ayten
Sun 26 September 2010, 11:24 pm GMT +0200
Mukaddimeler
Kitapla ilgili meseleleri ele aimadan önce bilinmesi gereken mukaddimeler: bunlar onüç mukaddimeden ibarettir.Birinci Mukaddime
"fıkıh usûlü"[1] kat´îdir, zannî değildir: bunun delili fıkıh sûlünün şeriatın küîlî esaslarına dayalı olmasıdır. Şeriatın küllî esaslarına dayanan şeyler ise kat´îdir.
Birinci önermenin beyanı, kesinlik ifade eden istikra (tüme varım)[2] yöntemi ile açıktır.
İkinci önermenin beyanı ise birkaç açıdan yapılacaktır:
Birincisi:[3] fıkıh usûlü: [30]
A) Ya aklî prensiplere;[4] bunlar ise kafidirler.
B) Ya da şer´î delillerden elde edilen genel istikraya[5] bağlıdır; bu da aynı şekilde kat´îdir. Bu ikisine ilave edebileceğimiz bir üçüncüsü[6] de bu ikisinden mürekkep olandır. İki kat´îden mürekkep olan da aynı şekilde kat´îdir. İşte bu da ´fıkıh usûlü´dür.
İkincisi:[7] eğer bunlar zannî olsalardı, o takdirde aklî olan bir hususa bağlı olmazlardı. Çünkü aklî olan hususlarda ´zan´ kabul edilmez. Aynı şekilde ´şer´î külli esaslar´a da bağlı olmazlardı. Çünkü zan ancak cüz´î meselelerle ilgilidir.[8] zira eğer zannın, şer´î küllî esaslara bağlanması (taalluku) caiz olsaydı, o zaman şeriatın esasıyla ilgisi de söz konusu olabilirdi; çünkü o ilk küllî esas[9] olmaktadır. Bu ise âdeten caiz değildir[10] —burada ´külli esaslar´ (külliyyât)dan[11] ´zarûriyyât´ ´hâciyyât´ ve ´tahsîniyyât´ı kasdediyorum. Yine, eğer zannın şeriatın esasına taalluku (bağlanması) caiz olsaydı, o zaman ´şek´ kin (şüphe) de devreye girmesi söz konusu olurdu. Bunun olmayacağında ise şüphe yoktur. Keza o takdirde değiştirilmesi, tebdil edilmesi caiz olurdu. Bu ise yüce ALLAH´ın korunmasına dair verdiği teminata ters bir neticedir. [31]
Üçüncüsü: eğer zannî olanın, fıkhın esaslarından biri sayılması caiz olsaydı, aynı şekilde inançlar (akâid, usûlu´d-dîn) konusunda da esas olmasıkabuledilirdi.buise ittifakla caiz değildir. Dolayısıyla burada da durum aynıdır. Çünkü fıkhın esaslarının, şeriatın aslına olan nisbeti, akâid esaslarının nisbeti gibidir. Her ne kadar mertebe bakımından farklı iseler de, her millette (şeriatta)[12] dikkate alınmış olan küllî esaslar olmaları bakımından birbirlerine müsavidirler. Akaidin esasları, zarûriyyâttan olan "dînin korunması" bölümüne dâhil bulunmaktadır.
Bazıları şöyle demişlerdir: şeriatın esaslarının zan ile isbatına imkan yoktur; çünkü o bir teşrîdir. Biz sadece furûda (esaslardan doğan ve ikinci derecede önem arzeden konularda) zan ile kullukta bulunmakla emrolunduk. Bu yüzdendir ki, el-kâdî (abdullah) b. Et-tay-yib, ilel (illetler) bahsinin ´aksü´1-ille´[13] tearuz halleri, illetle diğerleri arasında tercih gibi tafsilâtını; râvilerin adedleri, mürsellik (irsal) gibi haberlerle ilgili hükümlerin detaylarını usûlden saymamıştır. Çünkü bunlar kat´î değillerdir.
İbnu´l-cüveynî, bu gibi konulara usûlde yer vermesine: "kesin esaslara dayalı açıklama, mânâ bakımından[14] o kat´î delilin delalet ettiği şeye dâhildirler." diye mazeret göstermiştir.
El-mâzirî muhammedb. AliŞöyle der: "bence, el-kâdî´-nin "usûlden maksat, ilmin esaslarıdır." şeklindeki anlayışına uygun olarak bu fennin (ilmin) zannî de olsa usûlden (esaslardan) sayılmasında bir sakınca yoktur. Çünkü bu zannî olan hususlar, kendileri için değil[15] bilakis belli bir sayıda olmayan gayri muayyen şeylerin, kendilerine vurulmaları için konulmuştur. Bu durumda onlar, ´umûm´ ve tıusûs´ gibidirler."[16] şöyle devam eder: "ebû´l-meâlî´nin, onları usûlden saymaması uygun olurdu. Çünkü ona göre ´usûl´, ´deliller edillejden; ´deliller´ de, kat´î neticeye ulaştıran şeylerden ibarettir. El-kâ-dı´ya gelince, onun da daha önce naklettiğimiz asıl prensibine göre, bunları ´usûl´den çıkarmaması gerekirdi." el-mâzirî´nin sözü burada bitti.
Cevap:[17] hangi açıdan bakılırsa bakılsın, esasın kat´î olması gerekmektedir; çünkü, eğer zannî olursa onun fâsid olması ihtimâli ortaya çıkabilecektir. İstikra ile bilinir ki, böyle birşeyin dinde esas sayılması mümkün değildir. (teminât altına alınmış olmaları bakımından) genel kıstaslarla (kavânîn), bizzat (şâri´ce) ortaya konulan (mansûs) küllî esaslar arasında bir fark yoktur. ´´Doğrusu ´zikri´ (ki-tab´ı) biz indirdik, onun koruyucusu da elbette biziz."[18] âyetinde teminat altına alman "koruma" dan maksat, bizzat şeriat tarafından ortaya konulan (mansûs) küllî esaslardır. "bugün size dîninizi tamamladım ..."[19]âyetinde kasdedilen de işte bunlardır;cüz´î meseleler değildir.[20] eğer öyle olsaydı, o takdirde şeriatın cüz´î meselelerinden hiçbirinin bu koruma kapsamının haricinde kalmaması gerekirdi. Oysa ki, durum böyle değildir; çünkü biz bu konunun caiz olduğuna hükmediyoruz; vakıa da bunun böyle olduğunu teyid etmektedir. Zira zanlar (anlayışlar) farklıdır ve cüz´î nasslarda ihtimaller söz konusu olabilir; bu gibi hususlarda hataların bulunduğu kat´iyetle bilinmektedir: örneğin âhâd haberlerde, âyetlerin mânâlarında hatalar yapılmıştır.Bunlar da gösterir ki, "korunması teminat altına alınan ´zikir´ (ki-tâb)"den maksat, onun ´küllî´ olan[21] esaslarıdır. Bu duruma göre de,
Her esasın küllî olması gerekir. Bu ebû meâlî´ye göre böyledir, el-kâdî´nın görüşüne göre ise, kat´î ya da zannî delillerin ortaya konulması, usul-ı fıkıh demek olan bu kıstaslara (kanunlara) bağlı ise ve onlara vurulmadan, onlarla denenmeden o delillerle istidlalde bulunma imkanı yoksa, bu takdirde bu esasların, söz konusu deliller ayarında, hatta onlardan daha güçlü olmaları gerekir. Çünkü istidlal sırasında, delilleri ona vurmak, uygun düşmeyenleri atmak suretiyle sen, usûlü deliller üzerine hâkim kılmaktasın. Eğer bunlar kat´î olmasalardı, başkalarının sıhhatini ölçmek için nasıl kıstas olarak kullanılabilirdi [22]
Bunların bizatihi kendileri için istenmediklerine dair bir delil de yoktur. Bu itibarla, bunlarda kat´îlik arandığı hususu göz ardı edilemez. Çünkü bunlar, diğerleri üzerine hâkim durumundadırlar; dolayısıyla, mutlaka bunların derecelerine güvenilmesi gerekir ve işte o takdirde ´kıstas´ olarak kabulleri uygun olur. Yine, eğer bunların zannî olmaları caiz olsaydı, o takdirde konunun başında söz konusu edilen sakıncaların tamamı kendisini gösterirdi. Bu ise doğru değildir. Bütün bunlar teslim edilince, zannî olan şeylerin ´usûl´den sayılamayacağı bir ıstılah olarak yerleşecektir ve bu zannî olan hususların mutlak olarak ´usûl´ kapsamından çıkarılması için yeterli olacaktır. Buna rağmen, usûlde zikri geçen ve kat´î olmayan[23] hususlar ise, kat´î üzerine bina edilen, ondan aslî kasıtla değil tâbilik yolu ile ayrıntı olarak ortaya çıkan meselelerdir. [24]
İkinci Mukaddime
Bu ilimde kullanılan mukaddimeler ve kendisine dayanılan deliller mutlaka kesin olmak durumundadır. Çünkü, eğer bunlar zannî olurlarsa, o takdirde istenilen neticeler de kesinlik ifade etmezler. Bu son derece açıktır. Bunlar ya; vâcib, caiz ve muhal gibi üç hükümde ifâdesini bulan aklî mukaddimelerdir; ya da yine aynı şekilde bu üç hükme dönük bulunan örfî (âdete dayalı) mukaddimelerdir. Zira âdete dayalı olan delil ve mukaddimelerin de vâcib, caiz ve muhal olanları vardır. Veyahut da naklî olan mukaddime ve delillerdir. Bunların en üst düzeyde olanları, delâleti kati olmak şartı ile, lafzı mütevâtir olan haberlerle manevî mütevâtir olan haberlerden elde edilenlerdir; yahut da şeriatın kaynaklarının istikrası (taranması) neticesinde elde edilen neticelerdir. Şu halde bu ilimde söz konusu olan hükümler[25]
Üçü aşmayacaktır: vâcib, caiz ve muhal. Bunlara vuku ve adem-i vuku da ilâve edilebilir. Bir şeyin hüccet olup olmaması konusu ise, onun o şekilde (yani hüccet şeklinde) vuku bulup bulmamasına bağlıdır. Bir şeyin sahih ya da gayr-ı sahih olması ise ilk üç hükme yöneliktir. Bir şeyin 35 farz, vâcib, mendûb, mübâh, mekruh ya da haram olması ise usûl meseleleri içerisinde yer almaz. Bunları da usûl meseleleri içerisinde zikredenler, ilimleri birbirlerine karıştırmaları sonucunda bu hatayı yapmaktadırlar.[26] [27]
Üçüncü Mukaddime
Bu ilimde aklî deliller kullanıldığı zaman mutlaka, naklî deliller üzerine terkip edilmiş olarak, yahut onun tarîkini belirlemede veya menâtını (dayanağını, illetini) ortaya koymada ve buna benzer du-rumlarda kullanılır.[28]bağımsız delîl olarak kullanılmaz. Çünkü yapılan iş, şer´î bir konuda düşünmek ve bir neticeye varmak için çalışmaktır; akıl ise sâri´ (hüküm vaz´ma salahiyetli) değildir. Bu husus kelam ilmi (akâid) bahislerinde açıklanmış ve ortaya konulmuştur. Durum böyle olunca, aslî kasıtla dayanılan şey şer´î deliller (edille-i şer´iyye) olacaktır. Bu delillerde kat´îliğin bulunuşu ise —yaygın kullanılışa göre— yoktur veya son derece azdır. Buradaki deliller ifadesinden teker teker ele alman delilleri kasdediyorum. Zira eğer bunlar haber-i vâhid türünden iseler, bunların kat´îlik ifade etmedikleri açıktır. Eğer mütevâtir haberler iseler, bunların kat´îlik ifade etmeleri de, tamamı ya da büyük çoğunluğu zannî olan mukaddimelere bağlıdır. Zannî olan bir şeye bağlı olan şeyin de zannî olması gerekir. Çünkü mütevâtir haberlerin kat´îlik ifade etmesi, kullanılan kelimelerin mânâları ve nahvî görüşlerin nakline, müştereklik ve mecaz, şer´î ve örfî nakil, ızmâr, umûmun tahsîsi, mutlalan takyidi, neshedici delil, [36] takdim ve tehîr, akla aykırılık gibi hususların bulunmadığına dair kesin bilginin bulunmasına bağlıdır. Bütün bu ihtimallerle birlikte, onun kat´îlik ifade etmesi imkansızdır. Kat´îlik bulunduğu görüşünde olanlar da: "aslında bizatihi kendisi zannîdir; ancak kendisine hissî ya da naklî bir karinenin bitişmesi durumunda ´yakîn´ ifade eder." demek zorunda kalmışlardır. Bu durumda şer´î delillerin kat´îlik ifade etmesi nâdir ya da tamamen imkansızdır.
