- Mesnevi´nin İlk 18 Beytinin Şerhi

Adsense kodları


Mesnevi´nin İlk 18 Beytinin Şerhi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
armi
Wed 27 January 2010, 05:16 pm GMT +0200
Mesnevi´nin İlk 18 Beytinin Şerhi

1. Bu neyi dinle, nasıl sikâyet ediyor? Ayrılıklardan hikâyet ediyor.

Ellerindeki nüshalarda “Bisnev ez ney” ve “hikâyet” ”sikâyet”den evvel yazılı ise de, eski
nüshalarda “Bisnev în ney” sûretindedir; ve “sikâyet”,”hikâyet” den evveldir.Hz.Pîr:” Bu neyi
dinle” ta’bîriyle, kendi vücûd-ı serîflerine isâret buyururlar.Zîrâ neyin içi bos olup , üfleyen
kimsenin nefesi, ondan ses çıkarır._nsân-ı kâmilin vücûdu da “ney” e benzer.”Ney” in yedi deligi,
insanın azâ-yı zâhirîsine isarettir ki, beserin fiileri bu uvuzlardan sâdır olur._nsân-ı kâmilin “ney”
gibi bos olan vücûdundan zâhir olan fiiller, ancak Hakk ’ın tasarufuyladır.
“Ney” ta’bîriyle, zâhirî “ney”e de isâret buyrulmus olmak câizdir.Zîrâ “ney”in sesi, her bir sazın
sesinden daha muhrik olup, dinleyenlerin kalplerine rikkat verir ve ehl-i askı vecde
getirir.Binâenaleyh zâhirî “ney” âsıkların rûhlarına kelimesiz ve lafızsız hitâblarde bulunmus
olur.

Mesnevî-i Serif’e “dinle” hitâbı ile baslanması da, kemâlât-ı insâniyeden olan ilim ve
irfânın, insana kulak yolundan hâsıl olacagına isârettir.Ve Kur’ân-ı Kerîm’de de isitmek,
görmege takkadüm etmistir. Nitekim Fir’avn’ı da’vete me’mur olan Musâ ve Hârûn (aleyhime’sselâma)
a hitaben Hak Teâlâ, Sure-i Tâhâ’da(Tâhâ, 20/46) Ya’nî “Korkmayınız, muhakkak ben
sizinle berâberim.işitirim ve görürüm” buyurmustur. Baska âyetlerde de nazîri müteaddiddir.
İnsân-ı kâmilin ayrılıklardan sikâyeti ve hikâyeti hakkında Hz.Mevlânâ efendimiz Fîhi Mâ
Fih’ lerinin 54. faslında kendilerine vâki’ olan bir suâl üzerine su tafsilâtı verirler “Birisi
Hz.Seyh’den yanî Hz.Mevlânâ’ dan sunu sordu : Hakk-ı âlîlerinde ya’nî "Ey Resûlüm sen olmasa
idin, felekleri yaratmaz idim" buyrulan Mustafâ (s.a.v.) bu azamet ile berâber ya´nî "Ne olaydı,
Muhammed’in Rabb’i keske Muhammed´i yaratmasa idi" der. Bu nasıl olur? Hz. Mevlânâ bu
vech ile cevâb verdi: "Bu söz bir misâl ile tavazzuh eder. Bir karyede bir erkek, bir kadına âsık
oldu ve her ikisinin evleri yakın idi. Beraberce ömür sürerler ve balıkların su ile hayât buldukları
gibi, onlar da semirir ve nesv ü nemâ bulurlar ve hayatları birbirinden olur idi. Nâgâh Hak Teâlâ
onları zengin etti. Öküzleri, koyunları, at sürüleri, malları, altınları, ve hasem ve hademleri
çogaldı. Kesret-i tena´umdan sehre azm edip, her birisi birer sâhâne konak satın aldılar ve orada
ikâmet ettiler. Bu bir tarafta ve o, bir tarafta. Hâl bu gâyeye erisince o ıys ve o visale muvaffak
olamadılar. Derûnları altüst ve cigerleri süzan olup, gizli nâleler ettiler, çâre olmadı. Bu sûzis,
son dereceye vâsıl oldu Onlar bu firak âtesi içinde külliyyen yandılar. Böyle olunca nâleleri
mahal-i kabûlde vâki´ olup, emvâl ve mevâsîye noksan ârız olarak tedrîc ile evvelki hâle
döndüler. Bir zaman sonra evvelki karyede birlestiler ve aynı vasla koyuldular, firkatin acılıgını
yâd eylediler. Âvâzı zâhir oldu. Çünki cân-ı Muhammed (s.a.v.) mücerred olup âlem-i kudsde ve
Hak Teâlâ ´nın visalinde nesv ü nemâ bulur idi. Balıklar gibi o deryâ-yı rahmete dalar idi. Gerçi
bu âlemde peygamberlik ve halka rehberlik makâmına ve padisahlık azametine mâlik ve söhret
ve sahabet içinde idi. Velâikin yine evvelki yasayısa döndükde " Keske peygamber olmasa idim
ve bu âleme gelmese idim" der. Zirâ o visâl-i mutlaka nisbetle bütün bu memleket, bâr-ı azâb ve
mesakkatdir ilh..."
