saniyenur
Sun 1 January 2012, 11:42 pm GMT +0200
1. Mucize
“Allah, peygamberleri, âdetleri makzeden mucizelerle teyid etmiştir”
Mucize kelimesinin çoğul şekli mücizâttır. (Kur'an'da mucize yerine daha çok delil ve delâil, Kelimeleri kullanılmıştır). Mucize, inkarcıların benzerini getirmekten âciz kalacakları şekilde, münkirlerin meydan okumaları halinde peygamberlik iddiasında bulunan zattan âdetin hilafına (ve tabiat kanunlarının aksine) olarak zuhur eden (harikulade ve fevkalâde) bir iştir.
Bunun sebebi şudur: Peygamberler mucize ile te'yid edilmemiş olsalardı, sözlerini kabul ve kendilerini tasdik etmek vâcib olmazdı. Peygamberlik davasında sâdık ile kâzib olan, doğru ve samimi olanla yalancı olan yekdiğerinden ayırd edilemezdi. Mucize zuhur edince, peygamberin doğru söylediği tabii bir şekilde ve kesinlikle anlaşılmış olur. Zira Allah Taâlâ mucizenin zuhur etmesinin ardından, peygamberin doğru söylediğine dair bir bilgi yaratır. Fakat bu bilginin yaratılmaması da hadd-i zatında mümkündür.
(Mucizeden sonra ilmin meydana gelmesi şöyle olur:) Bir cemaatın huzurunda bir adam gelip: “Ben şu kralın size gönderdiği bir elçiyim”, dese; sonra bu krala dönerek, “Eğer beni elçi tayin etmede sâdık isen, âdetine muhalefet et, üç defa yerinden kalk”, dese, kral da bunu yapsa, o topluluk için o adamın doğru söylediği hakkında örf ve âdete dayanan zarurî bir bilgi hasıl olur.
Her ne kadar bu hususta o adamın yalancı olması hadd-i. zatında imkân dahilinde ise de. “Bir işin akıl yönünden mümkün olması”, manâsına gelen “zatî imkân”, kesin bir bilginin hasıl olmasına engel değildir. Meselâ, hadd-i zâtında- mümkün olmakla beraber Uhud dağının altın haline dönüşmediğini bilmemiz (ve bu bilginin kat'i olması) böyledir. Aynen bunun gibi, âdetin gereği olarak peygamberin doğru söylediğine dair bir bilgi hasıl olur. Çünkü âdet de his gibi bir bilgi edinme yoludur.
(Mucize ile hâsıl olan kesin) bilgi konusunda, “Mucizenin Allah Taâlâ'dan başkasından olması veya tasdik maksadı için olmaması veyahut yalancılığı tasdik için olması... imkânı vardır”, gibi akla dayanan ihtimaller, bir itiraz ve tenkit olarak ileri sürülemez. Nitekim “Ateşin sıcak olmaması mümkündür”, denilmek suretiyle, ateş hakkındaki hisse dayanan zarurî bilgi de itiraz ve tenkit konusu yapılamaz. Buradaki “Ateşin sıcak olmaması mümkündür” cümlesi, “Sıcak olmadığı farzedilse, bundan bir imkânsızlık ortaya çıkmaz”, manâsına gelmektedir. (Kelâmcılara göre tabiat kanunları hadd-i zatında mümkündür, vücûb ve zaruretlerini Allah'tan almaktadırlar. Onun için de vâcib li-gayrihîdir [3].
Peygamberlerin ilki Adem (a.s.) sonuncusu Muhammed (s.a.)dir.