Burada muteber olan deliller, bir konunun kat´îliğine delalet etmek üzere ilgili bulunan pek çok zannî delillerin tümünden istikra yolu ile çıkarılan neticelerdir. Çünkü beraberlikte, dağınık ve farklılıkta bulunmayan bir güç vardır. Bu yüzdendir ki, tevatür (nakledilen haberin sıhhatinde) kesinlik ifade etmektedir ve bu onun (tevatürün) bir nevidir. Konu ile ilgili delillerin istikrası neticesinde kesin bilgi ifade eden bir hâsıla ortaya çıkmışsa, işte bu hâsıla aranılan delil olmaktadır. Bu bir nevi manevî mütevâtire benzemektedir[29] hatta bizzat onun kendisidir. Hz. Ali´nin şecaatinin, hâtim´in cömertliğinin kendilerinden nakledilen pek çok sayıdaki olaylardan çıkarılan sonuç neticesinde bilinmesi gibi.
İşte bu yolladır ki, namaz, zekat vb. Gibi ıslâmin beş esasının far-ziyeti (vücûbu) sabit olmuştur. Eğer böyle değil de, mesela bir kimse, namazın vücûbunu "namazı kılınız." âyeti ya da bir başka delille ortaya koymaya kalkışsaydı, mücerred bu âyetle yaptığı istidlali bir çok açıdan su götürebilirdi.[30] ancak, konu etrafında bulunan diğer haricî delillerin ve bunların üzerine terettüp edilen hükümlerin çokluğundan ortaya çıkan ve namazın gerekliliği hususunda birleşen netice, namazın farziyetinin dinden olduğunu zorunlu olarak ortaya koymaktadır ve artık bunda bizzat dinin esasından şüphe eden kimseler-[37] den başka hiçbir kimsenin şüphe etmesi mümkün değildir.
İşte bu yüzdendir ki, bu tür şeylerin gerekliliğini göstermek üzere ulemâ icmâm delâletine istinad etmişlerdir. Çünkü icmâkat´îdir ve her türlü ihtimal ve itirazları keser atar. Eğer icmâm, haber-i vahidin veya kıyasın hüccetliği gibi hususlarla ilgili deliller üzerinde düşünecek olursanız, bu bizim bahsettiğimiz manevî tevatüre benzerlik noktası etrafında dönüp dolaştıklarını görürsünüz. Çünkü bunların delilleri nerdeyse sayılamayacak kadar çok çeşitli yerlerden alınmıştır. Bununla birlikte bunların açıları farklıdır[31] tek bir konuya da dönük değillerdir. Şu kadar var ki, bunlar istidlalden amaçlanan aynı mânâ üzerinde birleşirler. Araştırmacının önünde birbirlerini destekleyen çok sayıda delil bulunduğu zaman, bunların tümünden o konu ile ilgili kesin bir delâlet çıkar. Delillere yaklaşım konusunda bu kitapta da durum aynıdır. Bu yaklaşım ´usûl´ün yaklaşımıdır. Şu kadar var ki, bazı eski usûlcüler (mütekaddimîn) muhtemelen[32] bu mânâyı es geçmiş ve bu hususta herhangi bir uyarıda bulunmamışlardır. Bu durumun farkına varamayan bazı son devre ait (müteahhir) usûlcüler, müstakil olarak âyet ve hadislerle istidlalde bulunulmuş olduğu zan-m ile bunu bir problem olarak görmüşlerdir. Çünkü yapılan istidlâlleri bunların tümünden çıkarılmış bir netice olarak ele almamış ve bunun neticesinde de, nassları teker teker ele alarak itirazda bulunmak üzere hücuma geçmiş ve kat´î olmaları gereken usûl kaideleri üzerine bunlarla istidlalde bulunmanın zayıf olacağını söylemişlerdir. Halbuki, öyle değil de arzettiğimiz şekilde bunların tümü birden göz önüne almarakyapılmış bir istidlal olduğu düşünülseydi, herhangi bir problem söz konusu olmayacaktı. Eğer genel esaslar ve cüz´î konular hakkında getirilen şer´î deliller bu itirazcının yaklaşımı şeklin-de ele alınsaydı, o takdirde elimizde şer´î hükmün kat´îliği diye hiçbir şey kalmazdı, ya da aklı devreye sokmamız[33] gerekirdi. Halbuki, akıl ancak şeriatın arkasından bakar. Dolayısıyla usûlle ilgili delillerin incelenmesi sırasında bu noktanın akıldan çıkarılmaması gerekir.
Ümmet, hatta şâir milletler, şeriatın şu zarurî beş esasın korunması için konulmuş olduğunda ittifak etmişlerdir.[34]bunlar: din, nefis (can güvenliği), nesil, mal ve akıldır. Bütün ümmete göre bunlar, dinden olduğu zorunlu olarak bilinen şeylerdendir. Halbuki, bunlar ne belli bir delil ile sabit olmuşlardır; ne de sadece ona dönük olacakları bir esasa dayanmaktadırlar. Aksine, bunların şerîate olan uygunluğu, belli bir konuya aitoîmayan ve sayısız denilecek kadar çokluktaki delillerin istikrasından elde edilmiştir. Eğer bunlar belli bir şeye istinad edecek olsalardı, âdeten onun belirtilmesi gerekecekti ve tabiî olarak icmâ ehli ona bakacaklardı. Halbuki, durum öyle değildir. Çünkü bunlardan herbiri kendi basma ele alındığında zannî olmaktadırlar. Manevî mütevâtirde, ilim ifade eden haberin muayyen bir şekilde belirlenmesi mümkün olmadığı gibi, burada da durum aynıdır. Çünkü delillerin teker teker ele alınması durumunda, hepsi de zan ifade etmekte müsavidirler. Her ne kadar râvîlerin halleri, nakledilen haberlerin delâlet şekilleri, delil olarak kullanmak durumunda olan âlimlerin anlama ve değerlendirme gücü, araştırmalarının azlığı ve çokluğu... Gibi konularda ifade ettikleri ´zan´ derecesi farklı ise de, esasta hepsi de aynıdırlar; hepsi de zan ifade ederler.
Mesela namazı ele alalım: bu konuda çeşitli şekilleriyle "namazı kılınız!" emri gelmiş, namaz kılanlar övülmüş, terkedenler yerilmiş,mükellefler kılmakla ilzam ve icbar edilmiş, ayakta, oturarak, yan üstü... Her halükârda kılınması emredilmiş, terkedip terkinde de ısrar edenlerle savaşılması istenilmiş vb.; bu mânâda pek çok delil gelmiştir. Nefsin korunması konusu da aynı şekildedir: insanın öldürülmesi yasaklanmış, haksız öldürme fiili kısası gerektirecek bir cinayet telakki edilmiş, cânî cehennemle korkutulmuş, şirke muâdil büyük günahlardan biri olarak kabul edilmiş —nitekim namaz da imân ile yan yana tutulan amellerden sayılmıştır—, muztar (naçar) halde kalan kimselerin açlık ve susuzluk hallerini giderebilmeleri için haram olan şeyler mubah kılınmış, kendisine bakmaktan âciz olan ya da âciz düşen kimseler için, zekât, yardımlaşma, (nafaka vb. Gibi yollarla) onların bakımlarım üstlenme gibi yükümlülükler getirilmiş; bunların tahakkuku ve düzenli şekilde yürümesi için hâkimler, kadılar ve devlet erkânı devreye sokulmuş; içten ve dıştan gelen ve can güvenliğim tehdit eden durumlar için askerî güç ve teşkilatlanmanın bulundurulması istenmiş; açlıktan ölmekten korkan kimse üzerine, helal ya da lâşe (meyte), kan, domuz eti gibi haram her ne bulursa onunla açlığını izale etmesi ve kendisini telef olmaktan kurtarması vâcib kılınmış ... Ve buna benzer daha nice hükümler ve bunların delilleri neticesinde namazın vacibliğini ve öldürmenin haramlığını ´yakın´ derecesinde öğrenmiş oluyoruz. Diğer şer´î kaidelerle ilgili durum da aynıdır. İşte ´usûl´ün, ´furû´dan ayrıldığı husus da burası olmaktadır. Çünkü furû, teker teker delillere istinâd eder; muayyen kaynaklara dayanır. Bu yüzden de dayanağı zannî olduğu için, kendisi de zannî olarak kalır. Usûl ise böyle değildir; çünkü usûl mutlak olarak delillerin ortaya koyduğu neticelerin istikrası neticesinde elde edilir; özel olarak teker teker ele alman delillerden alınmaz.
