- Milli Mücadelede Mevizalar Ali İmran

Adsense kodları


Milli Mücadelede Mevizalar Ali İmran

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafız_32
Wed 15 September 2010, 03:41 pm GMT +0200
Milli Mücadele Yıllarında Hitabeler ve Mev´izalar Al-i İmran Suresinden


Balıkesir´de Zaganos Paşa camii şerifinde(2) Cuma günü, 6 Şubat 1336 (1920)
Meali



“Hepiniz birden Allahın bağına sımsıkı sarlıınız. Sakın aranıza ayrılık, gayrılık girmesine meydan ´bırakmayınız. Allahın hakkınızdaki nimetini düşününüz. Hani sizler, birbirinize düşmandınız. Cenabı Hak kalplerinizi birleştirdi de Onun nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Hani sîzler bir zaman ateş çukurunun ta kenarına kadar gelmişiniz de Cenabı Hak sizi oradan kurtarmıştı!” [1]


Tefsiri



Ey Müslüman!

Cihan alt üst olurken seyre baktın, öyle durdun da,

Bugün bir serserisin, derbedersin kendi yurdunda!

Hayat elbette hakkın... Lâkin, ettir haykırıp ihkâk;

Sağırdır kubbeler, bir ses duyar: davayı istihkak.

Bu milyarlarca davadan ki inler dağlar, enginler;

Oturmuş ağlayan âvâre bir masumu kim dinler?

Emeklerken sabi tavriyle topraklarda sen halâ;

Beşer doğrulmuş etmiş, bir de baktın cevvi istilâ:

Yanar dağlar uçurmuş gezdirir beyninde dünyanın;

Cehennemler batırmış yüzdürür kalbinde deryanın;

Deşer afaki, bir geyler sezer esrarı kudretten;

Eşer a´makı, izler keşfeder edvarı hilkatten.

Zemin mahkûmu olmuştur, zaman mahkûmu olmakta;

O, heyhat, istiyor hâkim kesilmek bu´di mutlaka!

Tabiat bin çelik bazuya sahipken, cılız bir kol

Ne kahır saltanat sürmektedir, bak bak da hayran ol!

Hayır, bir kol değil, binlerce, milyonlarca kollardır,

Yekahenk olmuş işler, çünkü birleşmekte muztardır:

Bugün ferdî mesainin bütün mahsulü bir hüsran,

Birer beyhude yaştır damlayan efradın alnından! -

Cihan artık değişmiş, infiradın yoktur imkânı,

Göçüp mamurelerden boylasan, hatta, beyabanı.

Yaşanmaz böyle tek tek, devri hazır: devri cemiyet.

Gebermek istemezsen, yoksa izmihal için niyet,

Şu vahdet tarımar olsun diyip saldırma İslama;

Uzaklaşsan da imandan, cemaatten uzaklaşma!

İşit, bir hükmü kat´î var ki istinafa yok meydan:

“Cemaatten uzaklaşmak, uzaklaşmaktır Allahtan.”

Nedir iman kadar yükselterek alçak bir ilhadı,

Perişan eylemek zaten perişan olmuş ahadı?

Nasıl yekpare milletler var etrafında bir seyr et,

Nasıl tevhidi ahenk eyliyorlar, bak da al ibret.

Gebermek istiyorsan başka... lâkin, korkarım, yandm.

Ya sen mahkûm iken, sağlık, ölüm hakkım mıdır sandın?

Zimamın hangi ellerdeyse artık onlarınsın sen;

Behimî bir tahammül varlığından en büyük hissen!

Ezilmek, inlemek, yatmak, sürünmek var ki âdettir;

Ölüm dünyada mahkûnıîne en son bir saadettir

Desen bin kere “insanım” o, kanmaz, hem niçin kansın?.

Ya sen hürriyetin, hakkın masun oldukça insansın!

Bu hürriyet, bu hak bizden bugün ahengi sa´y ister;

Değil üç dört alından, hep alınlardan boşansın ter.

Evet, biz müslümanlar cihan çalışırken, didinirken, uğraşırken, namütenahi terakkiler, namütenahi inkılaplar geçirirken uzaktan seyirci sifatiyle baktık. Bilhassa şu son senelerde başımıza bir çok felâketler yağdı. El´an çilemizi doldurmadık. Sebebi? Hep seyirci kalmamız, din işlerinde olduğu gibi, dünya işlerine karşı da bigâne durmamizdır.

