr hakkında şöyle nakle­dilmiştir: "Bu ikisi Hz. Peygamber´in yanından karanlık bir gecede çıkmışlar; bir de bakmışlar ki önlerinde bir ışık var. Bu ayrılıncaya ka­dar devam etmiş; ayrılınca ışık da beraberlerinde ayrılmış ve her biri­nin önünde bir ışık olmuş.[327] Meselâ böyle bir olay Hz. Peygamber hakkında anlatılmamıştır. Sahabeden ve onlardan sonra gelen nesil­lerden nakledilen buna benzer daha başka menkıbeler vardır ki, onla­ra benzer birşeyin Hz. Peygamber´den sadır olduğu nakle-dilmemiştir.

Cevap: Velilerden, âlimlerden şimdiye dek nakledilmiş ve bun­dan sonra kıyamete kadar nakledilecek olan ne kadar haller, hariku­ladelikler, ilimler ve mazhariyetler vb. varsa, bunların hepsi Hz. Pey­gamber´den nakledilmiş bulunan küllîyyâtın altına giren cüzî ve fert­lerdir. Şu kadar var ki, bazen cinsin fertleri ve küllinin cüzîleri; küllî, külli olması açısından onlarla nitelenmese bile, cüzî olmaları açısın­dan cüzîye uygun niteliklerle nitelenirler. Bu durum, cüzînin, külliden daha üstün olduğunu göstermediği gibi, cüzîde bulunan şeyin küllî ile bir alâkası olmadığını da göstermez. Nasıl olabilir ki, cüzî ancak cüzî ile küllî olabilir. Zira cüzî, küllinin hakikatindendir ve onun mahiye­tinde dahil bulunmaktadır. Ümmette zahir olan sıfatlar da aynı şekil­de mutlaka Hz. Peygamber cihetinden ortaya çıkmaktadır ve bunlar onun sıfat ve kerametlerinden birer örnek mahiyetindedir.

Bunun doğruluğuna delil şudur: Bu tür vasıflardan hiçbiri, ancak Hz. Peygamber´e tâbilik ve ona uyma ölçüsünde ortaya çıkmaktadır. Eğer bu vasıflar, ümmete has ve Hz. Peygamber´den bağımsız olarak düşünülebilseydi, o zaman tâbiliğin şart olmaması gerekirdi. Bu husus, az önce Hz. Ömer hakkında geçen misalden açıkça anlaşılır: Şöyle ki:

Bu misalde zikredilen özellik, şeytanın kendisinden kaçmasıdır ve bu, şeytanın tuzağına düşmekten ve onun kendisini günahlara sev-ketmesinden korunmuş olmak demektir. Siz de bilirsiniz ki, mutlak, kapsamlı ve tam olan korunma, bizzat Hz. Peygamber´in özelliği ol­maktadır. Çünkü o, büyük küçük her türlü günahlardan mutlak su­rette ve kapsamlı olarak korunmuş bulunuyor. Bu hususun burada uzun uzadıya açıklanmasına gerek duymuyoruz. Bu özellik karşısın­da Hz, Ömer´in sahip olduğu meziyet ancak denizden bir damla mesa­besinde kalmaktadır.

Yine, şeytanın insandan kaçması ya da ondan uzak olması, ondan korunmak mânâsına gelir ve başka bir meziyet içermez. Aynı konuda Hz. Peygamber´in sahip olduğu meziyeti ise artıran özellikler vardır:

(1) Yüce Allah, Hz. Peygamber´i şeytan üzerinde egemen kılmış; bunun neticesinde Hz. Peygamber, şeytanı mescidin direğine bağlamaya teşebbüs etmiş, fakat sonra Süleyman´ın "Rabhim! Beni bağışla, bana benden sonra kimsenin ulaşa­mayacağı bir hükümranlık ver"[328]şeklindeki duasını hatır­layınca bu düşüncesinden vazgeçmiştir.[329] Hz. Ömer´in böyle birşeye kadir olması mümkün değildir.

(2) Hz. Peygamber, gerek kendisi ve gerekse Hz. Ömer´le ilgili durumun farkındadır. Hz. Ömer ise işin farkında değildir.

(3) Hz. Peygamber, şeytan kendisine yalan da olsa onun vesveselerinden emindir; Hz. Ömer ise, şeytan uzak da olsa onun vesveselerinden emin değildir.

Hz. Osman ile ilgili menkıbeye (yani meleklerin kendisinden ha­ya etmesine) gelince; Hz. Peygamber´den bü habere ters düşecek bir şey rivayet edilmiş değildir. Aksine biz diyoruz ki, Hz. Peygamber haya konusunda kendi durumunu bildirmemiş olsa bi­le Hz. Osman´dan daha ileri bir noktadadır. Birşeyi zikretmemek, onun yokluğunu gerektirmez. Hem sonra, Hz. Osman, bu özelliği kendisinde bulunan aşın utanma duygusu neticesinde elde etmişti. Haya konusunda Hz. Peygamber herkesten daha Önce idi; hatta o, duvağı açılmamış bakire bir kızdan daha çok haya sahibi idi. Sözkonusu meziyetin çıkış yeri haya olduğuna göre, onu en üst düzeyde kendisinde bulunduran kimse olarak Hz. Peygamber´in o meziyete de en üst düzeyde sahip olması tabiîdir. Benzer bir izah, Üseyd ve arkadaşı için de geçerlidir: Onların Önünde bir ışık peyda olmasından maksat, geceleyin ka­ranlıkta kolaylıkla yürüyebilmek için yolu aydınlatmaktır. Hz. Pey-gamber´e gelince, karanlık onun görmesini engellemiyor­du; aksine o, karanlıkta da aynen aydınlıkta gördüğü gibi görüyordu. Dahası, gece karanlığından daha kesif bulunan engeller dahi onun görmesini engellemiyor, dolayısıyla önündekini gördüğü gibi arkasm-dakini de görüyordu. Bu daha da büyük birşey; çünkü burada fevkalâ­delik görünen şeyde değil, bizzat görmenin kendisindedir. Kaldı ki, bütün bunlar Hz. Peygamber´in ümmeti içerisinde kendi hayatında yahut da daha sonra ortaya çıkmış mucize ve kerametlerin­den olmaktadır.

Bu konuda asıl olarak alınması gereken şey işte bu anlattıkları-imzdır ve bu gibi harikuladeliklerin O´nun cihetinden geldiğini kabul­lenmektir. Belki, konu üzerinde duran kimse için, ilk plânda durum problem arzeder gibi görünebilir; ama Allah´ın izniyle bu hususta her­hangi bir problem yoktur. Bu konuda yani meziyetin en üstünlüğü ge­rektirmeyeceği hususunda Karâffnin sözlerine bakılabilir.[330]

Fasıl:


Bu esastan çıkarılacak kaidelerden bir diğeri de şudur: Bir kim­senin göstermiş olduğu harikuladeliğe bakılır. Eğer onun, Hz. Pey­gamber´in mucize ve kerametlerinden bir dayanağı varsa tamam, o gerçek bir keramettir; onlardan bir dayanağı yoksa, ilk bakışta keramet gibi gözükse bile o, gerçek bir keramet değildir Zira insan elinde gerçekleşen her harikuladelik her zaman için keramet olmaya­bilir; onlardan keramet olanlar olabileceği gibi, öyle olmayanlar da bu­lunabilir.

Bunu bir misalle açıklayabiliriz: Bütün himmet ve gayretlerini astroloji ve yıldız fallarına vermiş kimselerden, normalin üstünde diye nitelenebilecek fiiller sadır olabilmektedir. Oysa ki bütün bunlar, hak ile ilgisi olmayan katmerli çirkeflerdir ve onların doğruluğuna delâlet edecek bir şer´i dayanak bulunmamaktadır. Hz. Peygamber´in kera­metleri arasında bunlara asıl olabilecek birşey mevcut değildir. Zira bunların yaptıkları eğer, özel bir dua ile oluyorsa, Hz. Peygamber´in duası onların yaptığı nisbet ve şekilde olmamıştır. O, hiçbir zaman yıl­dızlara itimat etmemiş, onların uğur getirmesi ya da bahtsızlığı defet­mesi gibi bir talepte bulunmamış; aksine devamlı herşeyin kendisine döneceği ve yalnız kendisine sığınılacak olan Allah´a itimat etme yol­larını araştırmış; yıldızlara istinat etmeyi yasaklayarak onlara iltifat etmemiştir. Bir kudsîhadiste şöyle buyralur: "Allah:Kullarımdan ki­mi mü´min, kimi de kâfir olarak sabahladı. ... Kim falan ve falan yıl­dızın doğması veya batmasıyla yağmura kavuştuk dediyse, o da beni inkâr, yıldıza iman etmiştir, buyurdu."[331]Gerçi Hz. Peygamber´in (eşref) dua için vakit kolladığı,veya kollanması için çağında bulunduğu sabitse de, bunlar astrolojik düşüncelerden tamamen uzak gerekçele­re bağlıdır. "Tenezzül"[332] hadisi, günün iki ucunda meleklerin (devirteslim için) bir araya geldiklerini bildirenhadis ile benzerlerinde oldu­ğu gibi. Duâ da aynı şekilde bir ibadettir ve onda da ziyadelik ve nok­sanlık yapılamaz. Yani astroloji ile uğraşanların yaptıkları şekiller ve tekellüf altına girdikleri tavırlar daha önceden şeriatta benzeri görül­memiş şeylerdir. Yapılan dualar da aynı şekilde, ne önce ne sonra; ne Hz. Peygamber´in ne de selef-i sâlih´in dualarında bir dayanağı olma­yan şeylerdir. Onların dikkate aldıkları şeyler sadece felsefecilerle ay­nı paralelde düşünceye sahip kimselerin iddia ettikleri hurûfîîik ol­maktadır. Eğer onların yaptıkları şeyler duadan başka birşey ile yapı­lıyorsa, mesela bütün himmet ve gayretin bir noktaya teksif edilerek (terkız-i zihin, konsantrasyon) neticeye varılmaya çalışılıyorsa; böyle birşey naklen sabit değildir ve şer´î bir dayanaktan yoksundur. Onla­rın bütün dayanakları şer´î değil, felsefîdir ve hükmî bir haldir. Bu du­rumda, harikulade bir durum meydana gelmiş olsa bile, onun sıhhati­ne dair bir delil bulunmamaktadır. Hem sonra bunlar, zahiren öldür­me ve yaralama suretiyle tesirlerini bir başkasına sirayet de ettirebi­lirler; hatta sihir ve nazar ile bunlara ulaşılabilir ve bu onun doğruluğuna bir şahit olmaz. Aksine o tamamen bâtıl ve sırf bir taşkınlıktır. Bu konu, sıradan (avam) insanların ve pek çok aydın kimselerin yanıl­dıkları bir konu olmaktadır; bu itibarla üzerinde dikkatle durulmalı­dır.

Fasıl:

Hz. Peygamber´in, gerçek firâset, doğru ilham, açık keşif, sâdık rüya gibi harikuladeliklerin gereği ile olmak üzere sakındırmada, müjdelemede, korkutmada ve teşvikte bulunduğu sabittir.[333]Bu du­rumda, bu Özelliklerden birine sahip olan bir kimsenin de aynı şekilde davranması doğru bir davranış olacak; yaptığı iş meşruiyet dairesi dı­şında kalmış olmayacaktır. Ancak, gerekli şarta uymuş olması gereke­cektir. Bu hususa delil olarak, daha önce arzedilenlere ek olarak şu iki durumu verebiliriz:

(1)

Hz. Peygamber bunun gereği ile olmak üzere emir, ya­sak, sakındırma, müjdeleme ve irşad yoluyla amelde bulunmuştur. Bunu yaparken de, bu hususun kendisine ait bir özellik olduğunu, üm­metinin böyle bir hususiyeti bulunmadığını bildirmemiştir. Bu da, bu konuda ümmetin de aynı hükümde olduğunu gösterir. Aynen, kendi­sinden sadır olan ve sadece kendisine has olduğuna dair bir delil bu­lunmayan diğer bütün davranışlarında olduğu gibi, bu konuda da du­rum aynı olacaktır. Buna delil olarak, ümmetine yönelik olarak ver­miş oldukları müjdeleri yeterlidir. Bunlardan beklenen amaç sadece, hayırlı amellere atılmayı ve kötü işlerden de geri durmayı temin için müjdeleme ve korkutma olmaktadır.

Örnek olmak üzere şunları arzedebiliriz: Abdullah b. Ömer rüya­sında iki melek görmüş ve onlar "Namazı da çok kılsan, ne iyi adamsın, sen!" demişler. (Bunu Abdullah, Hafsa´ya anlatmış, Hafsa da Peygam­berimize anlatmış ve) o "Eğer çokça gece namazı kılsa, Abdullah ger­çekten sâlih bir kuldur" buyurmuş. Râvi TNâfî), bundan böyle Abdul­lah´ın çokça gece namazı kılmaya devam ettiğini söylemiştir.[334] Hz. Peygamber Ebu Zere: "Gerçek şu ki, ben seni zayıf görüyo­rum ve ben şüphesiz ki kendim için sevdiğimi senin için de severim. Sakın ola ki, iki kişi (de olsa) onların başınageçme, yetim malı idaresini üzerine alma"[335] buyurmuştur. Salebe b. Hâtıb, kendisine Allah´ın çok mal vermesi için dua etmesi ricasında bulunduğu zaman, "Şükrü­nü eda ettiğin az mal, şükrünü eda edemeyeceğin çok maldandahaha-yırlıdır"[336]buyurmuşlardır. Enes hakkında ise, "Allah´ım! Onun ma­lını ve evladım çoğalt"[337] buyurmuşlardır.[338] Hz. Peygamber, çeşitli [2(55] insanlara, kendilerinde bulunan firasete itimatla onlar için en üstün olan amelin ne olduğuna dair rehberlikte bulunmuştur. (Gayba vâkıf olma esası üzerine buyurdukları da olmuştur.) Bu cümleden olmak üzere[339] "Yarın sancağı öyle birisine vereceğim ki, Allah fethi onun elinde müyesser kılacaktır" buyurmuş ve ertesi günü sancağı Hz. Ali´ye vermiş; Allah da fethi onun elinde nasip etmiştir.[340] Osman b. Af-fanhakkmda da: "Umulur ki, Allah sana bir gömlek giydirecektir; eğer onu çıkarmanı senden isterlerse, onu çıkarma"[341] buyurmuştur. Bu ör­neklerde, faydalı tavsiyelerini gayba vukûfiyeti üzerine bina etmiştir. Onların saçaklı ya3´gıları olacağım,[342] herbirinin sabah bir takım ak­şam ayrı bir takım elbise giyeceklerini, önlerine bir tabağın konulup öbürünün kaldırılacağını bildirmiş ve hadisin sonunda da: "Bugünkü halinizle siz, o gününüzden daha hayırlısınız" buyurmuşlardır[343] Muâviye´nin saltanatından bahsetmiş ve kendisine öğütte bulunmuş­tur.[344]Ammar´m âsî bir topluluk tarafından öldürüleceğini bildirmiş­tir.[345] Namazı vaktinden geri bırakacak emirlerin geleceğinden bah­setmiş ve sonra bu gibi durumlar karşısında nasıl yapacaklarını tavsi­ye etmiştir,[346] Kendisinden sonra, başkalarının ashaba tercih edilece­ği bir zamanla karşılaşacaklarım ve (havuzda kendisiyle karşılaşın­caya kadar) sabırlı olmalarını salık vermiştir.[347] Bu ve benzeri daha sayılamayacak kadar pek çok gayıptan bildirilmiş haber vardır ki, bunlar sayesinde imanlar pekişmiş, tasdik artmış, uyarma, müjdeleme vb. gibi faydalar gerçekleşmiştir,

(2)

Ashap da, bu gibi firâset, keşf, ilham ve uykuda bildirme gibi yol­larla amelde bulunagelmiştir. Hz. Ebu Bekir´in: "Şüphesiz onlar iki er­kek iki de kız kardeşlerindir"[348] sözü, Hz. Ömer´in minberde "Ya Sari­ye! Dağa! Dağa!" diye[349] keşf yoluyla nasihatta bulunması; insanlara kıssa anlatmak isteyen bir kimseye "Korkarım, Süreyya´ya ulaşacak kadar şişersin" diyerek ona bu işi yasaklaması; rüyasını anlatan ve ay ile güneşin birbiriyle savaştıklarını gördüğünü söyleyen kimseye: "Sen hangisiyle beraberdin " diye sorması onun da "Ay ile" diye cevap verince: "Sen mahvedilmiş âyetle[350] beraberdin; asla bir iş üstlenemez­sin" demesi gibi,

Selef-i salihten ve ondan sonra gelen nesillerdeki âlimlerden ve velilerden Allah bizleri onlardan istifadeye muvaffak kılsın. bu türden nakledilebilecek pek çok şey vardır.

Ancak burada, bu tür şeylerin gerekleriyle amel edebilmek için aranan şart üzerinde durmamız gerekmektedir ve bu konu sözü uzat­mamızı gerektirecektir. O yüzden de ayrı bir mesele olarak ele alaca­ğız: [351]

On Birinci Mesele:



Yukarıda belirtilen keşif vb. gibi şeylerin dikkate alınıp, onlarla amel edilebilmesi için mutlaka şer´î bir hüküm ya da dînî bir kaideye ters düşmemesi gerekmektedir. Dînî bir kaide ya da şer´î bir hükmü ihlâl eden birşey haddizatında hak olan birşey değildir; o ya hayaldir ya vehimdir ya da şeytanın ilkâsı (telkini) olmaktadır. Bunlar bazen içerisinde haktan unsur da taşıyabilir; bazen de haktan hiçbir şey taşımaz. Bu durumda bunların dikkate alınması doğru değildir; çünkü ser´an sabit bulunan bir esasa ters düşmektedir. Şöyle ki:Hz. Peygam-ber´in getirmiş bulunduğu şeriatbundan önceki meselede de geçtiği gibi geneldir, özel değildir. Onun esasları bozulamaz ve onun bidüziyeliği ortadan kaldırılamaz; onun hükümleri altına girme­yen bir mükellefin olması düşünülemez. Durum böyle olunca, şu anda Üzerinde durduğumuz kabilden olan ve şeriat tarafından konulmuş bulunan esaslara ters düşen herşey sakat ve bâtıl olacaktır.

Buna verilecek misallerden biri İbn Rüşd´e sorulan şöyle bir soru­dur: Bir hâkim, kendisine gelen bir dâvada, adâletleriyle bilinen iki şahidin şehâdette bulunmasından sonra, rüyasında Hz. Peygamberin kendisine "Bu şahitlikle hüküm verme; çünkü o bâtıldır" dediğini gö­rür. Bu durumda ne yapacaktır

İşte böylesi bir rüya, ne bir emir ve yasak; ne müjdeleme ve kor­kutma konusunda dikkate alınmayacaktır; çünkü şer´î kaidelerden birisiyle ters düşmekte ve şer´î bir hükmü ihlale uğratmaktadır. Bu türden olan diğer örneklerde de durum aynıdır, "Hz. Ebu Bekir, bir adam öldükten sonra, görülen bir rüya üzerine onun vasiyetini yerine getirmiştir" şeklinde yapılan rivayetözel bir uygulamadır ve çeşitli ih­timalleri taşıdığı için genel bir kaideyi bozabilecek güçte değildir. Çünkü bu uygulamanın muhtemelen vârislerin, rızası üzerine gerçek­leştirilmiş olması mümkündür ve böylece şer´î bir aslın ihlale uğrama­sı sözkomısu olmayacaktır.

Buna göre, bir kimse mükâşefe yoluyla belli bir suyun gasbedil-miş ya da necis olduğunu, ya da şu şahidin yalancı olduğunu veya A´nın delil ikame ederek elde ettiği malın aslında B´ye ait olduğunu.., vb. anlasa, açık bir gerekçe (sebep) olmadığı sürece, bu mükâşefe doğ­rultusunda amel etmesi doğru olmayacaktır; dolayısıyla böyle bir du­rumda asla su yok farzedilerek teyemmüm alınamayacak; şahidin şehâdeti reddedilemeyecek, o malın B´ye ait olduğuna hükmedil eme-yecektir. Çünkü zahirde şeriatın getirdiği kurallar gereğince başka hükümler sabittir ve bu hükümler sadece mükâşefe veya firaset gibi şeylere dayanılarak terkedilemez. Nitekim aynı şekilde uykuda görü­len rüyaya da itimat edilemez. Eğer bunlar caiz olacak olsaydı, o tak­dirde zahirle hükmetme gerekçelerinin bulunmasına rağmen şer´î hü­kümlerin bunlarla bozulması[352] caiz olurdu. Böyle bir netice asla sahih değildir; dolayısıyla işlemekte olduğumuz konuda da durum aynı ola­caktır.Sahîh´te şöyle gelmiştir: "Siz davalarınızı bana getiriyorsunuz ve huzurumda muhakeme oluyorsunuz. Belki içinizden bazıları ken­disini daha İyi savunuyor ve ben de sonuçta işittiğim doğrultusunda (zahire göre) hükmediyorum..[353] Hz. Peygamber bu hadis­lerinde hükmü, işitilen şeylerin gereğine ve diğer şeylerin terkine bağ­lamıştır. Hz. Peygamber, kendisine arzediîen hükümlerin pek çoğu­nun aslına vakıf bulunuyor; onların haklıya da haksız olduklarını bili­yordu. Buna rağmen o, ancak ve ancak duyduğuna göre hükümde bu­lunuyor; bilgisi doğrultusunda hüküm vermiyordu. Bu husus, hâkimin kendi bilgisiyle (sübjektif olarak) hükümde bulunmasının yasaklanmasına bir dayanak olmaktadır.

İmam Mâlik, kendisinden meşhur olarak nakledilen görüşüne göre, hâkimin, huzurunda kesin olarak yalancı oldukları bilinmeyen âdil şahitlerin şehadette bulunması durumunda, kendi bilgisi aksine de olsa hüküm vermek zorunda olduğunu belirtmiştir. Çünkü, onların şehâdetleri gereği hükümde bulunmazsa, kendi bilgisiyle hükmetmiş olacaktır. Hâkimin bu bilgisi başka başka şeylerin de karışabileceği harikuladeliklerden değil, hiç kuşku içermeyen âdetlerden çıkarılmış­tır. Hâkimin kendi bilgisine dayanarak hükümde bulunabileceği gö­rüşünde olanlar[354] da, nihayet görüşlerini yine harikuladeliklerden değil, âdetlerden elde edilen bir bilgi üzerine kurmaktadırlar. Bu yüzden Hz. Peygamber, kendisi en büyük hüccet olduğu halde, şahsî bilgi­sine dayanarak hüküm vermede bulunmamıştır[355] İbnu´l-Arabî, Mâliki imam Şâşfnin, Bağdad´da kâdılkudât[356]iken, İyas b. Muâvi-ye´nin kadılık yaptığı günlerdeki tutumu gibi, fîrasetle hükümde bulu­nur olduğunu nakletmiş ve üstadı Fahru´l-İslâm Ebu Bekir eş-Şâşî´nin ona reddiye olmak üzere bir cüz (risale) yazdığını söylemiştir.

O böyle diyor. Vakıa, eğer o başka hüccet vb. aramadan mutlak olarak fîraset ile hükmediyordu idiyse, elbetteki bu tutumu reddedilmeye lâyıktır.

İtiraz; Bu vardığınız sonuç iki açıdan müşkil gözüküyor:

(1)

Mükâşefe ve keramet sahibi kimselerden sizin bu dediğinizin ak­si doğrultusunda nakiller vardır. Bazı kimseler, keşfe ya da alışılmış olmayan bilgi edinme yollarına dayanarak, dış görünüşü itibarıyla he-laî olan birçok şeyden geri durmuşlardır. Baksanız a, İmam Şiblî,

helâlden başka bir şey yememeye azmetmişti ve badiyede bir incir ağa­cı gördü; ondan yemek istedi. Bunun üzerine ağaç hemen dile gelerek: "Benden yeme, çünkü ben bir yahudîye aidim" dedi.[357]Abbas b. el-Mühtedî de bir kadınla evlenmişti. Gerdek gecesi, pişmanlık duydu; kadına yaklaşmak istediğinde engellendiğini hissetti. Bunun üzerine ondan vazgeçti ve dışarı çıktı. Üç gün sonra kadının kocası olduğu or­taya çıktı. Aynı şekilde kendilerinde, normal ya da normalin üstünde, yediklerinin helal olup olmadığına dair bir alâmet taşıyan kimselerin durumu da böyledir. Meselâ el-Hâris el-Muhâsibî´nin parmakların­dan birinde bir damar vardı ki, bu damar elini şüpheli bir şeye uzattı­ğında derhal hareket ederdi. O da o şeyden elini çekerdi.

Bunun dayanağını da Ebu Hureyre ve daha başkalarından riva­yet edilen zehirlenmiş koyunla ilgili hadis teşkil eder. Bu hadiste: "Ondan Hz, Peygamber ve diğerleri yedi. Hz. Peygamber: ´Elinizi on­dan çekin; çünkü o (koyun) bana kendisinin zehirlenmiş olduğunu bil­dirdi. ´ buyurdu. Etten yiyen Bişr b. el-Berâ öldü..[358] Hz. Peygamber, burada davranışını (koyun budunun lisan-ı hal ile ifade ettiği) sözü üzerine bina etmiş ve hem kendisi onu yemekten geri durmuş, hem de ashabına orıdan yememelerini emretmişti. Hem sonra bu, bizden önce­kilerin şeriatına da uygun düşmektedir. Zaten bizden öncekilerin şeriatı, eğer bizim şeriatımızda naklediliyor ve neshedildiği de bildiril-miyorsa, bizim de şeriatımız olmaktadır. Bu husus bakara (inek) ola­yında vardır, Bu olayda anlatıldığı üzere, İsrailoğulları, bir inek boğazlamak[359] ve onun bir parçasıyla öldürülmüş bulunan birisine vurmakla emredilmişlerdi. Neticede Allah, onu diriltmiş ve kendisini öldüren kimseyi bildirmişti. Bunun üzerine de kısasla hükmedilmişti. Yine Kur´ân´da anlatılan ve gemide delik açan ve çocuğu öldüren Hızır

olayında[360] da tezimize çok açık delâlet bulunmaktadır. Bun­lara benzer, gerek peygamberlerin mucizelerinde ve gerekse evliyanın kerametlerinde etkin olan bu tür unsurlar pek çoktur.

(2)

Harikuladelikler, peygamberler ile veliler için, bize nisbetle alı­şılmış şeyler gibidir. Nasıl ki, normal bir şey (delil) bize suyun pis oldu­ğunu ya da gasbedilmiş bulunduğunu gösterse, bizim ondan geri dur­mamız gerekiyorsa, burada da durum aynıdır, Zira gayb âleminden gelen bilgilenme ile, şühûd âleminden gelen bilgilenme arasında bir fark yoktur. Nitekim, pisliğin suya düştüğünü baş gözü ile görmek ile gayb gözüyle görmek arasında da fark bulunmamaktadır. Dolayısıyla hükmün, bunun üzerine bina edildiği gibi, onun üzerine de bina edilmesi gerekir. Bu ikisi arasım a3rıranîar, doğruya isabetten uzaktırlar.

Cevap: Belirtilen şeyler doğrultusunda amel etmenin doğru ola­bileceği ve bunların genelde meşru olan şeyle amel etmek olacağı ko­nusunda aramızda bir tartışma bulunmamaktadır. Bu netice iki yön­den sağlanmaktadır:

(1)

Hz. Peygarober´den sadır olan şeylere kıyasta bulun­mak ve onlara benzeyenleri onlara katmak. Tabiî bu durumda, bu tür harikuladeliklerin vakıa deliliyle Hz. Peygamber´e has olduğunun sa­bit olmaması gerekir. Bu türden olup da sadece Hz. Peygamber´e has olmaları onların mucize oluşları açısındandır. Bu durumda Hızır ola­yı, bizim şeriatımıza göre neshedilmiş olacaktır.[361] Kaldı ki, bazı âlim­ler âdetlerden hasıl olan bilgiye dayanarak gemiyi delmek ve kusurlu hale getirmek şeklinde bir davranışın caiz olacağı görüşündedirler. Çocuğun Öldürülmesi konusunda ise, asla böyle bir görüşe sahip ol­mak mümkün değildir. İki tevilden birisine göre, Bakara (inek boğaz­lama) olayı da mensuh bulunmaktadır. Mezhepdeki maktulün (ölür­ken) "Beni falan öldürdü" demesi durumunda sözüne itibar edileceği şeklindeki görüşe göre ise âyet muhkem bulunmaktadır.

(2)

Kıyas yapılamaması takdiri, iîkkâidenin gereğinin aksine bir du­rum olmaktadır; zira onlarda carî olan kıyasla amel etmektir. Kıyas yapma imkânının yokluğunu takdir ettiğimizde şöyle deriz: Evliya­dan nakledilen bu olaylar şer´î bir nassamıistenid bulunmaktadır. Bu nass da günah demek olan kalbi rahatsız eden şeylerden (hazâzu´l-kulûb) sakınma talebidir. Kalbi rahatsız eden şeyler sayısız etkenler sebebiyle meydana gelir ve bunlar içerisine bu tarzdaki şeyler de girer. Hz. Peygamber bir hadislerinde: "İyilik, nefsin huzur bul­duğu şeydir. Kötülük ise, kalbini tırmalayan şeydir"[362] buyurmuşlar­dır. Şu halde, kalbi rahatsız eden şeyleri belli birşeye münhasır ol­maksızın daha geniş manâsıyla tefsir edenlere göre bu (bahis konusu) şer´î nasslaramüstenid olma dairesinden çıkmış değildir. Bugibişey- [27i] lerin dikkate alınmasında, şer´î bir kaidenin ihlâlini gerektiren bir du­rum bulunmamaktadır. Bizim sözümüz, İbn Rüşd´ün meselesi ile, o türden olan diğer konularla ilgilidir. Bu durumda, Hızır´ın çocu­ğu öldürmesi olayını, bizim şeriatımıza da teşmil etmek ve böyle bir şe­yin bizim şeriatımızda da olabileceğini söylemek asla mümkün olma­yacaktır. Omensühbirhükümdür. Buarzettiğimizhususunizahı şöy­le: Eğer bu tür anlatılan hikâyeler, İbn Rüşd´e sorulan soruda bulunan durum gibi birşey anımsatıyorsa, şeriatın esasları onun hilafına bu­lunmaktadır. Çünkü zahire göre hüküm verme esası, özellikle ahkâm (hükümler) kısmında olmak üzere kesin olmaktadır. Başkası hakkın­da, itikat konusuna nisbetle de genel olarak aynı olmaktadır. Çünkü bütün insanların Efendisi, kendisine vahiy ile bildirilme­sine rağmen, münafıklar vb. kimseler hakkında, işleri zahirdeki görü­nüşe göre yürütüyor; onların iç hallerini bilmesine rağmen dış görü­nüşlerine itibar ediyordu. Bu (yani onun onların içyüzünü bilmesi) kendisini, onlar hakkında zevahire göre işlem görmesi hükmünden çı­karmamıştır.

İtiraz: Hz. Peygamber´in bu tutumu, insanların "Muhammed adamlarını öldürüyor" demelerinden korkması neticesinde böyle ol­muştur. Dolayısıyla illet başka birşey olup, sizin sandığınız şey değil­dir. Şimdi, bu illet ortadan kalkınca, hüküm de ortadan kalkacak ve bâtına göre hüküm vermede bir sakınca kalmayacaktır.

Cevap: Bu, bizim arzettiğimiz şeye en güçlü bir delil olmaktadır. Çünkü böyle bir kapının açılması, zahire dayanılarak hüküm verme esasını tümden ortadan kaldırır. Çünkü, zahir bir sebeple öldürülmesi gereken bir kimsenin durumu hakkında gerekçe gayet açık olarak bu­lunacaktır. O kişiyi açık bir sebep olmadan sırf gaybî bir duruma daya­narak öldürmek istemek ise, zihinleri karıştırabilir ve zevahiri örter. Şeriatta böyle bir kapının açılmasına imkân verilmemiştir. Meselâ,"Beyyine [363] davacı (müddet) üzerinedir;yemin ise inkâr edene verdiri­lir" [364] prensibine dayalı bulunan dâvalar bahsine bakalım. Bu pren­sipten hiçbir kimse istisna edilmemiştir. Hatta Hz. Peygamber´in biz­zat kendisi bile, satın almış olduğu birşeyin karşı tarafça inkâr edil­mesi durumunda beyyineye ihtiyaç duymuş ve "Kim bana şehâdet eder " buyurmuştur. Sonunda Huzeyme b. Sabit kendisi lehine şehâdette bulunmuş ve Allah, onun şahitliğini iki şahidin şehâdeti ye­rinde kabul etmiştir.[365] Hz. Peygamber için durum böyle olursa, üm­metin normal fertleri hakkında nasıl olur En büyük insan, en güveni­lir bir kimseye karşı davacı olsa bile, beyyine davacı, yemin de inkâr eden kimseye (davalı) verdirilecektir.[366] Bu da aynı tür ve tarzdandır. Netice olarak şer´î emirler ve yasaklar karşısında gaybî durumlar dikkate alınmamaktadır. Bu noktadan hareketle evliya ve diğer âlimler, şeriata ters düşen her türlü keşf ve hitaba itibarda bulunmamışlar; aksine bu tür şeyleri şeytandan saymışlardır. Bu nokta anlaşılınca, evliyadan nakledilmiş bulunan hallerle ilgili konularda aşağıdaki gibi yorum mümkün olacaktır.