Fasıl:
Bu mukaddime üzerine bir başka mânâ daha bina edilir: şöyle ki, belli bir nassla belirlenmemiş, şeriatın genel tasarruflarına uygun ve mânâsı delillerden çıkarılmış her şer´î esas sahihtir; üzerine ahkâm bina edilebilir, kendisine müracaatta bulunulabilir. Tabiî bu esasın delillerin istikrası neticesinde ortaya çıkmış ve kat´îliği sabit olmuş olması gerekmektedir. Çünkü, daha önce de geçtiği gibi, deliller birbirlerine eklenmedikçe tek başlarına bir hükmün kat´îliğini isbat etmezler; bu hemen hemen imkansız gibi bir şeydir. İmam mâlik´le imam şafiî´nin istinad ettikleri mürsel maslahatlar[35] ile istidlal de bu kısmagirer çünkü, her ne kadar bu konu ile ilgili feri bir mesele hakkında belli bir esasın delâleti söz konusu değilse de; küllî bir esasın delâleti bulunmaktadır. Küllî esas, kat´î olması durumunda, belli bir esasa [40] eşit olur; hattâ bazen belli esasın güçlülük ve zayıflık derecesine göre ondan üstün de olur. Bazen da belirli esaslar karşısında ikinci derecede (mercûh) kalır. Tercih bahsinde söz konusu olan birbirleri ile tearuz (çatışma) halindeki şâir belirli esasların hükmü burada da geçerlidir.
İmam mâlik´in görüşüne göre ´istihsân´ konusu da bu esas üzerine bina edilir. Çünkü istihsânm mânâsı´[36]´mürsel maslahatlar´ göz önünde bulundurularak yapılan istidlal şeklinin, kıyas üzerine takdim edilmesi[37] demektir. Nitekim yeri geldiğinde zikredilecektir.
Burada şöyle bir itiraz serdedilebilir:[38] daha genel olan bir esas ile, daha husûsî olan bir feri üzerine istidlalde bulunmak sahih değildir. Çünkü daha genel olan esas küllidir. Küllî esasın altına sokulmak istenen mesele ise husûsî-cüz´îdir. Daha umûmî olan bir şeyin (eamm) dahahusûsî olanı (ehass j bildirmesi sözkonusu değildir. Şeriat, her ne kadar küllî maslahatları dikkate almışsa da, bu üzerinde tartışılan cüz´î maslahata da itibar etmiş olduğu nereden bellidir [41]
Cevap: küllî esas istikra neticesinde ortaya çıkmışsa, ´ânım´ lafızların bütün birimlerine delaletleri gibi, kapsamlarına giren bütün parçalara (cüz´îlere) delalet ederler. Bunların ´küllî´ oluşları, inşALLAH, ileride yerinde ele alınacaktır.[39]delâletinin "ânım" lafzın bütün birimlerine delâleti gibi olduğuna gelince, bu, bütün birimlerinde vukû-unun gerektirdiği oranda bulunmasındandır. Zaten o noktadan istin-bât edilmiştir. Zira o, bütün mükellefler üzerine gelen emredici ve nehyedici delillerden çıkarılmıştır. O genele taalluk eder. Dolayısıyla emir ve nehiy konusunda tamamı için genelleşmiş (âmin) olur.
Buna göre, her maslahatın gözetilmesi gerekir; ister şâri´in maksadına uygun olsun, ister muhalif olsun; şeklinde bir mütâlâa ileri sürülemez. Böyle bir şey bâtıldır; çünkü biz: "mutlaka şâri´in maksadına uygun düşmesi şartı vardır." diyoruz. Çünkü, maslahatlara maslahat olarak itibar edilmesi, sâri teâlâ´nın onları maslahat olmaya uygun şekil üzere koyması dolayı siyi adır. Nitekim bu kitapta yeri geldiğinde zikredilecektir.[40]
Fasıl:
Bu ve bundan önceki esasa iltifat edilmemesi, bazı usûlcüleri icmâm kat´î değil de zannî bir hüccet olduğu sonucuna götürmüştür. Çünkü teker teker ele aldığında deliller içerisinde, kat´îlik ifade edecek bir şey bulamamışlardır. Bu durum da kendilerini geçmiş ve gelecek bütün alimlere muhalefet gibi bir tutuma itmiştir. Yine onlar, başka bir grupla birlikte, icmâ üzerine lafzı delillerle istidlalde bulunma [42] yerine örfî durumlarla ve icmâ ile[41] istidlale temayül etmişlerdir. Aynı şekilde icmâ haricindeki başka meseleler de böyledir; ilk etapta onların zannî oldukları sanılabilir.. Halbuki, bu şekildeki bir istidlale göre aslında o kafidir. Konu açıktır. [42]
Dördüncü Mukaddime:
Fıkıh usûlünde bulunup da, üzerine furû-ı fıkıh ya da şer´î âdâb bina edilmeyen, ya da bu konuda yardımcı olmayan [43]meseleler vardır. Bunların fıkıh usûlüne konulmuş olması iğreti olup, fıkıh usûlünden sayılmazlar. Bu ilmin usûl-ı fıkıh şeklindeki ´fıkh´a olan izafeti de bunu ortaya koymaktadır ve bu adı sadece ona yardımcı olmasından, orada yapılacak ictihadları gerçekleştirme fonksiyonuna sahip olmasından dolayı aldığını ifade etmektedir. Dolayısıyla böyle bir fonksiyonu ve faydası olmayan şey, usûl-ı fıkıhtan (fıkhın esaslarından) sayılamaz. Bu mukaddimeden, üzerine furû-ı fıkıhtan bir meselenin bina edildiği her şeyin usûl-ı fıkıh cümlesinden olması neticesi çıkmaz. Eğer öyle olsaydı nahiv, lügat, iştikak, tasrif, meânî, beyân, aded, mesaha, hadis... Gibi fıkhın tahkiki[44] (uygulanması) sırasında kendi-sine ihtiyaç duyulan ve meselelerinden bazısının üzerine bina edildiği bütün ilimlerin hep usûl-ı fıkıhtan sayılması gerekirdi. Halbuki, öyle değildir; fıkhın kendisine ihtiyaç duyduğu her şey, onun usûlünden (esaslarından) değildir. Bu mukaddimeden çıkacak olan mânâ şudur: fıkha izafe edilip de, üzerine fıkıh bina edilmeyen her esas, fıkhın esaslarından (usûlden) değildir.
Bu esasa göre, müteahhir (sonraki) âlimlerin üzerinde söz ettikleri ve fıkıh usûlü içerisine soktukları birçok mesele usûlün kapsamı dışında kalacaklardır: vaz´milkbaşlangıcı,[45]ibâha meselesi; onun bir teklif olup olmadığı tartışmaları[46], ma´dûmun emri meselesi, hz. Peygamber bir şerîatle kullukta bulunmaya memur mu idi Meselesi, teklif ancak fiille olur meselesi... Gibi konular bunlardandır. Aynı şekilde üzerine fıkhı meseleler bina edilse bile usûlden olmayan, kendi dâhil oldukları ilim içerisinde yeterince üzerinde durulan konuların yine ondan sayılması uygun değildir.[47]nahiv ilmine aitharflerin mânâları; isim, fiil ve harfin çeşitli taksimleri gibi pek çok konuları; hakikat, mecaz; müşterek, müteradif; müştakk ve benzeri konular bunlardandır.
Ancak arapça ile ilgili konulardan olup da usûl-ı fıkıhla köklü alâkasıoian bir konu vardır ki, bu "kur´ân ve sünnetin arapçaolması" meselesidir. Bu konudan maksat kur´ân yabancı menşe´li kelimeler içerir veya içermez konusu değildir. Çünkü bu konu nahiv ve lügat ilminin konusudur. Aksine bu konudan maksat şudur: kur´ân lafızları ile, manaları ile, kullandığı üslûpları ile arapça´dır. Dolayısıyla onu anlamak, ondan hüküm çıkarmak, istidlalde bulunmak için, mutlaka o dönemin arap dilinde mevcut bulunan lafızları, mânâları, üslûp çeşitlerini, taşıdığı ihtimalleri gerçek anlamda bilmek gerekmektedir. Aksi takdirde onu anlamak mümkün olmaz. Pek çok insan, kur´ân nasslannı kendi akıllan doğrultusunda anlamaktadırlar ve o dönem insanlarının bundan ne anladıklarına bakmamaktadırlar. Böyle bir tutum dîni fesada götürür ve şâri´in maksadından uzaklaşılmasina neden olur. Bu konu "mekâsıd" bölümünde açıklanacaktır.[48]
Fasıl:
Usûl-ı fıkıhtan olup, üzerine fıkhı meseleler de binâedilen bir meseleye bakılır: eğer bu mesele üzerindeki görüş ayrılıklarından furû-ı fıkıhtan herhangi bir ihtilaf doğmuyorsa, deliller sadece görüşlerin desteklenmesi ya da çürütülmesi için kullanılmışsa, o da usûl-ı fıkhın konularından değildir: ´tercihli vâcib[49] ve ´tercihli haram"[50] konusundaki mutezile ile olan ihtilaf gibi. Çünkü her iki grup da amel konu- m6] sunda birbirleri ile aynı görüştedirler. İhtilafları kelâm ilminde mevcut bulunan bir esasdan hareketle sadece itikâd konusunda olmaktadır. Bu esas usûl-ı fıkıhda da ortaya konulmaktadır ki o da: "vâciblik, haramlıkya da benzeri hükümler eşyada[51] bulunan sıfatlara mı yoksa şâri´in hitabına mı bağlıdır " konusudur. Yine fahreddin er-râzfye göre kâfirlerin furû meseleleri ile yükümlü olup olmadıkları[52] da bu kabildendir. Açık olduğu üzere bu mesele üzerine de fiilî bir sonuç doğ-mamaktadır. Bunların yanı sıra ortaya konulan, fakat furû-ı fıkıhta herhangi bir neticesi bulunmayan diğer meseleler de böyledir.
