- Mısır’da Bahar Erken Bitti

Adsense kodları


Mısır’da Bahar Erken Bitti

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
Rüveyha
Tue 28 October 2014, 08:37 pm GMT +0200
Mısır’da Bahar Erken Bitti


İbrahim Baran | Ağustos 2013 | DÜNYA HALİ


Arap Baharı olarak adlandırılan sürecin en gösterişli şekilde yaşandığı ülke olan Mısır’da, sürecin ardından yaklaşık 1,5 yıl süren İhvan-ı Müslimin iktidarı talihsiz bir darbeyle birlikte sona erdi. Hatırlanacağı üzere Türkiye’de 28 Şubat’ta da halk iradesiyle iktidara gelen hükümet, askerî darbe sonucu alaşağı edilmiş ve bir bakıma halk hizaya getirilmeye çalışılmıştı.

Mısır’da yaşananlar, Türkiye’nin yakın tarihine damgasını vuran 28 Şubat’a çok benziyor. Halkın içerisinden çıkmış İhvan-ı Müslimin hareketi sürgünle, zulüm ve işkenceyle geçirilmiş onlarca yılın ardından iktidara geldi ve Hüsnü Mübarek rejiminin bıraktığı enkazı toparlamaya çalıştı. Darbeyi dolaylı olarak destekleyen kimi çevrelere göre İhvan-ı Müslimin hareketinin temsilcisi Mursi, daha iktidar koltuğuna oturur oturmaz geçmişten intikam almaya, ideolojisini dikte etmeye çalıştı!

Bunun iftiradan öteye gitmeyen tutarsız bir iddia olduğunu görmek için uzaktan da olsa Mısır’ın son bir yılına bakmak yeterli. Muhammed Mursi, söylenilenlerin aksine toplumu kucaklamayı amaçlayan bir politika izlemeye gayret etti. Stratejik noktalarda görevlendirdiği isimleri belirlerken, parti, inanç, mezhep taassubu gütmeksizin her kesimden farklı görüşlere sahip kişilere görev vermeye çalıştı. Yolsuzlukların önüne geçmek, yolsuzluk yapanları cezalandırmak, kamu kurumlarını temizlemek, sosyal adaleti tesis etmek için çaba sarfetti. Anayasa değişiklikleri ile ilgili olarak kendisine yöneltilen eleştirileri dikkate alan Mursi, bu konuda da ortak akla uygun hareket edeceğinin sinyallerini verdi. Ancak, Hüsnü Mübarek rejimi kollarını Mısır üzerine adeta bir ahtapot gibi uzattığı için, eski sistemin çıkarlarına aykırı olacak her adım daha atılmadan engellenmeye çalışıldı.

Kuşkusuz modern çağda gerçekleşen darbeleri uluslararası dinamiklerden bağımsız düşünemeyiz. Mısır’da gerçekleşen darbe de yalnızca iç etkenler nedeniyle gerçekleşmedi. Tahrir Meydanı’nda toplanan darbe yanlısı kalabalığa “zafer süvarileri” muamelesi yapan uluslararası medya kuruluşları, hangi güçlerin hangi amaçlarla General Sisi’ye destek verdiğini ortaya koyuyor. Ortadoğu’da güçlü bir İsrail isteyen Amerika, bölgenin kötü polisi rolünü bihakkın ifa eden İsrail, Mısır’da her zaman rahat bir şekilde güdümleyebilecekleri bir rejim isteyen AB gibi uluslararası güç odakları, Mısır’da gerçekleşen darbeye kıyasıya alkış tuttu. Muhammed Mursi’nin iktidara geldikten sonra Türkiye’ye yakınlaşması, Refah Sınır Kapısı’nı açarak Gazze’deki uzantısı olan HAMAS’a ve mazlum Filistin halkına destek olması en çok da İsrail’i rahatsız etti. İsrail’in bu süreçte sessiz ama derinden ilerleyişi, darbeyi en çok körükleyen ülkelerin başında olduğu anlamına geliyor.

“Dost kötü günde belli olur” sözü manası, Mısır’da gerçekleşen darbe ile bir kez daha tecelli etmiş oldu. Mısır’a yakın coğrafyalarda bulunan “müslüman” ülkelerin tutumu, akla ziyan denilecek türdendi. Suudi Arabistan ve irili ufaklı Arap ülkelerinin darbeye sessiz kalmaları bir yana, müslüman halkın iradesine karşı yapılan darbeye milyar dolarlarla ifade edilen paraları gözlerini kırpmadan vermeleri kara bir leke olarak düştü tarihe. Ortadoğulu müslüman ülke yönetimlerinin dağınıklığı, ilkesizliği, kendi iktidar hesaplarından başka bir şeyi gözlerinin görmeyişi bu acı olayla biz kez daha gün yüzüne çıkmış oldu.