Âdem (a.s.) in peygamberliği, kendisine bazı şeylerin emir, diğer bazı hususların nehyedildiğini ifade eden Kur'an'la sabittir. Halbuki O'nun zamanında başka bir peygamberin bulunmadığı kesindir. Şu halde bu emir ve nehiyler, ona diğer herhangi bir yoldan değil, sadece vayih yoluyla gelmiştir. Ayrıca Âdem (a.s.) in peygamberliği, buna ilaveten hadis ve icma ile de sabittir. Bu sebeple, bazılarından naklolunduğu gibi, onun peygamberliğini inkâr etmek küfürdür [4]
Muhammed (s.a.) in peygamberliğine gelince, O hem peygamberlik davasında bulunmuş, hem de mucize göstermiştir. Peygamberlik davasında bulunduğu tevatürle sabittir. Gösterdiği mucizeler ise iki nevidir:
1. Bir mucize olmak üzere Allah'ın kelâmı olan Kur'an'ı ortaya koymuş, belagat (ve fesahat) yönünden en yüce mertebede bulunan, beliğ konuşan şahıslara ve edebiyatçılara bununla meydan okumuş, onlar da son derece arzu etmelerine (ve bu yolda hırsla gayret göstermelerine) rağmen Kur'an'ın en kısa suresine bile muârazada bulunmaktan (ve bir mislini vücûda getirmekten) aciz kalmışlardır.
Nihayet, sözle karşı koymayı (ve muârazayı) bir tarafa bırakarak kılıçla vuruşmaya girişmek suretiyle kendilerini tehlikeye atmışlardı. (Edebî alanda Kur'an'a ve Islâmî harekete karşı koymaya güçleri yetmeyince işi zorbalığa dökmüşlerdi). Kur'an'ın muarızlarından hiç birinin (Kur'an'ın mislini değil) ona yakın olan bir şey bile ortaya koyduğu bize nakledilmiş değildir. Halbuki onların böyle bir işe girişmesmi gerektiren pek çok sebep vardı. Bu durum kesinlikle göstermektedir ki, Kur'an Allah Taâlâ tarafından gönderilmiştir. Peygamber (s.a.)in davasında hak üzere olduğu Kur'an'la tabii bir şekilde malum olmuştur, örf ve âdete dayanan diğer tabiî bilgilerde olduğu gibi bu bilgi de aklî ihtimallerden herhangi bir ihtimal ileri sürülerek tenkit ve itiraz konusu yapılamaz.
2. Hz. Peygamberden harikulade hususlar zuhur ettiği naklolunmuştur. Zuhur eden mucizelerle ilgili nakiller -bu nevi nakiller her ne kadar teferruat itibariyle âhâd olsa da- ortak noktalar itibariyle tevatür haddine ulaşmıştır. Hz. Ali (r.a.)nin cesareti ve Hatem (Tâî) nin cömertliği gibi. Şüphe yok ki, teferruat yönünden âhâd olsa da, bunlardan her biri tevatürle sabit olmuştur. Bunlarla ilgili hususlar siyer kitaplarında kaydohınmuştur.
Basiret sahibi olan kimseler Hz. Muhammed'in peygamber olduğuna iki şekilde daha istidlal ederler:
1. Hz. Peygamberin, halkı dine davet etmeden evvelki, davet esnasındaki ve daveti tamamladıktan sonraki halleri, yüce ahlâkı, verdiği hikemî (ve isabetli) hükümler, cengâverlere hücum etmesi sırasındaki kararlı ve sarsılmaz tutumu, her halükârda Allah Taâlâ'nın kendisini koruduğuna dair beslediği güven duygusu, korkunç durumlarda bile vaziyetini değiştirmemesi... öyle ki, onu kötülemek için hırsla çalışan en azılı düşmanları dahi kendisini bu durumlar itibariyle karalamaya ve yermeye imkân bulamamışlardı. Şüphesiz ki, bu gibi hususların, peygamberlerden başkasında toplanmasının imkânsız olduğuna akıl kesinlikle hükmeder. Allah Taâlâ bu nevi kemâl ve üstün halleri, kendisine iftira edeceğini bildiği bir zatta topluca bulundursun, sonra bu şahsı (kendisine iftira ettiği için cezalandırmadan) 23 sene ihmal etsin, sonra onun dinini öbür dinlere üstün kılsın, düşmanlarına karşı muzaffer kılsın, bıraktığı eseri (ve açtığı çığın) ölümünden sonra kıyamete kadar payidar kılsın... bütün bunlar olacak şeyler değildir. (Bir yalancı peygamber bu kadar mükemmel bir karaktere sahip olamaz, bu nisbette başarılı olamaz, bu ölçüde büyük bir hareketi başlatamaz ve yürütemez).