Burada: "itikat konularına dönük ihtilaf konusu bir mesele üzerine de, o itikadın vâcib ya da haram oluşu, yine buna bağlı olarak o kişinin kan ve mal dokunulmazlığı, adalet sahibi olup olmadığı, küfrünü gerektirip gerektirmediği gibi hükümler serdedilir. Bunlar ise furû-ı fıkıhtandır." şeklinde bir mütâlâa ileri sürülemez. Zira "sizin bu dediğiniz, kelâm ilminin bütün meselelerinde söz konusudur; öyle ise hepsi usûl-ı fıkıhtan olsun." gibi bir neticeye götürür. Halbuki, duram böyle değildir. Buradan ne kasdedildiği yukarıda geçmiştir. [53]
Beşinci Mukaddime:
Bir amelî neticesi bulunmayan herhangi bir meseleye dalmak, şer´an hüsnü kabul görmeyen bir konu ile uğraşmak demektir. Buradaki amelden şer´an matlûp olan [54]kalbî ve fiilî amelleri kasdediyoruz.
Bu mukaddimenin delili istikradır. Şöyle ki, biz sâri´ teâlâ´mn amel bakımından mükellefe bir faydası olmayacak hususlara itibar etmediğini görmekteyiz: yüce ALLAH kur´ân´da: "ey muhammedi sana hilal halindeki ayları sorarlar. De ki: ´onlar, insanların ve hac vakitlerinin ölçüsüdür.´" buyurmuştur. Burada verilen cevap amele yö-nelikhususla ilgilidir. Yüce ALLAH, soruyu soran kimsenin "ay niçin incecik iplik gibi başlıyor, sonra giderek büyüyor ve nihayet dolunay oluyor; sonra yine küçülmeye başlayarak ilk halini alıyor "[55]şeklindeki kasdma iltifat etmemiş ve soruyu sorulması gereken şekilde ele alarak, o doğrultuda cevap vermiştir.[56] sonra aynı âyetin devamında arkalarından girmeniz iyi değildir; iyi kimse kötülükten sakı-kimsedir." buyurmuştur. Âyetin tamamıyla sorulan soruya ce-n olmak üzere indiği görüşünde olanlara göre, yüce ALLAH bir temsil-a bulunmaktadır ve "bu soru evlere arkalarından girmek kabilin gerçek iyilik bu gibi şeylerle ilgili lüzumsuz,şuanda ve ileride bir fayda vermeyecek olan bilgilere sahip olmak değil, bilakis takva «sahibi olmaktır." buyurmaktadır. Yine yüce ALLAH, kıyametin ne zaman olduğunu sormaları akabinde: "ey muhammedi senden kıyametin ne zaman gelip çatacağını sorarlar. Nerde senden onu anlatması "[57] buyurmaktadır. Yani bunu sormak, faydasız bir soruda bulunmaktır. Çünkü, soran kimsenin onun mutlaka kopacağını bilmesi yeterlidir. Bu yüzdendir ki, hz. Peygamber efendimiz, kendisine bunu soran kimseye: "(soruyu bırak da) onun için ne hazırladınl (ona bak!)."[58] buyurmuşlar, soru açık olmasına rağmen, o doğrultuda cevap verme yerine faydalı olacak bir yöne çekmişlerdir. Yüce ALLAH bir başka âyette: "ey iman edenler! Size açıklanınca hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın." [59]buyurmuştur. Bu âyet "babam kimdir " diye soran bir kimse hakkında nazil olmuştur. Rivayete göre [60]bir gün hz. Peygamber kalktı; yüzünden öfkeli olduğu belli idi.
"bana ne sorarsanız, mutlaka onun cevabını vereceğim!" buyurdu. Bunun üzerine bir adam kalktı ve:
"—babam kim Yâ rasûlallahi" diye sordu. Hz. Peygamber.
"—baban huzâfe´dir." buyurdu. Bunun üzerine âyet indi. Her iki konu hakkında başka rivayetler de bulunmaktadır. İbn abbâs; israil oğullarının boğazlanacak ineğin evsâfı ile ilgili soruları hakkında: "eğer onlar herhangi bir ineği boğazlasalardı, kendilerine kâfî gelecekti. Fakat onlar (öyle yapmadılar) ifrata gittiler, ALLAH da işlerini zorlaştırdı." demiştir. Bu ifade, onların sorularının lüzumsuz olduğunu göstermektedir. Bazılarına göre lüzumsuz sorular sormayı yasaklayan âyet, "bu haccımız, sadece bu sene için midir, yoksa ömrümüz boyunca yeterli midir " diye soru soran ve hz. Peygamberden de: "ömrümüz boyunca yeterlidir; eğer ´evet!´ deseydim o zaman mutlaka (her sene) vâcib olurdu![61] şeklinde cevap alan kimse (el-akra´b. habis) hakkında inmiştir. Hadisin bazı rivayetlerinde hz. Peygamber
"ben sizi terkettikçe, siz de benim üstüme gelmeyiniz. Şüphesiz ki, sizden önceki kavimler, mutlaka peygamberlerine fazla soru sormalarından dolayı helak olmuşlardır."[62]buyurmuşlardır. Buradaki soruları fazla oluyordu ve pratik bir faydası bulunmuyordu. Çünkü onlar şayet sussalar da, amelden geri kalmasalardı; ihtiyaç olmaması açısından soru anlamsız kalıyordu. İşte bu mânâdan hareketledir ki, hz. Peygamber dedikoduve çok soru sormayı yasaklamıştı/[63]çünkü bu aynı zamanda faydasız sorular demekti. Cebrail kendisine kıyametin ne zaman kopacağını sormuştu da "bu konuda soru sorulan kimse, soru sorandan daha bilgili değildir." buyurmuşlar[64] ve bunun hakkında ilminin bulunmadığını haber vermişlerdi. Bu da ortaya koyuyor ki, kıyametle ilgili soruya herhangi bir yükümlülük ortaya çıkmaktadır.[65] ancak kıyamet alâmetlerinin ortaya çıkması üzerine, ondan ve alâmetleri sayılan işlere düşmekten sakınmak, ALLAH´a dönmek gibi arzulanan neticeler doğacağı için, onları haber vermişti. Sonra hz. Peygamber hadisini, hz. Ömer´e, kendisine insanlara dinlerini öğretmek için cebrail´in geldiğini ifade ile bitirmiştir. Şu halde kıyametin ne zaman kopacağı sorusu karşısında, cevâbın bilinmesi dinde gerekli değildir ve hz. Peygamber bunu ortaya koymuştur. Hadisteki bu mânâ ve cebrail´in bu soruyu hz. Pey-gamber´eyöneltmesindeki fayda üzerinde düşünülmelidir. Hz. Peygamber başka bir hadislerinde ise şöyle buyurmuşlardır: "en büyük cürüm işleyen insan, haram olmayan bir şey hakkında soru soran ve bu sorusu yüzünden o şeyin haram kılınmasına sebep olan kimsedir,"[66] bizim üzerinde durduğumuz konu ile ilgili örneklerden biri de budur. Çünkü haram kılınmadığı zaman, amel bakımından o şeyi sormanın ne faydası olacaktır Hz. Ömer, âyetini[67] okuduğu zaman meyve manasına olan´ ü´i+i ´kelimesini anladık; ama şu ı £}) kelimesi de ne oluyor Diye sormuş, sonra: "bize tekellüfe girmek (yani üstümüze elzem olmayan işlere kendimizi kaptırmak) yasaklanmıştı." demiştir. Kur´ân-ı kerîm´de: "ey muhammedi sana ´ruh´un ne olduğunu soruyorlar. De ki:ruh rabbimin emrinden ibarettir. Bu hususta sizepek az bilgi verilmiştir." [68] buyrulmaktadır. Görünüşe göre bu âyet, onlara cevap verilmediğini, ona ait bilginin, teklif konusunda ihtiyaç duyulacak türden bulunmadığım ifade etmektedir. Rivayete göre hz. Peygamber´in ashabı sıkılmışlar ve:
—yâ rasulallah! Bize (bir şeyler) anlat; diye talepte bulunmuşlardı. Bunun üzerine: "ALLAH, âyetleri birbirine benzeyen ve yer yer tekrar eden kitâb´ı sözlerin en güzeli olarak indirmiştir." [69] âyetiinmiştir. Bu âyet, taleplerinin reddi ve ALLAH´a kulluk konusunda faydalı olacak hususlar hariç başka bir konuda talepte bulunmanın uygun olmadığı hususunda ´nass´ gibidir. Sonra bir ara yine usanma durumu olmuş ve:
—yâ rasulallah! Bize ´hadîslerin üzerinde, kur´ân´ın altında bir şeyler anlat! Demişler. Bunun üzerine de yusuf sûresi inmiştir. Hadis için ebû ubeyd´in fedâilu´l-kur´ân´ma bakınız. Yine hz. Ömer´in, kur´ân hakkında insanlara, üzerine herhangi bir amelî netice terettüp etmeyecek sorular soran dabî´ [70]tartakladığı üzerinde düşünmek
Gerekir. İbnu´1-kevâ hz. Ali´ye âyetini [71] sorar. Hz. Ali ona:
—yazık sana! Öğrenmek için sor, sıkıntı vermek için (taannut) sorma! Demiş ve ve sonra cevap vermiştir. İbnu´1-kevâ kendisine, "aydaki karartılar hakkında ne dersin " demiş; hz. Ali de cevaben: "kör biri, kendisi gibi kör bir konudan soruyor." demiş ve sonra açıklamada bulunmuştur. Sonra ibnu´1-kevâ daha başka sorular da sormuştur. Haber uzundur. İmam mâlik b. Enes, pratik bir değeri olmayan konulardan söz etmeden hoşlanmazdı[72] ve bunun mekruhluğunu kendinden önce geçen din büyüklerinden naklederdi.