Hayat, herkesin hakkıdır. Evet, Allah´ın bütün yarattıkları, hayat hakkına maliktir. O halde Allah´ın diğer mahlûkları arasında biz de yaşamakta haklıyız. Lâkin bilirsiniz ´ki haklı olmak başka, haklı çıkmak yine başkadır! Herhangi hak olursa olsun ihkak olunmadıkça (hak olarak yaşatıhnadikça) sahibine hiç bir menfaat temin etmez. Bugün hangi milletin mahkemei adaletine koşsamz elinizde kuvvetiniz varsa derdinizi duyurabilirsiniz. Yok, böyle yapmaz da ağlarsanız; onun insanlık hissine, medeniyet hissine ilticaya kalkışırsanız hüsrandan başka bir netice elde edemezsiniz, istihkak davasını yükseltebilir misin, herhangi mahkemeye gitsen haklısın. Yoksa milyonlarca, milyarlarca mahlûk:

- Yaşamak hakkımdır, bu hakkı benden kimse alamaz!..

Diye haykırıp dururken senin, tenim gibi bir miskin, bir köşede ağlamış, inlemiş, merhamet dilenmiş hiç tesiri olmaz, hatta duyulmaz. Çocuk yürümezden evvel bilirsiniz ki emekler. Biz müslümanlar da tıpkı henüz doğrulamayla, yürüyemeyen sabiler gibi yerlerde emekler dururken bir de gözümüzü açtık, gördük ki etrafımızdaki milletler göklerde uçuyorlar. Gelip çöldeki masumların tepesine ateşler yağdırıyorlar. Biz Bandırma´dan İstanbul´a kadar adam akıllı vapur işletemezken herifler bahri muhiti altından geçiyorlar. NewYorktan dalıyorlar, Hamburg´tan çıkıyorlar ki aradaki mesafe bizim vapurların ayağiylebir aylık yoldur. Berlinden uçuyorlar, Trabzona konuyorlar. Biz ise halâ yer yüzünde yürümeyi temin edemedik. Tabiat bin çelik bazuya sahipken insanın bir cılız kolu nasıl kâinata hakim oluyor? Nasıl bu kadar tabiî kuvvetleri hükmü altına alıyor? Hayır, yanlışın var. Bu kadar işleri gören bir kol değil, binlerce, milyonlarca koldur. Bunların hepsi bir araya gelmiş, teşriki mesai etmiş!*, geceli gündüzlü çalışıyorlar, uğraşıyorlar. Çünkü anlamışlar ki birleşmeseler kendilerini her taraftan kuşatan tehlikelere karşı duramıyacaklar. Demek birleşmekte zaruret var. Bu iztırar olmasaydı, birleşmeleri de mümkün olmazdı.

işte biz şimdi derdimizin başını bulduk. Başkaları zarureti görünce birleşmişler, biz ise o zarureti görmediğimiz, için bu birliği vucude getirememişiz, yahut gördüğümüz halde birliği temin etmek cihetine yanaşmamışız. Bugünkü hayatın, maişetin, bugünkü ihti­yaçların aldığı tarz itibariyle bir insan tek basma bir iş göremiyor Bütün işler şirketler, cemiyetler, millet´* tarafından meydana getiriliyor. Ne fabrikalar, ne demir yollrı ne vapurlar, ne limanlar, ne hastahaneler, ne camiler, ne mekteper, ne ticarethaneler, ne de din ve vatanı müdafaa edecek toplar, tüfekler, cephaneler..´ elhasıl hiç bir şey ferdin sayı ile, yani tek başına çahşmasıyle kabil olamıyor. Bugün hayat öyle bir şekil almış ki tek başına çalışan bir adamın alnından damlayan terler, tıpkı göz yaşı gibi dökülüp gidiyor, hiç bir fayda temin etmiyor, ne zaman bir yere gelmiş binlerce alın birden terlerse, işte o vakit bu sa´yin yer yüzünde bir esen, bir izi görülebiliyor.