İşte, vâris-i Muhammedi olan insân-ı kâmillerin, ayrılıktan sikayetleri dahi bu kabildendir ve
sikâyet degil hikâyetdir. Nitekim Hz. Pîr, asagıda gelecek olan bir beyt-i serîfde açık bir sûretde
bu ma´nâyı beyân buyurlar: Mesnevi:
"Ben cânın cânından sikâyet ediyorum:, hayır, ben sikâyet edici degilim, hikayet ediyorum."

2. Ney der ki, beni kamıslıktan kestikleri zamandan beri, nâlemden erkekler ve kadınlar
inlemislerdir.
Hz. Mevlânâ yukarıki beyitte cism-i serîflerini "ney" e ve içi bos kamısa tesbih buyurmuslar
idi. Bu karîne ile, "neyistan"dan ve kamıslıktan murâd, cismâniyet âlemi olmak münâsibdir. Ve
filhakîka bu kesâfet âleminde peydâ olan ecsam-ı beserden her birisi, Hakk´ın mezâhir-i esma ve
sıfatı olup, dâimâ onlardan bu sıfât ve esmâ-i ilâhiyye ahkâmı zâhir olmaktadır. Su kadar ki,
insânı-ı kâmil, bu kamıslık mesâbesinde olan cismâniyet âleminde, kendi vücûd-ı mevhûm ve
yok oldugunu idrâk eder: ve insân-ı nâkıs ise kendi mevhum olan varlıgında ve enâniyyetinde
müstagrakdır. Ve bir Hakk’ın vücûdu ve bir de benim vücûdum vardır deyip durur.
Meselâ, insân-ı kâmil, kamıslıktan kesilip nayzenin üflemesine ve güzel nâgmeler
çıkarmasına Sâlih bir "nây"a benzer. _nsân-ı nâkıs ise, her ne kadar kamıslıktan kesilmis ise de,
tesviye edilmemis ve içinin dolulugundan dolayı güzel nagmeler ve sadâlar çıkarmasına müsâid
olmayan "nây"a benzer. Eger bu nây dahi, üstâd-ı kâmil tarafından tesviye görüp ve içi bosaltılır
ise, güzel bir nay hâline gelir.
“Erkek”ten murâd, hazz-ı nefsânîsine maglûb olmayan kâmil ve ârif sahıslar; ve “kadın”dan
murâd dahi, nefsânî hazlarıyla ve enâniyeti ile mesgûl nâkıs ve câhil sahıslardır. Bu iki ma´nâ,
sûretde erkek ve kadın olanların her ikisini de samildir. Zira kâmil ve ârif olan kadınlar, her ne
kadar sûretde kadın iseler de, ma’nâda erkek hükmündedirler. Nitekim Râbiatü´l-Adeviyye
(kuddise sırruhâ) hazretleri bu zümredendir.Ve kezâ sûretde erkek olan nâkıs ve câhil sahılar
dahi, ma’nâda kadın hükmündedirler. Nitekim Fir´avn´ın ve Nemrûd’un
ve emsâlinin cehâletleri ve sersemlikleri meydandadır.
“Nâle” den murâd, insân-ı kâmilin, ârif ve câhil insanlar önünde, beyân buyurdugu hakâyık
ve maârife dâir olan sözleridir ki, bu Mesnevî-i Serîf basından sonuna kadar Hz.Pîr’in bu kabil
nâlelerinden ibarettir. Ve Hz. Pîr´in sözlerini dinleyen her sınıf halk,
o yüksek ma´nâlardan müteessir olur. Nitekim Fîhi Mâ Fîh’lerinin 24. faslında söyle buyururlar:
"Bir gün bir cemâat arasında söz söylüyor idim. Onların arasında kâfirlerden dahi bir tâife var idi
Esnâ-yı kelâmda agladılar ve zevk ve hal hâsıl ettiler ilh..." Ve kezâ Sipehsâlâr Menâkıbı’nda
buyrulur ki:"Hz. Mevlânâ, câmi´-i serîfde kürsîye çıkıp, kendilerinde olan halden nâsî sevk ve
sûz-i azîm ile cigerden ve gönülden çıkan hâdsiz âtes-engîz âhlar ile bu iki beyti okudular:
"Ey ne hos gece idi ki, yârimizin visâlinden tesâdüf vâki´ idi. Müsterî tâli’de ve günes
kucakta idi. Her kadehi ki bana verirdi; aklına mâlik ol derdi. Ey müslümanlar! Bu hâl içinde
aklın ne yeri var idi!"