Bu tür pratik bir neticesi olmayan şeylerle uğraşmanın şer´an hüsnükabûl görmediği bir kaç bakımdan açıklanabilir:
A) Bu tür lüzumsuz uğraşılar, mükellefi yükümlü tutulduğu konularla uğraşmaktan alıkor. Hem bu tür uğraşılar üzerine ne dünyada ne de âhirette bir fayda terettüp etmez. Ahirette etmez; çünkü orada kişi emrolunup, yasaklandığı şeylerden sorguya çekilecektir. Dünyada da yoktur; çünkü bu tür lü-
Zumsuz bilgileri öğrenmesi, rızkını elde etme konusundaki tedbirlerine müsbet ya da menfi yönde etki etmeyecektir. Ama onu öğrenmekten duymuş olduğu manevî hazza gelince, onu elde etmek için gösterdiği meşakkat ve yorgunluk, elde ettiği lezzeti karşılamayacaktır. Bunda dünyevî bir faydanın varlığı varsayılsa bile, bunun hüsn ü kabul görmesi ve şeriat nazarında bir fayda kabul edilebilmesi için hakkında şâri´in hüsn ü şehâdeti bulunması gerekmektedir. Zira nice insanların lezzet ve fayda saydıkları şeyler vardır ki, şerîatte tam tersi hüküm almaktadırlar. Zina, içki ve diğer fısk u fücur işleri, dünyevî garazlar sâiki ile işlenmiş günahlar bu tür şeylerdendir. Şu halde her iki dünyada da bir semere vermeyecek şeylerle zamanı öldürmek ve böylece faydalı olan şeyleri ihmal etmek, yakışık almayan bir şeyin yapılması kabilinden olmaktadır.
B) Şeriat, kulun dünya ve âhiret işlerini en üst düzeyde gerçekleştirebilmesi için gerekli olan her şeyi getirmiş ve açıklamıştır. Bunların dışında kalan şeyler, büyük bir ihtimalle kulların maslahatları hilafına olan şeylerdir. Bu durum öteden beri müşâhade edilegelmektedir. Şöyle ki, teklîfî bir hükümle ilgisi bulunmayan ilimlerle uğraşanların tümünün mutlaka Aralarında fitne bulunduğunu, doğru yoldan çıktıklarını, aralarında anlaşmazlıkların, ihtilafların kol gezdiğini ve bu anlaşmazlıklarının birbirleri ile irtibatın kesilmesine, birbirlerine sırt çevirmeye ve taassuba götürdüğünü ve bunun neticesinde de gruplara ayrıldıklarını[73] müşahadelerimiz neticesinde görmekteyiz. Eğer insanlar bunu yaparlarsa sünnetten dışarı çıkmış olurlar ve bu tefrikanın aslını da sadece bu sebep oluşturur. Çünkü onlar faydalı ilmi bırakıp, faydasız ilme geçmişlerdir. Bu ise hem öğrenci hem de hoca için büyük birfîtne-dir. Sâri teâlâ´nın yöneltilen soruya cevap vermemesi ve faydalı olan şekle doğru kaydırması, bu tür lüzumsuz bilgilerle uğraşmanın bir fitne olduğu ve vakti boşu boşuna öldürmek mânâsına geldiği hususunda en açık delillerden birisidir.
C) Her şey üzerinde düşünmek ve onunla ilgili bilgiyi elde etmek çabası, felsefecilerin tutumudur ki, müslümanlar onlardan tebrie ederler (uzak olduklarını söylerler). Onlar da, ancak sünnete muhalif şeylere tutunma neticesinde ortaya çıkmaktadır. Durumu bu olan bir gidişatta, müslümanlarm onlara uymaları büyük bir hatadır ve dosdoğru yoldan sapmak olur.bu itibarla, bu tür ilimlerle uğraşmanın şer´an hüsnükabûl görmemesinin sebepleri çoktur.
Soru:İlim, genel olarak güzel bir şeydir, herhangi bir kayıt geti-rilmeksizin matlûp kabul edilmiştir. İlim talebinde bulunmayı isteyen nasslar umûm sîgasiyla ve mutlaktır; dolayısıyla ilgili nasslar her ilmi içine alır. İlmin içerisinde de, pratik neticesi bulunan olduğu gibi, bulunmayanı da vardır. Bu itibarla, söz konusu nassları, bu iki neviden diğerini dışarıda bırakarak sadece birisine tahsis etmek bir tahakküm olmaz mı ! Sonra âlimler: "sihir, tılsım vb. Gibi amel safhasına konulması gibi bir amacı olmayan ilimlerden her birinin öğrenilmesi farz-ı kifâyedir." demişlerdir. Bu durumda hesap, hendese vb. Gibi amele yaklaştıracak ilimlerin öğrenilmesi hakkında ne diyebilirsiniz ! Yine meselâ "tefsir" ilmi matlûp ilimlerden birisidir. Bununla birlikte bazen, pratik bir neticesi olmayabilir. Fahreddin er-râzî´nin şu nakli üzerinde düşünmek gerekir. Şöyle ki: alimlerden birisi, bir yahudi´nin yanma uğradı. Yanında bir müslüman vardı ve ona kâinatın durumu hakkında bir şeyler okuyordu. Alim, yahûdîye, ona okuduğu şeyin ne olduğunu sordu. O:
—ben ona ALLAH´ın kitabından bir âyeti tefsir ediyorum; dedi. Âlim, hayret içinde, onun ne olduğunu sordu. Yahûdî: "onlar, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, süslemişiz, bir bakmazlar mıv. Onda hiçbir çatlak yoktur."[74] âyetidir demiş ve devamla: "ben ona göklerin inşa ve süslenmesi keyfiyetini açıklıyorum." demiştir. Bunun üzerine, o âlim bunu hüsnükabûlle karşılamıştır. Nakli mânâ olarak vermiş bulunuyoruz. Yine aynı şekilde yüce ALLAH´ın: "göklerin ve yerin hükümranlığını, ALLAH´ın yarattığı her şeyi... Düşünmüyorlar mı "[75] ifadesi ile benzeri âyetler" aklî, naklî; kesbî, vehbî varlık âlemine çıkan her türlü ilmi içine alır.
Felsefecilerin iddiasına göre, felsefenin hakikati her ne olursa olsun mevcut şeyler hakkında, yaratıcısına delâlette bulunması açısından düşünmek demektir. Düşünmenin de deliller ve yaratıklar üzerinde olacağı malumdur.
Bütün bunlar, ilimlerin hepsinin istisnasız hüsnükabûl görmelerine delalet eden yönlerdir.
Cevap: ilim talebinde bulunan nasslar sanıldığı gibi umûmî ve mutlak değillerdir; zikri geçen delillerle tahsîs ve takyîd edilmişlerdir. Bu hususa iki şey açıklık getirmektedir:
A) Sahabe ve tabiînden oluşan selef-i sâlih, pratik birfaydası bulunmayan bu gibi konulara dalmamışlardır. Oysa ki onlar, talep edilen ilmin mânâsının ne olduğunu en iyi bilen kimselerdi. Dahası, hz. Ömer gibi konulara dalmayı, yasaklanılan tekellüf (aşırılık) kabilinden mütâlâa etmişti. Yine o´nun dabî´ i bu yüzden tartaklaması konumuza delâlet açısından gayet açıktır. Üstelik hz. Ömer´in bu davranışına hiçbir kimse tepki de göstermemiştir. Selefin bu tür ilimlerle uğraşmamasının sebebi, hz. Peygamber´in bu tür konulara girmemiş olmasından başka bir şey değildir. Eğer girseydi mutlaka nakledilirdi. Fakat nakledilmedi; bu da o´nun bu gibi konulara girmediğini gösterir.
b) "Mekâsıd" bölümünde de ortaya konulacağı gibi bu şeriat ümmî bir ümmet için gönderilmiş ümmî bir şeriattır. Nitekim hz. Peygamber "biz ümmî bir ümmetiz. Hesap kitap bilmeyiz. Ay (eli ile işaret buyurarak) şöyle, şöyle ve şöyledir."[76] buyurmuşlardır. Daha buna benzer deliller bulunmaktadır. Konu yerinde genişçe ele alınmıştır.
İkinci itirazınızı kayıtsız olarak kabul etmiyor ve diyoruz ki: farz-ıkifâye olan husus sadece, mâhiyeti bilin sin veya bilinmesin, her fâsid ve bâtıl olan şeyin reddidir; şu kadar var ki, onun fâsid olduğunun bilinmesi zarurîdir, bunu da şeriat tekeffül etmiştir. Bu hususa delilimiz şudur: hz. Mûsâ sihirbazların ortaya koydukları sihrin hakikatini bilmiyordu. Bununla birlikte elinde bulunan ve daha güçlü olan mucize ile sihir iptal edilmişti. Hz. Musa´nın sihrin hakikatini bilmediği şuradan belli ki, onlar insanların gözlerini boyayıp, onlara korku verip ortaya büyük bir sihir koyduklarında, o korkmuştu; eğer onun mâhiyetini bilseydi, ondan korkmazdı. Nitekim bilenler yani sihirbazlar korkmamı şiardı. Yüce ALLAH, bunun üzerine hz. Musa´ya: "korkma, üstün olan muhakkak ki, sensin!" [77] buyurmuştu. Sonra da: "onların yaptıkları sadece sihirbaz düzenidir. Sihirbaz nereden gelirse gelsin, başarı kazanamaz." buyurmaktadır.Bu ifade ile, daha önceden bilgisi olmadığı bir konuda hz. Musa´ya bilgi verilmektedir.Eğer hz. Mûsâ daha önceden bilseydi, böyle bir ihtiyaç bulunmazdı.Hz. Musa´nın esas olarak bildiği tek şey, bunların bâtıl bir dâva üzerinde oldukları idi.Bu tür konularla ilgili her meselede söylenecek söz işte bu şekilde olacaktır.Eğer iptal ve red herhangi bir yolla gerçekle-şiyorsa, bu ALLAH´ın bir sevgili kulunun elinde cereyan eden mucize yolu ile olabileceği gibi, takvadan neş´et eden ve söz konusu ilmin dışında (keramet gibi) başka bir unsurla da olabilir, maksat da budur; dolayısıyla şer´an bu gibi ilimlerin istenilir oldukları kesinlik kazanmış değildir.