Madem ki tek başına sarf olunan itfsainin kıymeti yoktur, biz de aramızda vahdeti temin ederek topluca çalışmaya koyulmalıyız. Cemaatsiz yaşamaya, cemaatten ayrılmaya gelmez, cemaati İslâmiyenin çokluk sağlaması için çalışmalıyız Ufak sebeplerle birbirine küsmemeli. Biliyorsunuz ki yabancılar asirlardanberi tefrika tohumlarını aramıza serptiler. Bir hayli de mahsul aldılar. Biz gözümüzü açsaydık bugün altında inim inim inlediğimiz şu felâketleri elbette görmeyecektik. Her ne ise geçmişe esefin faydası yoktur. Maziden yalnız ibret alınır. Eğer müslümanlar yaşamak istiyorlarsa cemaat arasında nifaka, şikaka, dargınlığa, küskünlüğe, ayrılığa, gayrıhğa meydan açabilecek en ufak sözlerden, en ehemmiyetsiz görünen hareketlerden bile çekinmelidirler. Yok, yaşamak istemezlerse ona diyecek yok. Ancak bu hal ile insan gibi yaşamak elde olmadığı gibi yaşamamak ta elde değildir. Çünkü biz maazallah hakkı hayatımızı kaybettiğimiz gün mahkûmiyet felâketine düşeriz ki bizi tahakkümleri altına alanların nazarında hayvandan farkımız kalmaz. Hayvan gibi bizi kendi hesaplarına işletirler, sırtımızdan menfaatlerini temin ederler. Dünyanın yedi iklim dört köşesinden sürü sürü, ordu ordu getirilmiş, renk renk mahkûm milletlerin ne halde bulunduklarını gözümüzle gördük. Maazallah sonra biz de onlar gibi oluruz. Biz sığırlarımızı, beygirlerimizi nasıl kul

Acaba biz müslümanlar niçin bu hale düştük? Bunun illetini ben şöyle görüyorum: Doğduğumuz günden itibaren babalarımız, analarımız, hocalarımız, siyasîlerimiz, ediblerimiz şairlerimiz, muharrirlerimiz bize istikbal için ümid verecek bir şey söylemediler. Ben çocukluğumdanberi:

“Biz yaşamayız. Avrupalılar terakki eylemiş. Siz çok fena günler göreceksiniz!..

Nakaratından başka bir şey işitmedim.

“Çocuklar, siz geceli gündüzlü çalışınız ki bu memleket kurtulsun...

Diye bizleri sa´ye, mücahedeye sevk edecekleri yerde rast gelen adam ruhlarımıza, kalplerimize yeis mayası aşıladı. Garbin terakkilerinden bahsederlerken diyeceklerdi ki:

“Evlâtlar, görüyorsunuz ya, Avrupalılarla bizim aramızda çok mesafe var. Bu mesafeyi telafi edecek süratte çalışınız. Yoksa daha geride kalır, mahvolursunuz. Sakın azminize fütur getirmeyiniz...

Evet, böyle diyeceklerdi. Lâkin demediler. Bilâkis yüz binlerce halk bu devletin batacağına kail idi. Bir taraftan Avrupalıların terakkileri gözlerimizi kamaştırdı. Diğer tarafdan muhitimizin bu gibi makûs telkinleri sinirlerimizi uyuşturdu. Onun için ileri gide­medik. Halâ o yeis ruhlarımızda hükümrandır. Biz Kitabullahı hiç düşünmedik. O Kitabullah ki bir çok âyet-i celîlesiyle ümmeti İslâmiyeyi yeisden, azim sizlikten sakınmağa davet ediyor.

Estaizubillâh (ya beniyyezhebû fetehassısû min Yûsufe ve ehıhi vela teyesü min rayhi-llahi innehû la yeyesû min ravhi-llahi illel kavmul kâfirun) yani. “Oğullarım, gidiniz, Yusufla kardeşini araştırınız, sakın Allanın inayetinden ümidinizi kesmeyiniz. Zira şunu iyi biliniz ki kâfirlerden başkası Allahın inayetinden ümidini kesmez.”

Demek ki bir müslüman için Allahın inayetinden, merhametinden ümidi kesmek küfürdür.

Sonra surei Hicirde (Kale ve men yaknatu min rahmati rabbihi ille-d-dallun) buyuruluyor. Bu Âyet-i kerîme Hazreti İbrahim’in lisanından varid olmuştur. Melekler:

“Allah sana halim selim, hayırlı bir oğul ihsan edecektir.” dediler. O da “ben artık doksan yaşıma geldim. Bundan sonra çocuğum olur mu?” diyince “bizim sana verdiğimiz müjde haktır, doğrudur. Sakın bu saadetin husul bulacağından ümidini kesme. Allah´ın inayetinden yeise düşme” lanıyorsak onlar da bizi öylece kullanırlar.

dediler. Bunun üzerine Hazreti İbrahim:

“Hâşâ Cenabı Hakkın inayetinden, kereminden ancak dalâle düşenler ümidi kesebilir, yeise düşebilir.” buyurdular.