Zikredilen ağacın konuşmuş olması, o ağaçtan incirin yenmesini, konuşulan kimseye haram kılacak şekilde şer´î bir engel değildir. Ni­tekim, sahrada bir av bulunsa ve av "Ben sahipliyim" ya da buna ben­zer birşey dese, yine durum aynı olacaktır. Şiblî´nin ondan yememesi (haram olduğu için değil) aksine, Allah´a olan yakînî imam ile yiyeceğe ihtiyaç duymayacağına inandığı için, ya da başka bir yerde yiyecek bu­lacağını zannettiği için, ya da daha başka bir sebeple olabilir. Bu tür­den nakledilen diğer örneklerde de durum aynıdır. Yahut şöyîe deriz: O şeyi yemesi kendisine mubahtı; ancak bu alâmetten dolayı onu ye­meyi terketti. Nitekim insan, istişare, rüyaya da benzeri bir sebeple, iki mubahtan birini terkedebilir. Bu husus inşallah ileride ele alı­nacaktır. Pis ya da gasbedilmiş olduğu keşif yoluyla öğrenilen su hak­kında da aynı şeyi söyleyebiliriz. O şey hakkında, zahirde şer´î bir as­lın ihlâline sebebiyet vermeyecek şekilde tercih hakkı bulunduğuna ve bir caizden başka bir caize intikâl durumu olduğuna göre, kendisine bir günah/sakınca terettüp etmeyecektir. Bununla birlikte biz, zahirle amel ederek ve muamelesinde şer´î esasa itimat ederek sözkonusu keşfin gereğine muhalefette bulunmasını farzedecek olsak, bu durum­da o kimse hakkında bir günah ve kınama sözkonusu olmayacaktır. Zi­ra keramet ve harikuladeliklerden maksat, şer´î bir hükmü delmek veya ondan birşeyi ortadan kaldırmak değildir. Nasıl olabilir ki, zaten kerametler şeriata uymanın bir semeresidir. Dolayısıyla meşru olan birşeyin, meşru olmayan birşeye sebebiyet vermesi veya fer´in (dal) as­lı ortadan kaldırması muhaldir ve böyle bir netice asla meydana gel­meyecektir.

Lianda bulunan eşler hakkında gelen hadis üzerinde düşünelim. Bu hadiste Hz. Peygamber [ al«^S^tv´l şöyle buyurmuştu: "Bakın. Eğer kadın şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, o falandandır. Yok şöyle şöyle bir çocuk doğurursa, bu kez o falandandır." Sonunda kadın, kocanın zina iddiasını doğrular şekilde bir çocuk doğurmuştu. Buna rağmen Hz. Peygamber kadına had takbik etmemiş ve "Eğer Hân hükmü gere­ğince yapılan yeminler olmasaydı, benimle bu kadın arasında bir ma­cera vardı" buyurmuştur.[367] Bu hadis, had cezasını engelleyen şeyin yeminler olduğunu göstermektedir. Had tatbikini düşündüğü halde yapmaktan geri durması, fîrâset ile ulaşılan neticenin, meşru kılman yeminler karşılığında bir hükmü bulunmayacağını gösterir. Ama ye­minlerden sonra, kocanın isnadı ikrar ya da beyyine ile sabit olsaydı, o zaman yeminler kadından haddi düşürmeyecekti.

İkinci Soruya Cevap: Harikuladelikler, her ne kadar nebiler ve veliler için diğer insanlara nisbetle normal şeyler gibi ise de, bu durum mutlak surette onlarla amel edilmesini gerektirmez. Zira bu şer´an kendisiyle amel edilen bir şey olarak sabit olmamıştır. Yine harikula­delikler eğer muhalefet etmeyi gerektirecek bir şekilde gelmişse, o takdirde onlara, içerisinde hak olmayan şeylerle şaibeli olarak giril­miş olur. Şeriata uygun olmayan rüya gibi. Mesela bir kimseye rüya­sında "Şunu yapma!" denilmesi, halbuki o şeyin şer´an emredilmiş ol­ması veya "Şunu yap!" denilmesi, fakat o şeyin yasaklanmış olması gi­bi. Bu türden olan şeylerin çoğu, seyr-i sülûkunu sağlam esaslar üzeri­ne kurmayan ya da şeyhsiz (mürşidsiz) kendi başına sülûka kalkışan kimselerin başına gelmektedir. Evliya tarihini, onların gidişatlarını inceleyenler, onların bu türden şeylere iltifat etmeyerek hep şeriatın zevahirini dikkate aldıklarını görecektir.

Soru: Bu izah, bunlar üzerinde yürünemeyeceğini gerektirir. Halbuki mesele bu gibi şeylerle amel edilebileceği şeklinde vaz´ edil­mişti.

Cevap: Burada olmaz denilen, bu tür şeylerle amel edilmesi du­rumunda şer´î bir kaidenin ihlale uğraması sözkonusu olan hallerdir. Şerîata uygun olarak onlarla amel edilmesi durumu ise, yasaklanmış değildir.

Fasıl:

Bu şartın dikkate alınması kesin olduğuna göre; harikuladelikle­re uygun olarak amel etme nasıl caiz olacaktır

Buna şöyle cevap vermek mümkündür: Haklarında genişlik bu­lunan caiz ya da işlenmesi matlup olan işler hakkında, zikri geçen hu­susların gereği ile amel etmek caizdir. Bu şu şekillerde olur:

(1)

Bu mubah bir iş hakkında olur. Meselâ, mükâşefe sahibi bir kim­se, falancanın, filan vakitte kendisine geleceğini görür veya kendisine gelişindeki iyi ya da kötü maksadını bilir ya da kalbinde bulunan hak ya da bâtıl olan bir düşünceye vâkıf olur. Bunun neticesinde de onun bu kasdma göre hareket eder ve kendisine gelişindeki amacının kötü olduğunukeşfetmesine göre koruyucu önlemler alır. İşte böyle bir dav­ranış, yapılması caiz olan işlerdendir. Nitekim aynı şeyi gerektiren bir rüya görmesi durumunda da durum aynıdır. Ancak daha önce de geçtiği gibi ona meşru bir şekilde muamele etmek durumundadır, başka türlü hareket´edemez,

(2)

Bunlarla amel, gerçekleşmesi umulan bir faydadan dolayı olur. Çünkü akıllı bir kimse kendisini, muhtemelen sonucundan endişe et­tiği birşeyin içine atmaktan çekinir. Zira kişi, harikuladeliklere ilti­fattan dolayı kendisini beğenme (ucb), kibir vb. gibi kötü neticelerle karşı karşıya kalabilir. Çünkü kerametler, bir taraftan bir meziyet ve özellik oldukları gibi diğer taraftan da bir deneme ve imtihan unsuru­durlar ve onlarla insanların nasıl davrandıkları ortaya çıkarılmak istenir. Nitekim bu konu üzerinde dahaönce durmuştuk. Buna rağmen, keramet gösterilmesinde bir ihtiyaç belirir veya bunu n için gerektirid bir sebep bulunursa, bu takdirde gösterilmesinde bir sakınca yoktur. Hz. Peygamber ihtiyaçtan dolayı bazen gaybî haberlerde bulunurdu. Hz. Peygamber´in vâkıf olduğu her gaybî haberi bildirme­diği de bilinmektedir. Aksine sadece bazı vakitlerde ve ihtiyaçların ge­rektirdiği ölçüde bildiriyordu. Kendisi, namazda iken arkasında na­maz kılanları gördüğünü söylemişti.Çünkü bunu bildirmesinde ha­diste belirtilen faydalar bulunmaktaydı.[368]O, arkadan gördüğünü söylemeden de onlara emir ya da yasakta bulunabilirdi. Ancak bazı faydalar mülahazasıyla öyle yapmadı. Diğer keramet ve mucizelerin­de de durum aynı olmaktadır. Aynı konumda ümmetinin de benzeri şe­kilde hareket etmesi, birinci durumda olduğundan daha uygun (evlâ) olacaktır.[369] Bununla birlikte bu, yine de cevaz hükmünü öte geçmeye­cektir; çünkü kendini beğenme, kibir vb. gibi bazı arızî durumların or­taya çıkabilme ihtimali bulunmaktadır. Hz. Peygamber´in haber ver­mesi ve onun haberlerinin faydalardan uzak olmaması hakkında her­hangi bir olumsuz tavır yoktur. Bu faydalardan biri de gören ya da işi­ten herkesin imanının takviye edilmesidir ve bu fayda dünya durduk­ça kesilmeyecek olan bir faydadır.

(3)

Gerekli hazırlıkların yapılması için uyan ya da müjde durumları­nı içerir olması. Bu da caizdir, Meselâ, "Eğer şu olmazsa şöyle bir olay olacak" veya " Eğer şu yapılırsa şöyle birşey olmayacak" diye haber vermek ve bu haberin gereği ile sâlih rüyada olduğu gibi amel etmek gibi. Bu gibi haberlerin sâlih rüya yerine konulması ve ona göre davra-nılması caizdir. Nitekim Cafer b. Türkan´dan şöyle rivayet edilmiştir: Yoksullarla birlikte oturuyordum. Mükâşefe yoluyla bana bir dinar (altın para) gösterildi. Ben o parayı onlara vermek istedim. Sonra ken­di kendime: "Belki ona ihtiyacım olur" diye düşündüm. Derken beni bir diş ağrısı tuttu. Ben. o dişi çıkardım, hemen diğeri ağrıdı. Onu da çıkar­dım. Bunun üzerine gayptan bana bir ses geldi ve: "Eğer o dinarı onla­ra vermezsen ağzında tek bir diş dahi kalmayacaktır" dedi. er-Rûzbârî´den de şöyle nakledilir: Taharet konusunda bende bir aşırılık vardı. Bir gece, döktüğüm suyun çokluğundan dolayı iyice göğsüm da­ralmış ve kalbimde huzur kalmamıştı. Bunun üzerine: ´Ta Rabbi! Affı­nı isterim" dedim. Gayptan bir sesin: "Af, ilimdedir" dediğini duydum ve o durum benden artık gitti.

Kısaca, harikuladeliklerle amel etme konusunda geçen şart mut­lak surette dikkate alınmak durumundadır. Ulaşılmak istenen sonuç budur. Benim burada bu üç durumu zikredişimin sebebi, diğerlerini anlamada yardımcı olmak üzere bunların bir örnek olması ve bu saha­da onlara bakılması içindir. Bu durum başka bir esasa daha işaret et­meyi gerektirmektedir: [370]

ayten
Mon 27 September 2010, 01:09 am GMT +0200
On İkinci Mesele:


Şeriat, bütün mükellefler hakkında genel ve onların her türlü du­rumlarını kapsadığı gibi, kez a her mükellefe nisbetle hem gayb hem de şühûd âlemleri için de geneldir; dolayısıyla zahirde bulunan herşeyi ona vurduğumuz gibi, bâtınla ilgili olan herşeyi de ona vurmak duru­mundayız. Delilleri:

(1)

Bir Önceki meselede geçen ve harikuladeliklerin şeriatın zahirine uymaması durumunda dikkate alınmamasını gerektiren deliller.

(2)

Şerîat hâkim konumdadır; mahkûm durumda değildir. Eğer meydana gelen harikuladelikler ve gayıbla ilgili durumlar, şeriatın umûmunu tahsis, mutlakını takyîd, zahirini tevil vb. edecek olursa, o zaman şerîat hâkim konumunda değil, mahkûm durumunda olacak­tır. Böyle bir netice ise ittifakla sakattır; dolayısıyla böyle bir neticeyi gerektirecek olan şey de sakat olacaktır.

(3)

Harikuladeliklerin şeriata ters düşmesi, onların haddizatında bâtıl olduklarım gösterir. Şöyle ki: Harikuladelikler, bazen dıştan ba­kıldığında keramet gibi görünebilirler; fakat aslında keramet olmayıp şeytanın bir işi olabilirler. Nitekim Iyâz, Mâliki fakîhi Ebu Meysere ile ilgili şöyle anlatır: Bu zat, bir gece namaz için tahsis ettiği yerde iba­det, dua ve niyazda bulunurdu. Bu halde iken kalbinde bir duygu his­seder ve o anda kıble duvarı yarılır ve oradan büyük bir ışık çıkar. Son­ra da ay gibi bir yüz belirir ve kendisine: "Ey Ebu Meysere! Yüzüme doy. Ben senin en yüce Rabbinim" der. Ebu Meysere, onun yüzüne tü­kürür ve: "Ey lanetli şeytan! Defol! ALLAH´ın laneti üzerine olsun!" diye karşılık verir. Abdulkadir Geylânî´den de şöyle anlatılır: Bir gün bu zat iyice susar. Bir de bakar ki, bir bulut kendisine doğru yönelmiş ve üzerine hafif hafif çisele meye başlamıştır. O da bundan içer. Sonra bu­luttan bir ses: "Ey Falan! Ben senin Rabbinim ve muhakkak ben sana haram olan şeyleri helal kıldım" diye nida eder. Bunun üzerine Geylâ-nî: "Lanetli şeytan defol!" dervebulutyokolur. Kendisine: "Onun İblis olduğunu nasıl anladın " diye sorduklarında da: ´Muhakkak ben sana haram olan şeyleri helal kıldım´ sözünden, diye cevap verir. Eğer şerîat hâkim konumda olmasa ve onun getirdikleri düsturlar bir kıstas ola­rak kullanılmasa idi, bu ve benzeri örneklerde gösterilen harikula­deliklerin şeytanî olduklarını bilme imkanı olmayacaktı.

Vahyin ilk başlangıç devresinde Hz. Hatice de, Hz. Peygamberin durumunu tesbit için buna benzer bir tutum içerisine girmiş ve ona şöyle demiştir: "Ey Amca oğlu! Bu sana gelen adamın tekrar geldiğin­de bana haber verebilir misin " Hz. Peygamber de "Evet" dedi. Hz. Ha­tice: "O geldiği zaman, bana bildir" dedi. Hz. Peygamber, geldiğinde ona bildirdi. Hz. Hatice: "Amca oğlu! Kalk ve sol dizim üzerine otur" dedi. Hz. Peygamber de oturdu. Hz. Hatice: "Onu şimdi görüyor musun " dedi. Hz. Peygamber: "Evet," dedi. Sonra onu sağ dizi üzerine, daha sonra da kucağına oturttu ve her defasında da onu hâlâ görüp görmediğini sordu. Hz. Peygamber de "Evet" cevabını verdi. Ravi şöyle devam eder: Sonunda Hz. Hatice başım açtı ve örtüsünü üzerinden at­tı; Hz. Peygamber de kucağındaoturuyor idi. Sonra Hatice: ´"Yine görü-yormusun " diye sordu. Hz. Peygamber "Hayır," cevabını verdi. Birri-vayette de: Hz. Hatice kocasını elbisesinin içerisine almıştı. Bunun Üzerine de o gözükmez olmuş gitmişti. Böyle bir denemeden sonra Hz. Hatice kocasına: "Ey Amca oğlu! Metinol ve sanamüjdeler olsun! Çün­kü ALLAH´a yemin ederim ki, o muhakkak bir melektir; o asla bir şeytan değildir" demişti.[371]

İtiraz: Velî kullara has olmak üzere daha başka bilgi vasıtaları (medârik) da vardır ve onlar, bunlar sayesinde şer´î kıstaslara ihtiyaç duymazlar.

Cevap: Bu itiraz yerinde değildir. Dediğiniz gibi olduğunu kabul etsek bile, bu takdirde bu bilgi yolları kerametler ve harikuladelikler cümlesinden olacaktır. Zira bunlar ancak ALLAH´ın veli kullarına has bulunmaktadır. Bu durumda bunlarla, diğer müşahade edilen hari­kuladelikler arasında bir fark bulunmayacaktır. Neticede bunların sahih olup olmadığını kendisine vuracağımız mutlak bir kıstasın, onun sıhhatine tanıklık edecek bir şahidin bulunması gerekecektir ve o takdirde teselsül lâzım gelecektir; teselsül ise bâtıldır. Bu konuda yalnız başına hissetme, duyma (vicdan) iddiası yeterli değildir. Çün­kü, hissin sadece bir his olması açısından onun fesat ya da sıhhatini gösterecek bir delil bulunmamaktadır, Örneğin elemler ve hazlar in­kar olunamayan hislerdendir; bununla birlikte bu onların şer´an sahih ya da fâsid olduklarını göstermez. İnsanın kendisini kurtaramadığı diğer durumlar da aynı şekildedir. Meselâ Öfke halini ele alalım: Bir olay insanı kızdırdığı zaman öfke hali diğer duygulardan farksız ola­rak ortaya çıkar ve bunu inkâr etmek de mümkün değildir. Bununla birlikte bu his, eğer ALLAH için ise övgüye değer bulunur; ALLAH için de­ğilse de yergiye konu olur. Bu durumda bir duygu olarak tamamen ay­nı olan bu İki tür Öfkenin arasını ayırabilmek için mutlak surette şer´î bakış açısına ihtiyaç vardır. Zira şer´î kıstaslara vurmaksızın, kişiye hâkim olan şu öfke yergiden uzak ve övgüye değerdir denilemez. Zira birşeyin övgü ya da yergiye lâyık olduğunun belirlenmesi aklın değil Şâri´in işidir. Bu durumda onun övgüye değer olduğu şerîat olmaksı­zın nereden bilinebilecektir Bu, şerîat olmaksızın asla bilinemez. Böyle bir ayırımın mürebbî ya da muallime (eğitimci ya da öğretmen) nisbet edilmesi de doğru değildir. Çünkü aynı durum burada da geçer­lidir.

Konu ile ilgili asıl problem şudur: Harikuladelikler insanın kud­reti dahilinde olmayan şeylerdir. Kullar, kendi arzularıyla onları ka­zanamayacakları gibi kendilerinden de uzaklaştıramazlar. Çünkü bunlar tamamen ALLAH vergisidir ve O, bunları kulları içerisinden dile­diği kimselere vermektedir. Bu durumda harikuladelikler insandan çıktığında, bunlar hakkında onların şeriata uygun olmadığını far-zetsek bile şeriatın bir hükmü bulunmayacaktır. Bunlar, insana kendi kesbi olmaksızın ansızın ânz olan elem ve ağrılarla, neşe ve se­vinçler gibidirler. Nasıl ki, bu şeyler şer´an güzel ya da çirkin (hüsün ve kubuh) diye nitelenemezse, onlara şer´î bir hüküm bağlanmıyorsa bu­rada da durum aynıdır. Hatta bunlara en çok benzeyen şeyler bayılma, delirme vb. gibi hallerdir. Başkalarına dokunan bir zarar söz konusu olsa bile, bu gibi hallere taalluk eden bir hüküm bulunmamaktadır. Mesela deli bir kimse, deliliği sırasında bir mal telef etse veya bir kim­seyi öldürse ya da içki içse kendisine bir hüküm terettüp etmemekte­dir.[372]Aynen burada da durum aynı olmaktadır. Dikkat edilecek olur­sa bu gibi zevatın istiğrak halleri ile nakledilen olaylar tam bir benzer­lik arzeder; onların üzerlerinden namaz vakitleri geçer de hiç haberle­ri olmaz. Mükâşefe ve istiğrak hallerinde va´dlerde bulunurlar, fakat yerine getirmezler. Başkalarının mahremiyetlerine vâkıf olmak[373] gi­bi yollarla insanların hallerine muttali olurlar. Onlarda meydana gel­miş ya da onlar hakkında nakledilmiş bu ve benzeri şeyler, onlar iste­seler de istemeseler de yerini bulmuş şeylerdir. Bu durumda bu gibi şeyler nasıl olur da şer´î hükümler altına sokulmak istenir !

Cevap: Geçen deliller, meselenin esasını isbat için yeterlidir. İti­raz olarak serdedilen şey yerinde değildir. Çünkü, harikuladeliklerin elde edilmesi ya da uzaklaştırılması her ne kadar insan kudretinde de­ğilse de, onun kudretinin, bu neticelerin (müsebbeblerin) sebepleriyle bir taalluku bulunmaktadır. Daha önce de geçtiği üzere, mükellefin emredilerek ya dayasaklanılarak muhatap tutulduğu şey sebebler ol­maktadır. Müsebbebler ise, ALLAH´ın yaratmasıdır. Harikuladelikler de bu cümledendir. Yine daha önce de geçtiği gibi, sebeblerden doğan müsebbebler, hüküm bakımından sebebiyet verdiği için mükellefe nisbet edilmektedir. Çünkü müsebbebler konusunda ALLAH´ın koydu­ğu âdet-i ilâhiye şöyledir; Müsebbebler, sahihlik ve bâtıllık, doğruluk ve eğrilik gibi konularda sebeblere bağlanmıştır. Harikuladelikler de, yükümlü kılınan sebebler üzerine terettüp edilen müsebbeblerdir. Ni­tekim bunlar, amel konusunda sünnete sarılma ölçüsünde, onları her-türlü şaibelerden, arzu ve hevesin etkisinden arındırma oranında gerçekleşmektedir.Normal amellerin neticesinden o amellerin doğru olup olmadıkları sonucu çıkarılabilmektedir; dolayısıyla burada da durum aynı olacaktır. Yüce ALLAH şöyle buyurur; "Ancak işlediklerini­zin karşılığını görürsünüz"[374] ´Ya siz yaptıklarınızdan başka bi -şey için mi cezalandırılacaksınız[375] Kudsî hadiste de; "Ey kullarım! Bunlar sizin amellerinizdir; onları sizin içirusayıyorum ve sonra onla­rı eksiksiz olarak size veriyorum" buyrulur.[376] Bu nassîar, hem dünyevî hem de uhrevî amellerin karşılığım kapsamaktadır. Muame­lât konusunda mevcut bulunun fıkhı ferî meseleler de aynen âdetlerin şehâdeti gibi burada konumuza tanık olmaktadır. Bu ha­liyle konu, genel anlamda kesinlik arzetmektedir.

Durum böyle olunca, hak ya da bâtıl şekilleriyle meydana gelen harikuladelikler, bunların öncesi bulunan riyazete nisbet edilmiş ol­maktadır. Neticeler, şüphesiz mukaddimelere tâbi olurlar. Bu durum­da teklifi hüküm, mukaddimeleri açısından harikuladeliklere de taal­luk etmiş olur ve sahibi onunla mesul tutulur. Bu haliyle de harikula­delikler şer´î bakış açısından dışarı çıkmış olmazlar. Hastalık,- delilik vb. gibi mükellef tarafından işlenmiş bir sebebi bulunmayan haller ise böyle değildir; zira onlara herhangi bir teklifi hüküm taalluk etmez.. Eğer onlarda da mükellefin bu gibi hallere sebebiyet verdiğinifarzede-cek olsak, o takdirde bu gibi haller mükellefe nisbet edilmiş olacak ve kendisine yükümlülük hitabı taalluk edecektir. Meselâ kendi irade­siyle meydana gelen sarhoşluk vb. gibi. Bu izahtan da anlaşılacağı üzere, şeriat harikuladelikler üzerinde hâkim konumdadır ve onun çerçevesi dışına hiçbir şey çıkmamaktadır.

Allahu a´iem!

Fasıl;

Buradan da anlaşılacaktır ki, şimdiye kadar meydana gelmiş ve kıyamete kadar da gelecek olan her türlü harikuladeliklerin şer´î hü^ kümlere vurulmadan kabul ya da reddedilmesi doğru olmayacaktır. Eğer şer´î kıstaslar, o şeyi caiz görüyorsa, o sahihtir ve yerinde kabul görür; aksi takdirde ise kabul edilmez. Bundan sadece peygamberler elinde ortaya çıkmış olan harikuladelikler müstesnadır. Çünkü biri­lerinin kalkıp da onları inceleme altına alma yetkisi yoktur. Zira onla­rın sahih olarak meydana geldikleri kesindir ve başka türlü olması da imkansızdır. Bu yüzdendir ki, Hz. İbrahim oğlunu boğazlama konusunda rüyasının gereği ile hükümde bulunmuş ve oğlu da kendisine; "Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap![377] demiş ve teslimiyet göstermistir. Harikuladelikler üzerinde durma, onları şer´î kıstaslara vur­ma durumu ancak masum olmayan kimseler elinde meydana gelmiş olması halinde söz konusudur.

Harikuladeliklerin şeriata vurulması şöyle olacaktır: Bunlar normal hallerde meydana gelmiş şeyler olarak ^arzedileeektir. Eğer bu halleriyle âdeten ve kesb yoluyla işlenmeleri caiz olan şeyler ise, o harikuladelik o haliyle caiz olacak; aksi takdirde caiz olmayacaktır. Örnekler: Mükâşefe yoluyla bir kadının durumuna ya da mahrem bir hale vâkıf olan bir kimse, eğer kendi kasdıyla olmasa bile, buna kendi­sine şer´an muttali olmasıcaiz olmayan bir şekilde vâkıf olmuşsa; veya kendisini, falanın evine kansı ile cima ederken gittiğini ve onu karısı­nın üzerinde bulduğunu görmüş ise; yabancı bir kadının karnındaki bir çocuğa mükâşefe yoluyla vâkıf olmuşsa ancak bu kadının hissen kendisine bakması haram olan cildine ya da başka bir organına gözü temas edecek şekilde olmuşsa; "Ben senin Rabbinim" diye ses ve harf­lerini hissetttiği bir nida işitmişse; yahut "Ben Rabbinim!" diyen mü­cessem bir suret görmüşse; yahut "Sana haram olan şeyleri helâl kıl­dım" diyen bir ses işitmiş ve görmüşse... evet bütün bu ve benzeri du­rumlar hiçbir şekilde şeriatın kabul etmeyeceği harikuladeliklerdir. Bunlara benzeri diğer durumlar kıyas edilebilir. Tevfîk ancak Al­lah´tandır. [378]

On Üçüncü Mesele:


Yükümlülük, mükelleflerin yapageldikleri şeylerin (avâid)[379] bi-düziyeliği üzerine kurulmuş olduğuna göre, mükellefin yükümlülük hükmü altına girmesine nisbetie, üzerine bina edilecek şeyler için alı­şılagelen şeyler (avâid, tabiat olayları) üzerinde durmak gerekecektir.

Bunlardan biri de şudur: Vücûd âleminde âdetlerin cereyan tarzı (mecârfl-âdât), zannî değil kesin bilinen bir husustur. Yani bunlar külliyyâttan olup, özel cüziyyâttan değildir. Delilleri:

(1)

İstikra ile bilindiği üzere şerîatler bunları bu şekilde getirmişler­dir. Meselâ bizim şeriatımızı ele alalım: Yükümlü tutulacak kimselere nisbetîe getirilmiş bulunan küllî yükümlülükler hep aynı biçimde aynı [280] miktarda ve aynı tertipte konulmuştur.[380] Bunlar, önce gelenlere ya da sona kalanlara yani zamana göre değişecek şeyler değillerdir. Teklif konularının ki mükelleflerin fiilleri oluyor böyle olduğu konusun­da bu açıktır. Mükelleflerin fiilleri, varlık âlemi normal düzeni üzerin­de durdukça kendi tertibi içerisinde cereyan edecektir. Eğer varlık âleminde bulunan âdetler farklılık gösterecek olsa, bu şeriatların, on­ların getirdiği düzenin ve ilgili hitabın da değişmesini gerektirecektir. Bu durumda ise, şeriat olduğu hal üzere kalmış olmayacaktır. Böyle bir netice bâtıldır.

(2)

Şeriat, bu varlık âleminin hallerinin kıyamete kadar devamlı ve değişmesiz olduğunu bildirmiştir. Meselâ gökler ve yerle bunlar ara­sında ve içerisinde bulunan her türlü menfaat,[381]tasarruf[382]ve hallerin[383] haberleri; sünnet-i ilâhîde herhangi bir değişiklik olmaya­cağını; ALLAH´ın yarattıklarında bir değişme bulunmayacağını bildiren haberleri gibi. Aynen bunun gibi şerîatlerle yükümlü tutmak da bu şe­kilde gelmiştir. Doğruluğunda kuşku bulunmayan kimsenin (pey­gamberler) verdiği haberler, asla haber verilenin aksi olamaz; çünkü söylenilenle gerçek arasında tutarsızlık muhaldir.

(3)

Eğer âdetlerin (tabiat hadiselerinin) bidüziyeliği bilinen bir hu­sus olmasaydı, o zaman furû bir tarafa, din esastan bilinmezdi. Çünkü dinin bilinmesi ancak peygamberliğin kabulü ile mümkündür. Pey­gamberliğin kabulü de ancak mucize yoluyla gerçekleşir. Mucize ise, ahşılmışlığın üstüne çıkılmasından (harikuladelik) öte başka birşey değildir. Alışılmışlığın üstüne çıkmak ise, ancak âdetlerin geçmişte ol­duğu gibi halde ve istikbalde de bidüziyeliğin mevcudiyeti ile meydana gelebilir. Alışılmışlığın anlamı şudur: Farzedilen bir fiil, meydan okumaksızın vuku bulması varsayıldığında, mutlak suretle benzerlerinin meydana geleceği üzere vuku bulacaktır. Davetle birlikte alışılmışın dışında vuku bulursa, bidüziyeliğe muhalif olarak bu şekilde meydana gelmesi davetçinin doğruluğuna delalet edecektir. Eğer adetin bidüzi­yeliği bilinmeseydi davetçinin doğruluğuna dair bilgi zorunlu olarak ortaya çıkmazdı. Çünkü böyle bir harikuladeliğin meydana gelmesi davet ve meydan okuma olmaksızın iddia konusu olmaz. Ancak (bidü-ziyeliğe dair) bilgi mevcuttur; bu da bu bilginin üzerinde kurulu oldu­ğu şeyin de bilinir olduğunu gösterir. Ulaşılmak istenen netice de bu­dur.

İtiraz: Bu, âdetlerin (tabiat olaylarının) bidüziyeliginin bilinir olmadığını, aksine olsa olsa zan dahilinde olduğunu gösteren şeylerle çelişki arzeder. Konuya dair iki delil vardır:

(1) Alemde birşeyin devamlılığı o şeyin varlığının başlangıcı ile (imkân açısından) eşittir. Çünkü süreklilik devamlı bir mü-dahil güç (´imdat} iledir. Bu müdahale ise bulunmayabilir. Ni­tekim başlangıçta birşeyin yokluğunun sürekliliği mümkün idi. Varlık kazanınca, mümkün olan iki alternatiften biri or­taya çıkmış oldu. Ortaya çıkarken de o şeyin asıl yokluk üzere kalması caizdi. İkinci zamana nisbetle de, varlığı mümkün ol­duğu gibi yokluğu da mümkündür. Durum böyle olunca da, mevcudiyetinin sürekli olmayışı imkan dahilinde iken nasıl olur da varlığının sürekliliğine dair bilgi doğru olabilir. Bu bizzat muhalin tâ kendisi değil midir

(2) Varlık aleminde harikuladelikler az değil bilakis çoktur. Özellikle de peygamberler ile bu ümmetten ve daha önceki geçmiş ümmetlerden olan veli kullar ellerinde ortaya çıkan harikuladelikler pek çoktur. Vuku sırf imkandan öte daha güçlü birşeydir ve delâlet gücü daha yüksektir. Şu halde cere­yan etmekte olan âdetlerin (tabiat olaylarının) (bidüziyeliği) kesin olarak belli değildir.

Cevap: Birinci itiraza şu şekilde cevap verebiliriz. Aklen birşeyin caiz olması, o şeyin akıl bakımından imkânsız olmaması demektir. Bu­rada söz konusu imkânsızlık kesin nakil ile olmaktadır. Birşeyin imkânsızlığı nakil ile ki geçen bütün deliller oluyor sabit ise, artık o konunun aklen caiz olmasının bir anlamı kalmamaktadır.

İtiraz: Bu, kesin esaslar (katiyyât) konusunda bir çelişkidir; do­layısıyla de muhaldir.

Cevap: Muhâllik, ancak aynı cihetten çelişme durumunda söz ko­nusu olur. Burada ise durum öyle değildir. Aksine burada aklen câizlik, asıl imkân konusunda hükmü üzere devam etmektedir. Nak­len imkânsızlık ise vuku bulmaya yöneliktir. Nice olması caiz olan şey vardır ki, vuku bulmamıştır. Burada da aynı şekilde söyleriz; Âlemin, var olmadan önce, asıl yokluk Üzere kalması da, varlık âlemine çıkma­sı da mümkün idi. Onun üzerinde yokluğun hüküm sürmesi ya da onun varlık âlemine çıkarılması bizzat kendi açısından eşitti. ALLAH Teâlâ´nın ilmi cihetinden ise var olması zorunluydu ve vücudu vâcibdi; her ne kadar haddizatında asıl yokluk üzere kalması mümkün idiyse de, ilâhî ilme nisbetle yokluğunun sürmesi de muhaldi. İşte bunun içindir ki şöyle derler: Küfür üzere ölen bir kimsenin nimeti en dirilme­si; İslâm üzere ölen bir kimsenin de azablandmlması mümkündür. Ancak bu caiz (mümkün! olan şeyin vukuu muhaldir. Çünkü Yüce Al­lah azab göreceklerin kâfirler, nime ilendirilecek olanların da mümin­ler olduğunu haber vermiştir. Burada câizlik, mümtenihk ve vâciblik aynı nokta üzerinde değildir. Konumuz bakımından da aynı şey söz ko­nusudur. Câizlik, bizzat câizlik açısından; vâciblik ya da mümtenilik de hârici bir unsurdan dolayıdır, haliyle aralarında bir çelişki (tearuz) bulunmamaktadır.

