- Metodlar

Adsense kodları


Metodlar

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
hafız_32
Sat 9 October 2010, 07:12 pm GMT +0200
METODLAR


Metod muayyen bir neticeye varmak ve hakikate ulaşmak için fikrimizi idare eden kaideler mecmuasıdır. Kelâmcılar bunun İçin «tarîk» kelimesini kullanırlar ve şöyle tarif ederler : «Doğru bîr tefekkür vâsıtasiyle neticeye ulaştıran şeydir.»» [48] İslâmî eserler­de   metod   (methode)   karşılığı   olarak   «Nahv»,   Usûl,   Minhâc Men-hec      kelimeleri     de     kullanılmıştır [49].

Çeşitli ilimlerde kullanılan metodlar (usûl bahsi, metodoloji) mantıkta incelenir. Biz burada kelâm ilmini alâkadar eden metodlar üzerinde duracağız. Bu suretle incelememiz, nakli esas alan dînî metodta aklı  esas alan felsefî metod   kısımlarına ayrılacaktır. [50]

 

A. Dinî Metod
 

Din, Allah teâlâ tarafından vaz' olunmuş bir düstûr olduğuna göre din sahasında hakikati ve hayrı, bizzat Allah'ın murad ve mak­sûdu temsil eder. O halde bu sahada hakîkate ulaşmak için yapıla­cak şey murad-i ilâhîyi anlamaktan ibarettir. Ne var ki islâm mün-tesibleri, bu noktada müttefik olmakla beraber, murad-i ilâhînin, başka bir ifade ile hakkın insanlar tarafından ne ile keşfolunabilece-ği mevzuunda ihtilâfa düşmüşlerdir. Selefiyyeye göre hak mutlak mânâda nakil (Kur'an ve sahih hadis) ile bilinir. Nakil, olduğu gibi kabul edilir ve hiç bir suretle te'vîle tâbi' tutulmaz. Sofiyyeye göre hak ancak kesf ile ma'lûm olur, zevk-i sofîye uymayan nakil te'vîl olunur. Kelâmcılar hakîkatin naklin yanında nazar ve tefekkür ile bilinebileceğini, binaenaleyh akla uymaz gibi görünen naklin te'vîi olunacağını kabul etmişlerdir. İslâm filozoflarına gelince, onlar da felsefî kıyası esas almışlardır. Felsefî gerçeklere uymayan nakil te'­vîl edilmelidir.

Bu dört metoddan sofiyyeye ait. olan keşf ve ilham, kelâm âlim­lerinin çoğunluğu tarafından hakîkate ulaştırıcı bir vâsıta olarak ka­bul edilmemiştir. Çürckü ilham, herkes tarafından kullanılması ve kontrol edilmesi mümkün olan bir metod olmadığı gibi ona mazhar olacak kimse  peygamber olmadığına göre hatâdan korunmuş (ma'sûm) bir insan değildir [51]

İslâm dinine intisab iddiasında bulunmalarına rağmen ehl-î sün­net tarafından islâm dışı kabul edilen ve İsmâiliyye, Bâtınİyye, Ta'-iîmiyye gibi çeşitli lâkablarla anılan fırkanın metod hakkındaki görüş­leri âlimler tarafından kaale alınmamıştır. Zira bunlara göre ilimler ancak, peygamber gibi ma'sûm olan İmamın Ta'lîmi ile öğrenilebilir [52][53]

 

1. Selef metodu :
 

Rasulüllah (s.a.} efendimiz, bir hadisi şeriflerinde, ümmetinin 70.küsur fırkaya ayrılacağını, bunlardan ancak bir tanesinin necat­ta olacağını, onların da kendisinin ve ashabının yolunu ta'kîb eden­lerden ibaret olduğunu beyan buyurmuştur  [54]Diğer sahalarda ol­duğu gibi akaidde de Rasulüllah ve ashabının yolunu teslimiyet ve ihlâs ile ta'kîb edenler selefiyye olmuştur. Tabiîn, mezheb imamla­rı, büyük fukahâ ve muhaddisîn ile her asırda az da olsa seç­kin bir zümrenin benimsediği selef metodu nakle mutlak bağlılığı şiar edinmiştir. Âyette ve sahih sünnette vârid olan her şeye sı-fat-ı haberiyyesi ve müteşâbihâtı dahil teslîmiyetle iman edilir. Ne teşbihe düşülür, ne de red ve te'vîle gidilir.

Selefiyye sadece kendi ta'kîb ettiği yolun Kur'an yolu olduğu­nu kabul eder. Kur'an-ı kerim'de Allah yoluna ve islâm dinine da'-vet etmenin metodu gösterilmiştir:

«Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle da'vet et; onlarla en güzel şekil hangisi ise onunla mücadele et» [55]

Âyet-i kerîmede görüldüğü üzere Kur'an-ı kerîmin İrşad için tesbit ettiği metodun üç derecesi vardır: hikmet, güzel öğüt ve ce-del. 1) Hakkı arayan hüsn-i niyet sahibi kimseler için hikmet de­recesi. Hikmet, fikirde ve fiilde hakikate isabet demektir. [56] O halde hikmetle da'vet: hakkı arayana doğru itikadı ve hayır ameli beyan etmekten ibaret olacaktır. Bu da Kur'an-ı kerimde mevcud-dur. Nitekim Kur'anın bir çok yerinde «hikmet», hem Kur'anın ken­disine, hem de onun âyetlerine nisbet edilmiştir ([57] 2) Hakkı ka­bul ettiği halde nefis arzularına uyan kimselere güzel öğüt derece­si tatbik edilir. 3) Bunların hiç birine sahip olmayanlara ise seviye­lerine göre cedel metodu tatbik edilecektir [58] Cedelde aslolan hasmın kabul edeceği mukaddimeleri bulup kullanmaktır. Hakikati kabul etmeğe uğraşmayan kimseleri irşad etmeğe çalışmak fuzûlî-dir. Kabule müsait olanların İrşadı için gerekli hüccetler ise Kur'an-da ve sünnette mevcuddur.