Erbabı iman için yeise düşmek imkânı yoktur. Elhasıl nazarı İslâmda Allah´tan ümidi kesmek haramdır. Haram da değil, küfürdür, şirktir. Ancak mevlânın merhametine bel bağlayarak emrettiği yolu tutmamak tabii caiz olmaz. Allah´ın inayetini temenni için, elbette o inayete velev cüz´i olsun istihkak lâzım. Allahın feyzi boldur. Şu var ki o feyze istidad şarttır.

Kitabullah´da buyuruluyor ki m:

“Allah yolunda, hak yolunda mücahede edenler için tevfik, hidayet mev´uddur, muhakkaktır.” Evet bu Âyet-i Kerîme sarahten gösteriyor ki: O halde daha ne istiyoruz? Niçin bu feyze, bu inayete kabiliyet gösterebilmek için çalışmıyoruz?

Bu dünyada hiç bir şeye güvenilmez. Ne servete, ne sıhhate, ne akla, ne ilme, ne ahlâka, elhasıl hiç bir şeye dayanılmaz. Bakarsınız: milyonlarca servet mahvolur, en metin sıhhatler bir an içinde devrilir; en temiz huylar değişir, kirlenir. Hülâsa maddî, manevî, ruhanî, cismanî, ne varsa hiç biri için beka tasavvur edilmez. En sağlam yapılı hükümetler çöker. Dünyaya meydan okuyan saltanatlar, bakarsınız, yıkılır gider. Dünyaları huzurunda titreten kudretler bir varmış bir yokmuş sırasına girer. Güvenecek, Allah´ın merhameti, Allahın inayetidir. Allah´ın emirlerine inkıyad etmeli; onun yapmâyınız" dediği şeylerden sakınmalı, Cemaati İslâmiye el ele vermeli, çalış­malı. Evet, vahdet lâzımdır için de.

İslâm bundan bin üçyüz şu kadar sene evvel dünyanın en ücra bir köşesinde karanlıklar arasından bir kandil gibi parladı. Pek az zaman içinde o kandil büyüdü, bedir oldu. Daha büyüdü, güneş oldu. Nuru bütün âlemi kapladı. Yirmibeş sene zarfında yirmibeş bin senelik bir tealiye mazhar oldu. Bu mazhariyetin sırrı Ashabı Kiram (rıdvanullah aleyhim ecmain) hazerâtının el birIiğiyle çalışmaları idi. Islâmdan evvel aralarında senelerce, hatta asırlarca süren bir çok kanlı muharebeleri intaç eden, ne kadar kabile gürültüleri ,aşiret kavgaları varsa hepsini unuttular.

Bilirsiniz ki, Ashabı kiram iki kısmıdır: Ansar, Muhacirin. Bu isimler Cenabı Hak tarafından kendilerine verilmişti... “Ansar” esasen Medine´de bulunanlardır. “Muhacirin” evvelce Mekkeli olup da müşriklerin eza ve cefasından dolayı aleyhisselatü vesselam efendimizin arkasından Medine´ye hicret edenlerdir. Bu ansarın muhacırlara karşı yaptıkları fedakârlıkların tarihi âlemde hiç bir misli görülmemiştir. Ansan kiram (Evs) ile (Hazrec) kabilesine mensuptur. Bu iki kabîle esasen amca çocuklarıdır. Lâkin müruru zaman ile Evsîlîk-Hazrecîlik meselesi bu iki kabileyi birbirine düşman yaptı. Değil akvamı iptidaiye, en terakki etmiş milletler de "bile, asabiyet gürültüleri en müthiş muhasamata sebebiyet verir. îşte bunların, beyinlerindeki muharebe yüz seneden fazla devam etti. Hatta hicretten bir sene evvel de ayni harp tazelenmişti. Bunlar şerefi İslâm ile müşerref olunca İslâm onları barıştırdı. Kardeş oldular. Peygamber Aleyhisselâm´a destek oldular. İslâmi neşr için fedayı can etmeye başladılar.