İkinci İtiraza Cevap: Âdetler üzere hükme esas olan bilgimiz, varlık âlemi hakkındaki külliyyâtla ilgilidir; cüziyyâtla ilgili değildir. İtiraz edilen nokta ise cüz´î konularla ilgilidir ve onlar "küllî esasları ze­deleyecek ölçüde değildir. Bu yüzden de bunlar, dünya işlerinde âdetlerin gerekleri doğrultusunda amel konusunda asla bir şüphe ya da duraksama doğurmamaktadır.[384] Eğer âdetlerin istikrar göster­mekte olduğuna dair bilgi olmasaydı, daha önce de geçtiği gibi o takdirde harikuladelikler ortaya çıkmaz, bunlar diğer normal olaylar­dan ayırt edilemezdi. Bu, eârî olan âdetlerin bidüziyeliğini gösteren en güçlü delildir. Bu delili ortaya koyan Fahreddin er-Râzi ol­maktadır. Şimdi biz, buna rağmen alışılmışlığı yırtan bir cüz´î (hari­kuladelik) gördüğümüzde, bu bize ortada eğer bir meydan okuma var­sa bir peygamber mucizesiyîe, meydan okuma yoksa veya caiz gören görüşe göre meydan okuma ile de olabilir bir velinin kerameti ile karşı karşıya bulunduğumuzu gösterir. Bu tür harikuladelikler bizim külli âdetlerin sürekliliğine dair olan bilgimizi zedelemez. Nitekim biz geçmişte ya da içerisinde bulunduğumuz zamanda âlemde cüz´î olarak cereyan etmekte olan bir âdet gördüğümüzde, o âdetin i stikbal-de de süreklilik göstereceğine dair bir kanaate (zanna) sahip oluruz. Keza geçmişte ahşıîmışlığı yırtan olay delilinden hareketle o konuda yine ahşılmişhğın üzerine çıkılabileceğini kabul ederiz. Bütün bunlar, bizim küllî âdetlerin sürekli olduklarına dair olan bilgimizi ortadan kaldırmaz. Diğer usûl meseleleriyle ilgili hüküm de böyledir. Meselâ kıyasla, vâhid haberle amel etmek, iki zannî delilin tearuzu durumun­da tercih yoluna başvurmak vb. kesin esaslardan olmaktadır. Bunun­la birlikte iş uygulamaya gelince, belli bir kıyas ile ya da belli bir vâhid haber ile ulaşılan netice ile amel etmek katı değil zannî olmaktadır.

Diğer meselelerde de durum aynıdır ve bu cüz´î uygulamada sözkonu-su olan zannîlik, külli olan meselenin esasını zedelememektedir. Bü­tün bunlar açıktır. [385]

On Dördüncü Mesele:

Süreklilik arzeden âdetler[386] iki kısımdır:

(1) Serî âdetler: Bunlar şer´î delillerin ortaya koymuş olduğu ya dayasaklamış bulunduğu şeylerdir. Bunlar şeriat tarafından vaciblikya da mendupluk düzeyinde yapılması istenilen veya mekruhluk ya da haramlık seviyesinde yapılması yasakla­nan veyahut da yapılıp yapılmaması tercihe bırakılan şeyler­dir.

(2) Hakkında müsbet ya da menfî şer´î bir delil bulunmayan ve insanlar arasında cereyan etmekte olan âdetler.

Birinci türden olan âdetler, diğer şer´î esaslarda olduğu gibi ebedî olarak sabittirler. Meselâ köle şehâdet ehliyetinden mahrumdur, ne­casetin giderilmesi istenilmiştir, namaz için taharet ve avret mahalli­nin örtülmesi emredilmiştir. Çıplak olarak Kabe´nin tavaf edilmesi ya­saklanmıştır.... Bu ve benzeri insanlar arasında süregelen âdetler Sâri tarafından ya güzel ya da çirkin bulunarak emredilmiş ya da ya­saklanmışlardır. Bunlar şer´î hükümler altına giren durumlar cümle-sindendir. Bu gibi konularda, mükelleflerin düşüncelerinde değişme­ler meydana gelse bile asla bir değişiklik söz konusu olamaz [387]ve güze­lin çirkine, çirkinin de güzele dönüşmesi sahih olmaz. Bu itibarla biri kalkıp da şöyle diyemez: Kölenin şahitliğinin kabulünü güzel âdetler önlemez; dolayısıyla onların şahitliklerini kabul etmeliyiz ya da bu­gün avret yerlerinin açılması ne ayıptır ne de çirkin birşeydir; neticede açıklıkta bir sakınca yoktur gibi hezeyanlarda bulunamaz. Zira . eğer bu yaklaşım doğru olacak olsa, bu sürekli ve yerleşik hükümlerin neshedilmesi demek olurdu. Oysa ki, Hz. Peygamber´in ölü­münden sonra nesh artık imkânsızdır. Netice itibarıyla şer´î âdetlerin kaldırılması bâtıldır.

İkinci kısma gelince: Bu kısımdan olan âdetler:

(a) Sabit olabilirler.

(b) Değişken olabilirler.

Bununla birlikte bu tür âdetler de, üzerlerine terettüp edeeekhü-kümler için sebepleri teşkil etmektedir.

Sabit olanlar, insanda mevcut bulunan yeme, içme, cinsî arzu, bakma, konuşma, tutma, yürüme vb. şehvetlerin bulunması gibi şey­lerdir. "Bunlar belli müsebbebler için sebebler olduklarına göre, Sâri´ Teâlâ onlarla ilgili hükümler koymuş olacaktır ve bu durumda devam­lı olarak onların dikkate alınması, üzerlerine dayanılarak uygun hü­kümler konulması hususunda herhangi bir problem bulunmayacak­tır.

Değişken olanlara gelince, bunları aşağıdaki gibi kısımlara ayır­mak mümkündür:

(1)

Bunlardan bir kısmı güzellikten çirkinliğe ya da çirkinlikten gü­zelliğe değişim gösteren âdetlerdir. Mesela, (erkeğin) başı açık dolaş­ması gibi. Bu çeşitli yörelere göre farklılık arzeder. Doğu (şark) ülkele­rinde mürüvvet sahibi kimselere göre çirkin kabul edilen başın açıl­ması, mağrip (batı) ülkelerinde çirkin sayılmaz. Bu durumda İlgili seri hüküm yöreden yöreye değişir ve başı açık gezmek doğu ülkelerinde adaleti zedeleyici olurken batı ülkelerinde zedeleyici olmaz.

(2)

Bir diğer kısım da maksadı ifadedeki farklılıklardır; bu durumda bir mânâyı ifade eden söz yerini başka bir söze bırakır. Maksadı ifade­deki farklılıklar şu şekilde ortaya çıkar:

(a) Ya Araplarla Arap olmayanlar gibi millet farkından doğar.

(b) Ya da aynı millet içerisindeki farklılıklara nisbetle ortaya çıkar. Mesela, belli bir sanat erbabı, sanatlarıyla ilgili kendi aralarında diğer insanlardan farklı tabirler kullanırlar.

(c) Bir kelimenin birçok anlamı içerisinden bir tanesi yaygınlık kazanır ve zamanla o lafızdan ilk etapta o mânâ anlaşılır hale gelir. Halbuki o lâfızdan daha önce başka mânâlar da anlaşı­lıyordu. Yahut lâfız müşterektir fakat zaman içerisinde an­lamlarından birine has bir hal almıştır. Ve buna benzer hal­ler... Bu gibi durumlarda örfe itibarla hüküm yaygın olana göre verilir; ancak örf sahibi olmayanlara sözkonusu örfe da­yalı hüküm nisbet edilmez. Bu tür örfün cereyan ettiği yerler daha çok yeminler, akitler, sarih ya da kinaye yoluyla yapı­lan talâklar gibi konulardır.

(3)

Muamelât ve benzeri konulardaki fiillerde (teamüllerde) meydana gelen farklılık)ardır. Meselâ nikâh konusunda âdet zifaftan önce mehrin teslim edilmesi; falanca şeyin satımında âdet ödemenin vere­siye değil peşin yapılması ya da ille şu kadar mühletle olması şeklinde olabilir. Bu gibi durumlarda hüküm söz konusu âdetler (Örf) doğrultu­sunda cereyan edecektir. Nitekim bu konular fıkıh kitaplarında yazılı bulunmaktadır.

(4)

Mükellefin dışında olan durumlara göre farklılık arzeden şey­ler.[388] Ergenlik (bulûğ) gibi Bu konuda dikkate alman husus insanla­rın ihtilâm ve hayız olma"gibi ya da ihtilâm ve hayız yaşı gibi konular­daki âdetleri olmaktadır. Hayızda da durum aynıdır.[389] Bu konuda da ya mutlak olarak bütün m sanların âdetleri ya da kadının kendi ya da akrabalarının âdetleri dikkate alınır ve farklılık konusunda âdetlerin gereği ile şer´an hükümde bulunulur.

(5)

Olağan dışı durumlar hakkında olur. Meselâ, bazı olağan dışı du­rumlar bir kısım insanlar için âdet haline gelebilir. Bu durumda olan kimseler için, kendisi hakkında âdet halini alan o olağan dışı durum dikkate alınarak hüküm verilir. Ancak bu, herkes için olağan olan du­rumun bu kimse için fevkalâde bir durum olmadıkça bir daha dönme­yecek şekilde ortadan kalkmış olması gerekmektedir. Meselâ, herke­sin normal yoldan dışkısını dışarı attığı organı artık yok hükmünde oîan ve dışkısını açılan yeni bir delikten dışarı atar bir duruma gelen bir kimsenin halini örnek olarak alabiliriz. Eğer böyle birinin eski nor­mal organı tabügörevinisürdürebiliyorsa hüküm genel âdet doğrultu­sunda olacaktır.

Bazen de ihtilaf daha başka yönlerden olacaktır. Buna rağmen şeriat yönünden dikkate alınan husus bizzat o âdetler olacak ve hü­kümler o âdetlere uygun olarak konulmuş olacaktır. Çünkü şeriat yaygın olan (mutat) durumlai"la ilgili yine mutat durumlar getirmiş ve alışılmışlığın dışına çıkmamıştır. Nitekim bu husus daha önce açık­landı.

Fasıl:


Burada sözü edilen âdetlerin farklılık arzetmesi durumunda hükümlerin de değişeceğinden maksat, aslî hitapta meydana gelmiş bir değişiklik değildir. Çünkü şeriat ebedî ve devamlı yürürlükte kalmak üzere konulmuştur. Eğer biz dünyanın sonsuzluğunu farzedecek ol­sak, yükümlülük de aynı şekilde sonsuza kadar devam edecek ve şeriatta bir ilaveye ihtiyaç duyulmayacaktır. Âdetlerin farklılık göstermesiyle hükümlerin de değişmesinden maksat şudur; Her âdet farklılık arzettiği zaman yeni bir şer´î asla döner ve bu kez onun hük­münü alır. Meselâ ergenlik konusunda olduğu gibi. Kişi ergenlik çağı­na ulaştığı zaman üzerine yükümlülük biner. Ergenlik çağından önce yükümlülüğün olmaması, ergenlik sonrasında ise yükümlülüğün doğ­ması aslî hitapta meydana gelen bir değişme değildir. Değişiklik (ihti­laf) sadece âdetlerde ve şâhidlerde[390] meydana gelmektedir. Zifaftan sonra mehrin teslim edilip edilmediği konusunda bir anlaşmazlık çı­karsa âdetin geçerli olduğu bir ortamda söz kocanın sözııdür; âdetin değiştiği bir ortamda ise söz zifaftan sonra da olsa yine kadının sözü­dür. Buradaki değişiklik hükümde bir değişiklik değildir; aksine bu bilinen bir hususla ya da bir esasla ağır basan koca tarafına hükümde bulunmaktır. Neticede söz, herhangi bir kayıt getirmeksizin kocanın olacaktır; çünkü o müddeâ aleyh (davalı) olmaktadır.[391] Diğer örnek­lerde de durum aynıdır. Hükümler her zaman için sabittir ve onlar mutlak surette sebeblerine tabidirler; sebeb bulununca hükümler de bulunur. Allahu a´lem! [392]

On Beşinci Mesele:


Geçerli olan âdetlerin şer´an dikkate alınması zarurîdir. Bunla­rın aslında şer´î zaruretler olup olmamaları farketmez. Yani ister şer´î delillerle emredilmek veya yasaklanmak ya da tercihe bırakılmak su­retiyle ortaya konulmuş olsunlar, ister olmasınlar durum değişmez. Delil ile ortaya konulmuş olanların durumu açıktır. Delil ile konulma­mış olanlara gelince, onları dikkate almaksızın yükümlülüğün ikâmesi mümkün değildir, Meselâ Öteden beri âdet olduğu üzere zecrî (köklü) tedbirler suç işlemekten el çekmenin sebebidir.[393] Nitekim âyette: "Kısasta sizin için hayat vardır"[394]buyruîmuştur. Eğer bu âdet şer´an dikkate alınmasaydi kısas kesinlik kazanmaz ve meşru kılınmazdı; zira o faydasız bir teşrî olmuş olurdu. Halbuki, du­rumun öyle olmadığı "Kısasta sizin için hayat vardır" buyruğu ile red­dedilmektedir. Aynı şekilde tohum ekinin bitmesi için, nikâh neslin devamı için, ticaret malın çoğalması için Öteden beri (âdeten) sebeb ol­maktadır. "ALLAH´ın sizin için yazdığı şeyi isteyiniz" [395] "ALLAH´ın lut-fundan isteyiniz[396]"Rabbinizin lutfundan istemenizde size bir gü­nah yoktur"[397] gibi âyetler, devamlı olarak müsebbeblerin sebeblerine bağlı olarak meydana geldiklerini göstermektedir.[398]Eğer müsebbeb-ler,[399]sebeblerin meşru kalınması sırasında Şâri´ce amaçlanmış olma­saydı,[400] bu durum kesin delil ile ters düşerdi. Dolayısıyla kesin delil­lerle ters düşecek bir neticeyi doğuracak şey bâtıldır.

İkinci bir husus, daha önce âdiyyâtın bilinmesi konusunda geçen izah[401]aynen burada da geçerlidir.

Bir üçüncü husus, biz kesin olarak biliyoruz ki, Sâri´, teşrîde mas­lahatları dikkate almaktadır. Bu, mutlak surette âdetleri» dikkate alınmış olmasını gerektirecektir. Çünkü madem ki şeriat herkes için hep aynı ölçüde gelmiştir; bu maslahatların bu ölçü üzerinde gerçekle­şeceğini gösterir. Teşriin esasını maslahatlar oluşturur. Teşrî devam­lıdır; maslahatlar da öyle olacaktır. Şâri´in teşrîde âdetleri dikkate al­mış olmasından kastedilen de işte budur.

Bir dördüncü husus da şudur[402]: Eğer âdetler dikkate ahnmayacak olsaydı bu durum takat üstü yükümlülüğe sebebiyet verirdi. Takat üstü yükümlülük ise caiz değildir veya caiz olsa bile vuku bul­mamıştır. Şöyle ki, hitap esnasında yükümlü tutulan şey hakkında bilgi ve onu yapmaya kudret ya dikkate alınmış olacaktır veya olmaya­caktır. Yükümlülüğün yönelmesi esnasında sözkonusu âdetlerle (âdiyyât) ilgili bir hitapta eğer bilgi ve kudret dikkate alınmış ise, za­ten bir mesele yok ve bizim demek istediğimiz de budur. Eğer dikkate alınmamış ise, bu şu anlama gelir: Yükümlülük bilene ve kadir olana olduğu kadar bilmeyene ve kadir olmayana da yönelmiş; manii olanla olmayan aynı kefeye konulmuştur. Bu ise tâküt üstü yükümlülüğün bizzat kendisidir. Bu konuya ışık tutacak deliller açık ve çoktur.

Fasil:

Âdetler şer´an dikkate alındığına göre, onların bazen olağanlığım yitirerek fevkalâdelik arzetmesi, genelde olağanlıklarını sürdürdük­leri sürece onların dikkate alınması esasını zedelemez. Burada âdetlerin olağanlıklarını yitirip fevkalâdelik arzetmesi konusu üze­rinde durulacaktır:

Âdetlerin olağanlıklarını yitirip fevkalâdelik arzetmesi, onların özel bir duruma (cüzîye) nisbetle ortadan kalkması demektir. Bu du­rumda onun yerini ya insanlar arasında mutat olan özür hallerinden biri, ya da daha başka bir hal alır. Eğer olağanlığın ortadan kalkması bir özür sebebiyle ise, konu ruhsat konusudur. Eğer başka bir hal al­mışsa bu da: (a) Olağan olan şey (âdet) ya devamh olan başka bir âdete yerini bırakacaktır; artık devamlı olarak idrarını vücudunda açılan bir delikten dışarı atan kimsenin durumunda olduğu gibi. Bu durumda ilk âdetin hükmüne dönülecek (ve o delikten idrarın atılması normal organdan atılma hükmünü alacaktır), ruhsat hükmüne gi­dilmeyecektir, (b) Ya da geçiş, âdet olmayan başka bir hale olacaktır (c) Veyahut da ilk âdeti tamamen ortadan kaldırmayan yeni bir âdete geçilecektir, Olağandişıbk yeni bir âdete dönüşüm şeklinde olur ve fa­kat bu ilk âdeti ortadan kaldırın azsa, onun dikkate alınacağı açıktır.Ancak bu ruhsat konusuna dönük olarak yapılacaktır. Mesela: İki na­mazı birleştirerek kılmak, orucu tutmamak ve namazı kısaltarak kıl­mak vb. gibi durumlara nisbetle mutat hastalık[403] ve mutat yolculuk gibi.

Mutat olmayan başka bir olağandışı duruma dönüşmesi halinde acaba bu halin bizzat kendisine ait bir hükmü olur mu, yoksa ona uy­gun olağan adetlerin hükümlerine mi tâbi olur

önce mutlaka misallendirinek, sonra da o hükümlerin olağan dı­şı durumlardaki yerlerine bakmak gerekir.

Bu türden örnekler[404]: Ömer b. Abdulaziz, zekat vermeyenleri zorlama konusunda duraksamış ve kendisine bu konuda yazan kimse­ye "Onu bırakınız" demiştir. Rıb´ıyy b. Hıraş olayı da bu türdendir: Haccac öldürmek için ona oğlunun yerini sordu. O da haber verdi. Ba­ba oğluna yapılmak istenen şeyi bilmekteydi;[405]Ebû Hamza el-Horasânî kuyuya düştüğünde üzerine kuyunun ağzı kapanmış, buna rağmen o imdat çağrısında bulunmamıştı. Ebu Yezid, hizmetçisiyle beraberken yanlarına Şakîk el-Belhî ile Ebû Türap en-Nahşi geldiler. Hizmetçiye: "Bizimle beraber ye" dediler. O: "Ben oruçluyum" dedi. Ebû Türap: "Ye! Senin için bir ay oruç sevabı vardır:! dedi. Hizmetçi ya­naşmadı. Şakik: "Ye! Senin için bir sene oruç sevabı vardır" dedi. Hizmetçi yine yanaşmadı. Bunun üzerine Ebu Yezîd: "ALLAH´ın gözünden düşen kimseyi bırakın" dedi. O genç bir sene sonra hırsızlık suçundan tutuklandı ve eli kesildi. Issız sahraya azıksız girmek, vahşî bölgelere dalmak da bu türden olup her ikisi de kendi kendini tehlikeye atmak kabilinden gözükmektedir.

Şeriata muhalefet etmenin doğru olmadığı bilindikten sonra bu konuda denilecek söz şöyle olmalıdır: Bu gibi şeyler asla şeriata muhalefet şeklinde yorulmamahdır. Zira bu işleri yapanlar dindar, takva ve fazilet sahibi, iyi halli kimselerdir. Dolayısıyla bu gibiler hakkında iyi zan beslemek gerekir. Nitekim biz gerek ashap ve gerekse takva konu­sunda onların yollarını takip eden selef-i salihimize karşı bu gibi dü­şüncelerimizden1 dolayı sorumluyuz. Netice olarak bu olağan dışı hal­lerin seran caiz olan şeyler doğrultusunda cereyan ettiği düşünülmeli­dir.

Bu takdirde onların düşüncelerini üzerine bina ettikleri şey: a. Ya olağan cinsinden garip bir şey olacaktır, b. Ya da olağan cinsinden olmayacaktır.

Eğer birinci kısımdansa, o takdirde onlar olağan şeylerin hüküm­lerine katılacaktır. Meselâ, orucu bozma emri. Çünkü böyle bir emir, belki de nafile olarak oruç tutanın nefsinin emiri[406] olduğunu gören bi­rinin görüşü üzerine bina edilmiş olabilir. Bu gibiler de çoktur. Bu du­rumda müridin (öğrencinin) kabulden kaçınması, inat ve nefse uyma olur. Böyle birisinin akibetinden korkulur. Özellikle de fazileti ve Al­lah´ın velî kulu olduğu herkesçe bilinen kimselere uyma konusunda. Ömer b. Abdulaziz´in zekatı vermeyen kimseyi bırakmayı emretmesi de aynı şekildedir. Belki de onun bu tavrı bir tür ietihad idi. Zira o, onu dinî kurallardan gaflet içerisinde bulunan bir kimse gibi kabul etmiş ve onun bizzat kendi kendine o durumdan vazgeçmesini ve halini dü­zeltmesini beklemiştir. Nitekim öyle de olmuştur. O kişi kendi kendi­sine düşünmüş ve kendisine vacip olan zekatı ödemiştir. Ömer bu tav-nyla o kimsenin tümden bırakılmasını kastetmiş değildir. Aksine o, bu şekilde onu uyarmış ya da onu denemiştir. Eğer o kişi böyle bir dav- . ranıştan sonra vermemekte ısrar edecek olsaydı, zekat vermemekte direnenlere ne lâzım geliyorsa, o kişi hakkında da onu uygulayacaktı.

Rib´iyy b. Hıraş olayı da aynı. O hayatında asla yalan söylememiş bir kimsedir, Haccac, bu yüzden oğlunun yerini kendisinden sormuş­tur. Bu gibi yerlerde doğruluk azimettir, yalan söylemek ise sadece bir ruhsattır ve gereği ile amel etmemek caizdir. Hatta azimetle amel et­mek daha sevapiı olmaktadır. Nitekim küfrü gerektirecek bir söz söy­leme konusunda durum böyledir. Küfür söz ise yalanın başıdır. Yüce ALLAH: "Ey iman edenler! ALLAH´tan korkun ve doğrularla beraber olun"[407]buyurmuştur. Bu âyet sefere katılmayıp geride kalan üç kişi­nin haberi anlatıldıktan sonra sevkedilmiştir. Bu üç kişi, yalan söyle­diklerinde yalanlan kabul edilebilecek bir konumda iken yalan söyle­memişler ve doğruluğu benimsemişlerdir. Bu yüzden de ALLAH onları Övmüş ve böylece onlar "Korku yolunda emniyet umulur" sözünün ge­reğince doğruluk yolunda işlerini düzene koymuşlardır. Nitekim ariflerden birisi şöyle demiştir: "Doğruluğayapış! Onun sanazarar vereceğinden korktuğun yerde o sana fayda verir. Yalanı da bırak! Onun sana fayda vereceğini düşündüğün yerde o sana zarar verir." Bu, doğru ve yerinde şer´î bir esas olmaktadır.

Ebu Hamza olayında da durum aynıdır. O da azimetle amel et­miştir. Çünkü o kendi kendisine, ALLAH´tan başkasına güvenmeme ko­nusunda söz vermişti. Bu azmini bozarak ruhsat yoluna başvurmadı. Bu da dinde yeri olan bir esastır. Onun bu durumuna şu âyet de delâlet etmektedir: "Kim ALLAH´a güvenirse O, ona yeter."[408] ALLAH´a tevekkül etmek başkalarına güvenmekten daha büyüktür, Hûd Hepi­niz bana tuzak kurun, sonra da ertelemeyin. Ben ancak benim de, sizin de Rabbiniz olan ALLAH´a güvenirim.[409] Ebu Hamza kendi kendisine azmedip ALLAH´tan başkasına güvenmeyeceğine dair söz verince ken­disinden, "Ahidleştiğiniz zaman ALLAH´ın ahdini y erine get irin"[410] âye­ti gereğince sözünde durması istenildi. Yine bazı imamlar ondan şöyle naklederler: O bazı sahâbîlerin Hz. Peygamber´e hiçbir kimseden bir-şey istememek üzere beratta bulunduklarım ve bunun neticesinde bi­nit üzerinde iken kamçısı düştüğünde onu kimseden kendisine verme­sini istemediklerini işitti ve bunun üzerine şöyle dedi: "Ya Rabbi! Bun­lar Senin Peygamberini gördüklerinde onunla ahidleştiler. Ben de as­la hiçbir kimseden bir şey istememek üzere seninle ahidleşiyorum" de­di. Sonra haccetmek amacıyla Şam´dan Mekke´ye doğru yola çıktı ve söz konusu olay başına geldi. Bu da aynı şekilde azimetle amel etmek kabilinden olmaktadır. Zirao,kendi kendisine kendisinden dahafa-ziletli olan insanların (sahabe) ahdi gibi söz vermişti. Bu haliyle o, şer´î esaslar haricinde hareket etmiş olmuyordu. Bunun içindir ki, İb-nu´1-Arabî bu olayı anlatınca: "Bu ALLAH´a ahidde bulunmuş bir kimse­dir ve ahde vefayı kemâl üzere bulmuştur. Uyun ona, ALLAH´ın izniyle doğru yolu bulursunuz" demiştir.

Vahşî hayvanların bulunduğu tehlikeli yerlere girmek, keza azıksız ıssız çöllere dalmak da aynı şekildedir. Hükümler bahsinde de belirtildiği üzere bazı insanlara göre sebeblerin varlığı ile yokluğu ara­sında bir fark yoktur. Çünkü sebebleri de müsebbebleri de yaratan Al­lah´tır. Durumu böyle olan bir kimse için sebebler yok hükmündedir. Dolayısıyla onun için bir yaratıktan korku duyma ya da ondan umut [292] bekleme gibi bir durum olmayacaktır. Zira ALLAH´tan başka ne korku­lacak ne de^kendisinden umut beklenecek hiçbir şey yoktur. Böyle bir anlayıştan kaynaklanan bu tür hareketler, helake atılmak değildir. Ama yanında azık olmadan çöle girdiği zaman ya da vahşî hayvana yaklaştığında helak olacağına inanıyor ve buna rağmen bu tür davra­nışlarda bulunuyorsa, kendi kendisini tehlikeye atmak işte o zaman gerçekleşmiş olacaktır. Kaldı ki, İmanı Gazzâlî, çöle girme konusunda tahammül ve sabredebilme, bitkilerle idare edebilme alışkanlığının olmaması şartını getirir.

Bu izahtan sonra sanırız siz, velayet mertebesine ulaşmış evliya­nın ellerinde gerçekleşmiş bulunan şeyin, olağan (normal) hükümlere dönecek şekilde bir izahının bulunduğunu göreceksiniz. Hatta şunu da diyebiliriz, ALLAH´ın izniyle ancakonların böyle olduklarını görecek­siniz.

Fasıl:

(Davranışlarını) üzerine bina ettikleri şey mükâşefe gibi olağan dışı birşey ise, bu durumda onlara verilecek hüküm, carî bulunan âdetlerin (olağan hallerin) hükmü müdür; dolayısıyla kendilerinden diğer insanların üzerinde bulundukları durumlara tâbi olmaları iste-,nir mi Yoksa onlara, insanlar arasında câri bulunan olağan hallere (zahir âdetlere) ait hükümlerden farklı dış görünüşte şerîata muha­lif de olsa ayrıcalıklı bir muamelede mi bulunulur ve gerekçe olarak da gaybî keşfin tahkiki neticesinde muhalefet yok, muvafakat vardır mı denilir

On ikinci mesele ile daha önceki bahislerden anlaşıldığına göre burada da olması gereken şey, onlara Özel bir hükmün bulunmaması ve herkes için geçerli bulunan zahir hükümlere onların da tabi olmala­rıdır; mürşidin bunu onlardan kesinbir tarzda istemesigerekir. Buko-nuya delil olacak şeyler daha önce geçmişti. Ayrıca aşağıdaki hususlar da konuyla ilgili delil olacaktır:

1.

Eğer hükümler, olağandışı durumlar dikkate aîmarakkonulacak olsaydı, o zaman onlarla ilgili olarak hiçbir kaide düzen tutmaz ve hiç­bir mükellef ile onların hükmü arasında irtibat meydana gelmezdi. Çünkü o takdirde bütün fiillerin hem muvafık hem de muhalif olmala­rı imkân dahilinde olacaktır. Hiçbir durum söz konusu edilemez ki, onun aynı anda hem sahih hem de fâsid olması mümkün olmasın. Bu durumda hiçbir kimse hakkında yaptığı bir fiilin fâsid ya da sahih ol­duğuna kesin olarak hükmetmek mümkün olmayacaktır. Haliyle fiil­lere sevap ya da ceza verilemeyecek, onu işleyen için ikram ya da aşa­ğılama olmayacak, kanlar korunamayacak ya da heder edilemeyecek, hiçbir hâkimin verdiği hüküm infaz edilemeyecektir. Böyle bir sonuca götürecek birşeyin, meşru kılınması özellikle de şeriatın temelini oluşturan maslahatlar dikkate alınıp dururken sahih değildir.

2.

Olağandışı haller, üzerine dayanılacak bir hüküm olabilecek kadar bidüziyelik arzetmezler. Çünkü bunlar belli bir zümreye has özel hallerdir. Sadece belli bir zümreye has olduğuna göre, başkaları hak­kında carî olmazlar. Bu durumda dış görünüşle ilgili (zevahir) kaide­ler onları kapsamayacaktır. Keza, onlarla, onlardan olmayan diğer in­sanlar arasında da carî olmayacaktır. Zira her iki grubun ittifakı ile, olağandışı hal sahibi olmayan kimseler hakkında fevkalâdelikler doğ­rultusunda hükümlerde bulunmak sahih değildir. Yani normal insan­larla ilgili hükümler verilmesi sırasında demek istiyorum. Zira hâkim ya da sultanın, velînin keşfini esas alarak onun lehinde hükümde bu­lunması ya da bizzat sultanın kendi keşfine dayanarak velî olmayan bir kimse hakkında zahiren konulmuş sebeblere dayanmaksızın hü­kümde bulunması, keza bir konuda iki velinin mahkemeye başvurma­sı durumunda hâkimin ke şfe dayanarak hükümde bulunması gibi yet­kileri bulunmamaktadır.

3.

Olağandışı haller belli bir zümreye has olup, herkesi kapsamadı­ğına göre, bu şeriatın genelliği, onun hükümlerinin herkesi ve her hali kapsadığı ilkesine ki daha önce delillendirilmişti ters düşecektir. Nasıl olabilir Onlar "Veli bazen isyan edebilir; onun için günahlar ca­izdir" diyebiliyorlar. Hiçbir fiil yoktur ki, onun zahiri şeriatın zahirine muhalif olsun da, onun bir isyan olduğu ilk etapta ortaya çıkmasın. Bu durumda şeriatın zahirine uymayan olağandışı bir durumun (hariku­ladelik) meşru olmasının sübutu sahih değildir. Çünkü pek çok ihti­maller vardır. İşte bu husus da konumuza delil olan üçüncü bir nokta olmaktadır.

4.

Yaratıklar içerisinde fevkalâde hallere en layık olan Önce Hz. Peygamber sonra da sahabedir. Şeriatın bizzat belirlediği ve sırf kendisine Özgü haller haricinde Hz. Peygamberle ilgili olarak bu kabilden birşey meydana gelmemiştir. Kendisi: "ALLAH, peygamberi için dilediğini helâl kılar"; "Sen bizim gibi değilsin. ALLAH senin gelmiş ve gelecek günahını affetmiştir" diyenlere karşı tepki göstermiş ve onlara kızarak: "Muhakkak ki ben, sizin içinizde ALLAH´tan en çok kor­kanınız ve ondan sakınılacak şeyleri en iyi bileniniz olmayı cidden ümit ederim"[411]buyurmuştur. Bilindiği üzere Hz. Peygamber ile te­vessülde bulunulur ve onun duasından şifa beklenirdi. Bununla bir­likte zevcesi ya da cariyesi dışında, onun elinin yabancı bir kadının te­nine değdiği asla sabit olmamıştır. Kadınlar ona bey´atte bulunurlar­dı; buna rağmen elleri hiçbir kadının eline asla değmemişti. Aksine o, her durumda, işin iç yüzünü bildiği halde zahire göre amel ederdi. Ba­ha önce bu türden örnekler geçmişti. Kaideleri koyan o idi ve onlardan hiçbir veliyi müstesna tutmamıştı. Eğer velî ya da olağanüstü hal sa­hipleri bu hükümlerden istisna tutulacak olsaydı, bu istisnaya başta kendisi lâyık olurdu, sonra da sırasıyla sahabe ve tabiîn nesli gelirdi.Zira onlar gerçekten ALLAH´ın velî kulları, gerçek fazilet sahibi kimse­ler idiler.