Selefiyyenin rnütekaddimîni akaid bahislerinde akla ve felsefî mânâda serbest bir tefekküre asla yer vermiyorlardı. Onlara göre na­zar, tefekkür ve istidlal ancak nassın zahirî mânâsı çerçevesi dahi­linde olabilirdi. Hicrî VII. asırda vefat eden Hanbelî İbn Kudâme (v. 620/1223) bile bir selefî olarak şöyle der: «Peygamber (s.a.)in haber verdiği ve ondan sahîh olarak nakledilen her şeye iman et­memiz gerekir. Haber verilen şeyi duyularımızla idrâk etsek de et­mesek de onun hak ve gerçek olduğunu kabul ederiz. Mevzuun, ak­lımızın erdiği veya eremeyip içyüzüne vâkıf olamadığı bir şey ol­ması durumu değiştirmez» [59]

İbn Teymiyye (v. 728/1328) gibi itikadda selefî olan müteahhi-rîn, akı! karşısındaki tutumlarını değiştirmişler ve akaid bahislerin­de de akla önem vermişlerdir. Ona göre sarih akıl ile sahîh nakil hiç bir zaman taâruz etmez [60]. Etmediğine göre te'vîle de lüzum yoktur. Şayet akıl ile nakil arasında taâruz göze çarpıyorsa ya akıl sa­rih veya nakil sahîh değildir. Bu duruma göre İbn Teymiyye selef akîdesinin —ta'bir caiz ise— felsefesini yapmaktadır. Yalnız bu, Yunan akılcılığı değil Kur'an akılcılığıdır [61] Kur'an-ı kerimde kâi­nata, mahlûkata, masnûâta, hülâsa hâdise ve eşyaya bakılması, bun­ların tedkîk edilmesi, müşahede ve tecrübe altına alınması emre-dilmektedir. «Nazar, akıl, fikir, zikir, re'y. hikmet, lübb, ilim...» ke­limelerinin delaletiyle bu nevi* âyetleri tesbit etmek mümkündür. Öyle anlaşılıyor ki bu tefekkür ve nazar daha çok bugünkü müsbet ilmin kullandığı müşahede ve tecrübe metoduna yakındır. Halbuki dedüktiv (ta'lîlî) bir yol ta'kibeden İslâm filozofları ve kelâmcıları bu metoddan ayrılmışlardı. Şahsan Allah'ın varlığı konusunda yap­tığım bir araştırma sonucu gördüm ki, asırlar boyu sürdürülen man­tıkî ve felsefî izah ve münakaşalardan sonra, çağımızda Allah'ın varlığı konusunda yapılan modern isbatlar Kur'an metodunun ayar­dır [62].[63]

 

2. Kelâm Metodu:
 

İslâm tefekkür tarihinde kelâm metodunu, İlk defa, ikinci hicrî asır ortalarında Mu'tezilenin kullandığını biliyoruz. İki asır sonra Eş'arî (v. 324/936) ve Mâtürîdî (v. 333/944} ile ehl-i sünnet ilm-j ke­lâmı doğmuştur. Gazzâlî'ye kadar geçen mütekaddimîn devrinde ke­lâm ilmi felsefe ile az ilgilenmiştir. Müteahhirînin başlangıcı olan Gazzâlî (v. 505/1111) ile kelâm-felsefe münasebetleri sıklaşmış, gi­derek bu münasebetler daha da artmıştır. Buna paralel olarak aklın kelâm sahasındaki te'siri gittikçe artmıştır. Umumî bir ifade ile söy­lemek icabediyorsa kelâm metodunda nakil esas olmakla beraber gittikçe artmak suretiyle akla da büyük önem verilmiştir.

Kelâm ilminde insan için bilgi edinme yolları üç olarak kabul edilmiştir: Duyular, doğru haber ve akıl. Doğrudan doğruya dinî akîdelerin kendisini teşkîl eden «mesâil»İn tesbitinde haber-i sâdık yani doğru nakil kullanılır. Bu akidelere mebde' teşkil eden vesîle-lere (vesâil) gelince, bunlardan mahsûsâta (duyulur âleme) ait olan­lar için his, ma'kulât (duyulur âlemin ötesi) için de akıl kullanılır.

Böylece kelâm İlmi hem nakil, hem akıl ve hem de his metodunu benimsemiş oluyor [64]Ne var ki kelâm, külliden cüz'iye intikal metodunu (dedüksiyon) kullanan felsefenin gittikçe te'siri altında kal­mış ve adına «nazar» denilen tefekkür sistemini kabul etmiştir. Hal­buki Kur'an'ın aklî delilleri enduktiv bir karakter taşır.

Yukarıda da belirtildiği üzere bilinmeyeni elde etmek için bili­nenleri münasip bir şekilde işlemekten ibaret olan nazar, kelâm ilminde bir çok bilgilerin mesnedini teşkil etmiştir. Nazar yoluyla elde edilen bilgi acaba kesinlik ifade eder mi? Nazarın «galip zan» ifade ettiği mevzuunda ihtilâf yoksa da islâm filozofları nazarın, da­ha doğrusu her nazarın kesinlik İfade edemiyeceğini ileri sürmüş­lerdir [65]

Nakli hareket n»ktası kabul etmekle beraber akla da önem ve­ren kelâm metodu, aklı İlahiyat sahasında hataya düşmekten ko­rur. Akıl aslında ilâhî tekliflerin vâki" olması İçin kaçınılmaz bir şarttır. Akıl ni'metinden mahrum olanları ne ilâhî ve ne de beşe­rî kanunlar mes'ûl tutmamıştır. Akıl hayr ile şerri, güzel ile çirkini idrâk ve temyîz eder. Yalnız dinin esaslarım (usûlü'd-din) teşkîl eden ve kelâmda mesâi! diye isimlendirdiğimiz ana prensipleri vaz' edemiyeceği gibi haram, halâl ve farz kabilinden ancak nassın ta­yin edeceği hususları da ibtidâen ve müstakıllen tayin edemez [66]

Kelâmcıların kanaatine göre dinî metodda aklın ve mantıkin ib-tal edebileceği hiç bir şey yoktur. Yalnız aklın bulamadığı şeyler olabilir. Din bunları teblîğ eder, akıl da benimser [67] Bu durum­da akıl nakli te'yid eden, naklin getirdiği esas ve hükümlerin hik­metlerini anlayan bir vâsıtadır. Böylece akıl vahyin irşadıyla hata­dan da korunmuş olur. [68]

 

B. Felsefî Metod

 