Bu beyti okur okumaz, onların muâmelelerinin aksinden ve nûrlarından bilcümle halâyık
aglamaga basladılar; ve halkın asagı ve yukarı tabakasından, bir agızdan feryâd ve figân zâhir
olup, hayli dem agladılar. Cemâat, bu aglayıstan kendilerine geldikleri vakit, gördüler ki Hz.
Mevlânâ kürsîden inip gitmis idi”
Bu mukaddime anlasıldıktan sonra, beytin hulâsa-i ma´nâsı söyle olur; "Evvelki vuslat
hâlimi ve cismâniyyet âleminde olan sonraki ayrılıgımı yana yakıla kâmillerin ve nâkısların
önünde hikâye ederim. Benim sözlerimden ve nâlemden, onların rûhları da bu ayrılıgı tahattur
edip aglarlar."
Gördügüm serhlerde sârihler, kamıslıgı "a´yân-ı sabite" veyâ “ervâh âlemi” ve erkegi,
"suver-i fâile ve müessire" ve kadını da "suver-i münafile ve müteessire" diye serh etmislerdir.

3. Ayrılıktan pâre pâre sîne isterim, tâ ki istiyâk derdinin serhini söyliyeyim.
"Serha" et dilimi ve bıçak yarası, "serh" gizli olan bir seyi açıp meydana koymak demektir.
Ya´nî "Ben bu cismâniyyet âleminde efrâd-ı beser arasında, bu ayrılık duygusundan dolayı sînesi
ve kalbi dilim dilim ve pâre pâre olmus ve kendi aslı olan âlem-i kudse kavusmaga âsık
bulunmus kimse isterim, tâ ki ona, bu asla olan istiyâk derdinin sırlarını açayım ve serh edeyim.
Zîrâ benim bu hususda söyliyecegim esrârı ve hakâyıkı, bunların isti´dâdları cezb eder.”
Bu cezb-i kelâm hususunda Hz. Pîr´in, bu Mesnevî-i Serîf’in muhtelif mahallerinde beyânâtı
vardır. IV. cildin 1318, 1319 numaralı beyitlerinde söyle buyururlar:
"Eger meclisde söz çekici bulur isem, kalbimin çemenistânında yüz bin maârif gülü çiçegi
bitiririm; ve eger o dem söz öldürücü deyyûsu bulursam, nükteler kalbimden hırsız gibi kaçar. "
Ve VI cilde ya’nî "Muhakkak Allah Teâlâ vâizlerin diline, dinleyenlerin himmeti mikdârınca
hikmet telkîn eder” sürh-i serîfinde de bu ma´nâ mündericdir.
Ve Fîhi Mâ Fih’ lerinin 26. faslında da söyle buyururlar: "Söz, dinleyen kimselerin isti’dâdı
kadar gelir. O ne kadar emip mütegaddî olursa, hikmet sütü o kadar nâzil ve zâhir olur. O
emmeyince, hikmet dahi hârice çıkamaz ve yüz göstermez. Acîb sey! Sen niçin kelâmı cazb
etmiyorsun? Sana dinlemek kuvvetini vermeyen Zât-ı azîmü’san, söyleyenede de kelâm dâiyesini
vermiyor."

4. Her bir kimse ki, o kendi aslından uzak kaldı, tekrar kendi vaslının zamânını ister.
Bütün bu dünya âleminin suretleri, Hakk´ın vücûd-ı hakîkîsi denizinin dalgalanmasından hâsıl
olan köpüklerdir. Bu köpükler yine o vücûd-ı hakîkî denizinde mahv olurlar. _nsân-ı kâmilde bu
asl-ı hakîkîye ulasmak istiyâkı zâhirdir. _nsân-ı nâkısta ise bu istiyâk bâtındır. _nsân-ı kâmil, bu
dünyânın sûretleriyle eglenemez ve zevk edemez. _nsân-ı nâkıs ise bu istiyâk-ı bâtınîsini tatmîn
_çin, zevk edecegim ve eglenecegim diye çırpınıp durur; fakat netîcede her seyden bıkar.
Sebebini idrâk edemedigi bir zevksizlik ve ıztırâb içinde yasar. Nitekim âyet-i kerîmede
(Tâhâ,20/124) ya’nî "Bizi anmaktan yüz çeviren kimse için, muhakkak sıkıntılı bir yasayıs
vardır” buyrulur.