Rübeyyi´ olayında[412] bu husus açıklanmaktadır: Onun velisiya da her kimse: "ALLAH´a yemin ederim ki, onun dişi kırılmayacak" demiş, Hz. Peygamber de "ALLAH´ın hükmü kısastır" buyurmuştu. Hz. Peygamber ´ALLAH´ın kulları içerisinde öyleleri vardır ki, şayet ALLAH adına yemin etseler ALLAH onların yeminlerini doğruya çıkarır" diyerek işi ertelemek ve böylece yeminin sonucunu ortaya çı­karmak yoluna gitmemiş, aksine en büyük bir sıkıntı demek olan kısas hükmünün uygulanacağım bildirmiştir. Sonunda mağdur tarafı, kar­şı tarafı affederek kısas hakkından vazgeçmişlerdi. Af sonunda da Hz. Peygamber: "ALLAH´ın kulları içerisinde öyleleri vardır ki, şayet ALLAH adına yemin etseler ALLAH onların yeminlerini doğruya çıkarır" buyur­muş ve ALLAH´ın söz konusu yemini doğruya çıkardığını haber vermiş­tir. Ancak af durumu ortaya çıkıncaya kadar o böyle bir hükümde bu­lunmamıştı, Af, zahirde kısas hükmünü düşürmek için bir sebep ola­rak ortaya çıkmıştı.

5.

Harikuladelikler çoğu kez şer´î kurallara muhalif olarak meyda­na geldiklerinden, şiirde vezin zarureti gibi de olsa onlar (bir hü­küm olarak) sabit olabilecek bir durumda değillerdir. Çünkü onların sübutu, meşru kılınmış esaslara muhalefet ve onların içermiş oldukla­rı maslahatları ortadan kaldırmak olur. Bilindiği üzere Hz. Peygam­ber münafıkların bizzat kim olduklarını ve müshimanlar arasında na­sıl fitne ve fesat çıkardıklarını yakinen biliyordu. Bununla birlikte on­ları öldürmekten kaçınıyordu, çünkü dikkate alınması gereken ve "İn­sanlar: ´Muhammed, adamlarını öldürüyor´ diye konuşmamalılar" şeklinde ifade ettikleri daha üstün bir mâni bulunmaktaydı. Olağa­nüstü haller gösterebilen kimseler hakkında da aynı şekilde davranı-îarak onlara bu olağanüstü şeylerle ilgili hükümler uygulanmaz. Böy­lece durumdan haberi olmayan kimseler "sûiîlerin ayrı bir şeriatı ol­duğu" düşüncesine kapılmazlar. Bunoktadanhareketledirki,fukahâ Ebû Yezîd´in hizmetçisi ile ilgili davranışım tepki ile karşılamışlar ve onun hatalı olduğunu söylemişlerdir. Olağanüstü haller gösteren kimselerin herkesle ilgili hükümlerden ayrı Özel hükümlerle ayrıcalık göstermeleri, insanların kalplerinde şer´an kaçınılması istenilen çe­şitli düşünceleri doğuracak bir durum olur. Dolayısıyla onların diğer insanlardan ayrı hükümlerle temayüz etmeleri yakışık almaz. Bu yüz­dendir ki yine onlar içerisinde aşırı gidenlerden birçoğu ibaha mezhebini[413] benimsemişler ve duydukları şeylerle de kendi görüşleri­ni teyit etmeye çalışmışlardır. Bu da onların kötü anılmalarına sebep olmuştur.

Haşa, ALLAH´ın veli kullan mutlak surette bu gibi olağandışı keha­netlerden uzaktırlar. Ancak söz, bu konu üzerine dalmaya doğru kay­mıştır. Onların hem zahiren hem de bâtınen şeriatın koymuş olduğu sınırları korumuş oldukları bilinmektedir. Onlar, sünneti layıkı gibi yerine getiren; ona uyma konusunda titizlik gösteren kimselerdir. An­cak bu zamanlarda ve daha öncelerde onların anlayışlarında meydana gelen sapma yüzünden onların hallerinde şu anda mevcut bulunan (menfî) durumlar ortaya çıkmıştır. Bu yüzden de bu meseleler üzerin­de söz etmek gerekli hal almıştır. BöyleceAllah´ın izniyle onların örnek yollarının gereği olmak üzere maksatları anlaşılır bir hal almış ve hallerim vurabileceğimiz bir kıstas konulmuştur. ALLAH onları ve onlarla (bizleri) faydalandırsın!

Şimdi konuya[414] tekrar dönelim: Ne gaybî olan şeylere vâkıf ol­mak ne de doğru keşif, normal hükümler doğrultusunda hareket et­meye mani değildir. Bu konuda rehber, önce Hz. Peygamber sonra da selef-i sâlihînin takip ettikleri tutum olacaktır. Âdetlerin ola-ğandişılık göstermesi durumunda, onların üzerine zahir hükümlerle ilgili binada bulunmak da uygun düşmeyecektir. Hz. Peygamber, "Al­lah seni insanlardan korur"[415]âyetinin de ifade ettiği üzere koruma altına alınmıştı. ALLAH´ın koruması altında olmasından Öte daha başka birşey de olamazdı. Bununla birlikte o, zırh ve miğfer ile korunur ve âdeten sakınılması gerekli şeylerden sakınır di. O bu haliyle bulundu­ğu yüce mertebesinden daha aşağı mertebelere düşmüş olmuyor; aksi­ne daha da yüceliyordu.

Yukarıda belirtilen ve ALLAH´ın kudretine nisbetle âdetlerin varlı-! ğı ile yokluğunun eşit olması da, âdetlerin hükümlerini onların gereği doğrultusunda icra etmeye engel değildir.

Daha önce de geçtiği gibi, sahabe tevekkül rütbesine ulaşmış kimselerdi ve onlar nimetlerin kendilerine ulaşmasını sebeblerden değil inamda bulunan ALLAH´tan biliyorlardı. Bununla birlikte onlar yapılması istenilen normal (âdı) sebeblere tevessülde bulunmayı terk cihetine gitmemişlerdir. Hz. Peygamber, onları sebeblerin hükümleri­ni düşüren ve âdetlerin (normal hallerin) ortadan kaldırılmasını ge­rektiren bir hal üzere bırakmamıştır. Bu, onların (âdetlerin) Sâri´ ta­rafından getirilen azimetler olduklarını gösterir. Çünkü âdetlerin ola­ğan halini yitirdiği demler, üzerinde durulacak bir makam değildir.Onlar olsa olsa daha önce de geçtiği gibi ruhsat mahalleridirler. Dikkat edilirse Hz. Peygamber "Onu bağla veöyle tevekkül et!" buyurmuştur.[416] Sûfiyyeden kemal sahibi kimseler, Hz. Peygam-ber´in âdâbıyla ahlâklanmış olmak için esbaba tevessülden geri dur­mazlardı ve Tüce ALLAH´ın, yaratıklarla ilgili halleri carî bulunan belli kalıplar içerisine koyması, şer´î maksadın onların hükümleri altına girmek olduğunu gösterir´, diye düşünürlerdi ve en üstün olanı bıraka­rak daha az önemli olan şeylerle asla uğraşmazlardı. Hızır ola­yına gelince, "Ben onu kendiliğimden, yapmadım[417] âyetinden anla­şıldığı üzere o bir peygamber idi. Bir grup âlim bu âyete dayanarak onun peygamber olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Bir peygambe­rin kendisine bildirilen vahye tâbi olarak hareket etmesi ise tartışma­sız caiz olmaktadır. (Onun peygamber olmadığı) bir an için kabul edil­se bile, o bir ferdî olaydır; üstelik bizim şeriatımızda cereyan etmiş bir olay da değildir. Bunun delili şudur: Nebi dışında ne bir veli, ne de bir başkası, ergenlik çağma ulaşmamış bir çocuğu onun kâfir tabiatlı ol­duğunu ve asla iman etmeyeceğini, eğer yaşarsa azgınlık yaparak ve küfre düşerek anne ve babasına eziyet edeceğini bilse de öldürmesi ca­iz değildir. Bu konuda kendisine gaybı bilen (ALLAH) tarafından izin ve­rilse de bunu yapamaz. Çünkü şeriat emir ve yasakları koymuştur ve onların dışına çıkılamaz. Hızır´la ilgili olay, öyle anlaşılıyor ki başka birşerîatçerçevesindecereyanetmiştir. Hz. Musa´yı azarlama­sı ve ona olayın içyüzünü bildirmesine bakılırsa, ortada onun (Musa) bilmediği başka bir ilim ve daha başka durumlar bulunmaktaydı.

Sonra velînin, gayb âleminden öğrendiği herşey ile amel etmesi caiz değildir. Aksine bu tür gaybî bilgiler iki kısımdır;

(a) Kendisiyle amel edilmesi durumunda şeriatın zahirine ters düşen ve tevil edilmesi imkânı da bulunmayan kısım. Bu tür gaybî bilgilerle amel edilmesi asla caiz değildir.

(b) Amel edildiğinde şeriatın zahirine ters düşülmeyen, ihtilaf meydana gelse bile sağlam bir değerlendirme ile şeriata da­yandırma imkânı bulunan gaybî bilgiler. Bu kısımdan olan [297] gaybî bilgilerle amel etmek caizdir. Nitekim daha önce açık­lanmıştı . Doğru olan yol işte bu yoldur; mürşidin bu yol üzere irşadda bulunması gerekecek, sülük erbabının himmetlerini

bu noktaya bağlayacaktır. Böylece önderlerin efendisi Ra-sûlullah´a uyulmuş olacaktır. Bu yol, nefsânî haz-ların gereğinden kurtulmanın en kestirme ve ayakların sabit kalıp kaymamasınm en emin yoludur. Böyle bir durumda o bilginin sahibine tâbi olunması ve ona uyulması uygun ola­caktır. Allahu a´lem! [418]

On Altıncı Mesele:

Âdetler, meydana gelişlerine nisbetle iki kısımdır:

(a) Zamana, mekana ve durumlara göre değişmeyen genel âdetler: Yemek, içmek, sevinmek, üzülmek, uyumak, uyan­mak, tabiata uygun olan şeylere meyletmek, uygun düşme­yen şeylerden de nefret etmek, temiz, güzel ve lezzetli olan şeyleri almak, elem verici, pis ve iğrenç şeylerden de sakın­mak vb. gibi şeyler bu kısımdandır.

(b) Zamana, mekana ve durumlara göre değişen âdetler: Giyin­me ve kuşanma şekli, barınma tarzı, şiddet halinde yumu­şaklık, yumuşaklık halinde şiddet gösterme, davranışlarda yavaş ya da süratli hareket etme; teennîli ya da aceleci dav­ranma vb. gibi Örnekler de bu kısımdandır.

Birinci kısımdan olan âdetler halde, mazide ve istikbalde bidüzi-yelik arzeder. Dolayısıyla, geçmiş asırlarda yaşayan milletlerin de ay­nı âdetler üzerinde yaşamış olduklarına hükmolunur. Çünkü ALLAH Teâlâ´nın evrende cârîbulunan kanunlarının (sünnetullah) bu şekilde cereyan ettiği ve âdet-i ilâhî üzere cereyan ettiği için de onlarda genel olarak bir değişiklik bulunmayacağı kesindir. Dolayısıyla halihazırda cereyan etmekte bulunan bu türden bir âdetin mutlak surette geçmiş­te de bulunduğuna ve gelecekte de bulunacağına hükmedilir. Âdetin şer´î ya da tabiî vücûdî olması arasında bir fark yoktur.

İkinci kısma gelince, bu tür âdetlerin geçmişte bulunan milletler­de de bulunacağına hükmetmek mevcudiyetine dair haricî bir delil bulunmadıkça asla mümkün değildir. Delilin bulunması durumun­da, geçmiş için de o âdetin varlığı doğrultusunda hükmetmek, âdetin Özelliği gereği değil de, o delil sebebiyle olmuş olur. Gelecek için de du­rum aynıdır. Bu konuda da şer´î olan âdetle[419] tabiî (vücûdî) olan âdet arasında fark yoktur.

Birinci kısımdan olan âdetlerin geçmişte, halde ve gelecekte aynilik göstermesi, daimî bir küllî esasa dayalı olmalarındandır. Dünya bu esas üzerine kurulmuştur ve kulların evrendeki maslahat­ları bu âdetlerin mevcudiyeti ile gerçekleşmektedir. Nitekim yapılan istikra bu neticeyi ortaya koymaktadır. Şeriat da bu âdetlere uygun olarak gelmiştir. Bu küllî olan âdet kıyamete kadar bakî kalacaktır. Bu sözü edilen küllî âdet, daha önce belirtilen ve hakkında zannî de­ğil kesin bilgi olduğuna dair delil bulunan âdet olmaktadır. İkinci kısma gelince, onlar küllî âdet[420] altına giren cüz´î âdetlere yönelik ol­maktadır. Bunlar hakkında kesin bilgi değil zan bulunmaktadır. Du­rum böyle olunca, ikinci türden halihazırda mevcut bulunan âdetlerin hükümlerini geçmişte bulunanlara da teşmil etmek sahih değildir; çünkü değişmesi ve yerine başkasının geçmesi mümkündür. Birinci türden olan âdetler ise böyle değildir.

Bu; ilk nesillerin üzerinde bulundukları âdetlerin sonra gelen ne­sillere de teşmil edilmesi ve onların hükümlerinin sonraki gelenlere verilmesi konusunda kendisine ihtiyaç duyulan önemli bir kaidedir. Usûl âlimleri hüküm bina etmek, genel durumlarla ilgili kazâî hükümleri kendisine vurmak yoluyla bu kaideyi çokça kullanırlar. As­lında böyle bir kullanış mutlak olarak ne sahih ne de fasittir. Aksine daha önce de geçtiği gibi konunun taksime tâbi tutulması gerekir. Bu iki kısımdan netlik kaz anmayan ve problem olarak kendisini gösteren bir üçüncü kısım daha ortaya çıkmaktadır: Acaba bu üçüncü kısım bi­rinci kısma katılacak ve böylece bir hüccet olabilecek midir Yoksa bi­rinci kısma katılmayacak ve neticede bir hüccet olmayacak mıdır [421]

On Yedinci Mesele:


Şâri´in şeriatı koymasından anlaşılan şudur ki, tâat ya da masi-yet, onlardan doğacak maslahat ya da mefsedetin büyüklüğüne göre büyük ya da küçük olmaktadır. Bilindiği üzere şeriattan gözetilen en büyük maslahat, her şeriatta (millette) dikkate alman beş zarurî esa­sın normal seyrinde yürümesini ve korunmasını temin etmek; en bü­yük mefsedet de onların ortadan kaldırılmasına sebebiyet verecek davranışlara girmektir.

Bunun delili, zarurî esasların ihlaline yönelik olarak gelen va´îdin[422] ölçüsüdür; Dinden dönme (irtidat), haksız yere insan öldür­me ve can güvenliğine yönelik tecavüzler, zina, hırsızlık, içki içme .ve bu anlama gelecek (uyuşturucu kullanma gibi) diğer davranışlar gibi, ya had cezası konulan ya da şiddetli tehdit unsuru (va´îd) içeren davra­nışlarda bu açıkça görülmektedir. Hâcî ya da tekmili esaslarla ilgili konularda ise aynı hassasiyet gösterilmemiş, onlarla ilgili özel bir teh­dit Cva´îd) ya da belirlenmiş had cezası konulmamıştır. Eğer birşeyin hakkında özel bir had cezası konulmuşsa, hakkında kesin bir va´îd ge­tirilmişse, o şey zarurî olan esaslarla ilgilidir demektir. Bu konuda istikra yeterlidir; dolayısıyla uzun uzadıya delil serdine gerek yoktur. Ancak maslahatlar ve mefsedetler iki kısımdır:

(a) Dünyanın düzen ya da fesadı kendisine bağlı olanlar. Can gü­venliğini temin etmek maslahata, insanı öldürmek de roefsedete bu kı­sımla ilgili olarak verilecek örneklerdir.

(b) Birinci türden olan maslahat ya da mefsedetleri tamamlayıcı, onları kemal noktasına ulaştırıcı olan kısım. Bu ikinci kısım hep aynı mertebede olmayıp farklı dereceleri vardır. Birinci kısımdan olan maslahat ve mefsedetler de aynı şekilde hep aynı derecede değildir. Bi­rinci kısımdan olan zarurî esasları ele aldığımızda bunlar içerisinde dinin (din ve vicdan hürriyeti) ilk sırayı aldığını görürüz. Bu yüzden di­nin korunması uğruna can, mal vb. feda edilir.[423] Sonra can güvenliği­nin korunması gelir. Bu uğurda da neslin, aklın, malın... heder edildi­ği görülür. Meselâ bazı âlimlere göre, bir kimse ölüm tehdidi altında canını kurtarmak için zina edebilir; bir kadın naçar kalır, kendisi ile cinsî ilişkide bulunmadıkça yiyecek vermeyen bir kimsenin oîmasıha-îinde açlıktan dolayı öleceğinden korkarsa, canını kurtarmak için onunla ilişkiye girmesi caiz olur, demişlerdir. Diğer zaruri esasların durumu da aynıdır. Sonra biz meselâ garar satışım (beyul-garar) ele aldığımızda, bunlarda bulunan mefsedetlerin de aynı derecede olma­dıklarını görürüz. Ceninin ceninini satmadaki mefsedet, şu anda ana­karamda bulunan cenini satmanın mefsedetinden daha büyüktür. Anakarmndaki cenini satmanın mefsedeti de, şu andaburda olmayan, fakat meşakkatsiz görme imkanı bulunan bir malı evsafını belirterek satmanın mefsedeti gibi değildir. Bu gibi şeylerden sakınma maslaha­tı da aynı şekilde farklı farklı olacaktır. Buna göre tâat, küllî zarurî bir maslahat gerçekleştiriyorsa, o tâat dinin rükünlerine katılacaktır; ay­nı şekilde muhalefet de küllî ve korunması zarurî bir mefsedet ortaya çıkarıyorsa, o da büyük günahlardan (kebîre) kabul edilecektir. Eğer tâat, cüz´î bir maslahat gerçekleştiriyorsa, nafilelere katılacak ve fazilet sayılan şeylerden kabul edilecektir; aynı şekilde muhalefet de,cüz´î bir mefsedet ortaya çıkarıyorsa, o da küçük günahlardan sayıla­caktır. Kebîre sayılan büyük günahlar aynı Ölçüde olmadığı gibi, her rükün de birbirleri ile aynı mertebede değildir. Tâat ve muhalefet ko­nusunda ortaya çıkan cüz´î maslahat ya da mefsedetler de birbirleriyle hep eşdeğerde değillerdir. Aksine bütün bunların her birinin, kendisi­ne uygun bir yeri bulunmaktadır. [424]

On Sekizinci Mesele:


Mükellefe nisbetle ibâdetlerde asıl olan onların taşıdıkları an­lamlara (illetlere) bakmaksızın onlarla kullukta bulunmaktır (yani taabbudîliktir); âdetlerde ise asıl olan onların içerdikleri mânâları esas almaktır.

Birinci tezin delilleri:

İstikra: Hakîkaten ibadetlerle ilgili konuları incelediğimizde bu neticeyi görürüz. Meselâ, hadesten taharete (gusül ve abdest) baka­lım: Yıkanması gereken yerler, hadesi gerektiren mahalli öte aşmak­tadır[425] Aynı şekilde namazlar da öyledir; belli şekillerde belli hare­ketlerle yapılmaktadır ve bu belli şekillerin dışına çıkıldığında ibâdet olmaktan çıkmaktadır. Yine.ibâdetlerde bazı mûciblerin, gerektirdik­leri netice (mûceb) farklı olmakla birlikte beraberlik gösterdiklerim görmekteyiz,[426] Belli bir zikir, belli bir yerde istenilir iken, başka bir yerde istenilmemektedir[427] Hadesten taharet sadece temiz ve temiz­leyici olan su ile yapılabilmektedir; halbuki başka maddelerle de temizlik yapmak mümkündür. Teyemmüm aslında maddî anlamda bir temizlik saymak mümkün değilken temizleyici su ile yapılan ta­haret yerine geçmektedir. Oruç, hac vb. gibi diğer ibadetlerde[428]de du­rum aynıdır. Bizim bu gibi taabbudî olan şeylerden genel olarak anlayabildiğimiz hikmet, bunlarla ALLAH Teâlâ´mn emirlerine teslimiyet, . yalnızca O´na karşı saygı duymak, O´nu yüceltmek ve Ö´na yönelmektir. Bu kadarı, belli bir hükmün anlaşılabileceği bzel bir illet ortaya koymaz. Eğer Öyle olsaydı, o zaman bizim için belli kalıplar konulmaz; aksine, belirlenmiş kalıplarla olduğu gibi belirlenmiş kalıplar olmak­sızın da sadece ALLAH´a tazimde bulunmakla emrolunurduk ve belir­lenmiş kalıplara muhalefet eden kimseler de kınanmazlardı. Zira, ku­lun niyetine uygun olan fiiliyle tazim gerçekleşmiş olurdu. Halbuki durum görüşbirliği ile böyle değildir. Buradan da anlıyoruz ki, Sâri´ Teâlâ´nm ilk maksadı, bu belirlenmiş kalıplarla kullukta bulu­nulmasıdır (taabbudîlik) ve bu belirlenen şekillerin dışındakiler ise şer´an amaçlanmış olmamaktadır.

(2)

Eğer ALLAH´a kulluk f taabbudîlik) konusunda bir genişlik amaçla­narak şer´an belirlenmiş şeylerle olduğu gibi belirlenmemiş şeylerle de kulluk icrasında bulunmak caiz olsaydı, o zaman Sâri´ buna dair açık bir delil ortaya kordu. Nitekim âdetler konusunda genişlik göste­rildiğine dair deliller ortaya koymuştur.[429]Bu durumda sadece belir­lenmiş şekil ve kalıplar üzerinde durularak onların benzerleri, yakın­ları ya da hakkında nass bulunan konu ile ortak yönleri bulunan diğer­leri bırakılmış olmazdı. Muamelâtta caiz olan bu gibi durumlar ibâdetler bahsinde de aynı şekilde caiz olurdu. Ancak baktığımızda durumun öyle olmadığını, hiçbir zaman belirlenmiş şekil, kalıp ve miktarların öte aşılmasınınistenmediğini görüyoruz. Bu daibâdetler-den maksadın taabbudîlik olduğunu ve belirlenmiş sınırların korun­masının gerekliliğini göstermektedir. Ancak bir nass ya da icmâ ile ba­zı şekillerden gözetilen mânâ (illet) ortaya çıkmışsa, bu durumda ona tâbi olana yönelik bir kınama olmayacaktır.[430]Ancak bu son derecede azdır ve bir esas olacak durumda değildir. Bir şeyin asıl olabilmesi için, o konuyu tümüyle kapsaması ve galebe çalması gerekir.

Sonra usûlcülere göre, ibâdetlerde "nıünâsib," benzeri (nazîri) bulunmayan şeylerden sayılır.[431]Yolculuk sırasında namazın kısaîtılması, oruç tutmama ruhsatının verilmesi, iki namaz arasını birleştire­rek kılma (cem) vb. gibi hükümlere nisbetle (illet olmaya uygun görü­len) meşakkat[432] örneğinde olduğu gibi. Buna göre ibadetler konusun­da cins itibarıyla anlaşılabilen illetlerin çoğu, hususîlik bakımından anlaşılır değillerdir. Meselâ[433] "Yanıldı ve secde etti[434] "Sizden biri­niz, abdestini bozduğunda abdest almadıkça ALLAH onun namazını kabul etmez"[435]hadisleri gibi. Keza Hz. Peygamber günün iki ucunda (yani güneş doğarken ve batarken) namaz kılmayı yasakla­mış ve illet olarak da, güneşin şeytanın iki boynuzu arasında doğup battığını göstermiştir.[436] Hilaf ilmiyle uğraşanlar, niyetin gerekliliği konusunda abdesti teyemmüme kıyas ederlerken şöyle derler: Abdest,abdest almayı gerektiren şeyin çıktığı mahalli öte aşarak gerçekleşti­rilen bir temizliktir. Dolayısıyla teyemmüme kıyasla abdestte de rıiyet vacib olur. İhtilafsız açık, munzabıt ve hükmün bağlanmasına uygun (münasib) bir illeti bulunmayan, üzerinde ittifak edilmeyen "şebeh" diye adlandırılan ve kabul edenler tarafından da ancak kıyas edebile­cek başka birşey bulamadıkları zaman kullanılan tür de böyledir. Bi­zim için illeti belirleme yollarından[437] biri ile ortaya konulan açık bir illet gerçekleşmediği zaman, mutlaka yapılması gereken şey, beiirlenmiş sınırlar yanında durmak ve öte aşmamak olacaktır. Çünkü biz istikra neticesinde şeriatın ibâdetler konusunda taabbudîlik esası et­rafında dönüp dolaştığım görmekteyiz. Dolayısıyla taabbudîlik, ibâdetler konusunda asıl prensip olacaktır,

ayten
Mon 27 September 2010, 01:12 am GMT +0200
(3)

Fetret[438] dönemlerinde Allah´a kulluk şekilleri (taabbudî konu­lar) akıllı insanlarca âdetlerle ilgili konularda olduğu gibi buluna­mamıştır, Genelde onların sapıklık içerisinde bulundukları ve doğru bir yol üzere olmadıkları görülmektedir. Bundan dolayı da, daha önce­ki şeriatlardan kalan hükümlerde değiştirmeler olmuştur. Bu husus, açıkça göstermektedir ki, akıl yalnız başına taabbudî konuları kavra­mak ya da onları belirlemek ve koymak kudretine asla sahip değildir. Bunları koyacak ve belirleyecek mutlaka bir şerîata ihtiyaç vardır.. Durum böyle olduğu için de Yüce Allah, fetret devri insanlarını taabbudî konularda doğruyu bulamadıklarından dolayı mazur gör­müştür: "Biz bir kavme peygamber göndermedikçe onlara azap etme­yiz[439] "Peygamberlerden sonra, insanların Allah´a karşı bir hüccet­leri olmaması için, gönderilen müjdeci ve uyarıcı peygamberlerden bir kısmını daha önce sana anlatmıştık.[440]Bu son âyette bahsedilen hüccet, şeriatın takat üstü yükümlülüğün kaldırıldığı konusunda or­taya koyduğu hüccet olmaktadır. Alîahu a´lem! Durum böyle olunca bu gibi konularda, mutlak surette Şâri´in belirlediği hususlara başvur­mak mecburiyeti kendisini gösterecektir. Taabbudîliğin anlamı da iş­te budur. Bu yüzdendir ki, bu gibi konularda sadece emre uyma duru­munda olan kimseler, doğruya isabet konusunda daha avantajlı ola­caklar, selef-i salihin yolu üzere yürümeye daha layık bulunacaklar­dır. Bu İmam MâHVin görüşü olmaktadır. Zira o, hadesİn kaldırılması konusunda sadece temizliğin gerçekleşmesi noktasına bakmamış, temizlik başka bir vasıta ile gerçekleşse de mutlak suyun kullanılması gereğini ve niyyeti şart koşmuştur. Namazda tekbir yerine başka bir lafzın kullanılmasını caiz görmemiştir. Keza selâm için de aynı görüş­tedir. Zekât bahsinde, kıymet ödenmesini engellemiş, keffâretler bah­sinde sadece belirlenen adedlerle yetinmiştir. İbâdetler konusunda buna benzer aşırı bir tavır göstermiş ve ve sadece nass ile belirlenen ya da onlara tam bir benzerlik arzeden konularla yetinmiş ve onları Öte aşmamıştır. Sonuç olarak, bu kısımdan olan hükümlerde, taşıdıkları mânâlar dikkate alınmaksızın taabbudîlik bir esas olarak alınacak; başvurulacak bir rükün şeklinde kabul edilecektir.

Fasıl:

Âdetler konusunda asıl olan, taşıdıkları mânâlardır, şeklindeki ikinci tezin isbatma gelince; bu hususta da aşağıdaki deliller kullanı­lacaktır:

(1)

İstikra. Biz, Şâri´in koymuş olduğu hükümlerde kulların masla­hatlarını gözetmiş olduğunu, âdetlerle ilgili bütün hükümlerin masla­hat etrafında dönüp dolaştıklarını görmekteyiz. Meselâ aynı şey, mas­lahat bulunmayan bir ortamda yasak olurken, maslahat bulunduğu zaman caiz olmaktadır. Örneğin, karşılıklı mübadelelerde dirhemi dirhem karşılığında veresiye olarak vermek haram kılınmış[441] iken, aynı şey karzda (ödünç akdi) caiz olmaktadır. Yaş hurmanın kuru hur­ma karşılığında satılması bir maslahat bulunmadığı zaman tam anla­mıyla garar içerdiği ve riba anlamına geldiği için haram olurken, ağır basan bir maslahattan dolayı caiz olmaktadır.[442]Biz akılla kavrayabil­diğimiz bu durumu ibadetler bahsinde anlaşılır bulamıyoruz. Yüce Al­lah şöyle buyurur: "Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır[443]"Aranızda mallarını haksız yollarla yemeyin.[444] Hadislerde de şöyle buyruîur: "Kadı öfkeli iken hükümde bulunamaz[445] "Zarar ve zararla mukabele yoktur[446] "Katil, vâris olamaz"[447]Hz. Pey­gamber garar satışını yasakladı[448] "Sarhoş edici herşey haram­dır.[449] Kur´ân´da ise: "Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden aranı­za düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah´ı anmaktan, namazdan alı­koymak ister"[450] buyruîur. Bunlar gibi sayılamayacak kadar çok nass bulunmaktadır ve hepsi de kulların maslahatlarının dikkate alındığı­na, illeti belirleme yollarının gösterdiği üzere maslahatın bulunduğu her yerde şer´î iznin de bulunduğuna işaret etmekte, hatta açıkça be­lirtmektedir. Bütün bunlar, âdetlerin Sâri´ Teâlâ´mn taşıdıkları mânâyı dikkate alarak teşrîde bulunduğu türden hükümler olduğunu gö stermektedir.

(2)

Daha önce misalleri de geçtiği gibi, Şâri´Teâlâ âdetlerle ilgili teşrî kısmında illetlerin ve hikmetlerin açıklanmasına büyük önem ver­miştir. Âdetler hakkında illet olarak gösterilenlerin büyük çoğunluğu akılla kavranılabilecek türde hükme münasib[451] olan şeylerdir. Bun­dan da, Sâri´ Teâlâ´mn âdetlerle ilgili konularda onların taşıdıkları mânâlaratabi olunmasını amaçladığını; ibâdetlerde olduğu gibi nass-ların getirdiği sınırlarda durulması olmadığım anlamaktayız. Bu kı­sımda İmam Mâlik çok geniş davranmış ve"mesâlih-imürse-le"[452] prensibini bir esas olarak kabul etmiştir. Keza o, "istihsan"[453] prensibini de benimsemiş ve kendisinden "İstihsan, ilmin onda doku­zudur" sözü nakledilmiştir. Bu bahisler inşaallah ileride gelecektir.

(3)

Fetret devrelerinde âdetlerle ilgili konularda onların taşıdıkları mânâlara olan iltifat biliniyor ve sağduyu sahibi kimseler bunları dik­kate alıyorlardı. Bunun neticesinde de maslahatları gerçekleşebiliyor ve genel anlamda da olsa küllî maslahatlar düzenli olarak icra edili­yordu. Bu konuda hikmet sahibi feylesoflarla diğer insanlar arasında da fark bulunmuyordu. Gerçi tafsilat kısmında kusur gösterdikleri oluyordu; ama neticede âdetler tabiî seyri içerisinde yürüyordu. Şeriatlar da ahlâkın güzelliklerini tamamlamak üzere gelmiş oluyor­du. Bu da gösteriyor ki, âdetler bahsinde şeriatın getirmiş olduğu hu­suslar, insanlar arasında bilinen şekliyle cereyan etmekte olan esasla­rın detaylarını tamamlamak amacına yönelik olmaktadır. Bu nokta­dan hareketledir ki, İslâm şeriatı cahiliye döneminde mevcut bulunan birçok hükmü benimsemiştir: Diyet, kasâme, Arûbe yani Cuma günü vâ´z ve irşad için toplanma,[454] kırâz (mudârabe), Kabe´nin örtü ile Ör­tülmesi vb. gibi cahiliye devrinde övgü ile karşılanan, güzel ahlâk ve iyi âdetlerden olup aklıselimin kabul edeceği ve İslâm tarafından da benimsenen hükümler bunlardandır. Bu türden olan âdetler çoktur. Taabbudî konulardan olup da cahiliye devri Araplarınca bilinen ve kendilerine ataları İbrahim´in dininden intikal eden nadir de olsa bazı doğru kalıntılar da bulunmaktaydı.