İslâm tarihinde aklî ve felsefî tefekküre ilkin zemin hazırlayan­ların   Mu'tezile   olduğunu  söylemek  mümkündür.   İ'tizal   hareketinin hemen akabinde, Emevîler devrinin sonlarında, «ulûm-i kadîme» tercüme edilmeğe başlandı. Eski Yunan'ın bu ilim mirası içinde me­tafizik sahaya ait mevzu'lar da yer almaktaydı. Tercüme hareketin­den bir asır sonra ilk islâm filozofu el-Kindî'yi görüyoruz (v. 252/ 866). el-Kindî'yi birer asır ara ile Fârâbî (v. 339/950) ve İbn Sînâ (v. 428/1037) ta'kîbetmiştir. Bu üç şahsiyetle islâm felsefesi teessüs etmiş oldu. Aynı asırların isiâm dünyasında, Mu'tezileden sonra, ehl-i sünnet ilm-i kelâmı da zuhur etmiş ve hatta kemal derecesine yaklaşmış bulunuyordu.

İbn Sînâ'dan itibaren takriben birer asır ara ile islâm tefekkür tarihinin iki büyük simasını daha görüyoruz: Gazzâlî (v. 505/1111) ve İbn Rüşd (v. 595/1198). Bir mütekellim ve hatta bir folozof ola­rak Gazzâlî, islâm filozoflarının, islâm akaidini alâkadar eden i!â-hiyat ve tabîîyat sahasındaki görüşlerini ele almış, bunların akıl ve din karşısındaki tutarsızlıklarını ortaya koymağa çalışmıştır. Gazzâ-lî'nin şahsında göze çarpan bu felsefe-kelâm münasebeti müteakip kelâm âlimleri tarafından da devam ettirilmiştir. Gazzâlî'nin tenkid-leri karşısında Endülüslü İbn Rüşd, felsefeyi müdafaa etmiş, buna mukabil kelâmcıların, onun kanaatine göre, hem akla hem de dine aykırı düşen görüşlerini tenkide tâbi1 tutmuştur. İbn Rüşd bu mak­satla kaleme aldığı iki risalesinde [69]ayrıca felsefî metod ile ke­lâm metodu arasında dikkati çeken mukayeseler yapmıştır.

İslâm filozoflarının görüşlerine göre akaid sahasında ta'kîbedi-len felsefî metod aslında dinî metoddan (şer'î metoddan) ayrı bir şey değildir. Kur'an-ı Kerimde Allah yoluna da'vetin şekilleri gös­terilmiştir : hikmet, güzel öğüt ve cedel [70] Bunlardan hikmet bürhâna, güzel öğüt hitabete, cedel de kelâmcıların  nazar tarikına te­kabül eder [71]

İnsanlar isti"dad bakımından aynı seviyede değildir. Kimi bur­handan anlar; kimi güzel öğüt ve hitabet ile irşad edilir; kimi de cedel ve münazara ile susturulur. Buna göre Kur'an-ı kerim bütün metodları İhtiva etmiş oluyor ([72]. İbn Rüşd'ün kanaatine göre Kur'-an, hakikatları muhatabİarın seviyesiyle mütenasip olarak ya bur­han, ya cedel veya hitabet ile sunmuştur. Bunların içinden burhan metodunu ta'kîbeden filozoflar olmuştur. Selefiyye hitabetle iktifa etmiş, kelâmcılar ise cedeli benimsemiştir.

İlahiyat sahasında burhanın taallûk edeceği bir mesele olunca bakacağız : Dinde ya vardır, ya yoktur. Varsa mesele kalmaz. Yok­sa felsefi kıyas yoluyla onu ortaya koyarız; tıpkı fakihin, nassda zikredilmemiş (meskûtun anh) bir hususu ftkhî kıyas ile ortaya ko­yusu gibi. Nassda mevcud olan bir akaid meselesi şayet zahiriyle burhana, yani felsefî kıyasa muhalif düşüyorsa te'vîl ederiz. Zira tevîl fıkıhta da mevcuddur ve mutlak mânâda jcabut edilmiştir [73]

Felsefe-din münasebetleri ile felsefî ve kelâmı metod hakkın­da dikkati çeken görüşler serdeden İbn Rüşd'e göre nasslarda öy­le hakîkatler vardır ki burhan ehli bunları te'vîl etmeğe mecburdur. Şayet te'vîle gitmez de zahiri üzere kabul ederse küfre düşür. Ak­sine, bu hakikatler burhan seviyesine erişmemiş zahir ehline arze-dilecek olursa, bu sefer de te'vîle gidilmesi ya küfür veya bid'ate müncer olur. Meselâ Allah'ın Arş"a istiva ettiğini belirten âyet-i kerîme [74] ile her gece dünya semasına indiğini haber veren ha-dîs-i şerif [75] bu kabildendir. Yine çobanlıkla iştigal eden, kültür­süz bîr cariyenin : «Allah göktedir» tarzındaki ifadesini Peygamber efendimizin kâfî derecede bir iman alâmeti kabul edişinin sebebi de budur [76] Zira bu seviyedeki insanlar tahayyül edemedikleri bir şeyin mevcudiyetini tasdîk edemezler. Böyleleri «müteşâbihâtın te'-vîlini ancak Allah bilir» [77] hükmüyle iktifa etmelidir [78].

Tefekkür dereceleri burhan seviyesine vâsıl olmamış kimsele­rin yanında nassın zahiri te'vîl edildiği takdirde şöyle bir mahzur ortaya çıkmaktadır; Onun idrâk edebildiği zahir, te'vîl edilmek su­retiyle nazarında ibtal edilmiş ve hakîkat olmaktan çıkarılmış olur. Te'vîli kavramaktan âciz bulunduğundan ona göre müevvel hakîkat de sabit olmamıştır. Bu sûretİe hakîkat her veçhile gerçek olmak­tan çıkmıştır. Şayet konu dinin asıllarından birini ilgilendiriyorsa huzurunda te'vîlin yapıldığı zahir ehlinin küfre düşmesine sebep ola­bileceği gibi böyle yersiz bir te'vîli yapan burhan ehlinin durumunu da tehlikeye sevkedebilir [79]