Bu ma’nâ hakkında Hz. Pîr Fîhi Mâ Fîh ‘lerinin 16. faslında söyle buyururlar:”_nsanda bir
ask, bir taleb, bir ıztırâb ve bir takâzâ vardır ki, eger bu alem mülkünün yüz bin mislini verseler,
farig ve müsterih olmaz. Bu halk, her bir ma’rifet ve hırfet ve san´at ve mansıbı ve ulûmu ve
nücûmu, vesâireyi tafsilâtıyla tahsîl eder ve aslâ gönül müsterîh olmaz; çünkü maksûd olan seyi
elde edememistir. Nihâyet ma´sûka "dil-ârâm" derler. Ya´nî gönlü onunla karar ve râhat eder.
Böyle olunca ma´sûkun gayri ile nasıl ârâm ve karâr edebilir? Bilcümle ezvâk ve makâsıd bir
merdiven gibidir. Mâdemki merdivenin basmakları ikâmet ve tavakkuf mahalli olmayıp geçmek
içindir; ne mutlu o kimseye ki, uzun yolun kısa olması için pek çabuk bîdâr ve vâkıf olup,
merdivenin bu basamaklarında ömrünü zâyi´ etmez."
Ve kezâ 27. faslında da söyle buyururlar: "_nsan, görmedigi ve isitmedigi ve anlamadıgı
seyin tâlib ve âsıkıdır; ve gece gündüz onu arar durur.Ben görmedigimin bendesiyim. Herkes
anladıkları ve gördükleri seyden usanmıslardır ve kaçıcıdırlar. _ste bu sebebden dolayı felâsife
rü´yeti münkirdirler, bu ise câiz degildir. Sünnîler derler ki, doymak ve bıkmak, bir renk üzere
göründügü vakit olur. Mademki (Rahmân, 29/55) ya´nî “Hak her anda bir se´ndedîr" âyet-i
kerîmesi mucibince, her bir lahzada yüz bin renk görünür. Eger yüz bin tecellî etse aslâ birbirine
benzemez. Nihâyet sen dahi bu sâatde Hakk´ı âsâr ve ef âl içinde görüyorsun. Her lahza türlü
türlü müsâhade ediyorsun; zîrâ bir fiil, bir fiile benzemiyor; meserret vaktinde baska tecellî ve
havf ve recâ vaktinde baska tecellî. Mâdemki Hakk´ın efâ’li ve O’nun tecellî-i efâli ve âsârı türlü
türlüdür ve birbirine benzemez; binâenaleyh O’nun tecellî-i zâtîsi de böyle olur. Tecellî-i ef’âlini
buna kıyâs eyle ilh…

5. Ben her bir cem´iyyette nâle edici oldum. Kötü halliler ile, iyi hallilerin esi oldu.
"Kötü halliler”den murâd, Hak´dan ve hallerinin sonundan gâfil olan nefsânî ve cismanî
kimselerdir. “İyi hallerlilerden” murâd dahi, Hakk’dan âgâh hallerinin sonunu idrâk eden
kimselerdir.
İnsân-ı kâmil, Hakk´ın bilcümle sıfât ve esmâsını câmi’ oldugundan, bütün gâfil ve câhil ve
âgâh olan efrâd-ı beser ile, onların isti´dâd mahzarlarına göre musâhabet edip, onları üslûb-ı
hakîmâne ile terbiye buyurur.
Beyt-i serîfde kötü hallilerin evvelâ zikrindeki incelik budur ki (Asr, 100/2,3) ya´nî "insan
cinsi elbette ziyân ve hüsran içindedir. Ancak îmân edenler ve iyi amel yapanlar müstesnâdır”
âyet-i kerîmesi mûcibince, bu cismâniyyet âlemine gelen her bir insan, evvelen gaflete ve
nefsâniyyete müteveccih olur ve bu sûretle hüsrân ve ziyân içinde bulunur. Sonra hidâyet-i
ezeliyye sâhibi olanlar, Peygamber´in ve onun vârisleri olan kâmillerin da´vetlerini ve
nasîhatlerini kabûl edip iyi haller tahsîl ederek, bu hüsranda bulunan zümreden ayrılırlar. _nsân-ı
kâmil böyle, birbirlerine zıt duygulu olan kimselerin meclisinde söz söyledigi gibi, ney dahi, saz
olmak i´tibâriyle hem ehl-i fıskın ve hem de Hak âsıklarının meclisinde nagme-sâz olur; ve
nagmeleriyle her iki tarafın duygularını tesdîd eder. Ve kezâ insân-ı kâmil dahi Hakk´a da´vet
ettikçe, sakâvet-i ezeliyye ashâbının inkârları siddetlenir ve hidâyet-i ezeliyye ashâbının Hakk´a
olan ask ve istiyâkları kuvvet bulur. Hz. Pîr, Fîhi Mâ Fîh’lerinin 9. faslında bu ma´nâ hakkında
söyle buyurlar:"Hak Teâlâ enbiyâ ve evliyâyı, cesîm ve berrak sular gibi irsâl ve câri kıldı.