2. O, bu büyük davayı kitap sahibi olmayan, ve hikmetten anIamayan bir kavim içinde ortaya atmış (Bk. Bakara, 2/151), onlara kitabı ve hikmeti izah etmiş, hukukî ve şer'i hükümleri öğretmiş, ahlâklarım mükemmelleştirmiş, halkının pek çoğunu hem ilmî ve hem de amelî fazilet bakımından kemâle erdirmiş, bütün âlemi iman ve iyi amelle nurlandırmiş, ve Hakk Taâlâ va'd ettiği gibi onun dinini, öbür dinlerin tümüne üstün kılmıştır. (Bk. Tevbe, 9/33; Feth, 48/28; Saff, 61/9). Esasen resûllüğün ve nebiliğin bundan başka bir manâsı (ve gayesi) de yoktur [5].
Hz. Muhammed'in peygamber olduğu bu şekilde ispatlandıktan sonra deriz ki: Gerek Resûlüllah'ın; gerekse, O'na indirilen Allah Taâlâ'nın kelâmı (Bk. Ahzab, 33/40), Hz. Peygamber'in, nebilerin sonuncusu, Hâtemu'lenbiya olduğuna delâlet eder. Ve yine O bütün insanlığa gönderilmiştir, daha doğrusu ins ve cinne gönderilmiştir. Böylece peygamberlerin sonuncusu olduğu ve Hıristiyanların iddia ettikleri gibi nübüvvetinin Araplara mahsus olmadığı da sabit olmuş olur.
İtiraz: Hz. Muhammed'den sonra İsa (a.s.)nın nüzulü konusunda hadis vardır.
Cevap: Evet, Hz. İsa gökten yere inecek, lâkin Muhammed (s.a.)in şeriatına tabi olacak. Zira Hz. İsa'nin şeriatı neshedilmiştir. Hz. îsa'ya vayih gelmeyecek, (yeni ve aslî) hükümler de koyamayacaktır. O sadece Resûlüllah (s.a.)ın halifesi olacaktır. En doğru olan görüşe göre, Hz. îsa halka namaz kıldıracak, onlara imam olacak, Mehdi de ona tabi olacaktır. Zira Hz. îsa daha efdaldir, şu halde imam olmaya (Mehdiden) daha uygundur [6].
“Peygamberlerin sayılan bazı hadislerde açıklanmıştır”
Rivayete göre Peygamber (s.a.)e nebilerin sayıları sorulduğunda 124.000, diğer bir rivayete göre 224.000 dir, buyurmuşlardır
“Cenab-ı Hakk 'Bazı peygamberlerin hayat hikâyelerini sana anlattık, diğer bazilarınınkini anlatmadık” (Gafir, 40/78) buyurduğundan, isimlendirmede bir sayı üzerinde durmamak (ve belli bir rakam tayin etmemek) daha doğru olur. Çünkü bir sayının tesbit edilmesi (ve isimlerin belirlenmesi) halinde peygamber olmayanların peygamberlere dahil edilmeleri veya peygamber olanların, peygamberlerin dışında kalmaları durumundan emin olunamaz”
Eğer rakam büyük olursa nebi olmayanlar nebilere, küçük olursa nebi olanlar nebi olmayanlara dahil edilebilir. Yani haber 4 vâhid, fıkıh usûlü'nde anlatılan şartların hepsini üzerinde toplaması halinde bile, sadece zan ifade eder. İtikadı konularda ise zanna itibar edilmez. Özellikle vâhid bir haberde rivayet ihtilafı olur ve o haberi kabul etmek, Kur'an'm zahirine muhalefet edilmesi neticesine' ulaşmayı gerektirirse ona hiç itibar edilmez. (Yukardaki hadiste, 124.000 mi, 224.000 mi olduğu konusunda bir rivayet farkı vardır, ayrıca bu hadis, Gâfir suresinin meali yukarda verilen 78. âyetinin zahirine de uygun düşmemektedir). Zira bu âyete göre Hz. Peygamber'e (s.a.) anlatılmayan nebiler de vardır. Onun için bir nebiyi sayı dışında bırakmak veya nebi olmayanı sayıya dahil etmek sonucunu doğuran sayı tesbiti, vakıaya aykırı olabilir. Zira bir sayı, ifade ettiği manâya delâlet etmek konusunda özel bir isimdir. Onun için de fazla veya eksik olması gibi bir ihtimal taşımaz. (Nebiler 124.000 veya 224.000 dir denildi mi, bu rakamın daha fazla veya eksik sayıya delâlet etmesi ihtimali ortadan kalkar. O zaman peygamberlerin adedi bu rakamdan fazla ise bazı resuller nebi sayılmamış olur, şayet aded bu rakamdan az ise o zaman da resul olmayan bazı kişiler nebi sayılmış olur. Bu sebeple bir sayı üzerinde durulmaması daha uygundur).