Görüldüğü üzere İbn Rüşd'ün benimsediği felsefî metod, nassı ba'zan zahiri üzere bırakmayı, ba'zan da te'vîl etmeyi lüzumlu gö: i yor. Bunun için elimizde bulunan mi'yeti" nassın taşıdığı karakter ile muhatabın sahip olacağı kültürdür. Te'vîi, felsefî kıyas ölçüsüyle, yani burhana bağlı olarak yapılacaktır. Buna göre nassın bir zahiri, bir de te'vîl neticesi meydana çıkan bâtını vardır. Nassı anlamakta felsefî kıyasın rolü büyüktür. Kur'an-ı kerîmin bir çok yerinde «i'tt-bar, nazar, tefekkür» emredilmiştir [80] Burada bahis konusu edilen nazar ve tefekkür «ma'lûmdan meçhulü istihraç» tarîkidir. Bu ise ak­lî ve felsefî kıyastan ibarettir. O halde burhan dediğimiz felsefî kı­yasın mukaddimeleri ve sâiresi hakkında bilgi edinmek dinen gerek­lidir [81] «Hikmet,  şeriatın arkadaşıdır, âdeta sütkardeşidir [82][83]

 

C. Tenkîd Ve Netice
 

«Metodlar» başlığı altında açtığımız bu son bahiste, «selef me­todu», «kelâm metodu», ve «felsefî metod» olmak üzere, Akaid sa­hasında kullanılan üç ana usûlün özelliklerini belirtmeğe çalıştık. Bu metodlar, islâm ilahiyatını anlamanın, itikad sahasında vârid olmuş) 

ilâhî beyanların mânâ ve maksûdunun ne olabileceğini tesbit etme­nin vsıtalartdır. Selefiyye, mütekellimîn ve felâsifeden her biri ken­di benimsediği metodun Kur'an metodu olduğunu, diğer metodlarm za­yıf, hatalı, saptırıcı, hatta belki küfre sevkedici bir mahiyet arzetti-ğini ileri sürmüşlerdir.

Yukarıda da belirttiğimiz üzere (bk. s. 81), Peygamber efendimiz (s.a.), ümmetinden kurtuluşa erişecek fırkanın, onun ve ashabının yo­lunu ta'kîbeden fırka olduğunu beyan etmişlerdir. Rasûlüllah ve as­habının itikadiyyâtta ta'kîbettiği yol, zahirî mânâda ve ilk bakışta, irde­lemeden, niçin ve nasıl diye sormadan, teslimiyet ve ihlâs ile iman etmekten ibaret göründüğüne göre bu yolu en yakından izleyenlerin Selefiyye olduğunu söylememiz gerekir. Bu sebeple olacaktır kî se­lef tarîki için eşlem yol (en tehlikesiz tutum) denilmiştir. Ne var ki Selefiyye ile ilk kelâmcılar (Mu'tezile) arasındaki mücadelenin pek hararetlendiği bir devirde zuhur eden ve ömrünün kırk yılını mu'tezi-Iî olarak geçirdikten sonra selef mezhebini tercih eden İmam Ebu'l-Ha-san ei-Eş'arî (v. 324/936) Rasûlüllah ile ashabının ta'kîbettiğî yolu başka türlü anlamıştır. Onun kanaatine göre inşan aklının itikad sa­hasında vazife alışı, hareket, sükûn, cisim, araz... gibi bazı kelime­lerin ortaya çıkışı bid'at ve dalâlet değildir. Aslında ne Kur'an-ı ke­rîm, ne de Rasûlüllah (s.a.) dine «nazar» etmeyi terketmiş değiller­dir. Binaenaleyh ince bir nazarla tedkîk edildiği takdirde yeni (bid'­at) gibi görünen bu fikrî hareketlerin unsurlarım hem Kur'anda hem de sünnette bulmak zor değildir [84] Böylece görüyoruz ki, kelâm metodu, ehl-i sünnet ilm-i kelâmının kurucusu tarafından Kur'an me­toduyla birleştirilmektedir. Yine yukarıda geçtiği üzere felsefe me­todu, İbn Rüşd tarafından Kur'an metoduyla birleştirilmeğe çalışıl­mıştır.

Tasvîr edilen bu manzara karşısında verebileceğimiz hüküm ne olmalıdır? Metodlarm hepsini doğru kabul etmek ve dolayısiyle bu metodları benimseyen çeşitli akaid fırkalarının necat çerçevesi için­de bulunduğunu söylemek bir bakıma mümkündür [85]. Zaten ehl-i sünnet Çoğunluğunun anlayışına göre ehl-i kıble (Kâ'beye doğru na-

rnaz kılmanın İslâmın şiarından olduğunu kabul edenler) tekfir edile­mez. Ne var ki adı geçen metodlarm benimsediği İzahlar İçinde bir­birini nakzeden unsurlar rrtevcuddur. Mütenâkız şeylerin hepsini doğru kabul etmek imkân dahilinde değildir. Bu sebeple mezkûr üç metod hakkında ayrı ayrı değerlendirme yapma mecburiyeti doğmuştur.

a) Selef metodu :    Kur'an-ı kerîmin ikna' usûlüne uygun düşen ve daha çok mütekaddînrıîn tarafından kullanılan bu metod hiç bir za­man ihmal edilemez. İslâm tarihi boyunca olduğu gibi bugün de, mü­teakip asırlarda da va'z ve hitabetin müessir üslubuyla hidayete ge­lecek insanlar vardır ve olacaktır. Kabul etmeliyiz ki din sadece ak­la ve kuru mantığa hitabeden bir müessese değildir. Hatta son devir­lerin din psikolojisi sahasındaki    araştırmaları  göstermiştir ki dinî hayatı   kuvvetlendirmenin  yolu  akıldan  değil   kalbden  geçer. Fakat, filozof İbn Rüşd'ün isabetli teşhisinden de anlaşılacağı üzere, insan­ların hepsi iknâî (hatâbî) metodla irşad   edilemez. Nitekim Kur'an-ı kerîmin   ihtiva ettiği   deliller de hatâbî   değildir.  Kanaatime   göre akaid sahasında da akla vazife tevcîh etmek mecburiyetindeyiz. Yal­nız bu, her   halde, islâm filozoflarına   büyük çapta te'sir eden Eski Yunan akılcılığı olmayacaktır. Madem ki islâm akaidinden bahsediyo­ruz ve madem   ki bu akaidin yegâne kaynağını Kur'an ve sünnet tar­zındaki vahiy (metlüvv ve gayr-ı metlüvv vahiy) teşkil ediyor, o hal­de tefsîr, İzah ve isbat için başvuracağımız tefekkür tarzı Kur'an te­fekkürü, yani  Kur'an akılcılığı olacaktır.    Selefiyyenin müteahhirîni bunu yapmağa çalışmıştır. Müteahhfrîn-i Selefiyyeden günümüze ka­dar 6 asırdan fazla bir zaman geçmiştir. Bu müddet zarfında insanlı­ğın ilim, felsefe ve mantık telâkkisinde bir hayli değişiklikler olmuş, gelişmeler kaydedilmiştir. Binaenaleyh günümüzün ilim ve felsefe ce­reyanlarını müsbet ve menfî yönleriyle dikkate alarak Kur'anı yine de kendi akılcılığı ve tefekkür sistemi içinde anlamağa ve açıklama­ğa çalışmak şâyân-ı tercih bir hareket tarzıdır, sanırım. Nitekim yu-karıki bölümlerde yeni ilm-i kelâmdan bahsederken bu görüşü mü­dâfaa etmiştik. Asrımızın pek muhtaç olduğu bu nevî' çalışmalarda kelâm ve felsefe tarihinden de elbette istifade edilecektir.