Küçük ve boyalı bulanık sular, onların içine akıp dâhil olunca, kendi bulanıklarından ve ârizî
olan renklerden kurtulurlar. Binâenaleyh kendisini sâfi görünce "Ben mukaddemâ böyle sâf
idim" diye evvelki hâlini tezekkür eder; ve o bulanıklıkların ve renklerin ârızî oldugunu yakînen
bilir ve be avârızdan, evvelki hâli hatırlayıp: (Bakara, 2/25) ya´nî “Bu evvelce merzûk oldugumuz
seydir” âyet-i kerîmesini okur. _mdi enbiyâ ve evliyâ, ona evvelki hâli müzekkir olurlar; yoksa
onun cevherine yeni bir sey koymazlar. Simdi…O bulanık sulardan ba´zıları, o sâfî olan cesîm
suyu tanıdı, “Ben ondanım, o bendendir” diye ihtilât etti; ve ba´zıları bu büyük ve sâfî suyu
tanımadı ve onu, kendinin ve cinsinin gayri görüp, deryâya karısmamak ve bu ihtilâtdan tebâud
etmek için, renklere ve bulanıklıklara ilticâ etti ilh..."

6. Her bir kimse, kendi zannı cihetinden benim yârim oldu. Benim bâtınımdan esrârını istemedi.
İnsân-ı kâmilin bâtının esrârını müsâhede etmek, ancak rûh gözüyle mümkündür. Rûh gözünün
açılması ise ,bir insân-ı kâmilin terbiyesi altında, insân-ı kâmil oluncaya kadar ,siddetli
mücâhedât ve riyâzât ile mesgûl olmaya mütevakkıfdır. Halbuki herkesin buna tahammülü
olmadıgı için, sözden ve amelden, kemâli tahsil etmek isterler. Ve insân-ı kâmili dinleyen her bir
sâir ve her bir âlim-i zâhirî ve her bir sûfî, o insân-ı kâmilin sözlerine bakıp, onu da kendi
cinsinden ve kendi sınıfından bir sâir ve bir âlim ve bir sûfî zannefer. Nitekim Hz. Pîr Fîhi Mâ
Fîh‘lerinin 27. faslında söyle buyururlar: “Seyhu’l-_slâm Tirmîzî der idi ki, Seyyid Burhâneddîn,
hakîkate müteallık sözleri güzel söyüyor ; zîrâ mesâyihin kitaplarını ve onların makâlât ve
esrârını mütâlaa etmistir. Birisi dedi ki: Nihâyet sen dahi mütâlaa ediyorsun, niçin onun gibi söz
söyliyemiyorsun? Ona cevâben dedi: Onun bir derdi ve mücâhedesi ve ameli vardır. O kimse
dahi: O halde niçin onu söylemiyor ve yâd etmiyorsun da , yalnız mütâlaadan bahs ediyorsun; asl
olan odur; biz onu söylüyoruz, sen dahi ondan bahs et!"
Yâ’nî “ Cism-i serîfî “ney”e müsâbih olan Hz. Mevlânâ buyurur ki: Benim ile musâhabet
eden her bir kimse, sözlerime ve zâhirime bakıp, beni de kendi yâri ve kendi cinsi zannetti. Zîrâ o
kimse, nefsinin hazlarından geçip mücâhedât ve riyâzât sâyesinde, rûh gözünün açılmasını ve bu
göz ile benim bâtınımın sırlarını görmek istemedi.”

7. Benim sırrım nâlemden uzak degildir; fakat gözün ve kulagın o nûru yoktur.
“Sır” dan mûrad, rûh-i latîf-i Hz. Mevlâna olmak münâsibdir. “Nâle”den murâd, esrâr-ı
ilâhiyyeye ve hakâyık-ı rabbâniyyeye dâir olan sözlerdir. "Göz"den ve "kulak"tan murâd, cismin
his gözü ve kulagıdır.
Ya´nî "Benim halife-i _lâhî olan sırrım ve rûhum, benim sözlerimden uzak degildir; o
sözler rûhumun sesleridir ve rûhum, o sözlerde mestûrdur; fakat cismin his gözünde, benim
bâtınımı görecek ve rûhumun seslerini isitecek derecede nûr ve kuvvet yoktur."Hz. Pîr, bu
ma´nâya isâretle söyle buyururlar:
"Bu nefesden cihâna birçok ates parlar; benim fânî olan sözlerimden ne çok bakâ kaynar.