Fasıl:

Bu husus açıklık kazandığına ve âdetler konusunda mânâların dikkate alınması asıl olduğuna göre bakılır: Eğer âdetlerle ilgili bir ko­nuda taabbudî bir husus bulunursa, mutlak surette ona teslim olmak ve nassla belirlenmiş olan sınırlarda durmak gerekecektir. Nikahta mehir, eti yenen hayvanların helal olması için belli yerden kesilmesi, miras konusunda belirlenmiş bulunan nisbetler, talâk ve vefattan do­layı beklenmesi gereken iddet sayıları vb. gibi aklen kendilerinden beklenen cüz´î maslahatları kavrayabilme imkânı bulunmayan örnek­lerde olduğu gibi; Akıl ile izahı mümkün olmayan bu gibi konularda, bir başka meselenin bunlara kıyas edilmesi mümkün değildir. Gerçi biz, nikahta istenilen velî, mehir vb. gibi şartların nikahın zinadan ay­rılması için arandığını, mirasta belirlenen payların, vârislerin ölüye olan yakınlığına göre olduğunu, iddet ve istibrâdan gözetilen amacın, neseblerin birbirine karışmasını önlemek olduğunu kavrayabiliyoruz;ancak bunlar genel boyutlu mânâlardır. Nitekim bu mânâda ibadet­lerden gözetilen maksadın da Allah´a tazimde bulunmak, O´na karşı huşu ve saygı göstermek olduğunu kavrayabiliyoruz. Ancak bu kadarı, (genel hatlarıyla kavranılabilen bu hikmetleri) üzerine başkalarını kıyas edebileceğimiz bir asıl kılabilecek güçte değildir. Dolayısıyla, eğer nikahın zinadan ayrılması, nikahta aranan şartların dışında baş­ka yollarla da gerçekleşiyorsa, o zaman illâ da ileri sürülen şartların gerçekleşmesi aranmaz; rahmin temiz olduğu herhangi bir yolla sabit olursa[455] kar´[456] ya da ay hesabı ile iddet beklemesinin bir anlamı kal­maz şeklinde yorumlara gitmek doğru olmayacaktır.

Soru: Taabbudî konularda, Şâri´in maksadını özel bir tarzda bi­lebileceğimiz illetler var mıdır Yok mudur

Cevap: Taabbudî konularda istenilen şey, sadece emre uymak ve ne eksik ne de fazla, olduğu gibi o şeyi yerine getirmektir. Bunun için­dir ki Hz. Âişe´ye birisi: "Hayızlı kadın, niçin orucunu kaza ediyor da namazını kaza etmiyor " diye sorduğunda, ona "Sen Harûra meşrepli misin " demiş ve bu tip soruların sorulmasına karşı tepkisini belirt­miştir. Zira taabbudî konular, özel illeti anlaşılsın diye konulmuş şey­ler değildir. Sonra Hz. Âişe: "Biz orucu kaza etmekle emrolunurduk; namazı kaza etmekle emrolunmazdık"[457] demiştir. Onun bu sözü, ko­nunun taabbudî oluşunun meşakkatle tatili yönüne gidilmesinden daha isabetli olacağını göstermektedir. Şâri´in, parmakların diyetini eşit kılması konusu ile ilgili olmak üzere İbnu´l-Müseyyeb´in; "Yeğe­nimi Sünnet bu şekilde" diye karşılık vermesi de bu kabildendir.[458] Ör­nekleri çoğaltmak mümkündür. Bundan da anlaşılıyor ki, taabbudî konularda illet bulunmamaktadır.

Âdetlerle ilgili kısma gelince, bunların bir çoğunda anlaşılabilecek mânâlar (illet) bulunmaktadır. Böylece maslahatların belirlen­mesi ve sınırlarının tayin edilmesi mümkün olacaktır. Zira eğer insanlar bu konuda kendi başlarına bırakılacak olsalardı, o takdirde bir kaos olur, düzen ve intizam tutturulamaz, şer´î bir esasa başvurma imkânı bulunmazdı. Bir şeyin munzabıt (belirli) olması, imkan bu­lunduğunda o şeyin kabul edilmesi ve teslimiyet gösterilmesi için da­ha elverişli olacaktır. Bu yüzden Sâri´ Teâlâ sınırları belirleme yoluna gitmiş, aşılması mümkün olmayan belirli miktarlar, bilinen sebebler koymuştur. Meselâ kazf (iftira) için seksen değnek, bekar bir kimsenin zina etmesi durumunda yüz değnek ve bir yıl sürgün ceza olarak be­lirlenmiş ; çalman malın belirli bir nisaba ulaşılması durumunda elin bilekten kesilmesi kaydı getirilmiş, haşefenin[459] girmesi birçok hük­me sebep kılınmıştır. İddet bahsinde ay ve kar1 sayıları; zekât bahsin­de nisabın belirlenmesi ve üzerinden senenin geçmesi de aynı şekilde­dir. Munzabıt (yani miktar ve evsaf bakımından belirli olmayan) hü­kümler ise mükellefin diyanetine havale edilmiştir. Bu gibi hükümle­re gizli olan, içe ait bulunan anlamında "serâir" denilmektedir. Namaz için taharet, oruç, hayız, hayızdan temizlik gibi, belirli bir esasa otur-tamayacağımız şeyler de bunlara örnek olmaktadır. Bunlar Sâri´ Teâlâ tarafından zan ölçüsünde amaçlandığı bilineA hususlar olmak­tadır.

Sedd-i zerâi´[460] prensibi de bu mânâya işaret etmektedir. Ancak iki bakış açısı vardır: a. İncelediğimizde maslahatların ayrıntılarda boğulması ve iyice dağınık bir hal alması ve sonuçta başvurulacak şer´î bir asim bulunmaması noktasından (sedd-i zerîa prensibine yer veril­miştir). Meselâ İmam Mâlik´in mezhebinde durum böyledir. Halbuki yükümlülüklerden birçoğununun mükellefin diyanetine havale edil­diği sabit bulunmaktadır. Bu durumda onlardan ancak hakkmdanass bulunanlar dikkate alınacak demektir.[461] b. Furûu dağınık bulunsabi-le hemencecik kendisine başvurulabilecek kıstasların (zabıtların) bulunması açısından. Şeriatın bunların küllîsine yönelikkasdının bu­lunduğu bilinmektedir. Dolayısıyla muhtemelen bulunduğu yerlerde imkân dahilinde cereyan etmelidir. ( ) Sâri´, yasak olan şeylere götüre­ceği ve onlara vasıta edileceği gerekçesiyle birçok şeyi yasaklamıştır. Bu genel anlamda kesin olan bir kaide olmaktadır. Selef-i sâlih bu kaideyi dikkate almıştır; bizim de aynı şekilde dikkate almamız gerekmektedir. Bazıları üçüncü bir yaklaşım daha sergileyerek üzerinde ihtilaf edilen bu kısmı zahire has kılmışlar[462] ve hâkimleri kulların maslahatlarını gerçekleştirmek için ancak muttali oldukları konular üzerinde yetkili kılmışlardır; muttali olamadığı şeyleri ise kişinin di­yanetine havale etmişlerdir.[463]

On Dokuzuncu Mesele:


Taabbudî olduğu sabit olan hususlar (asıl kabul edilerek) üzerine ayrıntılar getirilemez.[464] Taabbudî olmayıp taşıdığı mânâların dikka­te alındığı hususlarda ise, mutlak surette kulluk icrasında bulunma (taabbud)[465]gereği aşağıdaki yönlerden dolayı lazım gelecektir.

(1)

Yükümlü olması açısından mükellef, kaçınılmaz olarak iktizâ[466] [sın ya da tahyîr[467] ile muhataptır.[468]Hükmün meşru kılmış sebebini bilip bilmemesi arasında fark yoktur. Maslahatların dikkate alınması ise böyle değildir; çünkü o icbarî değildir. Şöyle ki: Mükellef bir kuldur; efendisi kendisine bir emirde bulunduğu zaman, sağduyu sahipleri­nin ittifakı ile onun emrine uyması gerekir. Maslahatların durumu ise böyle değildir; çünkü tahkik erbabının görüşüne göre mükellef, bir kul olması açısından sözkonusu maslahatları dikkate almak mecburiyetinde değildir. Durum böyle olunca, taabbud icbârîdir (lâzım) ve bu ko­nuda tercih hakkı yoktur; maslahatların dikkate alınması hakkında ise tercih hakkı bulunmaktadır. Hakkında tercih hakkı bulunan bir-şeyin yapılıp yapılmaması aklen mümkündür. Şer´an bir emir ya da yasakta bulunulduğu zaman onların bulunmaması´[469] aklen sahih de­ğildir; çünkü bu muhaldir. Şu halde iktizâ ya da tahyîrin gereği ile kul­luk icrasında (taabbud) bulunmak mutlak surette[470] icbârîdir; (emir ya da yasak yerine getirilirken) maslahatların dikkate alınması ise keza Allah üzerine en iyi olanı yapmak vaciptir´ görüşünde olanla­rın aksine mutlak olarak mecburî değildir. Taabbudîlik, ´Allah üze­rine en iyi olanı yapmak vaciptir´ görüşünde olup hüsün ve kubhun (güzellik ve çirkinliğin) aklen bilinebileceği görüşünü benimse­yenlere[471] göre de icbarı (lâzım) olmaktadır. Çünkü efendi kölesine bir maslahattan dolayı bir emir verdiği zaman —-ki bu maslahat aklen emrin illeti olmaktadır sırf emri dikkate alarak ona uyması lazım gelir; çünkü emre muhalefet etmesi çirkin olur. Maslahatın dikkate alınması açısından da durum aynıdır; çünkü maslahatın elde edilmesi bil-farz aklen vacip olmaktadır. Sonuç olarak her iki mezhebe göre de taabbud icbârîlik (lüzum) arzetmektedir. Onlardan hiçbiri ´Kölenin, maslahatı dikkate almaksızın efendisine muhalefette bulunması çir­kin değildir´ dememektedir. Aksine onların görüşüne göre bu muhale­fet çirkin olmaktadır. Bu da taabbudün icbârîliği anlamına gelir.

(2)

Biz iktizâ ya da tahyîr sebebiyle hükmün meşru kılınışında müs­takil bir hikmet bulunduğunu kavrasak bile, bundan bir başka hikme­tin, ikinci ya da üçüncü veya daha da fazla sayıda maslahatın bulun­mayacağı sonucu çıkmaz. Bizim ulaşabileceğimiz son nokta, hükmün meşru kılınışına müstakil olarak uygun düşebilecek dünyevî bir mas­lahatı anlamak olacaktır ve dikkate alman maslahatın sadece o biline­ne münhasır olduğunu ve hükmün onun gereği olmak üzere konulmuş bulunduğunu bilmesek bile, şer´î iznin gereği ile hareket ederek onu dikkate almış olmaktayız. Bu konuda kesin bilgi ya da (gâlib) zan sahi­bi olmadığımız zaman, hükmün bizim için belli olan maslahatından başka maslahatı yoktur diye kesin hükümde bulunmamız doğru olma­yacaktır. Çünkü bu delilsiz gayba dair hükümde bulunmaktır. Böyle birşey ise caiz değildir. Hükmün meşru kılınmasına sebeb başka bir hikmetin bulunması imkan dahilindedir. İşte bu açıdan ele alındığı zaman biz, (hükümden gözetilen maslahat kesin olarak şudur yargı­sında bulunmamak suretiyle) taabbud sınırında[472] durmuş olmaktadır.

İtiraz: Eğer bu husus caiz olursa, o zaman biz hiçbir şekilde hük­mün sirayetine hükmedemeyiz. Çünkü, bilinen hikmet ve maslahat­tan başka hikmet ya da maslahatın (ya da maslahatların) bulunabile­ceğini caiz kabul edersek, o takdirde hükmün sadece ona[473] has oldu­ğuna kesin olarak hükmedemeyiz.[474] Çünkü o, illetin bir cüzü olabilir[475] veya fer´ (kıyas yapacağımız mesele) bizim bildiğimiz illeti içerse de, bilmediğimiz hikmetten hali olabilir. Bütün bunlar imkan dahilinde iken, açık bulunandan başka bir illetin bulunmadığını ke­sin olarak ortaya koymadığımız sürece ilhak ve tefrîde[476] bulunma­ya imkan kain az. Aynı şekilde kıyas yolu da tamamen kapanmış olur ve hiçbir zaman şu hükmün şu illetten dolayı meşru kılındığına dair kesin olarak hükümde bulunulamaz.

Cevap: Hükmün sirayeti doğrultusunda hükmetmek, o şeyin taabbudîliğinin cevazına[477] mani değildir. Çünkü kıyasın, şer´î bir delil olduğu sahih olarak bilinmektedir. Kıyasın şer´îliği,hiç şüphesiz ki ge­nelde onu uygulayabileceğimiz bir şekilde olacaktır. Şöyle ki: Hükmün meşru kılınması için illet olmaya elverişli müstakil bir vasıf gördü­ğümüzde, biz onun dışında başka vasıfların olmadığını ortaya koy­makla yükümlü değiliz. Çünkü usûlcüler, illetin kendileri için´zahir olanın dışında başka bir vasıf olabileceğini veya zahir olan vasfın ille­tin tümü değil de illetin bir kısmı olabileceğini; ancak zahir olan vasfın müstakil illetliği, ya da illet olmaya elverişliliği hakkında zann-ı galibin bulunmasınınhükmün fer´e geçirilmesi için yeterli olabileceği­ni belirtmişlerdir.

Keza usûlcülerin çoğunluğu (cumhur) bir hükmün birden fazla il­letle talîlde bulunulmasını caiz görmüşlerdir. Bu illetlerin her biri müstakil ve hepsi de bilinen şeyler olmakla birlikte, biz bunlardan biri . ile hükmü talilde bulunuyor ve diğerlerini dikkate almıyoruz. Bu du-rum fer´ide bulunacak illetin, asılda esas aldığımız illetten başkası olması veya bulu nmaması imkan dahilinde olsa da kıy asa mani de­ğildir. Bu durum, zahir olanda kıyasa mani olmadığına göre, zahir olmayanda mani olmaması öncelikli olarak sabit olacaktır. Durum böylâ olunca ileri sürülen itiraz yersiz olacaktır. Aksi sabit olmadıkça, üzeri­ne hüküm bina etmek durumunda olduğumuz şey zahir olandır ve bu­nun ötesinde yapacağımız başka birşey de yoktur.

(3)

Üçüncü yön: Sâri Teâlâ, bize yükümlülüklerde gözettiği masla­hatların iki kısım olduğunu bildirmiştir:

(a) Usûl kitaplarında bilinen illeti belirleme yollarıyla mesâliku´1-ille denilen icmâ, nass, işaret, sebr ve taksim, münâsebet vb. gibi yollarla ulaşılması mümkün olan mas­lahatlar (illetler). Bu kısım, hükmü kendileri ile talîlde bu­lunduğumuz ve hükmün meşru kılınması işte bunlar sebe­biyledir dediğimiz kısım olmaktadır.

(b) Bilinen illeti belirleme yollarıyla ulaşılması mümkün olma­yan ve ancakvahiy yoluyla vakıf olunabilen illetler. Sâri´tarafından bolluk ve bereketin, İslâm´ın azamet ve izzetinin sebebi olarak gösterilen hükümler; keza muhalefet duru­munda çeşitli cezalara maruz kalmaya, düşmanın musallat olmasına, içlerine korku salınmasına, kıtlık ve benzeri dünyevî ve uhrevî musibetlere duçar olunmasına sebeb ola­rak gösterilen hükümler bu kısımdan olmaktadır.[478]

Çeşitli yerlerde, mükellefin kavrayabildiği maslahat dışında da­ha başka maslahatların da olabileceği şeriat tarafından belirlenmiş, mükellefin onları çıkaramayacağı ve ona dayanarak hükmü başka bir yere sirayet ettiremeyeceği ifade edilmiştir. Zira diğer mahallin ki fer´ olmaktadır o illeti içerip içermediğini kesin olarak bilmeyecek­tir. Bu durumda kıyas yoluyla o illetin dikkate alınmasına imkan yok­tur. Dolayısıyla burada mahza taabbud esası üzere durmak mecburi­yeti doğacaktır. Çünkü o illetle talilde bulunulan asıl için, yine o illetle talilde bulunulan mutlaklık ya da umumîlik altına giren dışında bir benzer (fer´) ortaya çıkmamıştır. Bu durumda kendisiyle talilde bulu­nulan hükmü almak taabbud olacaktır. Buradaki taabbudun mânâsı Şâri´in belirlediği sınırda ileri geri gitmeksizin durmak demektir.

(4)

Bir kimse hâkime: "İnsanlar arasında öfkeli iken niçin hükümde bulunmuyorsun " diye sorsa; o da "Çünkü böyle bir davranış bana ya­saklandı" diye cevap verse, o hâkim cevabında isabet etmiş olur. Nite-kim:"Çünkü öfke zihnimi karıştırır. Böyle bir hal sağlıklı bir hükme varamama ihtimalini doğurur" diye cevap vermesi durumunda da isa­bet etmiş olur. Birinci cevap mahza taabbudîlik arzetmektedir, İkinci cevap ise yasaktaki amaca bakmaktadır, Bunların her ikisinin bir ara­da bulunması ve birbirine münafi olmadıkları caiz olduğuna göre, taabbudîliğe yönelmek caiz olacaktır. Taabbudîliğe yönelmek caiz olunca da bu, ortada bir taabbudîliğin bulunduğunu gösterecektir. Ak­si takdirde madum ya da olup olmaması mümkün bulunan ve bu yüz­den kendisine yönelinmesi sahih olmayan birşeye yönelmek sahih ol­mayacaktır. Mutlak surette yönelme sahih olduğuna göre, kendisine yönelmen de mutlakolarak sahih olacaktır ki, bu taabbud yönüolmaktadır. Varmak istediğimiz sonuç da budur.

(5)

Maslahatın hükümde gözetilen bir maslahat olması aynı şekilde mefsedetin de hükümde gözetilen mefsedet olması tamamen Şari´e ait bir durumdur. Bu konuda aklın bir yeri olmamaktadır.[479]Hüsün ve kubhun aklî olmadıkları kaidesi bunu gerektirmektedir. Sâri´ hükmü herhangi bir maslahat için koymuş olduğunda O, onu maslahat olarak belirlemiş/koymuş olmaktadır. Aksi takdirde aklen maslahatın öyle olmaması (yani maslahatın maslahat olmaması) imkan dahilinde ola­caktır. Zira bütün eşya ilk konumuna nisbetle birbirine eşittirler ve akim bunların güzellik ya da çirkinliğine hükmetme imkanı yoktur. Şu halde maslahatın maslahat olması, Sâri´ tarafından aklın kabul edebileceği ve insan tabiatının benimseyeceği şekilde olmaktadır. Sonuç olarak maslahatlar maslahat olmaları açısından ele alındı­ğında onların taabbudî olduğu sonucu ortaya çıkmaktadır. Taabbudî olan şeyler üzerine kurulan şeyler de taabbudî olmak zorun­dadır.

Bu noktadan hareketledir ki, alimler şöyle derler: Yükümlülük­lerden bazıları vardır ki, sadece Allah hakkıdırlar ve tamamen taabbudî özellik gösterirler. Ayrıca kul hakkı olanlar vardır. Bu ikinci türden olanda da Allah´a ait bir hak bulunmaktadır. Meselâ: Kasten birisini öldüren kimseye öldürülen kimsenin yakınları tarafından affedildiğinde yüz değnek vurulur, bir yıl da sürgün cezası verilir. Suikast yoluyla öldüren kimse asla affedilmez. Kısas haricinde iftira, hırsızlık gibi hadler devlet başkanına intikal ettiği zaman, hak sahibi tarafından bağışlansa bile affolunmazlar. Cariyeyi satan kimse istib-ra hakkını, karısını boşayan kimse iddet hakkını düşürse bile kadı­nın rahminin temizliğinin öğrenilmesi kendi hakkı olsa bile bu fera­gati dikkate alınmaz. Ve diğer benzeri taabbudîliğin dikkate alındığını gösteren meselelerde olduğu gibi. Her ne kadar bir hükmün meşru kılınmasını gerektiren mânâ (illet) akılla kavranabilse de, o hüküm mutlak suretle bir taabbudîlik yönü içermektedir. Şu halde bütün yü­kümlülükler bir bakıma Allah hakkı olmaktadır. Şöyle ki: Allah hakkı için olanlar zaten belli. Kul hakkı için olan ise, içerisinde Allah´a ait bir hak içermesi ve kulun hakkının Allah´ın haklarından olması açısm-´ dan Allah hakkı olmaktadır. Zira Allah o hakkı kula asla tanımayabi­lirdi.

Yine bu noktadan hareketle âlimlerden birçoğu şöyle demişler­dir: "Yasak, mutlak surette yasak edilen şeyin fesadını gerektirir." Ya­sağın içerdiği mefsedetin bilinip bilinmemesi arasında fark yoktur. O işe yasaklamayı gerektiren sebep bulunsun ya da bulunmasın netice değişmez; yasak sınırında durmak gerekir. Çünkü, O´nun hakkıdır. Yasaktan geri durulmasıise, Şâri´in gözetmiş olduğu maksat olmakta­dır. Maksat hasıl olmadığı zaman, o amel mutlak surette bâtıl olacaktır. Sonuç olarak ortaya çıkıyor ki, her yükümlülük mutlaka bir taabbudîlik unsuru içermekten uzak değildir. Taabbudîlik unsuru içerince de, taharet ve diğer ibadetlerde olduğu gibi niyete ihtiyaç gös­terecektir.

Ancak, kul hakkı içeren yükümlülükler iki kısımdır:

(a) Niyetsiz olarak yapılması sahih olanlar. Bunlar, Sâri´ tara­fından kul hakkı galebe çaldırılan yükümlülükler olmakta­dır. Emanetlerin ve gasbedilen malın geri verilmesi, zorunlu olan nafaka mükellefiyetlerinin yerine getirilmesi gibi.

(b) Niyetsiz sahih olmayanlar. Bunlar da Allah hakkı ağır basan yükümlülükler olmaktadır. Zekât, hayvan boğazlama ve av gibi.

Niyetsiz yapılması sahih olanlar, niyetsiz yapıldıklarında bir se­vap kazandırmazlar. Emre uyma niyetiyle yapılmaları durumunda ise, taabbud yani Allah´a kulluk niyeti olduğu için sevap getirecekler­dir. Terklerde de durum aynıdır; eğer yapılmaması istenilen şeyler ni­yetle terkedilmişlerse, onlar da sevap getireceklerdir. Bu konu üzerin­de ittifak vardır. Eğer bunlar katkısız kul hakları olsa ve içerisinde Al­lah hakkı içermeselerdi, o takdirde asla onlardan dolayı sevap bulun­mayacaktı. Çünkü sevabın meydana gelmesi, o şeyin emredilmiş ve kesbedilmiş olması hasebiyle tâat olması neticesini gerektirir. Emro-lunan şeyler, kendisiyle Allah´a yaklaşılman şeylerdir. Her tâat, Al­lah´a itaat olması açısından ele alındığında ibadet olmaktadır. Her ibadet de niyete muhtaçtır. Şu halde bu işler de, tâat olmaları açısın­dan niyete muhtaçtırlar.

Soru: Bunlar, sade kul hakkı olmaları açısından emredilmişler­dir; sevap da niyete muhtaç olan tâat olmalarından değil, kul haki yö­nünden meydana gelmektedir.

Cevap: Bu doğru değildir. Eğer öyle olsaydı, o takdirde sevap ni­yet olmaksızın meydana gelirdi. Çünkü kul hakkı niyet olmaksızın sa­dece yapılan fiille gerçekleşmiş olmaktadır. Ancak sevabın gerçekleşmesiiçin niyete ihtiyaç bulunmaktadır. Keza, eğer sevap niyetsiz mey­dana gelecek olsaydı, gasbda bulunan bir kimsenin, gasbettiği malın elinden zorla alınması durumunda sevap alması gibi bir netice ortaya çıkacaktı. Halbuki durum, ittifakla kul hakkı yerini bulmuş olsa da böyle değildir. Doğrusu şudur: Amelin ibadet olması için niyet şarttır. Buradaki niyetten maksat, Allah Teâlâ´nın emir ve yasağına uyma niyetidir. Bu her bir fiil ya da terkte geçerli olduğuna göre, bun­dan yükümlü kılman amellerde genel anlamda taabbudî bir talep bu­lunduğu neticesi çıkacaktır.

Bu da mesele ile ilgili altıncı delil olmaktadır.

Soru: Bundan, her amelin niyete ihtiyaç göstermesi, niyeti olma­yan kimsenin amelinin sahih olmaması ya da âsî sayılması gibi bir ne­tice lâzım gelir.

Cevap: Daha önce de geçtiği gibi, kul hakkı içeren fiiller, bazen kul hakkı ağırlıklı bazen de taabbudî yön (Allah hakkı) ağırlıklı olur. Taabbudî yön ağırlıklı olan kısımla ilgili bu itiraz yerindedir. Kul hakkı ağırlıklı kısımda ise, burada kul hakkı, niyet olmaksızın da ye­rini bulmaktadır. Dolayısıyla bu kısımda işlenilen fiiller niyetsiz olarak sahih olurlar, ancak Allah için işlenmiş bir ibadet halini almaz­lar. Ama emir yönü dikkate alınacak olursa, o fiil bu açıdan ibadet hali­ni alır ve o zaman da niyet gerekli olur. Yani niyetsiz ibadet haline dö­nüşmez. Burada niyetin lâzım gelmesi ya da ona ihtiyaç duyulması an­lamı kastedilmemekte; aksine emre uymuş olma niyeti, o fiili ibadet haline dönüştürmüştür denilmek istenmektedir. Meselâ bir kimse­nin, müslüman kardeşini rahatlatmak amacıyla ya da dünyevî bir çı­kar elde etmek düşünce siyle ödünç (ikraz) vermesi durumunda niyeti­ne göre sevap alacak ya da alamayacaktır. Ahş-veriş, yeme, içme, nikâh, talâk vb. de aynı şekildedir. İşte bu düşünceden hareketledir ki selef-i sâlihîn , yaptıkları işleri niyetli yapmaya büyük gayret sarf ediyorlar di ve niyet haline ulaşıncaya kadar birçok fiilden geri du­ruyorlardı.

Fasıl:

Bu açıklamalardan şu netice ortaya çıkar:

Hiçbir şer´îhüküm Allah hakkından hali (uzak) değildir ve bu hu­sus taabbudî yönü teşkil etmektedir. Çünkü kullar üzerindeki Allah´ın hakkı, yalnız O´na kulluk etmeleri, O´na hiçbir şeyi ortak koşmamala­rı, mutlak surette emirlerine uyarak yasaklarından da kaçınarak O´na ibadette bulunmalarıdır. Eğer ilk bakışta sırf kul hakkı olduğu sanılan bir fiil"[480] ile karşılaşılacak olursa, aslında durum hiç de öyle gö­ründüğü gibi değildir. Aksine (o hüküm içerisinde mutlaka Allah hakki da bulunur ancak) dünyevî hükümlerde kul hakkı tarafı ağır basar.

Aynı şekilde bütün şer´î hükümlerde, kullara ait olmak üzere ya dünya hayatına ya da âhiret âlemine yönelik bir hak bulunmaktadır. Çünkü şerîat sadece kulların maslahatlarının temini esası üzerine ku­rulmuştur. Bu yüzden de hadiste: "Kulların Allah üzerindeki hakkı, O´na kulluk et/neleri ve hiçbir şeyi ortak koşmamaları halinde, onlara azap etmesidir"[481] buyrulmuş ve kulların Allah üzerindeki hakla­rından bahsedilmiştir. Âlimler genelde Allah hakkını "şeriatta sabit olan ve akılla kavra nılabilir olsun olmasın mükellef için seçenek hak­kı bulunmayan şeyler" şeklinde; kul hakkını da "dünyada kulun kendi çıkarlarıyla ilgili olan şeyler" diye tarif ederler. Eğer maslahat, âhiretle ilgili maslahatlardan olursa o, Allah hakkı diye nitelenen kı­sımdan olmaktadır. Onlara göre taabbudun anlamı, özel bir tarzda[482] mânâsı (hikmeti, illeti.´ akıl ile kavranamayan demektir, İbâdet konu­ları Allah hakkına, âdetlerle ilgili konular da kul haklarına yönelik ol­maktadır.

Fasıl:

Fiiller, Allah ve kul haklarına nisbetle üç kısımdır:

(1)

Katkısız Allah hakkı bulunan fiiller. İbâdetler gibi. Daha önce de geçtiği gibi bunların esasını taabbudîlik oluşturur. Bu kısımdan olan fiiller, emre tam bir uygunluk gosterirlerse sahih olurlar; aksi halde sahih olmazlar.

Delili: Taabbudîlik, illetin akılla kavramlamaması demektir ve bu gibi konularda kıyas yürütmek sahih değildir. İlleti akılla kavram-lamadığına göre, bu Şâri´in o fiilden maksadının belirlenen şekil, kalıp ve sınırların korunması, öte aşılmaması olduğunu gösterir. Bu durum­da fiil tam istenildiği şekilde meydana gelirse, Şâri´in kasdına uygun düşmüş olur; aksi takdirde ise muhalefet edilmiş olur. Biz, fiilin illeti­nin akılla kavranamaz olmasının o şeyin taabbudîliğine, dolayısıyla belirlenen şekil ve sınırların korunması gereğine bir delil olamayaca­ğını bir an kabul etsek bile, (istenilene tam bir uygunluk göstermeden işlenilen) o fiilden zimmetin[483] temize çıkmaması /bu konuda delil !;îıyl olarak) yeterlidir. Zimmetin temize çıkmaması, sorumluluktan talebe uygun olmayan fiille değil, tam bir uyum gösteren fiille çıkılması zaru­retinin bir gereği olmaktadır.

Yasak (nehiy) da bu konuda aynen emir gibidir. Çünkü yasak, ya­saklanılan şeyin sahih olmamasını gerektirir. Bu ya "Yasak, yasakla­nılan şeyin mutlak surette fesadını gerektirir" kaidesine binaen böyle­dir. Ya da yasağın, yasaklanılan fiilin Şâri´in kasdına muhalif düşme­sini gerektirmesinden dolayıdır. Bu muhalefet de ya fiilin aslında olur: Altıncı bir namaz eklenmesi veya namazlardan birinin terkedil-mesi gibi. Ya da fiilin niteliğinde olur. Kuran okumanın (kıraat farzı­nın) rükûda ve secdede gerçekleştirilmesi, mekruh vakitlerde namaz kılınması gibi. Zira bunlar eğer Şâri´in maksadına uygun düşseydi, o takdirde onları yasaklamaz; ya emreder ya da tercihe bırakır, hakkın­da izin verirdi. Çünkü Şâri´in kasdı sebebiyle ilk anlaşılan şey, izin ol­maktadır; dolayısıyla onu öte aşmaz.

Buna göre, hakkında yasak bulunduğu halde işlenen ya da emre uygun olmayarak işlenen bir fiili sahih kabul etmeye çalışan birini gö­rürsen aşağıdaki ihtimallerden biri sebebiyle Öyle davrandığını bilme­lisin. Bunlar:

(a) Bu kimse, ya o konuda bulunan emir ya da yasağın sıhhatine inanmamaktadır.

(b) Ya ona göre bu emir ya da yasak bağlayıcı türden değildir,

(c) Ya da fiilin özünden ayrılması mümkün olan bitişik bir özel­lik vardır ve emir ya da yasako özellikle ilgili bulunmaktadır. Ayrılması mümkündür görüşüne göre gasbedilen bir arazîde kılınan namaz örneğinde olduğu gibi,

(d) Ya da meydana gelen olayı, hikmeti kavranılabilen ve masla­hatla talil edilebilen türden saymakta ve böylece onların hü­kümlerine tabi tutmaktadır. Daha Önce de geçtiği gibi sırf Al­lah hakkı içeren fiillerde bu durum son derecede azdır ve on­larda taabbudîlik esas umde olmaktadır.

(2)

Allah hakkı ile kul hakkı karışık bulunan fakat Allah hakkı ağır basan fiiller. Bu kısım fiillerin hükmü de aynen birinci kısım fiillerin hükmü gibidir, Çünkü bu tür fiillerde kul hakka şer´an atılmış olunca, o sanki hiç dikkate alınmamış gibi bir hal almıştır. Eğer dikkate alın­saydı, o takdirde zaten muteber olurdu. Halbuki biz bunun tersi du­rumdan bahsediyoruz. Cana kıymak gibi. Zira bir kimsenin fitne ve benzeri şer´îbir zaruret olmaksızın kendi nefsini ölüme teslim etmesi gibi bir hakkı bulunmamaktadır.

Buna göre, hakkında yasak bulunduğu halde işlenen ya da emre uygun olmayarak işlenen bir fiili sahih kabul etmeye çalışan birini gö­rürsen bunun yukarıda belirtilen üç ihtimalden´[484]´ biri sebebiyle olduğunu bilmelisin. Bir dördüncü ihtimal daha vardır: O da, bu gibi fiiller­de kul hakkının daha ağır bastığı görüşünde bulunmasıdır.