“Peygamberlerin hepsi Allah Taâlâ'dan aldıkları bilgileri (eksiksiz olarak ümmetlerine) haber vermişler ve tebliğ etmişlerdir” zaten nebî ve resul (haberci ve elçi) olmanın manâsı da budur. “Peygamberlerin hepsi de doğru sözlü ve samimi idiler”
Risâlet ve bi' set (elçilik ve gönderme) konusundaki faydanın yok olmaması için böyle olmaları gerekir.
Bu ifadede, özellikle şer'î işlerde, dinî hükümlerin tebliğ edilmesinde ve ümmetin irşadiyle ilgili konularda; peygamberlerin yalancılıktan masum (korunmuş, hatasız ve günahsız) oldukları hususuna işaret vardır. Bu gibi konularda peygamberlerin kasten yalancılıktan (ve günahtan) masum olduklarına dair icma vardır.
Ekseriyetin kanâatma göre sehiv konusu olan hususlarda da durum böyledir. (Kadı Ebu Bekir, tebliğle ilgili konularda bir sehiv ve nisyan eseri olarak onlardan kizbin vukuunu caiz görmüştür).
Diğer günahlardan masum olduklarına dair bir takım teferruatlı görüşler vardır:
1. Peygamberler, kendilerine vahiy gelmeden önce de sonra da küfür ve şirk günahından masumdurlar. Bu konuda icma ve ittifak vardır.
2. Cumhura göre peygamberler kasten büyük günah işlemekten de masumdurlar. Fakat bu konularda Haşeviyye aksi kanâattadır. İhtilaf konusu olan husus, peygamberlerin kasten büyük günah işlemelerinin aklen mi yoksa şer'an mi imkânsız olduğu konusudur. (Nebilerin büyük günahları kasten işlemeleri, Eş'arilere göre din, Mutezileye göre akıl yönünden imkânsızdır).
3. Sehven işlenen günahlar: Ulemanın ekseriyetine göre nebilerin sehven büyük günah işlemeleri mümkündür.
4. Cumhura göre nebilerin küçük günahları kasdet işlemeleri de mümkündür. Fakat Cübbaî ve ona tabi olanlar aksi kanâattadırlar.
5. Nebilerin küçük günahları sehven işlemeleri ittifakla mümkün görülmüştür. Bazıları bu nevi günahlara ve hatalara ze11e adını verir. Sadece aşağı ve düşük karakter sahibi olmaya delâlet eden fiiller bir istisna teşkil eder. Bir lokma yiyecek çalmak, tartıda ve ölçüde bir tane eksik çıkarmak gibi.
Fakat muhakkik: olan kelâm âlimleri, işlenen günahlar konusunda nebilerin uyarılacaklarını, bunun üzerine günahtan vazgeçeceklerini şart koşmuşlardır. (Allah onları uyarınca, bundan vazgeçerler).