Benim zâhir olan sözlerim cismin his kulaklarına erisir; fakat câna mensûb olan na´ralarım,
hiçbir kimseye erismez."
Ma´lûm olsun ki, insân-ı kâmilin rûhu Hakk´ın halifesidîr; zîrâ rûh-i insânî ile Hak arasında
ta´rîfe sıgmayan bir ittisâl vardır. Mesnevî:
“Nâsın Rabb ´inin nâsın cânına, keyfiyyetsiz ve kıyassız bir ittisâli vardır.”
İnsân-ı nâkıs bu ittisâli, nefsin sıfatlarını hâil yaparak keser, _nsân-ı kâmil -ise nefsinin
sıfatlarından ve enâniyyetinden fânî olarak, rûhâniyyet mertebesinde sâbit oldugundan, rûhunun
Hakk´a olan bu ittisâli sebebiyle, Hak’ dan aldıgı esrârı ve ma´nâları lisân-ı zâhiri ile halka söyler.
Halk onun zâhirine bakıp, bu sözlerin, o insân-ı kâmilin suretinden sudur ettigini zannederler.
Nitekim Fihi Mâ Fîh’in 10. faslında bu ma´nâya isâreten söyle buyrulur: "Peygamberimiz
(aleyhi´s-salâtü ve´s-selâm) Efendimiz mest oldukları vakit, bî-hod bir halde söz söylerler idi.
Ya´nî "Allah Teâlâ buyurdu" derler ve nihâyet, sûretâ onun dili söyler idi.Velâkin arada kendileri
olmayıp hakîkatte söyleyen Hak idi, ilh..."
İşte Mesnevî-i Serîfte Hz. Pîr´in kelâmları da bu kabildendir.

8. Ten candan, can da tenden örtülmüs degildir; fakat bir kimseye, canı görmege izin yoktur.
Bu beyit,"Sırrın naleden uzak olmaması nasıl olur; zîrâ sır ve bâtın latifdir ve elfâz ve sadâ
ise kesîfdir" suâl-i mukadderine cevâbdır.Ya´nî, kesîf olan cisim ve latîf olan rûhdan ve rûh-i latîf
dahi cism-i kesîfden örtülmüs degildir; fakat o rûh-i latîfin zâtını ve cevherini his gözüyle
görmek için bir kimseye izin verilmistir. Zîrâ rûh âlem-i sıfâtdan ve âlem i emir ve se´nden
oldugundan, tecerrüdü hâlinde kendisinden bir fiil sâdır olmaz; fiil sâdır olmak için, âlem-i
halkdan bir kesîf âlet ve cisim lâzımdır.
Ma’lum olsun ki, rûh hakkında zâhir ve bâtın ulemâsının birçok sözleri vardır. Fakat
Mesnevî-i Serîf’den ve Hz. Seyh-i Ekber´in âsâr-ı aliyyelerinden ve Azîz Nesefî hazretlerinin
risâlelerinden anlasılan hulâsa-i ma´nâ sudur: Rûh, Hakk’ın sıfatının, yine Hakk´ın vücûd-ı
hakîkîsinin her mertebeye tenezzülünde her bir seyin isti´dâdına göre zuhûrundan ibârettir.
Cemâdda “rûh-i cemâd”, nebâtda "rûh-i nebât", hayvanda "rûh-i hayvân" ve insanda “rûh-i
insân” olur. Bu zuhûr cemâdda mahfî, nebâtda mahsüs, hayvanda zâhir ve insanda azhardır.
Binâenaleyh rûhdan hâlî hiçbir sey yoktur; fakat insan , esyâ arasında cimiyyette mükemmeldir;
ve bu hâl-i mükemmeliyete gelinceye kadar birçok merâtibden ve tabakalardan geçerek, hepsinin
hükmünü yüklenmistir.Binâenaleyh insanın cisminde rûh-i cemâdî. rûh-i nebâtî, rûh-i hayvânî ve
rûh-i insânî mündemicdir. Âlem-i tabîatta müstagrak olan “biyoloji” (ilm-i hayât) âlimlerinin
tedkîkâtı , rûh-i hayvânî dâiresine kadar çıkabilir.Buradan ilerisi onlara kapalıdır. Onlara göre
rûh, cismin hâricinde kâim olabilir bir sey degildir. Ehl-i hakîkate göre, mâdemki rûh vücûd-ı
hakîkînin sıfat-ı Hayât’ının esyâya aksi ve esyâda zuhûrudur, rûha ma’kes olan cismin vücûdu
fânî olsa bile, günesin ziyâsı gibi o akis, ma´kese aks etmeksizin kâim olabilir. Burada rûhun
bakâsı meselesi tesa´ub ederki, simdilik burada bahsimizin hâricidir. _leride, ebyâtın serhinde çok
tafsilât gelecektir.