Türkiye tıpkı son yıllarda Filistin, Suriye, Irak gibi ülkelerde yaşanan zulümlere duyarsız kalmadığı gibi, Mısır’da yaşanan darbeye de duyarsız kalmadı. Demokratik bir seçimle iktidara gelen hükümeti en başından beri destekleyen Türkiye, darbeyle yıkılmaya çalışılan halk iradesinin yanında yer aldı. Hükümet yetkililerinin yaptığı açıklamalar, 15 yıl önce benzeri bir darbeye maruz kalmış ve o darbenin etkilerinden yeni yeni kurtulmaya çalışan bir ülkenin hükümetinin omuzlarında taşıdığı sorumluluğun büyüklüğünü yansıtan türdendi. General Sisi’nin görüşme talebine karşı dile getirilen “Biz devlet Başkanı olarak Muhammed Mursi’yi tanıyoruz!” cümlesi darbecilere verilecek en güzel cevaptı. Türkiye toplumunun gerek sosyal medyada, gerekse meydanlarda darbecilere gösterdiği tepkiler, bu cevabın arkasında yalnızca hükümetin değil, bütün bir milletin olduğu hakikatini haykırıyordu.

Mısır’da gerçekleşen darbe, yıllardır sürekli dillendirilen demokrasinin yalnızca söylemde olduğunu ve hayata geçmesinin bu şartlarda çok da mümkün olmadığını gösteriyor. Dünyada yüz yılı aşkın bir süredir kurgulanan sistem, demokrasi kavramını da elbette kendi çıkarları doğrultusunda tanımlıyor. Diğer taraftan darbe sonrasında Mısır’da ortaya konan tepkiler hâlâ bir umut ışığı olarak karşımızda duruyor.

İran’da Ilımlı Rüzgârlar

1639 Kasr-ı Şirin antlaşmasıyla birlikte 374 yıldır herhangi bir sınır güvenliği problemimiz olmayan İran’la hükümetler değiştikçe dönem dönem gerçekleşen kısa süreli gerilimler yaşadığımız malum. Bu gerilimlerin zamanlaması ve şiddeti iktidarı devralan hükümetlerin ideolojilerine ve dünyaya bakışlarına göre değişiyor. İran’ın son cumhurbaşkanı Ahmedinejad döneminde de Türkiye ile zaman zaman gerilimli diyaloglar yaşandı.

Diplomasideki “komşularla sıfır sorun” politikası gereği Türkiye sınır komşularıyla dostane ilişkiler kurarak bölgesel güvenliği garanti altına almaya, terörle mücadelede daha emin adımlarla ilerlemeye çalıştı. Belli zamana kadar bu politikanın istenilen seyirde ilerlemesiyle Türkiye; Suriye, İran, Irak, Gürcistan, Azerbaycan gibi ülkelerle sıcak ilişkiler kurdu. Ne var ki kendi içinde cadı kazanı gibi kaynayan ülkelerin komşularıyla sorunsuz ilişkiler yürütmesi mümkün olmadı. Suriye ile olan ilişkilerimiz Esed kendi halkına kıyım yapmaya başladığı döneme kadar öyle bir noktaya gelmişti ki vizeler kaldırılmış, iki ülke arasında sanayi, ticaret, savunma gibi konularda pek çok ortaklık anlaşmaları imzalanmıştı. Fakat Beşşar Esed’in yaptıklarına sessiz kalınamayacağı için bütün iyi ilişkiler bozuldu.

Türkiye’nin İran’la da çok yakın ilişkiler kurduğu hepimizin malumu. Herhangi bir mezhep taassubu olmaksızın inşa edilen ilişkiler ortaklaşa nükleer tesis çalışmaları yapacak düzeye kadar gelmişti. Ancak İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad’ın şahsında temsil edilen mezhep taassubu ve diplomatik çıkarlar Suriye konusunda İran ile Türkiye’yi karşı karşıya getirdi. Türkiye’nin “zulme sessiz kalmayın” çağrılarına rağmen İran, Rusya ile birlikte Esed yönetiminin yanında saf tutmayı tercih etti. Ahmedinejad’ın muhafazakâr tutumu, trübünlere oynamak için İsrail’e savurduğu savaş tehditleri, uluslararası kamuoyundan gizli olarak icra ettiği nükleer silah çalışmaları hem kendi ülkesini hem de Türkiye ile ilşkilerini gerdi. Nihayet Haziranın sonlarında gerçekleşen seçimlerde koltuğunu ılımlı muhafazakâr aday Hasan Ruhani’ye bıraktı.