b) Kelâm metodu :    Akaid ilminin geçirdiği merhaleler arasın­da kelâm hareketi olarak vasıflandırdığımız metodun ilk defa Mu'tezi­le tarafından  kullanıldığını  biliyoruz.  Eş'arî ve  Mâtürîdî  ekollerinin temsîl ettiği ehl-i sünnet kelâm hareketi de aynı metodu kullanmış­tır. Şu farkla ki ehl-i sünnet kelâmı nakle daha çok sâdık kalmıştır.

Mu'tezİle,  sem'iyyât  sahası  olduğu  halde  âhiret  ahvâli   mevzuunda biie aklı hâkim kılmaya ve nakli te'vîl etmeye çalışmıştır.

Mu'tezile, müstakil bir mezhep olarak varlığını 4. asırdan sonra kaybetmiştir. Bu sebeple kelâm metodu tenkîd edilirken daha çok ehl-i sünnetin görüşleri göz önünde bulundurulmuştur. Ehl-î sün­net kelâmciları hem Selefiyye, hem de islâm filozofları tarafından ten-kîdlere ma'ruz kalmıştır. Doğrusu ehl-i sünnet kelâmcılan, selefin aşırı muhafazakârlığı ile filozofların, nakli, kendi felsefî temayülleri­ne bağlı olarak istedikleri gibi te'vîl edişleri arasında mu'tedil bir yol ta'kîbetmiştir.

İbn Teymiyye (v. 728/1328) gibi müteahhirîn-i Selefiyye, kelâm âlimlerinin Kur'an metodundan ayrıldığını iddia etmiştir. Bunlara gö­re kelâmcılar kendilerine has nazar yoluyla bir sürü izahlara, çapra­şık istidlallere girişmişlerdir. Bunu yaparken de ileriye sürdükleri ma'zeret islâm filozoflarının sakat görüşlerini cevaplandırmak ve ber­taraf etmekten ibaretti. Bunun yanında Kur'an metodundan, o, herke­sin anlayacağı, benimseyeceği apaçık yoldan ayrılmışlardır. Hakikat­te kelâmcılar «Ne İslâmiyete hizmet edebilmişler, ne de filozofların belini kırabilmişlerdir.

Daha çok Gazzâlî'nin (v. 505/1111) şahsında kelâmcılara hücum eden filozof İbn Rüşd (v. 595/1198), onların bir takım isabetsiz te-vîllere düştüklerini, neticede ne havass (burhan ehli) ile, ne de cum­hur ile beraber olabildiklerini  kaydeder. Ona göre gerek Mu'tezile, gerek ehl-î sünnet bütün kelâmcıların    kullandıkları yolların az bir temmül ile bürhânî olmadığı hemen anlaşılabilir.    Hatta Eş'riyyenin (ehl-i  sünnetin) kullandığı  asılların çoğu  mugalâtaya dayanır...   İbn Rüşd bu İddialarını isbat etmek için bir çok misaller de zikreder [86] Kelâm ile felsefeyi mezcetmek suretiyle bilhassa kelâm saha­sında ince tahkikleri bulunan müteahhirîn-i  mütekellimîn, bir taraf­tan filozofları tenkîd ederken diğer yönden mütekaddimîn-i mütekeîl-limînin de görüşlerini, izah ve delillerini tahkîka tâbi' tutmuşlardır. Adudüddin el-îcî'nin (v. 456/1355) kaleme aldığı el-Mevâkıf ile Cur-cânî'nin (v. 816/1413) buna dair şerhi bu konuda büyük bir değere sahiptir. Adı geçen eserde Bâkıllânî (v. 403/1013), Cuveynî (v. 478/ 1085) ye hatta Gazzâlî gibi kelâm âlimlerinin kullandıkları bazı delillerin zayıf yönleri ortaya konulmuştur [87] 

Kelâm eserleri, Gazzâlî'den itibaren felsefî mevzu'ları ve bu mevzu'larla birlikte felsefe ıstılahlarını bünyelerine almak suretiyle hakikaten veçhelerini değiştirmişlerdir. Bu tarihlerden itibaren ke­lâm eserleri, felsefe kitabı manzarası arzetmeye başlamıştır. Bu du­rum, kelâm ilminin müslümanlar tarafından az okunmasına ve rağ­betten düşmesine sebep olmuştur. Zira anlaşılmayan veya anlaşıl­ması pek güc olan bir ilim elbette rağbet görmeyecektir. Denebilir ki bilhassa felsefe ile kelâmın birbiriyle sıkı münasebet kurduğu uzun asırlar boyu müslümanlar akaid sahasındaki ihtiyaçlarını kelam eser­leriyle değil, ilm-i hâl tarzında muhtasar kitaplarla gidermişlerdir.