Bütün bu anlatılanlar vahiyden sonrası içindir. Kendilerine vahiy gelmeden evvel nebilerden kebîrenin sâdır olmasının imkânsız olduğunu gösteren bir delil mevcut değildir. Mutezile vahiyden önce kebîre işlemelerini de imkânsız görmüştür. Çünkü onlara göre, önceden işlenen kebîre, halkın kendilerine tabi olmalarına engel olan bir nefret (ve güvensizlik duygusunun) meydana gelmesini gerektirir. Böylece peygamber göndermedeki maslahat ve menfaat ortadan kaybolur [7].
Doğrusu şudur: Anne ile zina etmek, fücur, seciyenin düşüklüğüne delâlet eden küçük günahlar gibi nefreti gerektiren günahları, nebilerin vahye mazhar olmadan evvel işlemeleri de mümkün değildir.
Şiilere göre ne vahiyden evvel ne de sonra nebiler büyük ve küçük günah işlemezler. Fakat Şiîler, nebilerin takiye icabı küfür izhar etmelerini caiz ve mümkün görmüşlerdir.
Bu husus böylece ifade edildikten sonra deriz ki: Nebî (a.s.)den yalan veya günah olduğu kanâatini ve hissini veren bir şey naklolunduğunda; şayet bu nevi haberler âhâd yollardan bize gelmişse reddolunur. Tevatür yoluyla naklolunmuşsa, bu takdirde mümkün olursa zahirî manâları te'vil olunur. Bu mümkün olmazsa “terk – ievla” (Daha iyi olanı terketme. Aslında nebilerin yaptıkları işler günah değildir, fakat daha doğru olan hareket tarzını tarkettikleri için Allah tarafından kınanmışlardır) formülü ile mesele halledilir. Veya bu günahın vahiy gelmeden evveline ait olduğu ileri sürülür. Bu gibi hususlar hacimli eserlerde daha teferruatlı olarak izah edilmiştir.
“Nebilerin en üstünü Muhammed (a.s.)dir”
“Siz, halka iyi olanı enir, kötü olanı nehyetmek için çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz” (Ali îmran, 3/110) âyeti bunun delilidir. Şüphesiz ki, bir ümmetin en hayırlı olması, dindeki kemâl ve olgunlukları itibariyledir. Bu ise, kendisine uydukları peygamberin kemâline tabidir. Hz. Peygamber'in “Övünmek için söylemiyorum ama âdemoğlunun Efendisi benim” [8], hadisinin delil gösterilmesi zayıf bir istidlaldir. Çünkü bu hadis, Hz. Peygamber'in Âdem'den üstün olduğuna delâlet etmez, ama onun evlatlarından daha üstün olduğuna delâlet eder.[9]
[3] Mucize, lügatte, aciz bırakan manâsına gelen ve tabiat kanunlarının üstünde fevkalâde ve harikulade bir hadisedir. Âdetullah ve sünnetullah denilen tabiat kanunlarının geçerliliğini ve tesirlisini kısa ve geçici bir süre için durduran mucize, mahiyeti cabi “müsbet ilimlerle izah edilemez”, bir nitelik taşır. Bu nevi hadiseler akün ve tabiata hâkim olan kanunlar He açıklansa, o zaman mucize olmaktan çıkar, tabiî bir hadise olur, fevkalâde ve harikulade bir hadise olma niteliğini kaybederek alâlade bir olay haline gelir.
Mucize inancı determinizmle uyuşmaz. Onun için kelâm âlimleri sürekli olarak determinizm prensibine karşı çıkmışlardır, tslâm inancına göre, Allah her an her nevi hadiseye hür ve muhtar iradesiyle müdahale ederek ona yön verdiği yani kelâmı bir deyimle fâil-i muhtar olduğu için, determinizm fikri, filozoflar dışında kalan taraftar toplamamiştir. Mucizenin nitelikleri:
1. Mucize Allah'ın fiilidir, onun için de ona aittir. Peygamberlere isnad ve nisbet edilmesi mecazidir.
2. Tabiat kanunlarının üstünde ve ona aykırı olan harikulade bir hadisedir.
3. Peygamberlik vazifesiyle görevlendirilen şahıslardan zuhur eder.
4. Peygamberlik davasından evvel olmaz, bu iddiadan çok sonra da olmaz. Peygamberlik davası ile birlikte bulunur.
5. Mucize ojan hadise davaya ve peygamberin isteğine uygun olur, “Dağı yerinden kaldıracağım”, diyen bir kimsenin, denizi yarması mucize değildir.