Tefsir ilminin matlûp ilimlerden oluşu ile ilgili itiraza gelince, bu ilim hitaptan muradın ne olduğunun anlaşılması için lazım olan şeylerin öğrenilmesini gerekli kılar. Kelâmda neyin istendiği bilinirse, bunun ötesinde kalan şeylerle uğraşmak bir tekellüf (aşırılık) olmaktadır. Bu hz. Ömer´in meselesinde gayet açıkça ortaya çıkmaktadır.O âyetini [78]okuyunca kelimesinin mânâsında duraklamış, onu anlayamamıştı.Hz. Ömer´in anlamadığı şey kelimenin kendi mânâsı idi ve onu bilmemek âyetin genel mânâsının anlaşılmasına halel getirmiyordu.Çünkü genel mânâ anlaşılıyordu. Şöyle ki, yüce ALLAH burada insanoğlunun yiyeceği hakkında söz etmekte ve gökten yağmur indirdiğini ve bununla tahıl, üzüm, zeytin, hurma... Gibi doğrudan doğruya; yine hayvanlara otlak kılmak suretiyle de dolaylı olmak üzere insanoğlu için pek çok çeşit yiyecek çıkardığını topluca belirtmiştir.Dolayısıyla bunların detaylarını ve hangi maddeler olduklarını öğrenmek artık lüzumsuz hale gelmiştir ve insanın bunları da öğrenmesi gereği yoktur. İşte bu noktadan hareketledir ki Allahu a´lem! kelimesinin mânâsının araştırılmasını hz.ömertekel-lüf (aşırılık) kabilinden saymıştır. Eğer öyle olmasa da, âyetin terkibi mânâsının anlaşılması için gerekli olsaydı, o takdirde bunu bir tekellüf olarak kabul etmez; aksine "onun âyetleri üzerinde düşünmeleri için..."[79]âyetinin fahvâsmca öğrenilmesi matlûp olan şeylerden olurdu. Bu yüzdendir ki, aynı hz. Ömer, kendisi minberde iken:
[80]âyetindeki kelimesini hazır olanlara sormuş ve hüzeyl kabilesine mensup bir adam kalkarak, bu kelimenin kendi lügatlerinde yani azar azar noksanlaştırmak mânâsına geldiğini söylemiş ve örnek vermek üzere de şu beyti okumuştur:(keser, yay yapılan ağacı nasıl yontar, semer de ondan, kıvırcık tüylü hörgücü)
Bunun üzerine hz. Ömer:
—ey insanlar! Câhiliyye devri şiirlerinizi toplamaya bakınız; çünkü onda kitâb´ınızın tefsiri bulunmaktadır;demiştir.
Öbür taraftan kalabalık bir cemâat içerisinde dabî´: âyetinin[81] mânâsını sormuştu. Pratik hiçbir faydası yoktu ve insanların zihinlerini karıştırmaktan başka bir amacı da bulunmuyordu. Bu yüzden hz. Ömer, bilindiği üzere kendisini tartaklamış ti. Şu halde "onlar´, üstlerindeki göğü nasıl yapmışız, süslemişiz bir bakmazlar mı ! Onda hiçbir çatlak yoktur." [82]âyetinin amelî bir neticesi olmayacak hendese ilmiyle tefsir edilmesi uygun değildir. Çünkü bu tür bir tefsir arab´ m bilip anlamadığı şeyler kabilin-dendir. Kur´ân ise sadece onların dilinde ve onlarca bilinen tarzda inmiştir. Bu konu ALLAH´ın izni ile, "mekâsıd" bölümünde açıklanacaktır.
Pratik bir neticesi bulunmayan, arablar tarafından bilinmeyen ve şeriata nisbet edilmeye çalışılan bütün ilimler hakkında söylenecek söz aynıdır. Tabîat ilimleri ve daha başka ilimlerle uğraşanların, kendi uğraştıkları ilimlerin kur´ân´dan alındığına dâir âyetlerle, hz. Peygamber´in hadisleri ile istidlalde bulunma çabaları bir tekellüften (aşırılıktan) başka bir şey değildir. Mesela sayılarla uğraşanlar "...sayanlarasor." [83]âyeti ile; hendese ile uğraşanlar: "ALLAH gökten su indirdi de, vadiler kendi ölçülerince sel olup aktı."[84]âyeti ile astronomi ile uğraşanlar: "güneş ve ay, bir hesap iledir." [85]âyeti ile; mantıkçılar, küllî-olumsuz önermenin zıddının cüz´î-müsbet olduğu konusunda: "ALLAH hiçbir insana bir şey indirmemiştir." demekle ALLAH´ı gereği gibi değerle ndireme diler. De ki:". ..kitâb´ı kim indirdi "[86] âyeti ile, yine bazı hami (atıf) ve şart türlerinin diğer şeylerle; remilcilerin: "...size indirilmiş bir kitap veya intikâl etmiş bir bilgi kalıntısı varsa bana getirin." [87]âyetiyle birlikte, hz. Peygamber´in"... Kum üzerinde çizgi çizen bir nebî vardı."[88] sözleriyle iddialarını de-lillendirmeye çalışmışlardır. Bu saydıklarımız ve daha başkaları iddialarını kitaplarına dercetmişlerdir ve hepsi de kendi ilimlerinin bizatihi maksûd olduğunu kesin ifade ile belirtmişlerdir. Böylece dördüncü suâlin cevabı da anlaşılmış olmaktadır ve "göklerin ve yerin hükümranlığını, ALLAH´ın yarattığı her şeyi... Düşünmüyorlar mı " âyetinin kapsamına araplarca bilinmeyen; içlerinden kolay ve hoşgörü esasına dayalı bir dîn ile gönderilmiş bulunan bir peygamberin ümmî ümmeti ile hiç de uyum arzetmeyen felsefî ilimlerin de itibâra alınmasının girmeyeceği [89]ortaya çıkmaktadır. Felsefe, öğrenilmesi-nin caiz olduğunu kabul etsek bile, kaynak bakımından zor, yolları sarp, elde edilmesi çok güç bir ilimdir. Tam bir ümmîlik içerisinde yetişen araplara hitab eden şeriatın, ALLAH´ın âyetlerinin, onun varlık ve birliğine delâlet eden delillerin öğrenilmesi için felsefe öğrenilmesi şeklinde bir kayıt içermesi uygun değildir. Kaldı ki, felsefe din büyükleri tarafından zemmedilmiş, daha önce de geçtiği gibi, bu konuya onlarca dikkat çekilmiş bulunmaktadır.
Bu husus anlaşıldı ise, netice olarak diyoruz ki, pratik bir netice doğurmayan bir şey, şerîatçe matlûp değildir.
Lügat, nahiv, tefsir vb. İlimler gibi, üzerine şer´an matlûp olan bir hususun bağlı bulunduğu şeylere gelince, matlûp olan bir şeyin kendisine bağlı olduğu şey de şer´an ya da aklen matlûp olacaktır. Yerinde de açıklandığı gibi bu hususta bir problem bulunmamaktadır. Ancak burada üzerine dikkat çekilmesi gereken bir husus daha vardır ki, o da altıncı mukaddimemizi oluşturacaktır: [90]
Altıncı Mukaddime:
Matlûp olan şeyin öğrenilmesi için gerekli olan şey, bazen yaklaş-tırıcı (takrîbî) bir yolla ve çoğunluğun anlayabileceği bir tarzda olur; bazan da gerçekleşmesi farzedilse bile böyle olmaz.
Birinci kısım, matlûp olan ve üzerine dikkat çekilen kasımdır. Meselâ ´melek´in ne demek olduğu sorulduğunda, "O ALLAH´ın yaratıklarından bir yaratıktır ve onun emrinde çalışır." denilmesi; veya ´insan´ nedir sorusuna "senin mensup bulunduğun cinstir." denilmesi; âyette geçen kelimesi sorulduğunda "azar azar eksiltmek" denilmesi; ´yıldız´ kelimesi sorulduğunda "şu geceleyin müşâhade ettiğimiz şeydir." diye cevap verilmesi... Bu ve benzeri açıklamalar bu kabildendir. Bu tür yaklaştınci bilgi ile, hitap anlaşılmış ve gereğine uyma imkanı doğmuş olur.
Şeriatta mevcut açıklamalar bu tarzda vâki olmuşlardır.Orneğin hz. Peygamber-/´kibir hakkı kabullenmemek ve insanları hor görmektir."[91] buyurarak, kibiri herkesin anlayabileceği neticesi ile açıklamıştır. Aynı şekilde kur´ân ve hadis lafızları da, daha açık bir biçimde anlaşılmaları bakımından eş anlamlı (müteradif) kelimelerle tefsir edilmektedir. Yine hz. Peygamber namaz ve hac ibâdetlerini, herkesin anlayabileceği bir şekilde hem fiil hem de sözleri ile beyan etmişlerdir. Diğer konularda da durum aynı şekilde olmuştur. Bu metot arapların öteden beri uygulayageldiği bir metottur ve şeriat arap dili üzere inmiştir. Ümmet ise ümmîdir, bu itibarla ona yönelik beyanların da ümmî olması gerekmektedir. Bu konu "mekâsıd" bölümünde açıklanmıştır. Şu halde, şerîatte kullanılan tasavvurlar; eş anlamlı kelimelerin kullanılması ve onların yerini tutacak yakın mânâlar verilmesi suretiyle maksada yaklaştıncı bir mahiyet arzetmektedir.
İkinci kısma yani çoğunluğun anlayamayacağı tarza gelince; bu kısmın çoğunluğun haline uygun olmaması, şeriatın bu kısmı dikkate almamasını gerektirmiştir. Çünkü bu tarzın, meramı anlatma yolları çok zordur. Din ise güçlük dîni değildir.[92] bunlar: meselâ ´melek´ nedir sorusuna cevap olmak üzere, kelimenin kendisinden daha kapah bir tarife gidilerek "aslen maddeden soyutlanmış bir mahiyettir." veya "sonu bulunan, aklî nutk sahibi sâde bir cevherdir." denilmesi; ´insan´ nedir sorusuna "ölümlü, konuşan canlıdır." denilmesi; ´yıldız´ nedir diyene "kürevî, basit bir cisimdir. Onun tabiî yeri bizzat yörüngesidir. Işık yansıtmak özelliği vardır. Orta derecede hareket eder, kuşatıla-maz." şeklinde cevap verilmesi; ´mekân´ı tarif ederken: "kuşatan cirmin kuşatılan cismin dış sathına temas eden iç sathıdır." denilmesi ve benzeri arabın bilmeyeceği, uzun zaman harcamadıkça asla elde edilemeyecek mânâlar işte bu kabilden olmaktadır. Şeriatın bu tür şeyleri istemeyeceği ve bunlarla yükümlü tutmayacağı malumdur.