c) Felsefî Metod : İslâm  dünyasında el-Kindî, Fârâbî, İbn Sînâ ve İbn Rüşd gibi filozoflar tarafından temsîl edilen ve akaidin ana mes'eleleri hakkında da görüş beyan eden felsefe, bilindiği üze­re, büyük çapta Eski Yunan düşüncesinin te'sirj altında kalmıştır. Ke­lâmı tefekkürden felsefi tefekküre intikal devresinin mümessili salabileceğimiz el-Kindî (v. 252/866) hâriç diğer İslâm filozofları üstad kabul ettikleri Aristo'ya (m.ö. 384-322) mutlak bağlılık göstermiş­lerdir. «Feylesûfu'l-İslâm» diye anılan ve söz konusu felsefenin asıl kurucusu sayılan Fârâbî (v. 339/950), o kadar bağlılık göstermiştir ki iki Yunan iflozofu : Eflâtun (m.ö, 427-347) ile Aristo arasında haddi zatında mevcûd olan tenakuzların var olabileceğini bile kabul etme­miş ve bu filozofların mütenakız görüşlerini te'lîf etmek için müsta­kil bir eser meydana getirmiştir [88]

Din Allah Taâlânın vaz'ettiği bir kanundur. Kaynağı vahydir. Di­nî araştırmalarda hareket noktası daima nakil (metlüvv ve gayr-î met-lüvv vahy) olmalıdır. Halbuki felsefede hareket noktası akıldır. Fel­sefî sistemlere, o sistemleri kuran filozofların akılcılığı hâkimdir. Binaenaleyh Eski Yunan akılcıhğıyla islâm akaidinin temel mes'ele-lerini anlamaya, yorumlamaya, hatta yeniden tesbit etmeye imkân yoktur. Bunun içindir ki selef yolunu tutanlar Kur'an üslubunu be­nimserken onu Yunan üslûbuna tercih ettiklerini ifade ediyorlardı.

Yukarıda da belirtildiği üzere İbn Rüşd, filozofların temsîl etti­ği tefekkür tarzının kat'î hüccetlere dayanan burhan yolu olduğunu, ve binaenaleyh hikmetle şeriatın (dinin) birbirini nakzetmiyeceğini söylemiştir. Bu iddianın son kaziyesi doğrudur: Hikmetle din hiçbir zaman birbirini nakzetmez. Zaten Kur'an-ı Kerimde Allah yoluna da'­vet metodiarından biri olarak hikmet zikredilmiştir [89]

Ne var ki İbn Rüşd'ün iddia ettiği gibi kendilerinin temsil ettiği Yunânî düşünüş acaba hakikat ve hikmetin ta kendisi midir? Bir de­fa bunun, mutlak akıldan hareket eden felsefî bîr cereyan bulunma­sı hasebiyle her yönüyle din ile barışacak bir hikmet olmadığını söy­lememiz gerekir. Sonra tefekkür tarihi boyunca gerek şark islâm âlimleri, gerek Batı bilginleri tarafından bu Yunânî düşünüş ağır ten-kidlere ma'rûz bırakılmıştır. Eski Yunan tefekkürü ve bunun devamı mahiyetinde olan islâm filozoflarının felsefesi, zamanlarının kültürü ölçüsünde, tabiî ilimler sahasında değerli sayılacak fikirler ihtiva et­mekle beraber ilahiyat mesailinde zan ve tahminin ötesine geçeme­mişlerdir.

Esasen sırf akla dayanan felsefî düşünüş dinî değerler sahasın­da tatminkâr olmaktan uzaktır. Felsefî yollarla neticeler umûmî ol­maktan ziyade şahsîdir, mütenakızdtr, eksiktir. Büyük kitlelere mües­sir olmaktan uzaktır [90]

îbn Rüşd, kelâmcıların benimsediği nazar yolunun kat'î olmadı­ğını ve burhan metodunu kullanan felâsife karşısında eninde sonun­da yıkılmağa mahkûm olduğunu söylemişti. Fakat İslâm âleminde te­fekkür tarihi onun zannettiği gibi inkişaf etmemiş, aksine, kelâmcı-lar, felâslfenin ilahiyat sahasındaki görüşlerini ciddî tenkîdlere tâbi' tutmuşlar ve felsefeyi inkıraza uğratmışlardır. Bunun yanında Batının ilim ve felsefe dünyasında da eski tefekkür tarzının bir çok yönleri eleştirilmiş, yerine yeni görüşler ikame edilmiş, böylece yeni düşü­nüş ufukları açılmıştır.

d) Netice :Buraya kadar Selefiyye, mütekellimîn ve felâsife-nin hakikate vasıl olmak için kullandıkları metodlan, özelliklen ve haklarında yapılan tenkıdlerle birlikte zikretmiş olduk. Bu izah ve tenkidlerden bir neticeye vâsıl olmak ve bir tercih yapmak aslında kolay değildir. Şu kadarını hemen söyliyelim ki İslâm dininin akaide dair hakikatlerine vâsıl olmak ve vahy ile gelmiş beyanların asıl mak-sadlarını keşfetmek için ne Selefiyyenin (bilhassa mütekaddimîn-i Selefiyyenİn), ne kelâmcıların ve ne de islâm filozoflarının benimsediği metod münferid ve müstakil olarak bugün kâfî değildir. İslâmın akaidini doğru olarak tesbit ve tefsir etmek İçin, her halde nassı hâkim kılmak vazgeçilmez bir şart olmalıdır. Akıl ancak vahy ile ten-vîr edildikten sonra rol alacaktır. Akaid sahasında rol alacak olan akıl Kur'an akılcılığı olmalıdır. Bunun kaideleri Kur'anın kendi siste­mi içinden çıkarılabilir. Bununla beraber yukarıda zikri geçen her üç cereyanın bize sağlayacağı faydalar da az olmayacak, bu cereyanla­rın mahsûlü olan eserler bizim için ihmali gayr-ı mümkün değerli kaynaklar teşktl edecektir.

Memnuniyet verici bir neticedir ki Kur'an-ı kerîm'in kendi dahi­lî sistemi içinde ihtiva ettiği akılcılık, onun taşıdığı hakîkatler ve kul­landığı metod bugünün ilim anlayışına uygun düşmektedir. Bundan, Kur'an-ı kerîm'in bütün mevzu'ları ile pozitif İlmin konuları aynıdır, manâsı çıkarılmamalıdır. Şunu demek istiyorum ki Kur'an-ı kerîm'-de Allah yoluna da'vet edilirken bugünün pozitif ilimlerinin sahasına giren konulara zaman zaman temas edilir. Bu temas edilişte kullanı­lan metod ve bazı âyetlerde yer alan ilâhî beyanlar ile pozitif ilimler ve bunların isbat ettiği gerçekler arasında hiç bir tezad göze çarp­mamaktadır. Binaenaleyh Kur'an'ın hem akla, hem de kalbe hitab edici, müessir beyanları ve kat'î burhanları muhatabın durumuna gö­re kullanılmalıdır. Aklî izahlar gerektiği yerde yapılmalı ve fakat bu izahlarda Kur'an akılcılığı hâkim olmalı, verilecek örneklerde pozi­tif ilimden istifade edilmelidir.