6. Bir 'inkarcı ve tekzibci bulunacak. Mucize bir inkâr ve tekzib hadisesinden sonra vukua gelirse daha tesirli olur.
Bu iki hususa stahaddfa denir. Peygamberin, dinî hükümleri tebliğ ettiği kavim veya onlardan birkaçı veya biri, “biz senin Hak peygamber olduğuna inanmıyoruz. Eğer Allah'ın peygamberi isen bize mucize göster”, diye peygamberi inkâr ve tekzib edecekler, ona meydan okuyarak kendisini sıkıştıracaklar ve zor durumda bırakmaya çalışacaklar. îşte bunun üzerine, peygamberin davasında hak üzere olduğunun delili ve şahidi olan mucize hadisesi zuhur eder.
7. Mucize insanoğlunun benzerini ve dengini yapmaktan âciz kaldığı bir hadise niteliğinde olmalıdır.
8. Bir peygamberden, bi'setinden yani nebi olarak gönderilmesinden kısa süre önce zuhur eden harikulade hadiselere “irhas” (çokluk şekli, irhâsât), daha evvel zuhur eden harikulade hadiselere ise “keramet”, denir. Bir peygamber tebliğ görevine başlamadan önce veli olduğundan, kendisinden kerametler zuhur edebilir.
Mucizede asıl ve esas olan aklî ve ilmî ölçüler içinde izah edilmeme niteliğidir.
Bu konuda daha geniş bilgi için bk. Süleyman Nedevî, Asr-ı saadet, III ve IV. ciltler (Ömer Rıza tercümesi, İst. 1928).
[4] İlk peygamberin Hz. Âdem olup olmadığı konusunda ihtilaf edilmiştir. Allah, Âdem'e “Cennette ikamet et”, diye emir vermiş, ”Şu ağaca yaklaşmayın”, diye de ona yasak koymuştu (Bk. Bakara, 2/35). O zaman başka bir peygamber bulunmadığına göre, O bu emir ve ne-hiylerî vahiy suretiyle almıştır. Fakat bu istidlal şekline itiraz edilmiştir. Önce Hz. Âdem'in peygamber oluşu, Cennette değil, dünyada idi. Halbuki söz konusu emir ve nehiyler Cennette iken vaki olmuştu. Hz. Âdem'e vahyin gelmiş olması peygamber oluşunu gerektirmez. Zira Hz. Musa'nın anasına da peygamber olmadığı halde vahiy gelmiştir. Bu gibi görüşleri ileri süren çoğunluk, Hz. Âdem'in Cennette iken değil, yer yüzüne indiği zaman peygamber olduğunu savunur.
[5] Taftazânî'nin temas ettiği son iki delil çok önemlidir. Bunlardan birincisi Hz. Peygamber'in hal, hareket ve sözleriyle ilgilidir. Bu kadar üstün vasıflara sahip olan sağlam karakterli bir insanın, “Ben peygamberim” şeklindeki teklifini kabul edip kendisine uymak için mucize göstermesine, ihtiyaç yoktur. Zaten O'nun şahsiyetini yakından tanıyan ve çok iyi bilen Hz. Ebu Bekir gibi basiretli ve dürüst insanlar, mucize göstermesini istemeden ona iman etmişlerdi. Hz. Peygamber'den mucize göstermesini isteyenlerin pek çoğu da iman etmemişti. Şu halde, Hz. Peygamber'in herkese emniyet ve itimad veren güçlü şahsiyeti ve sağlam seciyesi, gösterdiği mucizelerden daha beliğ ve veciz bir şekilde O'nun Allah Resulü olduğuna delâlet etmekte idi. Vefatından sonra geriye bıraktığı yakın arkadaşları, İslâm devletinin sınırlarını doğuda Hindistan'a, batıda Pasifik okyanusuna kadar genişletecek derecede akıllı, basiretli ve zeki insanlardı. Hz. Peygamber'in bu güçlü şahsiyet sahibi zeki insanları, peygamber olduğuna inandırmış olması, onların kayıtsız şartsız güvenlerini kazanması ve mutlak şekilde kendine bağlaması, bu gibi işlerin zorluğunu bilen her aklı başında insan için mucizelerin en büyüğüdür.