Hem bu gibi çabalar, eşyanın mahiyetini öğrenme için yapılan bir tırmanıştan başka bir şey değildir. Oysa ki, erbabı bunun çok zor olduğunu itiraf etmektedirler. Hatta bazılarına göre bu imkansız bir şeydir ve herhangi bir şeyin hakikati üzere öğrenilmesi mümkün değildir. Çünkü cevherlerin bilinmeyen unsurları (fusûl) vardır ve cevherler (şudur şeklinde değil de şu değildir şeklindeki) selbî (olumsuz) durumlarla anlaşılırlar. Çünkü hâs olan zatî, bu mâhiyetin dışında bilinirse, o zaman o hâs olmaz; aksi halde ise, duyularda belirmeyeceği için meçhul olacaktır. Bu hâs, kendine özel olan şeyle tarif edilmeyecekse, o zaman da tarif tarif olmayacaktır. (eğer onu kendisine has bir şey ile tarif edeceksek, bu kez söz bu hâsa intikal edecektir.) Bu hâs da daha önce zikredilen hâs gibidir. (dolayısıyla teselsül doğacaktır.)Bu itibarla ayırıcı özelliğin ona hâs olan zatî olduğu konusunda) mutlaka duyularla algılanan ya da başka bir yolla zahir olan hususlara rücû etmek gerekecektir. Bu ise ´mâhiyetlerin tarifi için yeterli değildir. Bu arzettiklerimiz ´cevherle ilgilidir. ´Araz´ ise, ancak lâzımı neticeleri ile tanımlanabilmektedir. Zira bu ilmin erbabı, başka türlü arazın tarifine muktedir olamamışlardır. Yine cevherler vb. Hakkında zikredilen zatî özelliklerin dışında başka bir zâtı özelliğin de bulunmayacağına dair bir delil bulunmamaktadır. Tartışmada taraf olan kimsenin bunu talep hakkı vardır. Tarifi yapan kimse: "eğer başka bir vasıf bulunsaydı, mutlaka ona muttali olurdum." diyemez. Zira sıfatlardan bir çoğu açık değildir. Yine tarifçi: "başka bir zâtı özellik bulunsaydı, onsuz mâhiyet öğrenilenlezdi." de diyemez. Çünkü biz: "bir şeyin hakikati, ancak bütün zâtı özellikleri bilindiği zaman öğrenilebilir." diyoruz. Ortada bilinmeyen zâtı bir özelliğin bulunabilmesi şüphesi olunca, mâhiyetin bilgisi hakkında da şüphe hasıl olacaktır.
Böylece anlaşılmaktadır ki, tarîf âlimlerinin (mantıkçılar) tariflerde bulunması zorunlu olduğunu ileri sürdükleri şartlara bakılırsa bunların tariflerini yapma imkanı bulunmamaktadır. Böylesi ilimlerin şer´î ilimlerden sayılması ve şeriatı anlamada onlardan istifâde yoluna gidilmesi mümkün değildir. Buradan şu netice de çıkmaktadır ki, eşyanın hakîkî mâhiyetini ancak onun yaratıcısı bilir. İnsanın bu yoldaki çabaları beyhudedir. Bütün bu anlattıklarımız ´tasavvur´[93] ile ilgilidir.
Tasdik´ konusuna gelince, çoğunlukla, delilin öncülleri, kabulü zorunlu olan ya da ona yakın seviyede bulunan şeylerden olması gerekir. ALLAH´ın lutfu ve kudreti ile, konu bu kitabın sonunda ortaya konulacaktır. Durum böyle olunca, şerîatte yer eden ve kur´ân´da üzerine dikkat çekilen usul de bu olmuştur: ´yaratan yaratmayan gibi midir [94] "de ki: onu ilk kez yaratan diriltecektir....[95]"sizi yaratan, sonra mıhlandıran, sonra öldüren, daha sonra da dirilten ALLAH´tır. O´na koştuğunuz ortaklarınızdan böyle bir şey yapan var mıdır [96]"eğerAllahtan başka ilâhlar olsaydı, yer-gök fesada giderdi."[97]söyleyin; akıttığınız meniden insanı yaratan siz misiniz, yoksa biz mi yaratmaktayız "[98]âyetleri bu türdendir. Bu tabiî ki, tasdik konusunda delile ihtiyaç duyulduğu zaman söz konusudur. Aksi takdirde sadece hükmün ortaya konulmuş olması yeterlidir.
Selef-i sâlih, şeriatın yayılması yolunda, gerek taraftar ve gerekse muhalif herkes için aynı metot üzerinden yürümüşlerdir. Teklifi hükümlerin ortaya konulması hususunda onların yaptıkları istidlaller üzerinde düşünenler, onların en kolay ve taliplerin akıllarına en yatkın olan yolu tuttuklarını görecektir. Hem de zoraki ağdalı bir üslupla, (mantıkî kıyaslarda olduğu gibi) bir araya getirilmiş belli ifadeler kullanmamışlar, sözü tabîî seyri içerisinde, ölçüp biçmeden söylemişler, maksadı yakın ve kolay bir şekilde ortaya koymanın ötesinde üslubun nasıl olduğuna aldırmamışlardır. Her ne kadar neticeyi elde etme konusunda (bazan) sözleri daha öncekilerin (mantıkçıların) ifade biçimlerine uygunluk arzetse de, bu onların paralelinde hareket ettiklerinden değil; maksada ulaşma konusundaki araştırmaları neticesinde meydana gelmişti.[99]
Ancak ifade tarzı, basit ya da çok taraflı (mürekkep) kıyaslar üzerine kurulmuş ise ve neticeye ulaşmak için iş akla bağlı kalıyorsa; o takdirde bu şer´î bir yol değildir; bu yolu ne kur´ân ne hadi s ne de selefi salihin sözlerinde bulmak mümkün değildir. Çünkü bu aklın maksada ulaşmadan önce çıkmaza girmesi demektir. Bu tavır öğretim ilkesine de aykırıdır. Çünkü şer´î talepler bütün emirlerde o anlıktır.[100] tabiatıyla böylesi talepler için uygun olan anlayış şekli de uzun istidlallere dayanmadan anlık olmalıdır. Şayet delili anlama ve değerlendirme şekli uzun zaman alacak şekilde olsaydı, o zaman kullanılacak olan bu metot anlık olan bu taleplerle tenakuz halinde bulunurdu ki, bu doğru değildir. Sonra idrâkler hep aynı düzeyde değildir; her talepte de eşit şekilde cereyan etmez. Bunlardan sadece zarûriy-yât ile onlara yakın olanlar bunun dışındadır. Çünkü onları anlayıp değerlendirmede dikkate alınacak önemli bir farklılık yoktur. Bu durumda delillerin, zarûriyyât ve ona yakın olanlar dışında bir konu ile ilgili olması durumunda , bu talebin icrası imkansız; teklif genel değil de özel (hâs) olacaktı veya teklîf-i mâ lâ yutâka (takat üstü yükümlülük) ya da sıkıntıya (haraç) götürecekti. Halbuki, bunların ikisi de şerîatte reddedilmiştir. Bu konunun izahı ileride "mekâsıd" bölümünde gelecektir. [101]
Yedinci Mukaddime
Bütün şer´î ilimler ALLAH´a kulluk etmek için birer vesiledir ve sâri´ teâlâ bu ilimleri bu amaçla talep etmektedir. Eğer bunların istenmesinde bir başka hususun göz önünde bulundurulduğu ortaya çıkarsa, bu mutlaka aslî maksada tâbilik yolu ve ikinci kasıtla (kasd-ı sânı) olmaktadır. Bu esasın delillerini aşağıdaki gibi sıralamak mümkündür;
A) Daha önce geçtiği üzere, pratik bir neticesi bulunmayan her ilim[102], şer´an hüsnükabûl görmemektedir. Eğer bu gibi ilimlerin şer´î bir gayeleri olsaydı, o takdirde şer´an hüsnükabûl görürdü. Şer´an hüsnükabûl görünce de sahabe ve tabiînden oluşan ilk nesiller bunları araştırırdı.[103]böyle bir araştırma mevcut değildir. Bunun tabîî neticesi de aynı şekildedir.
B) Şeriatın tek amacı kullukta bulunulmasını temindir; bütün peygamberlerin [a´est] gönderilmelerinde gözetilen maksat da budur: nitekim bu husus şu âyetlerde ifade edilmiştir:
"ey insanlar! Rabbinizden sakınınız![104]"elif, lam, râ. Bu kitâb hakim ve herşeyden haberdar olan ALLAH tarafından; ALLAH´tan başkasına kulluk etmeyesiniz diye âyetleri kesin kılınmış, sonra da uzun uzadıya açıklanmış bir kitâb´dır.[105]"bu ALLAH´ın izniyle, insanları karanlıklardan aydınlığa, güçlü ve övülmeye lâyık, göklerde ve yerde olanların sahibi ALLAH´ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz kitâb´-tır.[106]"bu, doğruluğu şüphe götürmeyen ve ALLAH´a karşı gelmekten sakınanlara yol gösteren kitâb´tır.[107]"hamd, gökleri ve yeri yaratan, karanlıkları ve aydınlığı var eden ALLAH´a mahsustur. Öyle iken, inkâr edenler rablerine başkalarını denk tutuyorlar.[108]"ALLAH´a itaat ediniz, peygamber´e itaat ediniz![109] "hamd ALLAH´a mahsustur ki, kendi katından şiddetli bir baskını haber vermek ve yararlı iş yapan mü´minlere, içinde temelli kalacakları güzel bir mükâfaatı müjdelemek ve ´ALLAH çocuk edindi´ diyenleri uyarmak için kulu muhammed´e eğri bir taraf bırakmadığı dosdoğru kitâb´ı indirmiştir.[110]"ey muhammed! Senden önce gönderdiğimiz her peygambere: ´benden başka tanrı yoktur, ba-[62] na kulluk edin!3 diye vahyetmişizdir[111]"ey muhammed!