Şimdiye kadar «kelâm ilmine giriş» mahiyetinde ele aldığımız konular İçinde halli en müşkil görünen «metod» bahsine son verme­den, asrımızın muhakkik kelâmcılarından, yeni ilm-i kelâm hareketi­nin en mümtaz siması, merhum İzmirli İsmail Hakkı'dan (1869-1946) mevzûumuzla ilgili bir örnek verelim. İzmirli, birinci cildi -Tedkîkat ve te'lîfat-ı İslâmiyye Hey'eti», ikinci cildi de «Dârul'Fûnûn İlahiyat Fakültesi» tarafından neşredilen İki cildlik eserinin dibacesinde, ese­rin te'lîfinde ta'kîbettiği metodu şöyle hülâsa etmektedir:

«Yeni İlm-i Kelâm, en yüksek hedefimizi teşkîl eden Allah'ın bir ligi mevzuunda muhatabın anlayabileceği yeni bir tarz ile istidlaller­de bulunmayı esas kabul etmiştir. Tevhîd esasının en mükemmel ve-sîlesi olan nübüvvet-i Muhammediyye konuşunda ise basîret erbabı­nın kabul ettiği yolu, siyer-i nebeviyye ve ahlâk-ı Muhammediyye ile istidlal yolunu benimsemiştir. Kitabımız, peygamber aleyhisselâm efendimizi işiyle, haliyle ve sözüyle sevdirmeği, Rasûl-i ekrem sevgisini kalblere yerleştirmeyi en büyük gaye bilmiştir. Ekseri kelâm âlimlerinin nübüvvet bahsinde tercih ettikleri hissî mu'cizelerin (ta­şın konuşması, ay'ın yarılması gibi duyularla idrak olunan mu'cize-ler) mümkün olduğunu çağdaş felsefe ile isbat etmiş, hissî mu'cize-İerden ziyade Kur'an gibi ma'nevi mu'cizelere ehemmiyet vermiştir. Fen ile, tecrübe ile isbatı kabit görülmeyen hususların mümkün oldu­ğunu (imkânını, olabilir olduğunu) akıl ve yeni mantık ile isbat ettik­ten sonra bizzat ve realitede var olabileceğini (vukuunu) Muhbİr-i Sâdık (s.a.) efendimiz hazretlerinin kat'î haberlerine bağlı kılmıştır. Yine kitabımız, insan aklının, Yüce Allah'ın san'ât sırlarını tamamiy-le idrak edemiyeceğini ve bu sebeple de aklî nazariyeler arasında pek çok ayrılıkların bulunacağını tabiî sayması hasebiyle, bu gibi hususlarda kalbi tatmin için mutlaka vahye ihtiyaç hasıl olduğunu da İzah etmiştir.

«Kitabımız, mütefekkirlerin görüş ve tenkidlerinı nazar-t itibara almış, bunların islâmî esaslara uygun olanlarını delile dayanarak ka­bul etmiş, uygun olmayanlarını da yine delile dayanarak reddetmiş ve böylece bu konuda da yeni bir yol ta'kîbetrniştir. Eserimiz, günü­müzün bütün ilimlerine hâkim olan «Metodoloji» kaideleriyle yürü­yerek iskolastik müdafaa yerine metodik müdafaayı getirmiştir. Böy­lece klasik mantığf da elde tutarak «imkân» şartları içinde klâsik mantık kaidelerine, «vuku1» şartları için de yeni mantık kaidelerine istinad etmiştir. Yeni İlm-i Kelâm, müteahhirînin kelâmı gibi Yunan felsefesi ile karışmamış, buna mukabil duruma göre Garp felsefesi ile gerektiği kadar beraber gitmiş; tabiî ilimlerle astronomiyi, yine mütehhirîn ilm-i kelâmında olduğu gibi kendi sahasına almamıştır. Din muarızları tarafından İleriye sürülen itirazlar, muhatabın duru­muna göre faydalı olacak bir metodla bertaraf edilmiştir.» [91][92]


[48] TaVifler için bk.  İsmail  Fennî,  ag.e.,   -methode»   maddesi;   el-Curcânî, ag.e.,   I,   180-181;   et-Ta'rifât,   -et-tarîk.   maddesi;   etTehânevî,   ag.e.,   aynı   madde.

[49] bk. Nevzad Ayasbeyoğlu, İbn Rüşd'ün felsefesi s. 5, dn. 9.

[50] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:80.

[51] bk.  el-Mâtürîdî,   Kitabu't-Tevhîd,  s.  6;   et-Teftâzânî,   Şerhu'l-Akaid,   s. 45-46. İmam Gazzâlî İhyâ'sının «şerhu acâib-il-kalb» bölümünde ve ayrıca el-Mun-kız risalesinde hakîkate vâsıl olmanın doğru metodunun keşf ve ilham olduğu tezini kuvvetle müdâfaa eder.

[52] Ta'lîmiyyenin görüşleri ve reddi hk. bk. el-Gazzâlî, Fedâihu'l-bâtmiyye, Kahire,  1964;  Abdülkahİr  el-Bağdâdî,  el-Fark beyne'l-fırak,  muhtelif yerler;   eş-Şehriatânî,   el-Milel,   I,   195   v.dd.;   el-Curcânî,   Şerhu'l-mevâkjf,   I,   149,   160;   Ali Kuşçu,  Şerhu't-Tecrîd,  III,   147 v.dd.   (Şerhu'l-Mevâkıf  kenarında).

[53] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:80-81.

[54] Hadisin metni ve muhtelif rivayetleri için bk. el-Bağdâdi, ag.e., s. 4 v.dd.

[55] en-Nahl (16), 125.