Asırlarca başka milletlerin hakimiyeti atlında yasaya yasaya müzminleşrniş bir aşağılık duygusuna sahip olan cahil ve bedevi bir kavmi, uzun ve ganh bir mazisi olan İran Sasanî devletine ve Bizans împara-torluğu'na kafa tutacak bir hale getirmesi, o zamanın dünyasının en güçlü iki devleti ile başarılı savaşlar yapacak bir seviyeye yükseltmesi, bu iki devletten birini kökünden, diğerini ise büyük ölçüde yıkacak bir şuur verebilmesi, daha fazlasını insan aklının idrâktan âciz kaldığı en muazzam mucizelerdir. Allah, bu kadar meziyet, fazilet ve kemâle sahip kıldığı bir kimseye, kendi aleyhinde bulunma ve yalan isnad etme imkânını vermez. Onu bir süre başarılı kılsa bile neticede rezil eder. Gerçi, bazı fatihler ve cihangirleri yaşadıkları zaman içinde Hz. Peygamber'în kurduğu ve halifelerinin genişlettiği devletten daha geniş sınırlan olan büyük devletler kurmuşlardır. Makedonyalı İskender ve Cengiz Han örneğinde olduğu gibi. Fakat bu devletlerin ömrü kurucularının ömrü kadar olmuş, onlardan sonra parçalanmışlardı. Ayrıca, Hz. Peygamber için sözkonusu olan başarı sadece devlet kurma ve fetih yapma hareketi değildir. Bundan daha önemlisi, gidilebilen ülkelerde yaşayan halk yığınlarının manen ve kalben fethedilerek yeni bir inanç sisteminin hararetli taraftarları ve savunucuları haline getirilebilmiş olmasıdır ki diğer fatihlerde ve cihangirlerde bu durum yoktur. İkinci husus, Hz. Peygamber'in medeniyet âlemine kazandırdığı manevî değerlerdir. Çoğu câhil ve bedevi olan toplulukları eğitmek, onlara edeb ve ahlâk öğretmek, dünyanın en büyük medeniyetlerinden birinin kurulmasına müsait olan zemini hazırlamak ayrı bir mucizedir. Resûlüüah'ın hayatında kendisinden zuhur eden “ellerinden su akması, cansız varlıkların kendisini selâmlaması, az yemekle çok kişinin karnım doyurması” gibi mucizeler, sadece o zamanda yaşamış olan insanlar için delil olduğu halde, bu nevi mucizeler her zaman delil olma niteliğim muhafaza etmektedir.
Islâmın ilim, irfan, edeb, ahlâk, terbiye, iman, amel, çalışma, istikamet, medeniyet ve kültür gibi büyük ehemmiyet atfettiği manevî değerleri görmezlikten gelerek veya bunlara layık oldukları büyük ehemmiyeti vermeyerek, bazı harikulade hadiseler üzerinde daha fazla durmak, “mühimle meşgul olurken ehemmin faydasından” (lüzumlu ile ilgilenirken daha fazla lüzumlunun verilerinden) mahrum kalmak gibi bir sonuç meydana getirmiştir. Bu hüküm en azmdan, bazı çevreler için doğrudur.
[6] Mehdi hadisleri, sıhhatından şüphe edildiği için Buharî ve Müslim gibi en yetkili iki hadis âlimi tarafından rivayet edilmemiştir. Kütub-i sitte'-nin diğer dördünde Mehdî ile ilgili hadisler ekseriya zayıf senetlerle rivayet edilmiştir. Hatta İbn Haldun, Mukaddime'de bu hadislerin senetlerini teker teker inceleyerek hiçbirinin güvenilir olmadığını, Mehdî akidesinin Sünnîlere Şiîlerden geçtiğini göstermiştir. Mehdî akidesi tarih boyunca bir çok muhteris kişiler tarafından istismar edilmiştir. Mehdî olduğunu iddia ederek saf müslümanları kandıran pek çok sahtekâr ve açıkgöz zuhur etmiştir.