Âshab-ı Kîram´ın giydikleri libaslar neresinden eskirdi, bilir misiniz? Omuzlarından. Çünkü daima cemaatle kıldıkları namazda saflar âdeta sabun kalıpları gibi idi. O ayrı ayrı vücutlar yekpare birer duvar kesilirdi. Aralarından su sızmaz, hava geçmezdi. Gö­rüyorsunuz ya, Aleyhissalâtü Vesselam efendimizin safları düzeltmeye atf buyurdukları ehemmiyet neden dolayı imiş. Hep camaati arasındaki birliği sağlamlamak!

Fakat müslümanlarm bu hali o zaman Medine´de bulunan yahudilerin hiç hoşuna gitmiyordu. Hatta günün birinde şöyle bir vak´a oldu: İhtiyar yahudinin biri baktı ki ansari kiramdan bir kaç genc bir arada oturmuşlar, tasavvur edilemiyecek bir samimiyetle konuşuyorlar, musahebe ediyorlar. Herif bunu görünce îslâmın âtisinden kendi hesabına ürktü. îçi gıcıklandı.

“Ne olacak bu, dedi; bir az daha böyle giderse bize ekmek kalmayacak...

Bunun üzerine bir delikanlı yahudi buldu.

“Git, şunlara Evs ile Hazrec arasındaki vukuatı hatırlat, geç!

Dedi. O da gitti. Her iki tarafa ait şairlerin vaktiyle olup biten maceraları musavvir olmak üzre söylemiş oldukları şiirleri okudu. Bunun üzerine gençlik saikasiyle her iki tarafın kabadayılık damarları galeyana geldi. Her biri kendi kabilesinin kahramanlığını sayıp dökmeye başladı. îş alevlendi. Hatta biri:

“İsterseniz o geçmiş vak´aları tazeleyebiliriz. Sözünü ortaya attı. Bunun üzerine ötekiler:

“Hay hay! Sizden ne korkumuz var?

Dediler. Hepsi ayaklandılar. Silâhlarını alıp Medine haricindeki taşlık bir vadiye çıktılar. Muharebe başlamak üzere İken vakadan haberdar olan Aleyhissalâtü Vesselam efendimiz hemen oraya koştular. Hazreti peygamberi görünce her iki taraf durdu. Aleyhissalâtü Vesselam efendimiz yüksekçe bir yere çıkarak:

“Ey muslümanlar! Allah´tan korkunuz; Allah´tan korkunuz! Aklınızı başınıza alınız, daha ben sağ iken, henüz aranızda bulunurken cahiliyet davalariyle mi ayaklanıyorsunuz? Bu hareketlerinizin akıbeti nereye varacağını düşünmüyor musunuz?,.

Mealinde gayet müessir, gayet beliğ ve muhtasar bir hutbe irad buyurdular. Bunun üzerine her iki tarafın aklı başına geldi. Yaptıklarından pişman olarak ağlaşa ağlaşa sarmaşıp barıştılar. İşte bu vak´ayı müteakip şu âyet-i celîle nazil oldu ki:

“Ey muslümanlar, kendilerine sizden evvel kitap gönderilenlerden bir kısmına uyacak olursanız siz şerefi iman ile müşerref olmuşken onlar sizi yeniden küfre sokarlar. Ya siz henüz aranızda Cenabı Hakkın âyeti celîlesi okunup dururken, Allah´ın peygamberi içinizde yaşıyorken, nasıl bu suretle küfür yolunu tutarsanız? Kim Allah´ın gönderdiği rabıtaya sımsıkı sarılacak olursa doğru yolu bulmuş olur. Ey muslümanlar, Allah´tan nasıl korkmak icab ederse öylece korkunuz! Ve ancak müslüman olarak müslümanlıkta can veriniz. Sonra, hepiniz birden Allah´ın ipine sımsıkı sarılınız. Sakın aranıza ayrılık gayrılık girmesine meydan bırakmayınız. Allah´ın hakkınızdaki nimetini düşününüz. Hani sizler birbirinize düşman idiniz; Cenabı Hak kalplerinizi feyzi İslâm ile birleştirdi de onun sayei nimetinde kardeş oldunuz. Hani sizler bir zaman ateş çukurunun ta kenarına kadar gelmiştiniz de Cenabı Hak sizi oradan kurtarmıştı. İşte, belki tariki hidayeti bulursunuz, diye, Cenabı Hak âyati celîlesini size böyle sarih olarak tebliğ buyuruyor...”