Seçimleri kim kazanırsa kazansın, İran’da köklü bir değişimin gerçekleşeceğini görmek pek de mümkün değil. Çok köklü bir geçmişe sahip olan ve tamamen mezhepsel değerlerle yönetilmeye çalışılan ülkelerde köklü değişimler insanlık tarihinde nadiren gerçekleşiyor. Politikası, idealleri, dünyaya ve İslâm’a yaklaşımı köklü bir şekilde değişmese de en azından daha ılımlı, diyaloğa açık, kısmen de olsa adalet ve insafı tercih eden bir İran, başta Türkiye olmak üzere bütün ülkeler için daha fazla huzur demek olacak.

Suriye’nin Kuzeyinde PYD Sesleri


Suriye’de yaklaşık iki yıldır kesintisiz bir şekilde süren iç savaşın içinden çıkılmaz bir noktaya geldiği bugünlerde PKK’nın ülkedeki uzantısı olan Demokratik Birlik Partisi (PYD) ile Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) arasında yaşanan çatışmalar yeni gerginlikleri de beraberinde getiriyor. Bir yandan Baas rejiminin ordusu ile çatışmak zorunda olan ÖSO’nun şimdi de PYD’ye karşı direnmeye çalışması mücadeleyi daha da zorlaştırıyor. PYD güçlerinin hedefi Suriye’nin kuzeyinde özerk bir yönetim kurmak. Her ne kadar Suriye’nin tamamı için özgürlük ve federasyon istediklerini ifade etseler de, PYD’nin özerklik ilan etmek için belirlediği toprakların Suriye’nin en verimli petrol yataklarına sahip olması, özerklikten kastın ne olduğunu açık seçik gösteriyor.

Örgütün, yalnızca Suriye’nin Kuzeyi ile de sınırlı kalmadığı, Kuzey Irak’ta da yeni bir yapılanma içerisine girmeye çalışacağı, Suriye’nin kuzey şeridini tamamen ele geçirerek Akdeniz’e açılan bir hatta sahip olmak istedikleri iddialar arasında. Suriye-Irak sınırında bulunan ve Habur sınır kapısından sonra bölgeye açılan en önemli ikinci kapı olarak tarif edilen Arabiya Kapısı, ticaret yolu üzerinde bulunuyor. Suriye ile Irak arasındaki ticaretin büyük bölümü bu kapı üzerinden gerçekleştiriliyor. Türkmen unsurların hakimiyetinde bulunan bölgeyi el-Nusra Cephesi kontrol ediyor. PYD’nin bölge üzerinde hakimiyet kurmadaki gayesi, verimli petrol kaynaklarını Akdeniz üzerinden dünya pazarına sunmak.

Musul ve Kerkük gibi zengin petrol yataklarını içerisinde barındıran bu bölgeyi özerklik ilan etmiş bir grubun tek başına kontrol etmesine müsaade edilmeyeceği hepimizin malumu. Uzunca bir süredir Irak’ın Kuzeyinde oluşturulmaya çalışılan sistemin başka bir versiyonu ile karşı karşıyayız. PYD’nin kontrolünde inşa edilmesi planlanan bu yeni düzen çok daha kapsamlı görünüyor. Irak ve Suriye’nin kuzeyi ile alakalı hesapları olan güçlerin PYD’ye verdiği desteğin boyutlarını ilerleyen süreçte daha net göreceğiz.

Özerklik ifadesi muhtevası nedeniyle sempatik görünse de, dünyada özerkliğini ilan edip birilerinin tahakkümüne girmeyen bir topluluk bugüne kadar görülmedi. Dolayısıyla özerklik, zannedildiği gibi kendi geleceğini tayin etme gibi bir anlama gelmiyor. Esas olan şu: Aynı inanca, aynı medeniyet kodlarına sahip bireylerin ırk, dil, renk ayırt etmeksizin adalet ve hakkaniyet sınırları içerisinde oluşturdukları birlikler uzun süre payidar olabiliyor. Fransız İhtilali’nin ardından ortaya çıkan ve Efendimiz s.a.v.’in de vurguladığı asabiyet kavramı birlik olmanın ötesinde ayrıştırıyor, bölüyor, yok ediyor. Yönümüzü tarih sahnesinde uzun süre yer almış, birçok milleti adalet şemsiyesi altında tutmayı başarmış Osmanlı’ya çevirmemizin zamanı geldi, geçiyor!