(3)

Her iki tür haktan da içermekle birlikte, kul hakkı ağır basan fiil­ler. Bunların esasını, hikmetleri/illetleri akılla kavramlabilen fiiller oluşturur. Bu tür fiiller, gelen emir ya da yasağa uygun olarak işlenir­lerse, sahih olacakları konusunda herhangi bir tereddüt bulunma­maktadır. Çünkü kulun maslahatı bu şekilde ya dünyada hemen ya da âhirette istenilen biçimde gerçekleşmiş olmaktadır. Eğer emir ya da yasağa bir muhalefet söz konusu olursa, o zaman konu üzerinde dur­mak gerekecektir. Burada esas nokta kulun maslahatının korunması ilkesidir. Bu tür muhalif işlenen fiillerle birlikte fiilin vukuundan sonra da olsakul hakkı: (a) Ya emir veya yasağa uygun olarak işlen­mesi halinde gerçekleştiği ölçüde veya daha da fazla bir düzeyde ger­çekleşmiş olacaktır, (b) Ya da gerçekleşmeyecektir. Eğer kulun hakkı­nın gerçekleşmediği farzedilecek olursa, o amel bâtıl olacaktır. Çünkü fiilde gözetilen Şâri´in maksadı gerçekleşmemiştir. Eğer kulun hakkı gerçekleşmişse ki bu hakkın meydana gelmesi, muhalif olarak işle­nen sebebten başka bir sebebin sonucu[485] olacaktır fiil sahih olacak­tır ve yasağın gereği kul hakkına nisbetle ortadan kalkmış olacak­tır,[486] Bu yüzdendir ki İmam Mâlik, müşterinin azad etmesi durumun­da müdebber[487] kölenin satışını sahih kabul etmiştir. Çünkü bu yasak akitte gözetilen amaç, azad işinin ortadan kalkmasını engellemektir. Ona göre azad işi müşteri tarafından gerçekleştirildiğine[488] göre, bu akdin kölenin hakkına nisbetle feshedilmesinin bir anlamı yoktur. Ay­nı şekilde, bir başkasının hakkı taalluk ettiği için yasak olan bir akit de, o kişinin hakkını düşürmesiyle sahih olur. Çünkü buradaki yasa­ğın, bir başkasının hakkından dolayı olduğunu kabul ediyoruz. O kişi de kendi hakkını düşürmeye razı oluyorsa, buna hakkı vardır. Bu kıs­mın örnekleri çoktur. Buna göre, hakkında yasak bulunduğu halde iş­lenen ya da emre uygun olmayarak işlenen bir fiili sahih kabul etmeye çalışan birini görürsen bunun yukarıda belirtilen üç ihtimalden biri sebebiyle olduğunu bilmelisin.[489] [490]

Yirminci Mesele:


Dünya Yüce Allah´ın kudretinin bir tecellî yeri olsun diye yaratıl­mış ve nimetlerle donatılmıştır. Bunun neticesinde kullar onları elde edecekler ve onlardan faydalanacaklar, Allah´ın bu nimetlerine karşı şükürde bulunacaklar; sonunda da âhiret hayatında Kur´ân´da ve ha­dislerde belirtildiği üzere hesap verecekler ve karşılık göreceklerdir. Bu durumda, bize bu hususları bildiren şeriatın,her nimete karşı nasıl şükredileceğini ve yeryüzüne yayılan bu nimetlerden genel olarak na­sıl istifade edileceğini de bildirmesi gerekecektir.

Şeriatta gözetilen bu iki kasıt deliliendirmeye ihtiyaç gösterme­yecek şekilde gayet açıktır. Meselâ şu âyetlere bir bakalım: "Allah sizi annelerinizin karnından birşey bilmez halde çıkarmıştır. Belki şükre­dersiniz diye size kulak, göz ve kalb vermiştir[491]"Oysa, sizin için ku­laklar, gözler ve kalhler veren O´dıır. Pek az şükrediyorsunuz[492]"Ar­tık Beni anın, Ben de sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etme­yin[493] "Ey inananlar! Sizi rızıklandırdığunızın temizlerinden yiyin; yalnız Allah´a kulluk ediyorsanız, O´na şükredin[494]"Eğer şükreder­seniz and olsun ki, size karşılığını artıracağım; nankörlük ederseniz bilin ki azabım pek çetindir.[495]Şükür, sana nimet olarak verilen şeyi, nimet verenin rızası doğrultusunda kullanmandır. O halde şükür, O´na küllî olarak yönelmek anlamına gelir. Küllîliğin mânâsı ise, her durumda gücü Ölçüşünce O´nun rızasının gereği doğrultusunda hare­ket etmektir. "Allah´ın kullar üzerindeki hakkı, O´na kulluk etmeleri ve hiçbir şeyi O´na ortak kaşmamalarıdır[496] hadisinin mânâsı da işte budur.

Bu hususta ibâdet konuları ile âdetler arasında fark yoktur. İbâdetler, asla ortaklık kabul etmeyen Allah haklarından olmak­tadır. Onlar O´na yöneliktir.

Âdetlere gelince, bunlar da küllî bir yaklaşımla ele alındıklarında Allah hakkından olmaktadır. Bu yüzdendir ki, iyi ve temiz şeylerden olup da helal bulunan nimetlerin haram kılınması caiz değildir: Yüce Allah: "Allah´ın kulları için yarattığı ziynet ve temiz rızıklan haram kılan kimdir´ ´Bunlar dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gü­nünde de yalnız onlar içindir´de[497] "Ey inananlar! Allah´ın size helal kıldığı temiz şeyleri haram kılmayın, hududu da aşmayın.[498]bu­yurmakta ve helal olan birşeyi haram kılmayı yasaklamakta ve böyle bir tutumun Allah hakkına karşı bir tecavüz olduğunu bildirmektedir. Bazı sahabîler, helal olan bir kısım şeyleri kendilerine haram kılmaya yeltendiklerinde Hz. Peygamber onlara tepki göstermiş ve: "Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, o benden değildir[499]buyur­muştur. Yüce Allah, temiz olan şeylerden bazılarını kendisine haram kılan kimseleri yermiş ve şöyle buyurmuştur: "Allah, kulağı çentilen, salıverilen, erkek dişi ikizler doğuran, on defa yavrulamasından ötürü yük vurulmayan hayvanların haram kılınmasını (adanmasını) em­retmemiştir; fakat inkâr edenler Allah´a karşı yalan uydururlar ve ço- ğu da akletmezler[500] "Bu hayvanlar ve ekinleri dilediğimizden baş­kasının yemesi yasaktır; bir kısım hayvanların sırtlarına yük vurmak da- haramdır iddiasında bulunarak... O´na iftira ederler"[501] Bu âyetlerde Yüce Allah, ekinler ve hayvanlarla ilgili düzdükleri yanlış inançlarından dolayı onları yermiştir. Bazı şeyleri haram kılmaları da bu düzmece inançlarından olmaktadır. Bu konudan amaçlanan da bu­dur.

Aynı şekilde âdetler bahsinde, kazanma fkesb) ve onlardan fay­dalanma yönünden de Allah´ın hakkı bulunmaktadır. Çünkü başkala­rının hakkı da şer´an koruma altındadır ve bu konuda hak sahibi dışın­daki diğer insanların o hakkı düşürme yetkileri bulunmamaktadır. Bu açıdan bakıldığı zaman bu hak Allah hakkı olmaktadır. Cüz´î ola­rak ele alındığı zaman kul kendi hakkını düşürebilmektedir; küllî ola­rak ele alındığında ise böyle bir yetkisi bulunmamaktadır.[502] Bizzat mükellefin kendisi dahi bu hak içine girmektedir. Mükellefin kendi canına kastetmesi ya da organlarından birini itlaf etmesi gibi bir yet­kisinin bulunmaması bu hususu ortaya koymaktadır.

Şu halde, âdetlerle ilgili konularda da iki açıdan Allah hakkı bu­lunmaktadır:

(1) Zarûrîyyât altına dahil bulunan ilk küllî vaz´ (konuluş) açı­sından.

(2) İnsanlar arasında adaletin teminini, üstün hikmet doğrultu­sunda maslahatın gerçekleştirilmesini gerektiren tafsîlî vaz´ açısından. Bu durumda tamamı üç kısım olmuştur,[503]

Aynı şekilde âdetlerle ilgili konularda iki açıdan kulhakkı bulun­maktadır:

(1) Âhiretyurdu açısından. Bu açıdan sözkonusuhakkulunhak karşılığında cennet nimetleriyle karşılanması, cehennem azabından da korunmasıdır.

(2) Dünya hayatı açısından. Dünya hayatı ile ilgili konularda ni­metlerin kula ulaşması en kâmil şekli üzere olacaktır. Ancak bu, "Bunlar dünya hayatında inananlarındır, kıyamet gü­nünde de yalnız onlar içindir"[504] âyetinde de ifade edildiği üzere herkese kendinde bulunan bir özellik ölçüsünde ola­caktır.[505]

Tevfîk ancak Allah´tandır. [506]


[1] Bu, şeriatın konulusunda Sâri´ tarafından gözetilen bir diğer amaç olmakta­dır. Bu nevi birinci nev´ide belirtilen maksattan farklıdır. Orada, Şâri´in maksadının, hem dünya ile hem de âhiretle ilgili maslahatları genel bir biçimde ortaya koymak olduğu belirtilmişti. Orada açıklanan kasıtla burada söz edilecek olan maksat arasında bir zıtlık bulunmamaktadır. Aralarında şu fark vardır: Birinci nev´ide, tabi olan ve uygulamada kusur göstermeyen kimseler için dünya ve âhiret saadetine kefil olan ilâhî bir nizamın konul­muş olduğu işlenmiştir. Dördüncü nev´ide ise, kuldan bu ilâhî nizam altına girmesi, ona boyun eğmesi, heva ve heveslerinin peşinden koşturmam asının isteneceği işlenecektir.

[2] Zâriyât 51/55-57.

[3] Tâ hâ 20/132.

[4] Bakara 2/21.

[5] Bakara 2/177.

[6] îsâ4/36.

[7] Sâd 38/26.

[8] Nâziât 79/37-38.

[9] Nâziât 79/39-40.

[10] Necm 53/3-4.

[11] Câsiye 45/23.

[12] Mü´minûn 23/71.

[13] Muhammet! 47/16.

[14] Muhammed 47/14.

[15] Mü´minûn 23/71.

[16] Mü´minûn 23/115. îlayır, aksine sizi, yükümlülüğünüzü ve karşılığını gör­meniz için öldükten sonra diriltiimenizi gerektiren bir hikmetten ötürü ya­rattık. Âyet, içlerinde bulundukları gaflet sebebiyle kâfirleri azarlamakta­dır

[17] Sâd .38/27. Âyette geçen "bâtıl" hikmetsiz, boşuna demektir. Bu âyet, insanla­rın öldükten sonra tekrar dirütileceğini ve hesaba çekileceklerini, bunun da ancak şeriatla açıklamada bulunulduktan sonra olabileceğini ifade eden bir önceki âyetin içeriğini pekiştirmektedir. Bir sonraki âyet de böyledir. Çünkü oyun, oyalanma ve eğlence hikraetsiz şeylerdir. Bu açıklamalar noktasından bakıldığı zaman âyetlerin delil olarak kullanılışı açıklık kazanır ve, "Bu âyetler yaratılışla ilgilidir; şeriatın konulmasıyla ilgisi yoktur" diye bir itira­za meydan kalmaz.

[18] Duhân 44/38-39.

[19] Fıkıh, bir şeyi ince ve. derin bir anlayışla kavramak demektir. Fakîh de, İslâm´ı gereği şekiide ve iyice kavrayan ve onu kendi zamanında yaşanabilir şekilde hüküm kalıplarına koyabilen kimse demektir. Kurrâ ise, Kur´ân´ı iyi okuyan kimse demektir. (Ç)

[20] Bunların amelleri, şehvetlerinin, arzu ve heveslerinin ortaya çıkmasından önce başlar. Bu durumda bunları o amellere iten başka bir motif vardır. Bu motif de Allah´ın teşrî kıldığı hususlara uymak ve boyun eğmek olmaktadır, Onların arzuları, amellere başlandıktan sonra ortaya çıkmaktadır; dolayı­sıyla amellere itici motif olmaktan uzaktırlar. Sonuç olarak bunlar, heva ve heveslerine tâbi durumda değillerdir. Diğergrubagelince;onlar amellere an­cak heva ve hevesleri gözüktükten sonra başlarlar; amellerde ağır basan hu­sus arzu ve heveslerinin tatmini olur ve o amele itici motif bunlarda heva ve hevesleridir. Dolayısıyla birinci grupla bunlar arasında büyük farklar var­dır.

[21] Muvatta, Sefer, 88.

[22] Ve bunun neticesinde içerisinde bulunduğu halin yani nefsinin aldığı lezzet ve nimetlerin, duyduğu haz ve güzelliğin artması, kerametler etde etmesi, herkes tarafından sevilen bir kimse olması... için namaz, oruç, ibadet için halvete çekilmek gibi şeylere rağbeti artar ve şiddetlenir. Bütün bunlar arzu ve heveslerdir ve övgüye değer amellere karışmışlardır. Ancak bazen olur ki, bu heva ve hevesler varlık bakımından şeriata uymuş olma motifinden önce­lik arzeder ve asıl durumuna geçer; bu halde kişi mertebesini kaybeder.

[23] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/169-177

[24] Burada mükellefin korumakla memur olduğu ve kendisi için bir hazzm bu­lunmadığı miktarın açıklanmasına ihtiyaç vardır. Burada kastedilen nefsini koruması, mesela kendisini uçurumdan atmak gibi, onuhelakolmaya maruz kılıcı davranışlardan kaçınması yoluyla; dinini koruması, kendisine arız ola­cak şüpheleri uzaklaştıracak kadar gerekli şeyleri öğrenmesi yoluyla; akimi koruması, onu giderecek ya da örtecek şeylerden kaçınması yoluyla; neslini koruması, şehvetini ancak Allah´ın kendisine iz in verdiği yollardan giderme­si suretiyle; malmı koruması, onu yararsız bir şekilde yakmak, ya da başka türlüyollarla telef etmekten koruması yoluyla olacaktır. Müellifin "Mükelle­fin bunların aksi istikamette davranışta bulunmayı tercih etmesi takdirinde kısıtlılık (hacr) altına alınması..." şeklindeki sözü böylece açıklık kazana­caktır. Bununyanmda, hayatının gereklerinden olan giyecek ve mesken ihti­yacının temini için sanat icrasında bulunmak ve esbaba tevessül etmek yo-tuyla nefsini korumasına gelince, her ne kadar bunlar da zarûrîyyâttan ise de bunlar ikinci kısımdan yani mükellef için bir haz içeren tâbi ma ksatlar-dan olmaktadır. Nitekim açıklaması gelecektir.

[25] Müellif zahirde diye kayıtlamıştır. Çünkü bunlar her ne kadar kendilerine arzedilen bir davaya bakmaktan dolayı, davada taraf olanlardan bir ücret al­mıyorlarsa da, beytülmalden bir ücret ahyorlardır. Beytülmalin geliri de da­vada taraf olanlar da dahil oimak üzere halktan toplanmaktadır. Ancak alı­nan bu tür ücret, davada taraf olanlardan doğrudan alınan ücret gibi değil­dir; bu kadıyı bir töhmet altına sokmayacağı gibi, onu taraflar arasında uy­gun gördüğü doğru bir hükmü değiştirmeye sevkedecek bir özellik de arzet-mez. Nitekim durum açıktır.

[26] Yani meselâ rüşvet alma gibi. Bu gibi durumlar genel mefsedetlere yol açar­lar ki, bunlar üstlendiği kamu velayetinin gereklerini yerine getirme konu­sunda taraf tutma gibi töhmete maruz kalması, hak ve hakikattan sapması ve zulme saplanması gibi şeylerdir.

[27] Çünkü bu gibi-zarurî esaslarda kişiye yönelik bir haz bulunmamaktadır ve onun bu tür yükümlülüklerden sıyrılıp çıkması gibi bir seçenek hakkı da yok­tur.

[28] Tabiî bu, bu tür görevlerin üstleniimesinin herhangi bir yolla son çare olarak belirmesi (taayyün etmesi) durumunda sözkonusudur.

[29] Bunlar, mükelleften belirlenmek suretiyle yapılması istenmeyen ve onun tercihine bırakılan çeşitli esbaba tevessül kabili nden olan şeylerdir. Mesela mükellef, illâ da ticaret yapacaksın, ya da sanatla iştigal edeceksin veya zirâatia değil de öğretmenlikle uğraşacaksın... gibi bir mecburiyet altına so­kulmaz. Ancak hayatını sürdürmek için gerekli olan faaliyetlerden birini yapmak, esbaba tevessül etmek zorundadır. Bun! arın tamamı, aslî o] an mak­satların tamamlayıcısı durumundadır ve onların hiz metindedirler. Çünkü aslî maksatların ayakta durabilmesi ancak bunların varlığına bağlıdır. Eğer bu tâbi durumunda olan maksatlar (zarûriyyât) tümden ortadan kalkarsa; varlık bakımından kendilerine bağîı olan aslî maksatlar da gerçekleşemez. Aralarında bir başka fark daha vardır: Aslî olanlar vacip iken tabî olanlar mubahtırlar (tabiî Mubah bahsinin ikinci meselesinde de geçtiği gibi cüzî açı­dan ele alındığında bu böyledir). Bir sonraki meselede, bunlar da aslî maksatlar gibi zarûriyyâttan sayılacaktır.

ayten
Mon 27 September 2010, 01:13 am GMT +0200
[30] Nûr 24/19.

[31] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/177-181

[32] Müellif, talep konusu diye kayıtlamıştır; çün kü kamu velayetlerinde olduğu gibi kifâî farzlarda da peşin bir haz bulunmaktadır. Meselâ, başkanlığın ver­diği ayrıcalık, memurların âmirlerine gösterdikleri saygı... gibi. Ancak bu hazlar, şer´an talep ediimiş (maksut) şeyler değillerdir; aksine bu gibi nazla­ra yönelik bir arzunun bulunması şiddetle yasaklanmıştır. Talep konusu hazdan ne kastedildiği ileride gelecektir.

[33] Bakara 2/275.

[34] Cum´a 62/10. Yasaktan sonra gelen emir kipleri ibaha hükmü ifade ederler. Ya da bazılarına göre. yasak hükmünü eski haline döndürürler. Burada ya­sak hükmü, cuma saatinde ahş-veriş yapılmaması hakkındadır. (Ç)

[35] Bakara 2/198.

[36] A´râf7/32.

[37] Tâ-hâ 20/81.

[38] Burada: "Eğer kifâî vacip olursa, o zaman böyle olabilir; aksi takdirde beş teklifi hüküm birbirine girer" denilebilir. Ancak buna şöyle cevap verilebilir: Burada sözü edilen şeyler cüzî olarak rnendupturhır, ancak külli olarak ele alındıklarında kifâî vacipolurlar. Nitekim bu konu, Hükümler bahsinde geç­mişti. Dolayısıyla, cüzî olarak ele alındıklarında mendup olan zarurî esasla­rın bütün olarak terke dilmeleri halinde günahkâr olunması doğru olacaktır.

[39] Bunların nafakalarını temin için çalışmak vacip olmaktadır.

[40] Sâd 38/26.

[41] Buharı, Ahkâm, 5, 6; Müslim, İmâre, 13; Ehıı Davud, İmâre, 92.

[42] Meseiâ bir hadisle: "Eğer bir kul halk üzerine başkan, kılınır ve o, halkına karşı nasihat ve ihlasla davranmazsa, asla cennetin kokusunu alamaz" huy-ruîmuştur (bkz. LJuhârî, Ahkâm, 8; Müslim, İman, 227, 228, İmâre, 21).

[43] Zümer39/3.

[44] Ta-ha 20/132.

[45] Talâk 65/2

[46] el-Câmiu´s-Sağîr´cit´ Hatîb´den rivayet edilmiştir, isnadı zayıftır. Muteber kitaplar içerisinde; Concordance ve fihristler aracılığı ilt. bulunamamıştır.

[47] Yani, onun sebebiyle, mükellef için haz içermeyen ve yapılması istenilen amel meydana gelir. Meselâ, yeme, içme, giyme, barınma vt; benzeri sebep­lerle hayatın korunması gibi. Mükellef için haz içeren kısım neticesinde, içe­risinde mükellefe yönelik haz içermeyen kısım meydana gelir.

[48] Yaklaşık olarak bkz. Buharı, Rikâk, 38.

[49] Bu gibi muamelelerde aynî zarurî esaslar bulunduğu gibi kifâî zarurî esaslar da bulunur.

[50] Nisa 4/6.

[51] Mirasçılar arasında mirası ve burada vakıf gelirlerin taksimatını yapan ve küçüklerin hakkını koruyan şorîat memuru. (Ç)

[52] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/181-187

[53] Buruda şöyîe bir mütâlâa ileri sürülebilir: MüeÜif, bu meselej´i erteleyerek, hu bölümün ikinci kısmına yani bizzat mükellefe ait maksatlar bahsine eko­seydi ve burada Şâri´in teklifle gözettiği maksatlar bahrinde işlemcsseydi da­ha uygun olurdu. Çünkü bu konu öne ,, mubahın mükellefin kasdı (niyeti) ile ibadet, haline dönüşnıesiyle ilgilidir. Sonra da, durum böyle olunca acaba, o fi­il ibadet hükmünü alır ve sahibi kamu velayeti üstlenen bir kimse gibi oîur mu Yoksüokişimn hükmü, haz sahibi bulunan ve kendisine tevdi edikm bîr konuda istediği gibi tasarrufta bulunan kimsen İn hükmünde olmaya devanı mı eder

Biz bu mütâlaaya şöyle a-vap verebiliriz: Bu meseleden ası! maksat hu so­nu ucu problemdir ve konuyln ilgili iki bakış açısı bulunmaktadır. Bu iki ba­kış açısı, şu anda işlemekte bulunduğumuz dördüncü nev´i ile daha sıkı trl-i-hailı haldedir. Mesele başında getirilen açıklama ise, sadece bir giriş mahiye­tindedir. Dolayısıyla itiraz yerinde değildir.

[54] Müellifin sözünün zahirinden anlaşılan odur ki, burada sözü edilen her iki yaklaşım da, fiilin şahsî harlardan armdınimasını kabul sonrası ile ilgilidir ve işin hu noktasında gorüif ayrılığı yoktur. Üzerinde durulan konu, sadece, bu durumda olan bir kimsenin fiili, acaba birinci kısımdan o lan yani rnükelie-fe ait bir baz içermeyen fiillerin hükmüne katılabilir mi ve dolayısıyla o fiil karşılığında bir bedel alamaz ve aynî ve kifâî olmak üzere her iki nev´i ile bi­rinci kışının hükmü gibi olur mu Müellifin sözünden anlaşılan işte budur ve soruyu, sadece hükümde birinci kısma kati labilir mi noktasına hasretmekte­dir. Sanki bu soru öncesine kadar olan her konuda görüşbirliği varmış gibi davranmaktadır. Halbuki ikinci vechin izahı sırasında, "hepsi, hazların bu­lunup bulunmaması konusu üzerine kuruludur" ve yine "Hu sabit olursa, bu kısmın hazların tümden bulunmaması konusunda birinci kısma eşit olmadı­ğı ortaya çıkar" demektedir. Halbuki, hu konu meselenin başında kabul edil­miş ve bu nokta ile ilgili bir şüphe ya da soruya yer bırakılmamıştı. Oysaki, birazdan gelecek olan izahlarından da anlaşılacağı üzere bu noktanın da tar­tışmaya açı im ası uygun olacaktı.

[55] Yani içerisinde mükellefe yönelik haz içeren bir fiilin, tafsilat üzere değil de genelde hiç haz içermeyen fiil mis gibi muamele görmesine. Çünkü bulunacak hazzı pek çok ve sıkı şartlara bağlamıştır; öyle ki, bütün bu şartlardan sonra kalacak olan haz neredeyse yok olmuş ve arada kaybolup gitmiş gibidir.

[56] islâm hukukunda buna´gabin´ denilmektedir. Bir eşya nm gerçi; k değerinin her zaman için tesbiti gerçeklen çok zordur. O yüzden şeriat herkesin aldan a-bileceği bir (ıranı (gabn-i yesîr) muamelelerde hoşgörü ile karşılamış, ama herkesin a k!a nam ayacağı miktara ulaşan bir gabni (gahn-i fahiş) akdin fes­hine bir sebep saymıştır. Gabn-i fahişin oranı: Ticaret mallarında yirmide bir; hayvanlarda onda bir, akarda beşte bir, dirhemde kırkta bir ve daha fazla olan miktarlardır, (bkz. Bilmen, Kamus,6/11). (Ç)

[57] Yani aynî ve kifâî olanlarda. (Ç)

[58] Yani hazdan soyutlanmış olması, ancak hiç haz içermeyen fiillerin hükmünü almadıkça tamamlanmış olmaz.

[59] Yani amelin Allah için halis kılınmış olması isteği, ancak o fiilin daha başlan­gıçta hiçbir haz içermeyen fiilin hükmünü alması ile mümkün olabilecektir ki, o tür hükümler de, ibadetleri ve kamu velayetlerini içerisine alan kısım­dır. Çünkü, kişi mâlî ve diğer tasarruflarında serbest kalınca, nazlarından tümden arınimş olmaz. Geriye "Onun şer´î bir taleple istenilmiş olup olma­ması arasında fark yoktur" sözü üzerinde durmak kalıyor. Çünkü eğer orta­da iyi huy, güzel ablak çağrısı şeklinde de olsa şer´î bir taiep olmazsa, o zaman bahsin özerinde temelden durmanın bir anlamı kalmaz. Çünkü bahisten gö­zetilen amaç, mükellefin zatî hazlar içeren amelleri işlemesi sırasında niyeti­ni Alİah için halis kılarak, onu kendisine yönelik hazlardan tamamen arın­dırması ve o fiili sırf Allah´ın emrine uy muş ol m ak için ya da onu Allah´ın ken­disine bir hediyesi telakki ederek işlemesi durumunda, acaba o kimseden yaptığı işleri, mükellefe yönelik baz içermeyen ikinci kısımdan amellerin ta­lep edildiği gibi mi işlemesi isten ilecek ve dolayısıyla mesela kendi malından ancak ihtiyacı kadarını mı alabilecek; yoksa bununla beraber malında ve di­ğer konularda serbest olacak ve istediği gibi biriktirip uygun gördüğü şekilde harcayabilecek mi Eğer bahis, şer´î bir talep üzerinde olmazsa, o zaman konu tümden ortadan kalkacak ve amaçsızoiacaktır. Müellif, meselenin sonunda bu tür davranışların mükelleflerin kendi kendilerini icbar etmeleri neticesinde olduğunu yoksa daha başlangıçta vacip olan şer´î bir icbanıı bu­lunmadığını ifade edecektir. Dolayısıyla öyle de olsa bu, şer´î bir durumdur ve Şâri´inyüklenıesiyle olmasa bile şer´.an makbul ve isUmilen bir durum olmak­tadır.

[60] Buhârî, îman, 42; Müslim, îman, 95.

[61] Bu istidlal, birinci yaklaşımdaki "içerisinde haz bulunan şeyin istenilmesi, içerisinde haz içermeyen şer´î kayıtlarla kayıtlıdır" sözü ileri sürülerek red­dedilir ve bu durumda onda bir haz bulunması mümkün olmaz. Burada ona şöyle karşılık verilir: Bu siniri ar sadece hazzma ulaşmak için birer vasıtadır­lar ve maksadın vasıtanın hükmünü a İması zorunlu değildir. Dik kat edilecek olursa görülecektir ki, uslî kasıtla mükellef için haz içeren meslekler, ticaret ve bedelli akitler gibi şeylerde kişi kendi nazlarına ancak başkaları nın çıkarlar: yoluyla ulaşabilir. Bununla birlikte, bunlarda gözetilen mak­sat, bunlar esnassnda ortaya çıkan başkalarının maslahatına ait hükmü al­maz ve. bunların içerdiği kişiye yönelik hazlar asıl, başkalarına yönelik haz­lar da arızî sayılır.

[62] Başkalarına ait faydalar da içermesine rağmen, bu faydalar arızî ofarak orta­ya çıkmaktadır. Dolayısıyla maksat, bu vesilenin hükmüne girmemektedir.

[63] Çünkü kişinin başkalarının çıkarlarını ihlal etmesi, netice olarak kendisine yansır ve verilecek cezalar, zecrî tedbirler, telef edilen malların ödetilmesi, isyanlar ve günahlar sebebiyle inen musibet ve âfetler yibi yollarla kendi çı­karları ihlal edilmiş olur. Yüce Allah, kendisine tecavüz edilen (mağdur) kimseye, tecavüz edene karsı, yapılan tecavüz ölçüsünde (kısas) karşılık ve­rebilmesine dair izin vermiştir. Dolayısıyla, bir başkasının m aslahatını ihîat demek, sonuç itibarıyla kişinin kendi çıkarlarını ihlal etmesi demektir.

[64] Fussılet 41/46.

[65] Fetih 48/10.

[66] Müslim, Birr, 55.

[67] Şûrâ42´30.

[68] Bakara 2/194.

[69] Yani, tevessül ettiği esbab neticesinde ortaya çıkan şeylerden hiçbir şey al­mazlar, aksine onları başkalarına verirler. Esbaba tevessül neticesinde orta­ya çıkan herzeyi halk için î.urürler. Bununla birlikte esbaba tevessül eden, meslek icra eden onlardır. Bunlar kendilerine ulaşan şeyleri tamamen Al­lah´ın bir lutfu olarak görürler ve kendilerini onlar üzerinde dağıtımı yap­mak için görevli birer vekil gibi telakki ederler ve kendileri içi n hiçbir şey ol­madığı düşüncesini taşırlar. Bunlar, en yüce mertebeyi teşkil ederler. Bun­dan sonra gelenler nefislerini ihtiyacı olunca alan vekil gibi kabul ederler. Bunlar rütbece daha geridedirler.

[70] Haşr59/9.

[71] Nâşir´in notu ile birleştirilerek olumsuz olarak tercüme edilmiştir. (Ç)

[72] Ki kendisi "el-Eş´arî" nisbesiyle tanınır, (Ç)

[73] Buhâri, Şerike, 1; Müslim, Fedâilu´s-sahâbe, 167.

[74] Asını b. Ahvel, Knes´e: "Sana Rasulullah´m ´İslâm´da pakı (ahidleşme) yok­tur.´ buyurduğu ulaştı mı " diye sordum. O, Hz. Peygamber´in kendi evinde Kureyş iie Ensar arasında (kardeşlik) paktı (ahidleşmesi) oluşturduğunu söyledi. (Bubari, İtisam, 16, Kefalet, 2; Müslim, FedâîluVsahâbe, 204.

[75] Çünkü Ensar, Muhacir kardeşlerine mallarını araları uda paylaşmayı teklif etmiştir. Hatta bazıları, eğer Mııhacir kardeşleri dilerlerse eşlerinden arzu ettiklerini boşayıp onlarla evlendirme teklifinde dahi bulunmuşlardır. Onlar ise, Ensar kardeşlerinin tekliflerine yanaşmamışlar, ziraat ve ticaretle uğ­raşmışlardır.

[76] Yaklaşık ifadelerle bkz. Müslim, Zekat, 41, 95; Dârimî, Zekât, 21; Keşfu´I-hafâ, 1/23-

[77] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/188-196

[78] Yani, katkısız ibadet İmlinde bulunan ameller veya arızî olarak içerisinde haz bulunduran ameller gibi. Müellifin buradaki ifadesi, aslî maksatları "mükellef için bir haz içermeyen maksatlar" şeklindeki tarifi ile çelişmez.

[79] iznin, emir ve yasaktan sonra zikredilmesi, onun ibaha (mübaMık) anlamın­da «3 m asını gerektirir. Ancak ib aha, aslî maksatlardan değildir. Çünkü daha önce de geçtiği gibi, asli maksatlar, aynıya dakifâî vacipler olmaktadır. Bu itibarla mücOîif, burada izin kelimesini kullanmadaydı daha iyi olurdu. Bu hususa daha sonra gelecek olan "onun fiili zarurivyât ve onu çevreleyen (ta­nı anı tay ıcrunsurlari üzere işlenmiş oiur" sözü de delalet eder. Ancak burada müellife hak vermek için şöyle denilebilir: Dördüncü meselede geçtiği üzere, içerisinde mükellefe yönelik haz içeren yani tâbi maksatlardan bulunan bir fiii, nefsî hazlardan arındırılarak emredilmiş birşey mesabesine çıkarılabi­lir. Bu durumda da iznin zikredilmiş olması bir problem arzetmez.

[80] Yaklaşık ifadelerle bkz. Müslim, Zekat, 41, 95; Dânmî, Zekât, 21; Keşfu´l-hafâ, 1/23.

[81] Çünkü şer´î bir vacibi yerine getirmiştir ve bu haliyle o övgüye değerdir.