Biz sana kitabı gerçekle indirdik, öyle ise dîni ALLAH için hâlis kılarak o´na kulluk et. Dikkat edin, hâlis dîn ALLAH´ındır."[112]buna benzer âyetler sayılamayacak kadar çoktur ve hepsi de peygamberlerin gönderilmesinden maksadın ALLAH´a kulluğun temini olduğunu ifade eder. Onlar ALLAH´ın vahdaniyetine delâlet eden delillerle gönderilmişler ve böylece kulların sadece gerçek ma´bûd´a; her türlü noksanlıklardan münezzeh, ortak ve benzeri bulunmayan yüce ALLAH´a yönelmeleri için tebliğde bulunmuşlardır. Bu meyânda yüce ALLAH şöyle buyurmaktadır: "ey muhammed! Bil ki, ALLAH´tan başka tanrı yoktur; günahlarının... Bağışlanmasını dile![113]"bilin ki, o ancak ALLAH´ın ilmiyle indirilmiştir. Ondan başka tanrı yoktur, artık müslümansınız değil mi [114] "o diridir, o´ndan başka tanrı yoktur. Dîni yalnız ona has kilarak o´na yalvarın."[115]kelime-i tevhidi ortaya koyan bu ve benzeri pek çok yerde ya hemen akabinde ya da mukaddime olmak üzere, mutlaka sadece ALLAH´a kullukta bulunulması isteği bulunmaktadır. Dahası tevhîd delilleri bu şekilde sadece bir hatırlatma için, öğüt için sevkedilmiştir. Netice olarak diyebiliriz ki, ilimden maksat, ALLAH´a kullukta bulunmadan başka bir şey değildir. Bu mânâda âyetler sayılamayacak kadar çoktur.
C) İlmin ruhunun amel olduğuna; amelsiz ilmin iğreti ve faydasız olduğuna dair deliller vardır. Buhususta yüce ALLAH: "ALLAH´ın kulları arasında, o´ndan korkanlar, ancak âlimlerdir," nobuyurur[116]âyetine[117] isekatâde: "şüphesiz o, kendisine öğrettiğimizle amel edendir." mânâsını vermiştir. "geceleyin secde ederek ve ayakta durarak boyun büken, âhiretten çekinen, rabbinin rahmetini dileyen kimse inkâr eden kimse gibi olur mu Ey muhammed! De ki: ´bilenlerle bilmeyenler bir olur mu v doğrusu ancak akıl sahipleri öğüt alırlar.[118]"kitabı okuyup durduğunuz halde kendinizi unutur da başkalarına mı iyilikle emredersiniz "[119]ebû cafer muhammed b. Ali´den, "onlar, azgınlar ve iblisin adamları, hepsi, tepetakla oraya atılırlar." âyeti[120] hakkında: "bunlar hakkı ve adaleti dilleri ile ifade edip, aksini yaparak muhalefet eden bir kavimdir." dediği rivayet edilmiştir. Ebû hüreyre tarafından rivayet edilen bir hadiste ise şöyle denilmiştir; "şüphesiz cehennemde kötü âlimlerle dönen değirmenler vardır. Dünyada iken onları tanıyan bazı kimseler yukarıdan (cennetten) onlara bakarlar ve: ´sizi bu hale ne getirdi Halbuki, biz sizden öğreniyorduk!´ derler. Onlar: ´biz size iyilik yapmanızı emreder, fakat kendimiz aksini yapardık.´ derler.[121] süfyânu´s-sevrî ise: "ilim sadece takva sahibi olabilmek için öğrenilir. İlmin başka şeylere üstün kılınması, sadece onunla ALLAH´tan sakmıldığı içindir." demiştir. Hz. Peygamber bir hadislerinde: "ift;ya-metgününde beş şeyden sorgulanmadıkça kulun ayakları yerinden oynamaz." buyurmuşlar ve bunlardan birisinin de "ilmiyle amel edip etmediği" olduğunu belirtmişlerdir.[122]ebû´d-derdâ şöyle der: "gerçekten korkuyorum ki, yarın kıyamet gününde bana ´bilgi sahibi mi yoksa câhil miydin ´ diye sorarlar. Ben de ´bilgi sahibiydim.´ derim. Bu kez ALLAH´ın kitabında bulunan emredici yasaklayıcı bütün âyetler gelir ve beni sorguya çekerler: emredici âyetler ´gereğimi yerine getirdin mi ´; yasaklayıcı âyetler de ´gereğimden sakındın mı ´ diye bana sorarlar. ALLAH´ım! Faydasız ilimden, hususuz kalpten, doymayan nefisten, işitilmeyen duadan sana sığınırım.´´ cehennem ateşine atılacak ilk üç zümre ile ilgili ebû hüreyre hadisinde konumuzla ilgili olan kısımda şöyle buyrulur: "ve bir adam ki, ilim öğrenmiş, öğretmiş ve kur´ân okumuştur. Bu kimse getirilir. Yüce ALLAH ona olan nimetlerini hatırlatır ve o da bunları tasdik eder. Sonra ALLAH ona: ´peki ne yaptın v diye sorar. O da: ya rabbi! Senin için ilim öğrendim, öğrettim ve kur´ân okudum.´ der, yüce ALLAH: ´hayır, yalan söyledin! Sen ´falan büyük âlimdir.´ desinler diye bunu yaptın. Nitekim dediler de.´ buyurur. Sonra emir üzere yüz üstü ce- henneme atılır.[123] başka bir hadislerinde: "kıyametgününde en şiddetli azab göreceklerden biriside ilminden faydalanmayan âlimdir." buyurmuşlardır.[124]yine rivayetlerde hz. Peygamber´in faydasız ilimden ALLAH´a sığındıkları belirtilmiştir.[125]hikmet erbabı ise şöyle demişlerdir: "ALLAH kimi ilimden mahrum ederse, onu cehaletle azablandınr. Azabça bundan daha şiddetlisi, kendisine ilim yönelen kimsenin ona sırt çevirmesi; ALLAH´ın kendisine nasib ettiği ilimden gereği şekilde amel edip ondan faydalanmamasıdır." muâz b. Cebel ise:" ne kadar bilgi sahibi olursanız olun, amel etmedikçe ALLAH sizi ilminizle sevapîandıracak değildir." demiştir. Bu söz aynı zamanda "gerçek âlimlerin himmeti ilme riâyet; sefihlerin himmeti ise sadece rivayettir" ilavesiyle hz. Peygamber´e nisbet edilerek de nakledilmiştir. Aynı söz enes b. Mâlik´e de nisbet edilmiştir. Abdurrahmaö b. Ganm rivayet eder: bana hz. Peygamber´in ashabından on kişi haber verdi ve şöyle anlattılar: "biz kubâ mescidinde ilim müzâkere ediyorduk bir de baktık hz. Peygamber çıkageldi. Bize: tve kadar öğrenirseniz öğrenin, amel etmedikçe ALLAH sizi ilminizle sevapîandıracak değildir.´ buyurdular."[126]bir adam ebû´d-derdâ´ya soru sorardı. Ebû´d-derdâ ona "sorduğun her şeyle amel ediyor musun Diye sordu. Adam: hayır! Diye cevap verdi. Bunun üzerine ebû´d-derdâ: "o halde aleyhine hüccetleri çoğaltmakla ne yapacaksın " diye karşılık verdi. Hasen el-basrî de: "insanları yaptıkları işlerle değerlendirin; sözlerini boşverin! Çünkü yüce ALLAH, hiçbir sözü onu tasdik ya da tekzib edecek bir amel olmadıkça bırakmayacaktır. Eğer güzel bir söz işitirsen, sahibini değerlendirmede acele etme; eğer sözüne işi de uygun düşerse, işte o zaman o gerçekten güzel ve hürmete lâyık birisidir." demiştir. İbn mes´ûd ise şöyle der: "bütün insanlar sözü güzel söylediler. Şimdi kimin işi sözüne uygun düşerse, nasibini alan kimse işte o kimsedir; kimin de işi sözüne uymazsa o ancak kendi nefsini kınar." es-sevrî ise: "hadis sadece ALLAH´tan sakınmaya bir vesile olması amacı ile tahsil edilir; bu yüzdendir ki, sair ilimlere üstün kılınmıştır. Eğer öyle olmasaydı, diğer şeylerden bir farkı kalmazdı. "imam mâlik kendisine ulaştığına göre el-kâsrm b. Muhammed´in: "ben öncekilere yetiştim; onlar söze aldırış etmezlerdi. Onların hoşuna giden şey sadece ameldi." dediğini nakletmiştir.
Bu mânâya delalet edecek deliller sayılamayacak kadar çoktur. Bütün bunlar şeriat nazarında ilmin sadece bir vesîle (araç) olduğunu, hiçbir zaman bizatihi maksûd olmadığını ortaya koymaktadır. İlim sadece amele götürmesi için bir vesiledir; ilmin faziletine dair vârid olan bütün deliller, kişinin yükümlü olduğu amellerin gerçekleşmesi ona bağlı olduğu içindir.
İtiraz: gerçek şudur ki, şerîatte ilmin özel bir yeri ve üstünlüğü vardır. Âlimlerin mertebesi şehitlerin mertebesinden daha üstündür; onlar peygamberlerin vârisleridirler ve âlimlik mertebesi peygamberlik mertebesinden hemen sonra gelmektedir. Öbür taraftan da ilmin üstünlüğüne dâir deliller kayda bağlı değil de mutlaktır. Durum böyle iken, nasıl olur da ilmin bizatihi maksûd olmadığı, onun sadece bir araç olduğu iddia edilebilir Evet ilim bir açıdan vesile olabilir; fakat bu onun bizatihi maksûd olmadığını gerektirmez. Aynen îmân gibi; çünkü îmân da ibâdetlerin sıhhati için şarttır ve kabul edilmeleri için bir vesiledir, buna rağmen o bizatihi maksûddur.
Cevap: Bu itiraz yerinde değildir. Çünkü biz ilmin untüııluğunün mutlak olarak sabit olmadığını söylüyoruz. Aksine ilmin uitünlüğü zikrettiğimiz delillerle amele götürmesi, ona vesile olması şartı ile kayıtlıdır. Aksi takdirde deliller arasında tearuz (çatışma) söz konusu olur; âyetler, hadisler ve dinde mümtaz yerleri bulunan selefin sözleri arasında tutarsızlıklar, çelişkiler bulunurdu. Mutlaka bu delillerin arasının te´lîf edilmesi gerekmektedir. Bizim yukarıda arzettiğimiz husus, ilim ve âlimlerin üstünlüğü konusunda zikredilen delillere açıklık kazandırmakta ve çelişkiye meydan bırakmamaktadır. Îmâna gelince, o kalbi fiillerdendir ve ilimden neşet eden ´tasdik´ demektir. Ameller, her ne kadar bizatihi maksûd olabilirlerse de, aynı anda bir başka amele vesile olmaları da mümkündür. İlim ise sâdece vesiledir. Bunun da en üst rütbesi ALLAH´ı bilmektir. Buna rağmen eğer gereğini yapıp îmân etmiyorsa, bu bilginin sahibine kazandırdığı hiçbir fazilet yoktur.