Biraz sonra, “haber-İ âhâd, itikadı konularda zandan başka bir şey ifade etmez”, diyen Taftazânî'nin, senedi zayıf olan âhâd haberlere dayanarak neden âhır zaman Mehdisinden bahsettiğini anlamak, kolay değildir (Daha geniş bilgi için Bk. Avni İlhan, Mehdîlik, [îzmir, 1976]; İslâm ansiklopedisi, “Mehdîlik”). Aslında nüzül-i İsâ (a.s.) konusuyla ilgili hadisler de mütevatir ve meşhur değildir. Hükmü yukarda açıklanan âhâd haberler nevindendir (Bk. Müslim, Fiten, 9). Mehdîlik ve nüzül-i îsâ (a.s.) konusu etrafında bir çok efsane ve hurafeler vücuda getirilmiştir (Bk. Süleyman Uludağ, Kelâm dersleri, s. 219, İst. 1977).
[7] Genellikle peygamberlik hakkında bilinmesi vacib beş sıfatın olduğu kabul edilir;
1. Nebilerin zeki ve dâhi kimseler olmaları zaruri (fetanet), ahmak olmaları imkânsızdır.
2. Emin olmaları zarurî, hâin olmaları imkânsızdır.
3. Doğru sözlü olmaları zarurî, yalancı olmaları imkânsızdır.
4. Allah'tan aldıklarını eksiksiz olarak insanlara tebliğ etmeleri zarurî, vahyedilenin bir kısmını gizlemeleri (ketm) imkânsızdır.
5. Mâsûm ve günahsız olmaları zarurî, fısk ve fücur içinde bulunmaları imkânsızdır.
Bunlara “sidk, emanet, tebliğ, jetanet ve ismet” denir. Diğer insanlar için tabiî olan yeme, içme, evlenme, uyuma, ev-bark sahibi olma, hastalanma, yanılma, unutma gibi hususlar peygamberler için de caiz ve mümkündür. Peygamberler fizikî bünye ve ihtiyaçları itibariyle diğer insanlardan farksızdırlar.
Peygamberlerin işledikleri küçük hatalara ve günahlara, “zelle” adı verilir. Sünnîler bu manâda hata ve günahı nebiler için caiz ve mümkün görürler. Abese suresinin nazil oluşuna sebep olan hâdise bu konuda güzel bir örnektir. Ancak, Allah onları zelle üzerinde bırakmaz, kendilerini uyarır ve bu nevi hatalardan da uzaklaştırır. (Daha geniş bilgi için, Bk. Fahruddin Razi, îsmetu'l-enbiya, Kahire, 1388/1968). Oniki imamın bile mâsûm olduklarına inanan Şiilerin, nebileri de her konuda masum görecekleri pek tabiîdir. Mutezile ise, sırf aklı esas alarak, nebilerin günah işlemelerini caiz ve mümkün görmemiştir. Onlara göre halkı Hakk'a davet eden örnek insanların geçmişi de hali de tertemiz olmalıdır ki, muhataplarına emniyet ve itimad verebilsin. Bu yüzden önce Mutezile, daha sonra Eş'arî kelâmcılari, Kur'an'da geçen ve nebilerin günah işledikleri hissini ve intibaını veren bütün âyetleri tevil etmişlerdir. Fahruddin Razî'nin eseri buna bir örnektir. Bu konuda da doğru yol, ifratla tefrit arasındaki itidal yoludur.
[8] Tirmizî, Menâkıb, 1; îbn Mace, Zühd, 37; îbn Hanbel, I, 5.
[9] Sadreddin Taftazani, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi (Şerhu’l-Akaid, Hazırlayan Süleyman Uludağ), Dergâh Yayınları: 295-304.