[82] Yani her ne kadar işlenen fiil, Şâri´in kasdına uygun düşmüş ve ona muhalif olmamışsa da, ancak heva ve heveslerinin güdümünden çıkmış olabilmesi için bu yeterli değildir. Kişi bu tür davranışlarında, Şâri´in hitabınınki emir, nehiyyada izin olabilir gereğini dikkate alarak işlemiş değildir; aksine Şâri´in hitabı dikkate alınmaksızın sadece kendi şahsî ihtiyaçlarının gide­rilmesi ve şehevî arzularmm tatmini için işlemiştir.

[83] Yani, aslî maksatlar doğrultusunda hareket etmek.

[84] Müzemmil 73/5.

[85] Yani amelini, hem haz peşinde hem de emre uymuş olma amacıyla iş lemis kimse. Böyle birinin bu makamdan nasibi, haztanna olan riayetinin azhğı ölçüsünde olmaktadır. Müellif faslın sonunda, "Tâbi olan maksatlarih-îassızhğa daha yakındır" diyecektir.

[86] Daha önce geçti. bkz. c. 2/139.

[87] Çünkü bu heva ve heveslerin en güçlü itici motifleridir. Şeriat ise, kulu onun ilmeğinden çıkarıp Rabbine kui etmek için konulmuştur.

[88] Gâşiye 88/2-4.

[89] Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, 142 vd.

[90] Hadisin lâfzı tercümesi: "Heryaş ciğer sahibi için ecir vardır" şeklindedir, (bkz. Buharı, MüsâkAt, 9, Mezâlim, 23: Müslim, Seiam, 153.

[91] bkz. Buhârî, Bud´u´1-haik, 16; Müslim, Tevbe, 25.

[92] Ebu Davud, Edâhî, 12; Tirmizî, Diyât, 14; Ahmed, 4/123.

[93] Buhârî, Bedu´1-vahy, 1; İman, 41; Müslim, İmâre, 155.

[94] Hadis için bkz. Buhârî, Cihad, 48; Müslim, Ze.kâl, 24.

[95] bkz. Mâide 5/32.

[96] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/196-207

[97] Yani yoliar içerisinde mubah olan yolu araştırması ve bulması, onun sadece Şâri´in iznini gözönünde bulundurması neticesinde olacaktır. Dolayısıyla onun bu fiili, yukarıda geçen söz kuvvetinde olur.

[98] Müellifin maksadı, tâbi maksatlarla, haz kastimin bir arada bulunmasının sahih olacağını ve bunun heva ve heveslere uyma anlamına gelmeyeceğini açıklamaktır.

[99] Çünkü, yasak olan heva ve hevese uymuş olur. Zira hazların bulunması, b<´ raberinde bulunduğu emre uyma kasdını düşürecek olursa, zikredilen netin-kaçınılmaz oturaktır.

[100] Ki bu amel, huy ittin kurtarılmasına yönelik ibadet dışı bir vacip olmaktadır.

[101] Münâvî, Künûzul-hakâik´de Beyhakî´den rivayet etmiştir. el-Makdisî, Tezkiretul-ıiH´vzûâtadlı eserinde, bu hadisin senedinde Sevr´den münker hadisler rivuyul eden Abdullah b. Üzeyne´nin bulunduğunu söylemiştir. (N) Concordano* vefihristler aracılığı ile temel kitaplari çerisinde bulamadık.(Ç) Gerçi konu dışı olmakla birlikte bazıları, cinlerle görüşmek, onlarlıı ko­nuşmak, evlenmek, kurbanlar takdim etmek suretiyle onlara yaklaşmak,., gibi konularda gelen bütün söylentilerin, tamamen hurafe ve islâm´ın il k dcı-virlerinden sonra ortaya çıkmış bayağı inançlar olduğunu ileri sürerlerse de, cinlerin görülmesi konusunda hadislerin bulunduğunu hatırlatmak yerinde olacaktır.

[102] İbn Esir, İbn Abbas´ın rivayet ettiği: "Bedevilerin cömertlik gösterisi olmak üzere kestiklerinden yemeyin. Ben onların, Allah´tan başkası adına kesilmiş hayvanlardan olmadıkları konusunda emin değilim" hadisini aldıktan son­ra açıklama sadedinde şöyle der: Bu akr yoluyla olurdu. (Akr; devenin [ya da koyun vb.] ayakta iken, sinirine vurarak hayvanı düşürmek ve kesmek de­mektir.) tki adam, sehavet ve cömertlikte birbiri ile iddialaşır, biri bir deve keser, öteki de keser ve bu böyle devam ederdi. Sonunda bu işi götüremeyen kimse pes eder ve öbürünün daha cömert olduğu ortaya çıkardı. Bunu, riya, kendi nefislerini tatmin ve övünç vesilesi olmak üzere yaparlar; Allah rızası için yapmazlardı. Bu yüzden Hz. Peygamber, onları Allah´tan başkası adına boğazlanmış hayvanlara benzetti, (bkz. Nilıaye,3/272

[103] Ebu Davud, Atime, 7.).

[104] Tard, illetin bulunması sebebiyle hükmün de bulunmasını gerektiren (sübutta telâzum). Cennet umudu ve cehennem korkusu bir hazdır; erli miş olmasının önemi yoktur. Eğer dünyada ibadet dışı haz içeren amelle hazların dikkate alınması durumunda bâtıl olurlarsa, aynı haz sebebiy İr detlerin de bâtıl olması gerekir. Halbuki, kimse böyle bir sonucu kabul m mektedir. (Ç)

[105] İnsan 76/9-10.

[106] Hadisin tamamı şöyle: " Müslümanlarla yahudi ve hıristiyanların beiuutrı bir cemaatin benzeri gibidir ki, bu cemaati bir gün geceye kadar ken dişine iş işlemek üzere muayyen bir ücretle bir kimse istihdam etm istir. Ka kat bunlar günün yarısına kadar müstecir hesabına çalışıp sonra:

—Senin bize vermeyi şart kıldığın ücrete ihtiyacımız yoktur; işlediğimiz, iş de bâtıldır, bir ücrete karşılık değildir, demişlerdir. İş sahibi (müatecir)

bunlara:

—Mesâinizi heder etmeyiniz, geri kalan işinizi tamamlayınız da ücretini­zi tam olarak alınız, dediyse de bunlar çalışmaktan kaçınıp işi terketmişlur dir. İş sahibi de bunlardan sonra başkalarını tutup bunlara:

—Şu günün geri kalan kısmını siz tamamlayınız da şunlara ücret olarak şart kıldığım ecri siz kazanınız! dedi. Bu defabunlar çalışmaya başladılar. Ta ikindi namazı vakti olunca bunlar da:

—Şimdiye kadar işlediğimiz iş bâtıldır, bir ücrete tâbi değildir. Bu iş de, bize vermeyi şart kıldığın ücret de senin olsun dediler, çalışmadılar. İş sahibi bunlara da:

—Öyle yapmayınız! Geriye kalan işinizi tamamlayınız da ücretinizi alı­nız! Şurada gündüzden az bir zaman kaldı, dediyse de bunlar da çalışmaya yanaşmadılar. İş sahibi bunların günlerinin geri kalan kısmını tamamlamak ve kendisi için çalışmak üzere bir cemaat daha istihdam etti. Bunlar güneş batıncay a kadar evvelkilerin geride bıraktıkları işi tamamlayarak çalıştılar ve evvelki îki grubun işlerinin ücretini tam ve eksiksiz olarak aldılar. İşte bu da müslümanların ve tevhid ile Hz. Muhammed´in peygamberlik nurunu ka­bul edenlerin-benzeridir. (bkz. Buharî, İcare, 8, 11, 13; Tecrid, 7/32.) (Ç)

[107] Bu meyanda şöyle buyurmuşlardır: "Rabbim için ileri süreceğim şart, O´na kulluk etmeniz ve hiçbir şeyi O´na ortak koşmamanızdır; benim ve ashabım için ileri sürdüğüm şart da, bizi bağrınıza basmanız ve bize yardımcı olma­nız, kendi nefislerini koruduğunuz gibi bizi de korumanızdır." (Ahmed, 4/120).

[108] Ki, bunların yerine getirilmesinde mutlak anlamda maslahatların gerçekleş­tirilmesi; muhalefeti durumunda dıı mutlak an lamda mefsedetlerin doğması sözkonusudur. Müellif buradaki amellerden asaleten ibadet olmayan amel­leri kastediyor; çünkü meselenin konunu bunlardır.

[109] En´âm 6/149.

[110] Beyyine98/5,

[111] Kehf 18/110.

[112] Hadisin tamamı: "Kim bir amelde bulunur ve o amelde başkasını bana ortak kılarsa;onu şirkiyle başbaşa bırakırım." (Müslim, Zühd, 46).

[113] Buhârî, İman, 41; Müslim, İmare, 155.

[114] Zümer39/3.

[115] Haz kasdının emre uyma kasdı ile bir arada bulunması durumunda İhlasın zayıflayacağı konusunda söz yok. Tartışma konusu da bu değil. İhlasın azal­mış olmasından, o amelin temelden bâtıl olması lâzım gelir mi Tartışmanın odak noktası bu olmaktadır.

[116] Gazzâlî, böyle bir amel ile kulluk icrasında bulunulamayacağım söylememiş­tir. Halbuki, buradaki tartışma konusu budur. Aksine Gazzâlî esnek ve genel bir ifade kullanmıştır ve onun bu sözünü "ihlâs tanı olmaz" şeklinde yormak mümkün olduğu gibi, daha önce geçen ve asıl problemi teşkil eden böyle nefsânî nazlarla birlikte bulunan bir amel ile kullukta bulunulmuş olunmaz" şeklinde de yormak mümkündür. Dolayısıyla problemi teyit için bu u/un nakle gerek yoktu

[117] Sâffât 37/40-44.

[118] Yoksa, ibadet işlerken mutlak surette başka birşeyi dikkate almamak an­lamında değildir.

[119] Ankebût 29/6.

[120] Yani, "Dünya ve âhiretle İlgili tüm hazlardan arındırılmış bir ihlâs şekli ger­çekten çok zordur ve ona ancak seçkinler üstü seçkinler (havâssu´l-havâs) ulaşabilirler" sözüyle. Bu mümkündür ve bu durumda "Böyle bir iddiada bulunan kâfirdir" diye nasıl söylenebilir.

Ebu Hâmid bu iki söz arasını bulmaya çalışıyor ve şöyle diyor: Seçkinler üstü seçkinlerin haziardaıı uzak olmalarından maksat,yemek, içmek, giyin­mek, hurilerle ilişkide bulunmak gibi cennet ehli için vadedilen nimetlerden İstifade amacından uzaklıktır; yoksa her çeşit hazlar değildir. Marifetullah, münâcat, Allah´a bakma vb. gibi şeyler seçkinler üstü seçkinlerin hazları ol­maktadır. Eğer bu tür hazlar da kastedilecek olursa, onların dahi asia haz­lardan soyutlanmış olmaları mümkün olmayacaktır

[121] el-Utbiyye, Kurtubah el-Utbî (ö. 255/869) tarafından telif edilmiş ve Endü­lüs´te tutulmuş Mâliki mezhebine ait temel kitaplardan biri.

[122] Tâ-hâ 20/39. Muhtemelen ilgiyi şöyle kurmak mümkün: Yani, onu görünce insanların ona karşı bir sevgi duymaları, Şâri´in istediği birşeydir. Dolayısıy­la başkalarının da böyle bir duyguya kapılmış olmaları durumunda Şâri´in maksadına ters düşülmüş olmaz. (Ç)

[123] Şuarâ 26/84.

[124] Yani Hz. Peygamber´in mü´mini benzettiği ağacm. (Ç)

[125] Buhârt, İlim, 4, 5, 15.

[126] . Yani İbn Ömer hadisinde sözü edilen ilim. Çünkü Hz. Peygamber´in meclisin­de idiler; ona ilimden sormuşlardı; ayrıca ibadet mahallinde de bulunuyor­lardı. Hz. Ömer´in sözü, ilim talebinde bulunmak suretiyle ifada bulunulan ibadet haiinde kendisine yönelik bir haz bulunmuş olmasından endişe etme­di anlamına geiir.

[127] Bakara 2/160.

[128] Bu durumda bu haz, sadece aslî kasıtla istenilmiş genel bir maslahat ve hal­kın yararı olacakUr. Kişiye dönecek şey (haz) ise, (hu genel maslahata) sade­ce tâbi durumda kalacaktır.

[129] Yani, birbirinden ayrı olarak ele alma imkânı bulunduğu halde; ki, bu Gazzâlî´nin de görüşü olmaktadır.

[130] İbnu´l-Arabi´nin görüşünü desteklemektedir.

[131] Bakara 2/198.

[132] Sâffât 87/39.

[133] Şuarâ 26/21

[134] Buhârî, Savm, 10, Nikâh, 2, 3; Müslim, Nikâh, 1. Buna benzer bir başka örnek de: "Dedim ki: Rabbin izden bağışlama dileyin; doğrusu O çok bağışlayandır. Sise gökten bol yağmur indirsin..." (Nuh 7 l/l 1) âyetidir. Bu âyette, istiğfar—ki bir çeşit ibâdettir- üzerine dünyevi ha/1 arın tertip edildi­ği görülmektedir.

[135] Halef b. Abdulmeîik b. Mesüd el-Endulusî. Tarihçi, araştırıcı bir âlimdir. Kurtııba´da doğmuş ve ölmüştür. îşbiliyye kadılığını üstlenmiştir. H. 578= M. 118,7de vefat etmiştir. (Ç)

[136] Ebu Bekir Muhammed b. Yebkâ b. Zerb. Endülüs´ün büyük kadı ve hatiple­rinden birisidir. Kurtuba kadılığı yapmıştır. H. 381 = M. 99 l´de vefat etmiş­tir. (Ç)

[137] Müellif gerçek anlamda bir hasır olduğunu kastetmiş olmamalıdır,

[138] Geç kalanın yetişebilmesi için onu rükûda beklemek dünyevî bir iş midir ! Yoksa ibâdet için tamamlayıcı bir davranış mıdır Aynı şey, bir sonraki ör­nekte namazın hafif tutulması ile ilgili olarak da söylenebilir.

[139] Daha önce geçti (2/144).

[140] Bu hüküm mensuh olmalıdır. (Ç)

[141] Selâmın alınması ve müezzinin söylediklerinin tekrar edilmesi dünyevî bir iş mi ki ! Evet bunlar, namazın hakikatinden hariç şeylerdir; ancak dünyevî şeyler de değillerdir; aksine ibadettirler.

[142] Rûm 30/21.

[143] Yunus 10/67.

[144] Bakara 2/21.

[145] Kasas 28/73.

[146] Nebe´78/1O.

[147] Bakara 2/216.

[148] Yani, bu da, onların hoşuna gitmeyen bir şeyin hayırların a oları bir yükümlü­lük olduğunu belirterek bir in´am ve ihsanda bulunma tarzi olduğu heHrtil-miştir. Savaşın bizzat kendisi nefsî haz içermeyen biryükümlülük olmakta­dır ve bu tür şeylerde Allah´ın in´âm ve ihsanını n bulunduğundan höz etmek istisnaîdir. Burada şöyle bir mütâlâa ileri sürülebilir: Aslında burada istisnaya ihtiyaç yoktur; çünkü burada sftzü edilen in´am ve ihsan bi/.zat yü­kümlü tutulan savaşın kendisiyle değil de neticeleri gibi bir başka şeyle ol­maktadır. Yüce Allah, hangi türden olursa olsun hoşlanılmadık şeyleri bizim hayrımıza çevirmektedir ve bunun sonucunda hiç hoşumuza gitmeyen bir şey bizim için sırf hayır haline dönüşmektedir. Allahin in´am ve ihsâm işte bu açıdan olmaktadır.

[149] Yani, muhalefet niyeti ile yapmış olmakla birlikte meşru yola uygun d,üşen muamelât türünden olan amelleri muteberdir yani bâtıl değildir, ona sahih ameller gibi hükümler verilir. Meşru olan şekle ters düşmesi durum unda ise, o amel bâtıl olur ve meşru amel hükmünü alamaz.

[150] Yani o amelin üzerine sevap gibi herhangi bir uhrevî netice bağlanmaz anla­mında bâtıl olur.

[151] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/207-228

[152] Müellifin burada haccı örnek göstermesi açık değildir. Çünkü sözünün gelişi şöyle olmalı: Eğer muamelâttan olan bir şey, hem malî ve hem de ceza anlamı içeriyorsa o zaman konu ictihâdîdir: Keffâretlerde olduğu gibi.... Hac böyle değildir. Çünkü hac bir ibadettir; fakat içerisinde mâlî yön de bulunmakta­dır. Hangi taraf ağır basarsa, o tarafa itibar edilir. Aynı şey kurban hakkında da söylenebilir. Müellif, şayet taksimi üçlü yapsa ve bahsettiği iki kısma ibâdetlerle, mâlî muameleler arasında yor alan bir üçüncü kısmı daha ekle­miş olsaydı daha iyi yapmış olacaktı.

[153] En´âm 6/164.

[154] bkz. 17/15; 35/18; 39/7.

[155] Necm 53/39.

[156] Fâtır 35/18.

[157] Ankebût 29/12.

[158] Bakara 2/139.

[159] En´âm 6/52.

[160] İnfıtâr 82/19.

[161] Lokman 31/33.

[162] Bakara 2/48

[163] bkz. Müslim,. İman, 348.

[164] Son âyet hariç. Çünkü n Medine´de gelmiştir.

[165] Yani izmar, hakikat, mecaz... gibi bilinen on husus.

[166] Bu konu ile ilgili olarak Deliller bahsinde geniş ve yeterli bilgi verilecektir.

[167] Buharı, Celiniz, 33, 34; Müslim, Cenâiz, 18, 18, 19, 22-24. .

[168] Müslim, İlim, 15; Nesâî, Zekât, 64; Ahmed, 4/357

[169] Müslim, Vasiyyet, 14.

[170] Buharı, Cenâiz, 32; Müslim, Kasâme, 27.

[171] Tûr 52/21

[172] Nesâî, 2/5; Neylu´l-Evtâr, 5/J1.

[173] Buhâri, Savm, 42; Müslim, Siyam, 153.

[174] Ruhârî, Vasâyâ, 19; Ebu Davud, Eymân, 24.

[175] Hamasî bir cümledir. Bununla problemi güçlendirmek ve böylece onun mâlî bir :jâib€; bulunmayan sahada da yürümesini istiyor.

[176] Yani muhalifi çok az olan. Bu konuda İlâmul-muvakkıîn´e bakılabilir.

[177] Tevbe 9/113.

[178] Medine münafıklarının reisi. (Ç)

[179] Tevbe 9/80.

[180] Tevbe 9/84.

[181] Abdullah b. Abdullah b. Übey, Hz. Peygamber´den babası için istiğfarda bu­lunmasını talep etmişti. Hz. Peygamber de mağfiret talebinde bulundu. Bu­nun üzerine "Onların ister bağışlanmasını dile, ister dileme birdir. Onlara yetmiş defa bağışlanma dilesen Allah onları hağışlamayacaktır" âyeti indi. Hz. Peygamber: "Ben de yetmişten fazla İstiğfar edeceğim* buyurdu, lîu kez de "Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma, mezarı, başında da dur­ma..." âyeti geldi. (Geniş bilgi iğin bkz. Kurtubî, Tefsir, 8/218 vd.).

[182] el-Münâvî, Künûzu´l-hakâik´da el-Bezzâr´dan nakletmiştir.

[183] Rasuiullah (as).sorar: "Müflis kinidir Biliyor musunuz " Ashap cevap verir: "Müflis bizce, parası pulu olmayan kimsedir." Hz. Peygamber cevap verir; "Gerçek müflis şudur: Ümmetimden tutmazını kılmış, orucunu tutmuş, zekâtını vermiş kimseler huzura getirilir. Ama şuna küfretmiş, buna iftirada bulunmuş, şu mm. nıalmıyenıiş, onun. kanını akıtmış, şunu doğmuştur. Yap­mış olduğu iyilikler onlar arasın da bölüştürülür. Eğer yeterli gelmezse bu kez onların günahları alın ir ve onun üzer ine yüklenir, sonra da cehenneme atılır. İşte gerçek müflis budur." (iVlüsHm, Birr, fiO; Ahmed, 2/303).

[184] Yani sırf Allah´tan gelen musibetlerse.

[185] Buharı, Hars, 1; Müslim, Müsâkât, 7-10; Ahmed, 3/147.

[186] Hadis manen ve muhtasar olarak rivayet edilmiştir. Daha önce geçti. (bkz. 2/205).

[187] "Gece namaz kılma âdeti bulunan bir kimse hu niyetle yatar ve uyku galebe çalar ve namaza kalkamazsa, ona sanki namaz kılmış gibi sevap yazılır ve uykusu da kendisine bir sadaka olur"(MuvaLla, Salâtu´i-leyl, ]; Ebu D.ıvud, Tatavvu, 20). "Medine´de öyle adarrdar vardır ki, onlar aldığınız her yolda, hatettiğiuiz her vadide hep sizinle beraberdirler. Onları size katılmaktan hastalık alıkoymuştur" (Cuhârî, Cihad, 35; İbn Mâce, Cihad, 6).

[188] Tirmizî, Zühd, 17; İbn Mâce, Zühd, 26; Ahmed, 4/230.

[189] Buhârî.Rikâk, 31; Müslim, İman, 206.

[190] Hadisin devamında ashap sorar: "Ya Rasulallah! Katilin durumunu anladık. Peki maktul niye öyle " Hz. Peygamber cevap verir: "Çünkü o d-a kardeşini öldürmeye azmetmişti" (Neseî, Tahrim, 29; tbn Mâce, Fiten, 11).

[191] Çünkü, bu durumda niyet bulunmakta, niyet edilen şey de, her ne kadar bir başkası tarafından da olsa ortaya konulmuş olmaktadır.

[192] Burada, kişi bu tür kötülükleri işlemeyi aklına koymuş, önlemlerini almış, ancak kendi iradesi dışında bir sebepten dolayı amacına ulaşamamıştır. İşte bu insan, onu bilfiil işlem iş gibi günahkâr olur. Yoksa m aksat, bunları sadece zihninden geçiren kimse olmamalıdır.

[193] Tur 52/21.

[194] Leheb 1.1 1/2.

[195] Tür 52/21

[196] Muztarib: Bir ya da daha fazla raviden farklı şekillerde ri vay v.l edilen \c bu rivayetler arasında herhangi bir yolla tercih yapılamayan hadislerdir. (Ç)

[197] Muhtemelen İkmâlu´l-mu´lim bi fevâidi Müslim olmalıdır.

[198] Buhârî, Savm, 42; Müslim, Sıyâm, 153.

[199] Tâbi durumda oldukları için meyve ve maldaki bilinmezlik akdi bozmamak­tadır. ıÇ)

[200] Necm 53/39.

[201] Necm 53/39.

[202] Buhârî, Savm, 42; Müslim, Siyanı, 153.

[203] Nisa 4/13-14.

[204] Vakıa 56/24.

[205] Nahl 16/32.

[206] Ne ilgisi var Daha önce geçen, onun bir mâlî tasarruf şeklinde olduğu idi Sanki o malı, tasaddukta bulunana vermiş ve o sadece sarf konusunda onun yerine geçmiş gibi idi. Mala ise bizzat kendisi malik olmuştu. Sevap ise tama­men başka bir şeydir

[207] Nahl 16/97.

[208] Ne ilgisi var Daha önce geçen, onun bir mâlî tasarruf şeklinde olduğu idi Sanki o malı, tasaddukta bulunana vermiş ve o sadece sarf konusunda onun yerine geçmiş gibi idi. Mala ise bizzat kendisi malik olmuştu. Sevap ise tama­men başka bir şeydir

[209] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/228-242

[210] Yani sebepleri yenilenen ibadetlerde. Meselâ, nisap bulunduğu için bu yıl farz olan zekât, ertesi sene nisabın bulunmaması durumunda vacip olma´/. Sebeplere bağlı diğer ibadetlerde de durum aynıdır. Dolayısıyla müellifin sö­zünü, kayıtlamak gerekmektedir.

[211] Meâric 70/23.

[212] Pek çok yerde geçer. Meselâ bkz. Bakara 2/3

[213] Bakara 2/43. vb.

[214] Buharı, Rikâk, 18; Müslim, Müsâfirîn, 215, 216.

[215] Daha önce: geçti. (1/343).

[216] Ebu Davud, Tatavvu, 27; Müslim, Müsâfirîn, 141.

[217] Buhârî, Savm, 64, Rikâk, 18; Müslim, Müsâfirîn, 2İ7.

[218] Hadid 57/28.

[219] Hz. Peygamber (as) çeşitli kimselere çeşitli münasebetlerle, zikirler (evrâd) öğretmişti. Tabiî bu virdleri verirken, iyi bir doktorun hastasının durumunu gözönünde bulundurduğu gibi, karşıdaki kişinin halini, vaktini, işini vb. gö-zönünde bulunduruytırve onun devamlı yapabileceği bir virdi kendisine öğ­retiyordu. Daha sonra gelen mürşidlerin de aynı şekilde davranmaları ve müridlerinin hallerine, vakitlerine uygun virdler vermeleri gerekir. Zam anı­mızda, bazı sofuların Hz. Peygamber´den gelen bütün virdleri toplayarak —ki saatler alabilir— okuduklarını görmekteyiz. İnancımızca bu tutum, işi zorlaştırmanın, altından kalkılmayacak bir yükün altına girmenin ve Hz. Peygamher´in gösterdiği tavrı kavrayamamanın bir örneği olmaktadır.(Ç)

[220] Bakara 2/45.

[221] Bakara 2/46.

[222] Daha önce geçti (2/138).

[223] Daha önce geçti (2/145).

[224] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/242-244

[225] Tağlîbyani galebe çaldırma yoluyla mubahla ilgili hükümler de buna dahil­dir. Yoksa mubah da, bazı kimselere has ol mayan şer´î teklifi bir hükümdür. Geriye talep içermeyen yani vazî hükümler kalıyor. Müellifin bu kaydı mak­satlı kullandığı (kaydın ihtirazı olduğu) açık değildir. Zira meselâ zı:vâî vak­ti, öğle. namazının farz olması için bir sebeptirve onun sebepîiği genel olup sa­dece bazı mükelleflere has bir durum değildir. Aynı şey diğer vazî hükümler hakkında da geçerlidir.

[226] Sebe´ 34/28. Yaygın olarak bilindiği üzere âyetin anlamı: "Biz neni bütün in­sanlara bu şeriatla ancak müjdeci ve uyarıcı olarak göndermişizdir" şeklin­dedir ve bu itiharla şeriatın tamamının bütün insanlara tebliğ edilmesi em-redilmektedir. "Ey Peygamber! Sana indirileni tebliğ et" (5/67) âyetinde de şeriatın tamamının tehliğ edilmesinin vacipliğine del alet bulunmaktadır. Bu iki âyetin bir arada değerlendirilmesi, meselede ortaya konulmak islenen ne­ticeyi tam olarak verecektir. Âyetlerin teker teker ele alınması durumunda ise, maksat tam hasıl olmayabilir. Çünkü peygamberin herkese gönderilmiş olmakla birlikte, gönderilen şeyin bir kısmını açıklamakla görevlendirilmiş olması mümkündür. Bu durumda şeriatın bir kısmı, sadece bir kısım insan­lar için olmuş olabiür. Böyle bir ihtimal, ancak şeriatın tümünün bütün in­sanlara tebiiğ edilmesi gereğinin ortaya konulmasıyla kalkar. Bu netice de ancak iki âyetin birlikte değerlendirilmesi ile ortaya çıkar. Gerçi şöyle denile­bilir: Mefûlün hazfedilmiş olması genellik bildirir. Hazfedilen de "bu şeriatla" kelimesidir. O takdirde getirmiş olduğu her iki âyet de maksadı ifa­deye yeterli olur.

[227] A´râf 7/158

[228] Hadiste şöyle denilir: "Bana beş şey verildi ki, benden ana´ hiçbir peygambere verilmemişti: Her peygamber sadece kendi kavmine gönderilirdi; ben ise kır­mızı, siyah lıerkesegönderildim..." (Buhârî, Teyemmüm, 1; Salât, 56; Müs­lim, Mesâcid, 3)

[229] Dikkatlice düşünüldüğünde, kullanılan âyet delillerinde "bu şeriatla" kaydı­nın bulunması gerekmektedir. Çünkü, maksat için peygamberin mücerred bütün insanlar için gönderilmiş olması yeterli değildir; gönderildiği şeyin tü­münü de dikkate almak gerekmektedir.

[230] Yani bunlarla ilgili bulunan meselâ mallarının zekâtının verilmesi gibi teklifi hükümler, bunların kendilerine değil, velilerine yöneliktir.

[231] Çünkü insanlar, zarurî, hâcî ve bunların tamamlayıcı unsurlarından "lan şeylere karşı hep aynı ihtiyacı gösterirler; zira hepsi aynı yaratılışta bulun­maktadırlar.

[232] Ahzâb 33/50-51.

[233] Arâbî hadisesinde, yapılan bir alış-verişle ilgili olmak üzere Huzeyfe Hz. Pey­gamber lehinde şehadette bulunmuştu. Huzeyfe´nin şehadet konusundaki dayanağı, Hz. Peygamber´in doğruluğuna olan imanı idi. O Rahbiııden tebliğ gibi çok önemli konularda yal an söylemediği ne göre, boy îe basit işlerde yalan söylemeyeceği öncelikli olarak sabit olurdu. Bu akitte Huzeyfe´nin şehâ-detinin iki şahit yerine tutulması, Hz. Peygamber´in bizzat kendisine has özelliklerden dolayı oiduğu için, ona ait bu aidiyet doğnıdanllz. Peygamber´e ait bir özellik halini almaktadır. İbn Kayyım bu konuyu Mâmu´l-muvak-kiîn ´de açıklamış ve Huzeyfe´nin, orada hazır bulunan sahabelerden önce Hz. Peygamber´e has olan özelliğe intikalie, bilinen bu tavrını sergilediğini be­lirtmiştir

[234] Ahmed, 4/303.

[235] Yani âyette ve iki hadiste. Hükmün şahsa özel olduğunu belirtmek de, bizzat böyle olmayan durumlarda şer´î hükümlerin herkese şamil olduğunu göste­ren başlı başına bir delil olur.

[236] Ahzâb 33/37.

[237] Ancak bizzat âyetin sonunda, bu özel uygulamanın genel şer´îbir hükme esas kılındığını belirten ifade bulunmaktadır. Dolayısıyla onun hususîliği vehmi­ni uyandıracak bir unsur içermemektedir.

[238] Yani, ben bununla velayetler gibi, şer´î hitapların genel olmayıp bazı kimse­lere has olabileceğini zannettiren hususları kastetmiyorum. Çünkü onlarda genellik kaidesi içerisindedirler. Soy le ki, bu tür velayetlerle, onlaraehil olan herkes genel olarak yükümlüdürler. Meselâ zekât, genel olarak yükümlü olunan bir görevdir. Ancak onunla bilfiil yükümlü olunması için nisap ve ben­zeri bazı şartlar aranır. Belirli şartlar aranan velayetler ile kifâî farzlarda da durum aynıdır. Onlar da bu noktadan bakıldığında genel kabul edilirler. Mü­ellif, yukarıdaki ifadesiyerine "genellik vasfından velayetler gibi şeyler hariç kalmaz..." deseydi konu daha kolay anlaşılırdı.

[239] Daha önce insanların iki kısım olduğu geçmişti: Nefsi nazlarından vaz-geççrtterve amelleri sırf şer´î yönden işleyenler...

[240] Yani hu gibi durum Itırda birinci, ikincinin muhatap olmadığı birşeyle muha­tap değildir ki bu, şeriatta hitabın tahsisi kabilinden sayılmış olsun.

[241] Yani amellere dalma ve onlara kendini verme mertebelerini, bu konuda in­sanların iki kısım olduğunu; onların (sûfîlerin) da diğer insanlar gibi yerleş­miş bulunan şer´î hükümler altına dahil bulunduklarım... iyice kavramak gerekmektedir

[242] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/244-249

[243] Nisa 4/105.

[244] Nisa 4/83.

[245] "Salât" kelimesi, Allah´tan olduğu zaman rahmet, meleklerden olduğu za­man mağfiret talebi, kullardan olduğu zaman da dua anlamına gelir. (Ç)

[246] Ahzâb 33/56.

[247] Ahzâb 33/43.

[248] Bakara 2/157.

[249] Duhâ93/5.

[250] Hac 22/59.

[251] Mâide 5/119.

[252] Fetih 48/2

[253] Fetih 48/5.

[254] Mâide 5/6.

[255] Nisa 4/163.