işte bin üçyüz bu kadar sene evvel nazil olan bu âyati celilenin hükmü kıyamete kadar bakidir. Sebebi nüzûli olan vak´a maalesef tekerrür edip duruyor. Binaenaleyh muslümanlar aralarında ayrılığı gayrılığı mucib olacak en ufak hadiselerden, dargınlığı intaç edecek en hafif hareketlerden, sözlerden kafiyen çekinmelidir. Fırkacılık, komitacılık... Bunlar artık susmalı. El birliğiyle bugün yatanı müdafaa etmeli. Asla meyus olmamalı. Emîn olmalıyız ki canla başla çalışarak, aradaki tefrika sebeplerini kaldıracak olursak vatanı kurtarırız. İnşallah bundan sonra âlemi İslâm hakkındaki tecelliyi celâl, cemale inkılap edecektir. Önümüzde hamdolsun bir çok beşaretler var. Bugün bütün muslümanlar uyandı. Gerek dünyayı, gerek kendilerinin dünyadaki mevkilerini artık anlamaya, başladı. Sonra gözleri büsbütün açıldı. Müslümanlar kendi başlarını kurtarmaya, kendi hakkı hayatlarını ihkak etmeye çalışmazlarsa kıyamete kadar zillet içinde, meskenet içinde kalacaklarını anladılar. Ona göre çalışmaya başladılar. Başkalarından merhamet, adalet dilenmenin, mürüvvet, insaniyet beklemenin pek beyhude olduğunu bilfiil gördüler; Asirlardanberi dalmış oldukları uykudan artık silkîniyorlar. inşallah bu intibah devam edecek, bütün cihanı İslama yayılacak, yakın zamanda bir gün gelecek ki İslâm asır-lardanberi kaybettiği şevketini, kudretini, azametini yine istirdad edecektir. Bütün aleyhimizdeki ceryanlar bir az değişmiş, eskisinden bir az daha iyileşmiş görünüyorsa, emin olunuz ki bu inkilâp hep vatanı müdafaa yolunda masruf olan bu mücahedelerinizle âlemi İslâmm lehimizdeki galeyanları, tezahürleri sayesindedir.

Ey camaati müslimin! Memleketlerinizi kurtarmak için devam eden mücahedatmızda bir noktaya son derece dikkat etmelisiniz! Bu hareketlerin, bu himmetlerin sırf müdafai din ve vatan gaye

sine müteyeccih olduğu yar ağyarnazarında tamamiyle anlaşılmalıdır. Fırkacılık,menfaatçilik, komitecilik gibihislerden külliyen müberra olduğuna yakındakilere uzaktakilere tamamiyle kanaat gelmelidir. Bu kanaati zerre kadar sarsacak bir harekete, bir söze kimse tarafından meydan verilmemelidir. Hususî emeller, hususî içtihadlar, yine hususî olarak sahiplerinin kafasında, kalbinde kal­malıdır. Çünkü gaye birdir. Efrad tarafından o müşterek gayeye karşı gösterilecek ufacık bir inhiraf son derece muhtaç olduğumuz vahdeti temelinden sarsmaya kâfidir. Onun için bundan son derece sakınmalıdır.

Camaat içinde herkesin uhdesine düşen bir vatanî vazife, bir dîni farz vardır ki; onu ifa hususunda zerre kadar ihmal göstermek caiz değildir. Bu hususta hiç bir fert kenara çekilerek seyirci kalamaz. Çünkü düşman kapılarımıza kadar dayanmış, onu kırıp içeri girmek, harimi namus ve şerefimizi çiğnemek istiyor. Bu namerd taarruza karşı koymak kadın, erkek, çoluk çocuk, genç, ihtiyar... her fert için farzı ayn olduğu, bir lahza hatırdan çıkarılmamalıdır. Bugün herkes varını yoğunu sarf ile mükelleftir. Osmanlı saltanatını iyla için “Karesi”nin, bu kahraman İslâm muhitinin vaktiyle ne büyük fedakârlıklar gösterdiği herkesin malûmudur. Rumeli´yi bastan başa fetheden hep bu topraktan yetişen baba yiğitlerdi. O kahraman ecdadın torunları olduğunuzu isbat etmelisiniz. Anadoluyu müdafaa hususunda diğer vilâyetlere ön ayak olmak şerefini siz ihraz ettiniz. Sa´yniz meşkûrdur. İnşallah bu ganu şeref kıyamete kadar artar gider. İnşallah vatanımızın haysiyeti, istiklâli, saadeti, refahı, ümranı dünyalar durdukça masun ve mahfuz kalır. [2]