[56] Hikmetin mânâsı içi» bk. el-Buhârî, Fedâilu's-sahâbe, 24;     İVensînck, el-Mu'cemu'I-müfehres,   -hikmet»   maddesi;   el-Isfahânî,   «hkm»   maddesi.

[57] Meselâ bk. Yûnus (10), 1; el-Ahzâfc (33), 34; el-Kamer   (54), 4-5.

[58] İzmirli, Muhassal, s. 39-40.

[59] İbn Kudâme, Lum'atu'l-İ'tikad   (Mısır,  1351 h.), 6.  Fasıl.

[60] İbn Teymiyye bu konuda müstakil bir eser te'lîf etmiştir. Muvâfakatu sarîhi'l-ma'kul li sabîhi'l-menkul   J^Jl 2  cild,  Bulak,   1321-1322 h.  (Minhâc kenarında).

[61] Selef akidesine mensûb olan İbnu'l-Vezîr'in (v. 840/1436) konu ile il­gili   müstakil   bir   eseri   vardır:    «Tercîhu    esâlîbi'l-Kur'an    alâ    esâlîbi'l-Yûnân'Mısır, 1349 h.

[62] bk. Bekir Topaloğlu, Allah'ın Varlığı, netice bölümü.

[63] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi81-83.:

[64] İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, I, 59; Ali Arslan Aydın, İslâm İnançları ve Felsefesi, a. 96-97.

[65] et-Tehânevî, ag.e., «nazar» maddesi; İzmirli, Muhassal, s. 34 v.dd., Yeni îlm-i Kelâm, I, 138 v.dd.

[66] el-Cuveynî, eg-Şâmil, s. 115.

[67] İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, I, 51-53.

[68] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:83-84.

[69]«Faslu'l-makaal  fî   mâ   beyne'l-hikmeti   ve'ş-şerîati   mine'l-ittisal Jl_*j;'Jlı>;Jo_riJI jiJ^JI ^ UJ JliJI J*u'  (Felsefe ile din arasındaki münasebet hak­kında kesin söz), ve «el-Keşf an menâhicİ'l-edille fî akaİdi'l-mille ve ta'rîfi mâ vakaa   fîhâ   bi  hasebi't-te'vîl   mine'ş-şubeni'l-muziğa   ve'1-akaidi'l-mudüle   =

(Dîni akîdelere dair delillerin metodlarını açıklayan ve bu akidelere te'vîl yo­luyla arız olan haktan ayırıcı şüpheler ile saptırıcı inançları bildiren kitap)». Bu iki risale «Felsefetu İbni Rüşd. adıyla neşredilmiş (Mısır, 1319/1901) ve mer­hum Nevzad Ayasbeyoğlu tarafından «İbn Rüşd'Ün felsefesi» ismi altında dilimize tercüme edilerek yayınlanmıştır. (İlahiyat Fakültesi yayınlarından, Ankara, 1955)

[70] bk. en-Nahl  (16), 125.

[71] Burhan: Kat'î mukaddimelerden teşekkül eden kıyastır. Bu mukaddi­meler, daha önce anlatılan zarûriyâttan olabileceği gibi nazariyyâttan da olur.

Hitabet veya hatâbe: Doğruluklarına inanılmış (aslında kesin olmayabilen) mukaddimelerden müteşekkil kıyastır.

Cedel: Meşhur olmuş veya hasım tarafından kabul edilmiş mukaddime­lerden meydana gelen kıyastır. Bu kıyas yakîn ifade etmeyebilir, (bk. el-Curcanî, et-Ta'rîfât ve et-Tehânevî, ag.e.,  «el-cedel.  maddesi).

[72] İbn Rüşd, Faslu'l-makal (İbn Rüşd'ün felsefesi), s. 8-9.

[73] ag.e., s. 9-10.

[74] Tâhâ (20), 5.

[75] bk. el-Buhâri, et-Teheccüd, 14; Müslim, Salâtu'l-musâfirin, 42.

[76] bk. Müslim, el-Mesâcid, 7; Ebû Dâvûd, et-Tıbb, 19.

[77] Âl-i İmrân (3), 7.

[78] İbn Rüşd, ag.e., s. 19-20.

[79]  a.e., s. 24-25.

[80] bk. mal. Âl-i İmrân (3), 191; el-En'âm (6)f 75;     el-A'râf   (7),   185;   el-Ha§r (59), 2;   el-Ğâşiye  (88), 8-17.

[81] İbn Rüşd, ag.e., s. 1-4.

[82] a.e,, s. 30.

[83] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:84-87.

[84]  bk. el-Eş'arî, Risâletu istihsâni'1-havd fî ilmi'l-kelâm, s. 88 v.dd.

[85] Nitekim müsteşrik Ignaz Goldziher (1850-1921), Peygamber efendimizin, ümmetinin 73 fırkaya ayrılacağım haber veren hadisini,  İslâm  âlimlerinin  çoğu yanlış anladığını, aslında İslâmın ruhuna göre, zındıklar müstesna, bütün  İslâm müntesiplerinin cennete gireceğini iddia vo İ3bata çalışır, (bk, Goldziher, el-Akîde ve'ş-şerîa fi'I-İslâm, s. 187 vd.).

[86] İbn Rüşd, Faslü'l-makal, s. 28; el-Keşf, s. 38, 40, 44.

[87] bk. el-Curcâni, Şerhu'l-Mevâkıf, I, 199-200, 205-207.

[88] el-Fârâbî,  Kitabu'I-Cem'   beyne   ra'yeyi'l-Hakimeyn   Eflâtun   ve   Aıistâ-talis, Mısır, 1325/1907,

[89] en-Nahl (16), 125.

[90] Felsefî metodun eksiklikleri hakkında bk. İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, 47-51, 54-56; A. Aydın, İslâm İnançları ve Felsefesi, s. 94-96, 146.

[91] İzmirli, Yeni İlm-İ Kelâm, I, 17-19, (sadeleştirilerek).

[92] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:87-94.


Bilal2009
Fri 23 August 2019, 01:16 pm GMT +0200
Esselamu aleyküm Rabbim paylaşım için razı olsun

ceren
Fri 23 August 2019, 07:44 pm GMT +0200
Esselamu aleykum. Rabbim razı olsun bilgilerden kardeşim. ..

gulsahkilicaslan
Wed 28 August 2019, 10:58 am GMT +0200
Allah razı olsun hocam insallah selam ve dua ile