İmdi rûh-i hayvâni, her bir cismin bünyesine göre ayrı ayrıdır ve aralarında tefrika vardır;
fakat rûh-i insânî ki, ancak rûh-i hayvânî mertebesinden terakkî eden insân-ı kâmillere
mahsûsdur, bu rûh birdir, bunlar arasında ittihad vardır. Mesnevî:
"Tefrika rûh-i hayvânîde olur. Rûh-i insanî nefs-i vâhid olur. Canların günesi, bedenler
pencerelerinin içinde müfterık oldu."
_mdi sıfat-ı Hayât vücûd-ı hakîkî-i Hakk´ın bir se´nidir ve se´ni ta’rîf etmek mümkin
degildir; ancak bir cisimde zâhir oldugu vakit his gözüyle görülür. Meselâ insanın gülmesi ve
aglaması, birer se´ndir. Bu iki hâl, cisimden zâhir olmadıkça bilinmez. Bunun için Kur´ân-ı
Kerîm´de ruh hakkında (_srâ,17/85) ya´nî "Ey Resûlüm de ki, rûh Rabb´imin emrinden ve
se´nindendir." Binâenaleyh bir kimsenin rûhunun mertebesi, ilim ve ma´rifete müteallık
sözlerinden ve ahlâkından ve ef’âlinden belli olur. Zîrâ rûh-i hayvânî mertebesinde olan
insanların ahlâkı ve ef’âline, uygundur. Hayvanlar arasında, nasıl nefislerinin hazzından dolayı
cenk ve nizâ ve kavga olur ise, bunlar da o hâl içinde olurlar.
Bu mukaddime anlasıldıktan sonra, beyt-i serîfin hulâsa-i ma´nâsı söyle olur: "Cismin bir
se´n olan câna ve cânın cisme, ta´rîfe sıgmayan bir ittisâli vardır; birbirinden örtülmüs degildirler;
fakat rûhun zâtını ve cevherini gözüyle görmek için, hiçbir kimseye izin verilmemistir.

9. Bu nâyın sesi âtestir ve hevâ degildir. Her kimde bu âtes yok ise, yok olsun.
"Ates"ten murâd, ask-ı ilâhî âtesidir; ve bu beyt-i serîf, yukarıdaki dört numaralı beyte
merbûtdur. Ya´nî, kendi aslından uzak düsen her bir kimse evvelki vuslat zamânını ister; çünkü
kendi aslının âsıkıdır; ve bu ask insân-ı kâmilde gâyet siddetle zâhir oldugundan, onun sözleri de
bastan basa bu siddetli askın âtesidir. Ve halka kendisini âlim gösterip hürmetlerini kazanmak
için kitablardan ezberlenip nefsin hevâsından sâdır olan sözler degildir, ilhâm ve vahy-i ilâhîdir.
Onun bu ilhâmî olan sözleri, kalbinde kendi aslına ulasmak askı olan kimseleri vecde getirir.
Fakat bu askdan bos ve kendisinin benliginde müstagrak olan kimselere bu atesin te´sîri olmaz.
Binâenaley her kimde aslına ulasmak askının atesi yok ise, o kimse evvelen kendi mevhum olan
varlıgından yok olsun ve kendisinin aklî ve nazarî olan bilgilerinden fânî olsun.
Ankaravî hazretleri "nist bâd" "yok olsun" sözü beddua degildir buyurur.Filhakîka insân-ı
kâmil, mahlûkat-ı ilâhiyyeden hiçbirisine inkisâr etmez; zîrâ ahlâk-ı ilâhiyye ve muhammediyye
ile mütehallıkdır. Nitekim Uhud Gazâsı’nda Resûl-i Ekrem hazretlerinin mübârek yanaklarını
yaralayıp dislerini kırdılar. O Server-i âlem, bir taraftan akan kanları siler, bir taraftan dahi ya´nî
"Yâ Rab! kavmime hidâyet et; zîrâ bilmiyorlar” buyurur idi ve bedduâ etmezdi. Ve ba´zan
onlardan bedduâ tarzında zâhir sözler, hayırlı duadır.
Nitekim Nûh (a.s.) kavmi hakkında (Nûh 71/26) ya’nî “Yâ Rab, yeryüzünde kâfirlerden
dönüp dolasan bir kimse bırakma!” buyurdu. Hz. Seyh-i Ekber, Fusûsu´l-Hikem´de Fass-ı
Nûhî’de, bunun su ma’nâda hayır-duâ oldugunu beyan buyurur: "Yâ Rab! kâfirler senin ism-i
Zâhir’nin ahkâmına müstagrak oldular ve gizli ve asikâr olarak da´vet ettigim halde, senin ism-i
Bâtın´ının ahkâmına yaklasmadılar. Sen onların cisimlerini ism-i Zâhir´inden, ism-i Bâtın´ına nakl
et ki, rûhları bu sûretle kemâl bulsun.” _ste ahlâk-ı enbiyâ ile muttasıf olan Hz. Pîr´in bu duâsı da
bedduâ degildir; ancak bir tavsiyedir.