Kısa Kısa


Sosyal medyanın yoğun bir şekilde kullanıldığı günümüzde artık herkes bedelini düşünmeksizin istediğini yazabiliyor. Farklı isimlerle açılan hesaplarda ideolojilere, partilere, kişilere saldırmanın da ötesine geçildi maalesef. Eskiden insanlar karşı olsa bile hakaret etmiyordu. Öyle bir dönemde yaşıyoruz ki kutsal değerlere pervasızca saldırılabiliyor. Sosyal medyanın Türkiye’de önemli mecralarından biri olan bir sözlük platformunda Peygamberimiz’e yapılan hakaretler diz boyu! “Sözlüğün kabahati ne? Kimin yazdığını nereden bilebiliriz?” gibi savunmaların hiçbir tutarlılığı yok. O sözlük Twitter ve Facebook gibi değil, denetimi çok daha kolay. Yayınlanan bir mesajın silinmesi editörler marifetiyle olabiliyor. Bütün bunlar pek çok hakikatle yüzleştiriyor bizi. Öncelikle ne hale geldiğimiz görüyoruz, sonra nasıl bir toplumda kimlerle yaşadığımızı! İlhan Berk’in ikazını dikkate almalıyız: “Hesabını veremeyeceğiniz işlere kalkışmayın. Çünkü öteki tarafta bulaşık yıkatmıyorlar!”

***

Deprem kuşağında bulunan ülkemiz, bugüne kadar onlarca kez yıkıcı depremler yaşadı. İnsanın başına gelebilecek en büyük afetlerden biri deprem. Bu kuşağın bireyleri olarak depremin ne anlama geldiğini, ne gibi sonuçlarla karşı karşıya bıraktığını “Bizim ev yıkıldı!” diyen kadar iyi tahmin edebilen olmasa gerek. Geçtiğimiz günlerde Çin’de meydana gelen deprem, pek çok insanın ölümüne neden oldu. 6,6 büyüklüğündeki depremde 5.785 ev yıkıldı, 73 bin ev de hasarlı duruma geldi. Ölü sayısının her geçen gün arttığı Çin’de durum vahim. Uzakta olsa da bu depremle hafızalarımızı tazelemeli, bir an önce önlemlerimizi almalıyız. Çünkü özellikle İstanbul için yapılan tahminî deprem senaryoları hakikaten ürkütücü.

***

Ramazan’ın sonlarına doğru geldiğimiz bugünlerde ondan ayrılmanın hüznü bir yana, Ramazanı Ramazan gibi yaşamamıza vesile olan bazı geleneklerin yıldan yıla yeniden canlandığını görmek sevindirici. Ramazan deyince akıllara gelen uygulamalardan biri mahya. Mahyalar yalnızca minareleri aydınlatmıyor, aynı zamanda sözlerin muhtevası silinmez izler bırakıyor. Bir dönem minarelere “Para biriktir” “Varol İnönü” “Welcome” gibi akıl dışı yazılar asılmış olsa da, tıpkı ezanın aslına rücu ettirilmesi gibi mahyalar da zaman içerisinde maksadına uygun bir şekilde hazırlanmaya başladı. Bugün, bir zamanlar yalnızca selâtin camilerin gerdanlığı olan mahyalar artık hemen her camide görülebiliyor. Ne diyelim Allah mahyasız bırakmasın.

***

Osmanlı Türkçesi bugün çoğumuzun okumayı ve yazmayı bilmediği “yabancı” bir dil haline geldi. Oysa çok değil daha 100 yıl kadar öncesinde büyüklerimiz Osmanlı Türkçesi ile yazışıyordu. Toplumun Osmanlı Türkçesi’ne hakim olamayışını anlayabiliriz. Zira neredeyse 100 yıl boyunca hiçbirimize Osmanlı Tükçesi’nden bahsedilmedi. İlginç ve trajik olan ise tarih araştırmacılarının Osmanlıca bilmemesi ve öğrenmeye çalışmaması! Türk Tarih Kurumu, işinin en önemli gerekliliklerinden biri olan Osmanlı Türkçesi okuma yazmayı bilmeyen tarih araştırmacıları için kurslar başlattı. Bu kurslarda Ermenice, İbranice ve Arapça da öğretilecek. 6 ay devam edecek kurslarda süre ihtiyaç halinde 6 ay daha uzatılabilecek. Başvuruların internet üzerinden yapılacağı kurslara, öncelikle tarih araştırmacılarının ve tarih meraklılarının başvurması isteniyor. Türk Tarih Kurumu aslî vazifelerinin yanında böyle çalışmalara da imza atarak bilime hizmet ediyor. Teşekkür ediyoruz.