[256] bkz. Buhârî, Ta´bîr, 2,4,10,26; Müslim, Rü´yâ, 1; 2,6, 10; tbn Mâce, Rü´yâ, 1; Dârimî, Rü´yâ, 2; Muvatta, Rü´yâ, 1, 2; Ahmed, 2/18... Hadisin mânâsı şöyle olabilir: Vahiy henüz gelmeye başlamadan Hz. Peygamber altı ay süre île gün ışığı gibi rü´ya görmeye başlamıştı. Bundan sonra ise vahiy başladı. Vahiyle birlikte bu sürenin tamamı bir görüşe göre yirmi üç senedir. Bu durumda sâdık rüya devri, nübüvvet zamanının kırk altı cüzünden birini teşkil eder. Bu durumda ise hadiste, iddia edilen hususa bir delil bulunmaz. Rüyanm, bi­rim ne kadar küçük olursa olsun, nübüvvetten bir parça olm ası haddizatında makul birşey değildir. Çünkü nübüvvet şcr´î bir mahiyettir ve onun altına mücerred sâdık rüy^ ile bir cüzînin girmesi mümkün değildir. İbn Haldun, hadisin nübüvvet zamanına yorulmasının tahkikten uzak olduğunu sanmış­tır; ancak iddiasını isbat için ikna edici deliller de getirememiştir. Bazı riva­yetlerde bulunan sayıların ihtilaflı ohnası ve bu yüzden onları reddi boşuna­dır. Çünkü üzerinde durduğumuz hadis bazılarının mütevatir kabul ettiği sahih bir rivayet olmaktadır. Diğer peygamberlerin rüyalarının da aynı şe­kilde olduğunun sabit olmaması da zarar vermez. Çünkübiz hadisi vahiyden biraz önce bulunan ve gün ışığı gibi açık olan Hz. Peygamber´in rüyasına yo­ruyoruz. Bu durumda müellifin, hadisi genel olarak rüyaya yorması ve her­kesin de aynı şekilde bu Özellikte ortak olması iddiası destek bulmuş olmaya­caktır.

[257] Bakara 2/144.

[258] Ahzâb 33/51.

[259] Âyetin konusu, dört kadından fazlasını nikâhında tutmasına izin hakkında değildir Âyette işlenen konu, kadınları arasındaki geceleme sırasına riâyet (nöbet, kasın) ve onlardan diifidiğini nikâhında tutup, dilediğini salıvermesi hakkındadır. Nitekim tefsir kitaplarına bakıldığında, bunun böyle olduğu görülecektir. Bazı araştırmacılar müellifin anladığı gibi anlamışlar; ancak müellifin sebep olarak gösterdiği şeyde ona katılmamışlardır. Onlar, âyetin anlamı konusunda değil de, bu muhalefette isabet etmişlerdir. Gerçi Hasan el-Basrî´niıı bu âyeti "Ümmetinin kadınlarından dilediğini nikâhlar; onlar­dan dilediğinin nikâhını da bırakırsın" şeklinde açıkladığı ve. "Hz. Peygam­ber bir kadını istediği zaman, ondan vazgeçmedikçe başkaları o kadını iste­mezdi" dediği nakledilmişse de, bu da âyet hakkında ileri sürülen ihtimaller ve nakillerden biri olmaktan öte geçecek durumda değildir.

[260] Yani benim düşüncem istikametinde vahiy geldi. (Ç)

[261] Bakara 2/125.

[262] Ahzâb 33/53.

[263] Hz. Ömer´in kızı Hafsa i]e Hz. Âişe validelerimiz de dahil olmak üzere, Pey­gamberinizin zevceleri, herkesten fedakârlık istendiği bir dönemde daha fazla dünyalık istemişler ve bunda ısrar da etmişlerdi. Durum bir hayli ciddî hal almıştı. Sonunda ya hallerine razı olmak ve böylece Hz. Peygamber´in eşi olarak kalmak ya da ondan ayrılmak arasında bir tercih yapmaları kendile­rinden istenmişti. Onlar da hep birden Hz.Peygam be r´i tercih etmişlerdi. (Ç)

[264] Tahrîm 66/5.

[265] Kocanın, karısını anasının sırtına benzetmesi ve "Sen bana anamın sırtı gibi ol!" demesi. Câhiliye devrinde mevcut olan ve ebedi haramlık doğuran bu muameleyi İslâm ıslâh etmiş ve haramhğın kalkması için keffâret hükmü ge­tirmiştir, bkz. Mücâdele 58/1-4 (Ç)

[266] Mücâdele 58/1 vd. Bu âyette sözü ediien kadın Salebe kızı Havle´dir. Geniş bilgi için bkz. Zâdu 1-meâd, 5/413 vd. (Ç)

[267] Nûr 24/11 vd.

[268] Nûr 24/6-9.

[269] Buradaki makam şefaat makamıdır, bkz. Nihâye, 1/437. (Ç)

[270] İsrâ 17/79.

[271] Ümmetimden Üveys b. Abdullah el-Karıû diye biri olacak. Onun. ümmetime şefaati Rebîa ue Mudar gibidir (yanı onların adedincedir)." Bu hadisi, Tbıı Adiyy, el-Kâmil´de zayıf bir isnâdla rivayet etmiştir.



[272] İhyâ´da rivayet edilmiştir. el-Irâkî, isnadının zayıf olduğunu söylemiştir.

[273] İnşirah 94/1.

[274] Zümer 39/22.

[275] Tirmizî, Tefsir, 17/18; Menâkıb, l;İbnMâce, Zühd, 37;Ahmed, 1/5,281,295.

[276] Mâide5/54.

[277] Âl-İİmrân3/l.lO.

[278] Müellifin bu iddiası pek güçlü gözükmemektedir. Çünkü "Her ümmete bir şahid getirdiğimiz ve ey Muhammed,, seni de bunlara şahit getirdiğimiz za­man durumları nasıl olacak " (4/41)buyrulnıaktadırve raüfessirler her üm­mete getirilecek şahitten maksadın kendi peygamberleri olduğunu söylemiş­lerdir. Ancak maksadı, ümmetine şahitlik edecek yalnız başına kendisidir; diğer ümmetlerin durumu ise Öyle değildir. Çünkü onlarınpeyganıberleriyle birlikte kendisi de onlara şahitlikte bulunacaktır. Nitekim ümmeti de onlara şahitlik yapacaktır, şeklinde ise o zaman yerinde olabilir. Ancak müellifin sö­zünden bu zor anlaşılıyor.

[279] Bakara 2/143.

[280] Kurtubî şu açıklamayı yapar: "Ahmed, peygamberimizin ismi olmaktadır. Sıfattan nakledilmiş bir isimdir. Bu sıfat en üstünlük derecesi bildiren ism-i tafdi] kipidir. Yani en çok hamdeden demektir. Muhammed ise, çok ve tekrar tekrar Öğülmüş mânâsına gelir. Muhammed olmasını da Ahmed olmasına borçludur. Yani çok hamdettiği içindir ki, çok öğülen biri olmuştur. O yüzden İsa (as) öncelik arzeden Ahmed ismini tercih etmiştir. " (Özetle Kurtubî, 18/83-84). (Ç)

[281] Saff6l/6.

[282] Annesine mensup demek olan ümmî kelimesi belli bir tahsil yapmamış anla­mına, yahut okuma ve yazması bulunm ayan anlamına vb. gelmektedir. Mü­ellifin bu kelimeden ne kastettiği tenkitleriyle birlikte daha Önce genişçe açıklanmıştı. (2/69 vd.) (Ç)

[283] Ümmî olmakla birlikte ilim sahibi olma Hz. Peygamber hakkında açıktır ve bu onun mucizelerinden biridir. Bu konuda âyetler gayet açıktır. Ümmetin ümmîliğini ise âyetler açıklamaktadır. Ancak bu âyet ya da hadislerde, üm­metin, ümmîlikle birlikte normal olarak sahip olunamayacak olan ilme sahip olduklartnı gösteren unsur nerede Bu âyet ya da hadislerden çıksa çıksa iman vasfı çıkar ve ona sahip olan bir kim şeye de mutlak anlamda ilim sahibi denilemez.

[284] Cum´a62/2.

[285] A´râf 7/158.

[286] Daha önce geçti. (bkz. 1/52; 2/69).

[287] Tevbe9/43.

[288] Al-i İmrân 3/152.

[289] İnşirah 94/4.

[290] Ebu Nuaym, Ebu Hureyre´deıı rivayet etmiştir: Hz. Peygamber (as) şöyle an­latmıştır: "Musa´ya (as) Tevrat inince onu okudu ve içerisinde bu ümmetin zikrini gördü... (Hadis bu ümmetin fazileti hakkındadır ve uzuncadır.) So­nunda Musa: Ta Rabbi! Beni Ahmed´in ümmetinden kıl!´ dedi." Ebu Nu­aym´m rivayet ettiği başka bir hadiste de "Beni bu peygamberin ümmetinden kıl!" dediği rivayet edilmiştir.

[291] Ahzâb 33/57.

[292] Tirmizî, Menâkıb, 5S; Ahmed, 4/87; 5/55.

[293] Buharî, Rikâk, 38; İbnMâce, Fiten, 16. Ümmete dostluk beslemekten bahset­memiştir. "Kim benim bir velî kuluma eziyet ederse..." hadisinin muhalif mefhumu "Kim benim bir veli kuluma dostluk beslerse..." şeklindedir desey­di, o zaman maksat tam olarak hasıl olurdu.

[294] Nisa 4/80.

[295] En´âm6/87.

[296] Hacc 22/78.

[297] Uzunca bir hadis içerisinde, bkz. Tirmizî, Tefsir, 17/18; Menâkıb, 1; İbn Mâce, Zühd, 37; Ahmed, 1/5, 281, 295.

[298] Fatır 35/32

[299] Neml 27/59.

[300] En´âm6/54.

[301] Rivayete göre CibrîlHz. Peygamber´e gelerek: "Ya Rasûlallahîîşte Hatice sa­na yönelmiştir. Beraberinde bir kap vardır ki, içinde katık yahut yiyecek ve­ya içecek vardır. Sana geldiği vakit ona Rabbi´nden ve benden selâm söyle. Hem kendisini cennette inci kamışından bir.evle müjdele. O evde ne gürültü olacak, ne de meşakkat!" dedi. (Müslim, Fedâilu´s-sahâbe, 71).

[302] İsrâ 17/74.

[303] İbrahim 14/27.

[304] Kalem 68/3.

[305] Tîn 95/6. Bu âyetlerde geçen "memnun" kelimesinin "kesintisiz" demek olan bir başka anlamı daha vardır. Bu takdirde âyetler maksada delil olmaktan çı­karlar

[306] Kıyâme 75/17-19.

[307] Kamer 54/17.

[308] Nisa 4/59.

[309] Buhârî, Cihâd, 109; Müslim, İmâre, 32.

[310] Nisa 4/80.

[311] TâHâ 20/1-2.

[312] A´râf7/2.

[313] Tûr 52/48.

[314] Mâide5/6.

[315] Bakara 2/185.

[316] Nisa 4/28.

[317] Nisa 4/29.

[318] İbn Mâce, Fiten 8. es-Sehâvî, hadisin metin itibarıyla meşhur olduğunu, pek çok senedleri ve müteaddid şâhidleri olduğunu belirtmiştir

[319] Tirmizî, Kıyamet, 59; Ahmed, 1/293.

[320] Sâd 38/83.

[321] Buhârî, Cenâiz, 72, Rikâk, 53; Müslim, Fedâil, 30, 31; Ahmed, 4/149.

[322] Buna göre, Mesâbîh´te yer alan ve Tirmîzî tarafından da sahih bulunan: ´"Hidâyete erdikten sonra hiçbir kavim sapmaz. Ancak ced ele girerlerse o ha­riç. ´ Sonra da ´Sana böyle söylemeleri sadece cedele (tartışmaya)girmek için­dir´ (43/58) âyetini okudu, hadisinin tevili gerekecektir. Ancak, müellifin ge­tirdiği deliller maksadı tam olarak ortaya koymamaktadır. "Ümmetim hata üzerinde birleşmez" hadisi, ancak ümmetin tamamı için geçerli olup fertler ya da belirli gruplar için değildir. "Sana içten bağlı olan kulların bir yana, hepsini azdıracağım" âyetinde bahsedilen ihlâslı kullar da nihayet hidayete erdirilmişler içerisinde azınlıkta kalan bir kesimdir. "Allah´ı gözet..." hadisi dünya ve âhiretle ilgili konularda azgınlık, sapıklık ve benzeri serlerden ko­ruması için bir metot belirlenmesi şeklinde anlaşılır. "Vallahi, ben sizin hak­kınızda arkamdan şirke tekrar döneceğinizden asla endişe etmiyorum..." ha­disi, ümmetin tamamına ya da en azından büyük çoğunluğuna yöneliktir. Yoksa daha Hz. Peygamber devrinde bile dinden dönen insanların bulundu­ğu bilinmektedir. Ancak bu ferdî olaylar, hiçbir zaman hadiste kastedilen ço­ğunluk ümmet İçin bir endişe kaynağı olmayacaktır. Bu durumda, müellifin kasdı ferdî plânda değil de, genel olarak ümmetin sapıklıklardan korunmuş olması şeklinde olmalıdır. Ancak, müellifin ifadesi mutlaktır ve ferdî plânda anlaşılmaya da müsaittir. "Allah´ı gözet..." hadisinde tekil kipinin kullanıl­mış olması, her ne kadar ilk etapta o anlaşılıyorsa da, hükmün ferdlere de şâmil olmasını gerektirmez ve onunla ümmetten belirli kimselerin kastedil­miş olması uzak bir mana olur. Bu yaptığımız izahtan sonra, başta sözünü ettiğimiz hadisin teviline de gerek kalmayacaktır

[323] el-Mişkâtta, Müslim´den nakledilmiştir.

[324] imamın ümmetten olacağı hk. bkz. Buhârî, Knbiyâ, 49; Müslim, İman, 249-İbn Mâce, Fiten, 33; Ahmad, 2/336.

[325] Buhârî, Fedâilu ashâbi´n-Nebiyy, 6; Müslim, Fedâilu´s-sahâbe, 22; Ahmed 1/171.

[326] Müslim, Fedâilu´s-sahâbe, 26; Ahmed, 1/71, 6/288.

[327] Buhârî, Menâkıb, 28.

[328] Sâd 38/35.

[329] Bilindiği üzere Allah onun bu duasını kabul etmişti ve bunun neticesinde o, cinlero ve şeytanlara da hükmetmiştir. (Ç)

[330] bkz. Furûk, 2/144.

[331] Buharı, Ezan, 156; Müslim, İman, 125; Ahmed, 4/117.

[332] Her gece Rab Teâlâ´mn dünya semasına tenezzülde bulunacağını (ineceğini) bildirenhadis. Buharî, Deavât, 14; Tevhîd, 35.

[333] YaniHz. Peygamber´in, firaset, rüya, ilham gibi şeylere dayanarak bazılarını müjdelediği, bazılarını uyardığı ve benzeri tasarruflarda bulunduğu bilin­mektedir. Ümmetinden bazı kimselerinde aynı şekilde davranması yerinde olacaktır. Daha önce de gördüğümüz gibi, bımlarm doğruluk ölçüsü, Hz. Pey-gamber´e bağlılıkla doğru orantılı bulunuyordu.

[334] Buharı, Tabir, 35.

[335] Müslim, îmâre, 17; Ebu Davud, Vesayet, 4.

[336] Câmi´s-sağîr´de el-Bağavî, e.î-Bârudî, İbn Kânı´, İbnu´s-Seken ve îbn Şâ-hîn´den rivayet edilmiştir. Beyhakî, bu hadisin isnadında durmak gerektiği­ni söylemiştir. Hadis tefsirciler arasında meşhurdur. el-İsâbe´de, Sa´lebe´-nin hayatından bahsedilirken bu hadisin sahih olmadığına işaret edilmiştir.

[337] Müslim, Fedâiiu´s-sahâbe, 141.

[338] Hz. Peygamber, bütün bu davranışlarını fırâset üzerine kurmuştur.

[339] Bundan sonra vereceği örnekler gayba vâkıf olma esası altına girecek şeyler­dir. Bu kapah (mücmei) bir ifadedir ve bunların altına melek yoluyla alman vahiy ile ilhanı da girer. Bunları da örnek olarak burada vermesi ndeki amacı, mecazî de oisa bunlarda da ümmetin iştiraki bulunduğunu belirtmek içindir.

[340] Buharı, Ashabu´n-Nebî, 9.



[341] Tirrnizî, Menâkıb, 18; Ahmed, 6/75, 149,

[342] Buhârî, Menâkıb, 25; Ebu Davud, Libas, 42 (4/71); Ahmed, 3/294.

[343] Tirmizî, Kıyamet, 35.

[344] İbn Asâkir´in, zayıf bir i snadl a rivayet ettiği bu had iste Hz. Peygamber, Mua-viye´yc şöyle buyurmuştur: "Sen var ya, benden sonra ümmetimin idaresini üstleneceksin. Eğer bu dediğini olursa, onların iyilerine iyi muamele e! ve on­lara önem ver. Kötülerinden de yüz çevir."

[345] Buhârî, Salât, 62; Müslim, Fiten, 70.

[346] Müslim, Mesâcid, 241; Nesâî, İmamet, 55; îbn Mâce, tmâmet, 150.

[347] Buhârî, Fiten, 2; Müslim, Zekât, 132, 139; Tirmızî, Fiten, 25; Nihâye, 1/22.

[348] Hz. Ebu Bekir kızı Âişe´ye bir hibede bulunmuştu. Teslim almadan önce öle­ceğini hissettiği hastalığa yakalanmıştı ve dolayısıyla şeriatın gereği olmak üzere bu hibesini iptal etmiş ve o malı geride varisi olacak olan kardeşleriyle pay laşm asını tenbih etmişti. O sırada hanımı ham ile bulunuyot düve yukarı­daki sözüyle doğacak çocuğun kız olacağını keşf yoluyla bildirmişti. (Muvat­ta, Akdiye, 34 (2/754) (Ç)

[349] Cuma günü minbere çıktığı bir sırada yukarıdaki sözünü söylemiş ve daha sonra hutbeyi irad ettikten sonra inmişti. Bunun ne olduğunu soranlara da diline öyle geldiği için söylediğini söylemişti. Durumu kimse anlamamıştı. Sonra ordu komutanı olan Sariye b, Zenîm´den mektup gelmiş ve Cuma günü

- tam o saatte böyle bir ses işittiğini ve ordusu vadi içerisinde iken hemen dağa çektiğini ve düşmanın muhasarasından kurtulma bir yana onlara hücumla onları yendiklerini bildirmişti, fbkz. Menâkıbu Ömer, 172)

[350] Hz.Ömer İsrâ l7/12 âyetine işaret etmiş olmalıdır dır. (Ç)

[351] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/249-266

[352] Yani kadı hükmettikten sonra, keşif, hükümde hata olduğunu ortaya çıkardı gerekçesiyle o hükümlerin bozulması sahih değildir. Aynı şekilde, zahirde şer´î kaideler doğrultusunda şöyle bir hüküm gerekirken, keşif ya da benzeri birşeye dayanarak o hükmün gereklerinden vazgeçmek de caiz değildir, burada şöyle denilebilir: Hükümlerin bozulması sadece cüzî hükümlerde nadir ve pek çok kayıtlarla sözkonusu olabilir. O, aralarında çelişkinin bulunması durumunda hükmün bazı gereklerini terk etmekten daha uzak birşey olup aralarında ilgi yoktur. Aralarında birinin varlığından diğerinin de zorunlu olarak bulunması gibi bir ilişki bulunmamaktadır. Yani keşif yoluyla şer´an muteber olan bir şehâdeti kabulden vazgeçmek durumunda, ke­şif sebebiyle böyle bir şehadet üzerine bilfiil verilmiş olan bir hükmün bo­zulmasının gerekli iiliği lazım gelmez. Çünkü, hükümlerin verildikten sonra bozulmalarında hakikaten büyük fesat ve hükümlerin askıya alınıp uygu­lanmaması gibi bir zarar sozkoıı usudur. Nitekim bu konuya başka bir yerde müellif de işaret etmiştir.

[353] Hadisin devamı şöyle: "İmdi kime, kardeşinin Iıakkından. birşey hükmet -mişsenı asla onu almasın; zira ben aslında ona ateşten bir parça ayırmışım-dır." (bkz. Buharı, Şehâdât, 27; Ahkâm, 20; Müslim, Akdıye, 4; Ebu Davud, Ak diye, 7

[354] İbnu´l-Arabî, Kitâbul-Ahkâm´da, bütünüyle ulemânın kadının, kendi ilmi­ne dayanarak ölüm cezası veremeyeceğinde görüş birliği içerisinde oldukla­rını, diğer konularda ise ihtilaflı olduklarını belirtmiştir.

[355] O (as), kendisine arzediîen bütün dâvalarda kimin hakiı kimin haksız oldu­ğunu bilirdi. Bununla birlikte, onları dinler ve şeriatın gereği olarak zahire göre kini haklı ise onun lehine hükümde bulunurdu,

[356] Bütün kadıların başı olan başkadı. (Ç)

[357] Yani sahipliyim demek istedi. Boş sahrada bulunan ağaçlar mülk olmazlar. Ağacın bir yahudîye ait olmasının ise hükme bir tesiri bulunmaz. Ancak bu­nu aşın bir vera örneği ifade etmek için söylemiş olmalı.

[358] Müslim, Selâm, 45. Bişr´in akrabaları, koyunu zehirleyen kadını kısas yoluy­la Öldürmüşlerdi. (Davudoğlu şerhi, 9/613). (Ç)

[359] Bakara 2/67 vd.

[360] Kehfl8/66vd.

[361] Çünkü bu mânâda Hz. Peygamber´den birşey sabit olmamıştır ki, Hızır ola­yında anlatılan şey ona kıyas edilsin. Bizim şeriatımızda o mânâda birşeyler sâdır olmalı ki, biz kıyas yoluyla onu da hükme katmış olalım.

[362] Nevevî el-Erbaîn´de Vâsıbe b. Ma´bed´den nakleder: Hz. Peygamber´e gel­dim. Bana: "İyiliği sormaya mı geldin " buyurdu. "Evet" dedim. Bunun üze­rine o: "Kalbinden fetva iste. İyilik, nefsin sükun, kalbin huzur bulduğu şey­dir. Kötülük ise, kalbini tırmalayan ve içerinde tereddüt doğuran şeydir. İn­sanlar fetva verseler de, sen fetvayı kalbinden iste" buyurdu. (Ahmed, 4/227; Dârimî, Büyü, 2).

[363] Şahit, karîne-i kâtıa vb. gibi isbat edici deliller. (Ç)

[364] Buhârî, Rehn, 6; Tirmizî, Ahkâm, 12; îbn Mâce, 7.

[365] Ebu Davud, Akdıye, 20 (3/308).

[366] Bucümle sözün akışma göre "En güvenilir insan, enyalana bir kimseye karşı davacı olsa bile, beyyine davacı, yemin de inkâr eden kimseye (davalı) verdi-rilecektir" şeklinde kurulmalıydı.

[367] Buhârî, 65/24. Geniş bilgi için bkz. Zâdul-meâd, 5/446 vd.

[368] Hadis şöyle: "Saflarınızı düzeltiniz ve birbirinize kenetleniniz. Çünkü ben sisi arkamdan görmekteyim." bkz. Buhârî, Ezan, 72; Nesâî, İmamet, 28, 48; Ahmed, 3/103.

[369] Çünkü birinci durumda, gerçekleşmesi beklenen bir fayda dikkate alınma­makta; sadece caiz olan bir durum göz önünde bulundurulmaktadır. Burada ise, her ne kadar caiz ya da arızî durumlar korkusundan dolayı caiz hükmün­de ise de, gerçekleşmesi beklenen bir fayda dikkate alınmaktadır.

[370] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/266-275

[371] bkz. İbııHişam, 1/253/254.

[372] Burada kastedilen cezaî sorumluluktur; mâlî tazmin değildir. Islâmdacan ve mal heder olmadığı için bunların itlafı durumunda mutlak sılrette diyet ve mâlî tazmin söz konusu olur. (Ç)

[373] Şerîata göre bu gibi şeyler haramdır; ancak buıılaronlarm ellerinde olmayan şeylerdir ve onları kendi ihtiyarlan olmaksızın yaparlar.

[374] Tûr 52/16.

[375] Neml 27/90.

[376] bkz. s. [2/192]

[377] Sâffât 37/102.

[378] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/275-280

[379] İster onların yaratıhşlanyla iaterse huylanyla ilgili olsun ya da kendileriyle ilgisi bulunan mevcut daha başka şeylere tâbi olsun farketmez.

[380] Meselâ, her mükellef beş vakit namaz ile kesin olarak yükümlüdür; sabah namazı herkes için iki rekattir; öğle dört rekattır. Yine namazın şartlan ve rükünleri, gerektirdikleri, âdâb ve erkânı herkes için aynıdır. Bu konuda geç­miş zamanlar ile sonraki nesiller arasında da fark yoktur. Çünkü Sâri´ Teâlâ´nm yükümlülüğü üzerine bina ettiği âdetler istikrar arzetmektedir. Bunlar herhangi bir asırda güçlük doğurup, başka bir asırda kolay gelecek şeyler değillerdir. Hep aynı özellikte kalacak şeylerdir. Diğer yükümlü­lükler de bu örneğe benzetilebilir.

[381] Güneşin, aym, yıldızların, suyun, ateşin, yeryüzü ve üzerindekilerin; deniz­ler ve içerisindekilerin faydaları gibi.

[382] Yani insan ve hayvanın fiillerinde söz konusu olan sebebîer ve onların mü-sebbebleri ve onlardan ortaya çıkan şeyler gibi.

[383] Yani hayat, ölüm, hastalık, lezzetler, şehvetler gibi Yaratıcının bu kâinatı birbirine bağladığı tabiat halleri.

[384] Aksi takdirde dünya imar edilemezdi. Çünkü dünyanın iman, müsebbeble-rin meydana gelmesi için değişmezlik gösteren sebebjere yapı somaki a olmak­tadır. Eğer sebepler çok istisnaî durumlar hariç normal hallerde, müseb-beblerini bidüziye olarak ortaya koy m asalardı, o zaman insanlar sebebleri ihmal eder ve neticede dünya hayatı düzen tutmazdı

[385] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/280-284

[386] Burada "âdet" kelimesi itiyat, alışkanlık vb. gibi anlamlardan çok insanlar arasında yer etmiş, alışılagelmiş, yapılagelmiş şeyler mânâsına gelmekte­dir. (Ç)

[387] Çünkü bu gibi konuları bizzat Sâri nass ile belirlemiş ve onlara şer´î bir hü­küm koymuştur. Bu gibi konularda insanların güzellik ya da çirkinlik yargı­larında meydana gelen değişme, onlarla ilgili şerl hükmü değiştiremez. İkin­ci türden olanlar ise böyle değildir. Çünkü onların güzel ya da çirkin oldukla­rını gösterecek şer´î bir delil bulunmamaktadır ve konu insanların örflerine havale edilmiştir. Bu itibaria o tür konularda meydana gelen insanların de­ğer ölçülerindeki değişmeler ilgili hükümlerde de değişmelere neden olacak­tır. Bu konuda bkz. Erdoğan, Mehmet, İslâm Hukukunda Ahkâmın De­ğişmesi, îst. 1990.

[388] Mesela ülkeden ülkeye sıcaklık, soğukluk gibi durumlar farklılık arzeder Sı­cak ülkelerde ergenlik yaşı daha çabuk gelirken, soğuk ülkelerde daha eec yaşlara kalır.

[389] Yani her hayız görmesi ndeki süre kastedilmektedir.

[390] Evlilikte mehrin teslimi konusunda olduğu gibi. Burada yaygın cilan âdet, zifaftan önce muaccel mehrin verilmesi yönüne ağırlık kazandırmakta ve bu şekilde mehrin teslimi öne çıkmaktadır.

[391] Beyyine (delil ikâmesi) müddeîye (davacı) aittir; yemin istr inkâr eden tarafa düşer. Burada kadın bir hak dava etmekte, koca ise inkâr etmektedir; dolayısıyla yeminle birlikte söz kocanın sözü olacaktır.(Ç)

[392] Şatıbi el-Muvafakat İslami ilimler metodolojisi İz Yayıncılık 2/284-287

[393] Yani zecrî önlemlerin suç işlemekten geri durmak için bir sebeb olması insan­lar arasında geçerli olan bir âdettir. Haddizatında zecrî rinlemler sebebiyle suçtan kaçınma duygusu, izin ya da yasak gibi şer´î bir hükmün taalluk ede­ceği hususlardan değildir; zira insanda bulunan huy ve tabiatlarla ilgilidir. Buna rağmen şer´an dikkate alınması zarurîdir; çünkü üzerine kısas gibi hü­kümler tertip edilmiştir.

[394] Bakara 2/179.

[395] Bakara 2/187.

[396] Cum´a 62/10.

[397] Bakara 2/198.

[398] Yani, bu ve benzeri âyetler Sâri Teâlâ´nın bu âdetleri dikkate aldığını göster­mektedir. Yani müsebbebler devamlı olarak normal âdet olan sebebleri neti­cesinde meydana gelirler ve Sâri, onların üzerlerine serî hükümler bağlar: Sebeblerine yapışmak suretiyle nikah, ticaret... talebinde bulunmak gibi.

[399] Yani müsebbeblerin sebeblerin işlenmesi suretiyle meydana gelmesi âdeti.

[400] Yani eğer bu âdetler seran dikkate alınmaaaydı, o zaman Sâri Teâlâ onların sebeblerini meşru kılmazdı. Ancak sözü edilen âyetler, bunlar üzerine hü­küm bağlandığı konusunda kesin bir delildir. Dolayısıyla âdetler şer´an dik­kate alınmış olmaktadır.

[401] On üçüncü meselenin birinci delili. Yükümlülüğün bütün insanlar için hep aynı ölçüde konulmuş olması, Sâri Teâlâ´nın onlar arasında geçerli olan âdetleri dikkate aldığını gösterir. Eğer bidüziyelik arzeden bu âdetler dikka­te alınmasaydı, o takdirde konulan teşrîîn farklılık arzetmesi tabiî olurdu.

[402] Daha önce de geçtiği üzere maslahatlar, insan hayatının ikâme ve idâmesini sağlayan şeylerdir ve bunlar onun aklî ve şehevî özelliğinin gereksinimleri olmaktadır. Bu ise, ona getirilen yükümlülüklerde kendi karakterinde ve ev­rende mevcut bulunan âdetlerden soyutlanması, onların dikkate alınmama­sı durumunda gerçekleşemeyecek bir husustur. Âdetlerin teşrîde dikkate alınmış olduğuna dair bu kadarıyla istidlalde bulunmak aslında yeterlidir ve daha başka külfetlere girmeye gerek yoktur. Nitekim müellifin dördüncü bir husus dediği şey de bunun bir uzantısı olmaktadır. Çünkü insanı, belirtilen şeylerin gereğinden soyutlamak takat üstü ya da harec (güçlük) içeren bir yükümlülük olur.

Müellifin üçüncü husustan maksadı şudur: Teşrî devamlıdır ve o masla­hatlarla berabervardır; şu halde maslahatlar da devamlıdır. Maslahatlar ise carî olan âdetlerdir. Dolayısıyla âdetler dikkate alınmıştır. Ulaşılmak iste­nen sonuç da budur. Dördüncü hususa gelince, burada üzerinde durduğu şey şudur: Yükümlülük konusu olan şeye dair bilgi ve kudret âdetle ilgili bir du­rumdur. Eğer bunlar yükümlülük sırasında Sâri´ tarafindan dikkate alını­yorsa, bu dolayısıyla Şâri´in âdeti dikkate almış olması demektir. Dolayısıyla maksat hasıl olmuştur. Eğer âdetler dikkate alınmazsa o zaman takat üstü yükümlülük kaçınılmaz olur. Müellifböyle demekle birlikte, sizin de dikkati­nizden kaçmayacağı gibi, bilgi ve kudret şer´an benimsenmiş bulunan âdetlerden değildir; aksine onlar sebeb ve müsebbeb bahsi ile ilgili hususlar­dandır. Keza müellifin izahından dördüncü husus da üçüncü hususun bir uzantısı şeklinde değil, müstakil bir izah şeklini almaktadır.

[403] Konu ile: ilgisi açık değildir. Çünkü konu, insanlar arasında mutat olmayan özür İmliyle ilgilidir. Hastalık ist; müellifin ruhsat mahallidir dediği mutat özürlerden olmaktadır. M ui at olarak bir delikten idrarını dışarı atan, bu ara­da yine mut al. (irfanından da aynı şekiîde idrannı dışarı alabilen bir kimse­nin durumunu misal olarak verseydi konu açıklık kazanacak!!. Biiyle bir kimse mesela hem önden hem de başka bir delikten idrarını bir özür olarak değil, Adel ulara k y apacakt ir. Başka bir delikten idrarını yapması olağan dışı olmakla birlikte o kimse için âdet halini almıştır ve bu ikinci âdet birinci âdeti de ortadan kaldırmamıştır.

[404] Faslın başından buraya kadar anlatılanlar şer´an durumları belirlenmemiş âdetler hakkındadır. Bu meselenin ikinci kısmını teşkil etmektedir. Ancak bundan sonra gelecek meselelerin tamamı Sâri I ara fin dan emredilen, yasak­lanan ya da tercihe bırakılan âdetlerle ilgilidir. İki durumda fasıl, âdetlerin olağandışı hak; dün üşmesi ve her iki kısmın hükümlerinin açıklamasını kap­samaktadır.

[405] Bu gibi konularda şe/î âdet, müdafaada bulunan kim