10. Askın atesidir ki “ney” e düstü. Askın kaynayısıdır ki, meye düstü.
Bu beyt-i serif yukarıda geçen atesin tefsîridir. Ya´nî "ney"in sesi atestir dedik; bu atesten
murâdımız, ask atesidir; ve ask atesi ise kâinatı kaplamıstır. Mahlûkâtın en mükemmeli olan
insân-ı kâmilin, kalb-i serîfine düsen ask atesi oldugu gibi, cemâd nev’inden olan sûrî meyin ve
sarâbın kaynayısı da ask atesindendir. Zîrâ…. ya´nî "Ben, sıfatlarımın ve isimlerimin gizli
hazînesi idim. Bu sıfât ve esmâ âsârının zuhûruyla bilinmege muhabbet ettim; binâenaleyh
mahlûkatı bilinmem için yarattım” hadîs-i kudsîsi mûcibince, kâinatın sebeb-i zuhûru muhabbet-i
ilâhiye olmustur.Ve muhabbetin siddetlisine "ask" derler. Binâenaleyh bu muhabbet ve ask bütün
esyâya sârîdir. Nitekim Hz. Pîr Fîhi Mâ Fîh’lerinin yetmis ikinci faslında söyle buyururlar:
"Sivrisinekten file varıncaya kadar, her birinin bir matlûbu ve ma’sûku vardır. Necâset köpegin
ve yırtıcının matlûb ve gıdâsıdır. Asksız hayât muhaldir. Nitekim Sadr-ı _slâm buyurdu ki, her
kim ben âsık degilim bir seyi sevmem derse, kalkıp onun burnunu kesiniz ve gözünü çıkarınız;
eger bagırırsa, deyiniz ki: Bizim ma´sûktan murâdımız, iftirâkı, feryâda bâis olan seydir, iste anbardan
bir avuç ve kitabdan bir yaprak kâfidir; bakîsi bu kıyâs üzeredir."
Ma´lûm olsun ki, vahdet-i mevcûda kail olan tabiat âlimleri derler ki: “Hilkatte en evvel nihâyetsiz olan fezâ içinde elastikî, dâimâ mütehavvil ve sayılması kabil olmayan gizli, ya´nî görünmez cüz’lerden mütesekkil,mütecânis ve kendi arasında maddenin atomları serpili olan esîrden baska hiçbir sey mevcûd degil idi. Hattâ belki bu atomlar da, yine esîrin tekasüf etmis mühtezz cüz’lerinden ibaret bulunuyorlar idi. Bir zaman oldu ki, bu ibtidâî atomlar muayyen mikdârda bir araya toplandılar ve bizim madde dedigimiz tabîatın ma´cûnunu teskîl ettiler."
Burada birtakım sualler vardır ki, cevâbları tabîat âlimleri indinde meçhûldür. O sualler sunlardır:
1.Fen "hiçbir sey yoktan var olmaz ve var olan sey de yok olmaz” diyor. Su halde bu esîr-i cevher-i seyyâli fezâda nereden peyda olmustur?” Cevâbı meçhûl.
2.İlm-i hikmetin atâlet kânûnu mûcibince bir maddenin harekete ve ihtizâza gelmesi için bir sebeb ve
muharrik lâzımdır; bu kimdir? Cevâbı yine mechûl.
3.Esîrin ihtizâz eden cüzleri, nihâyetsiz fezâ içinde kâmilen tekâsüf etmiyor da, niçin fezânın surasında burasında öbek öbek muntazam manzûmeler tesekkül edecek sûrette tekâsüf ediyor; ve bir intizâm-ı tâm altında bir silsile ta´kîb ediyor? Cevâbı meçhûl.
4.Bu akılsız ve irâdesiz ibtidâî atomlar nasıl muayyen mikdârda ve muntazam surette bir araya
toplanıyorlar?
Bu âlimler, bu suallerin cevâbları bizi alâkadar etmez deyip bu çıkmaz sokakta, önlerine gelen mechûlât duvarlarına baslarını çarptıktan sonra, zekâlarını ve idrâklerini tekrar âlem-i süflîye çevirirler. Fakat bu tedkîkâtlarında gizli bir hakîkatin üstüne basıp geçmis olurlar. O da budur ki: Fezâ-yı bî-nihâye ayn-i vücûd-i hakîkîdir ki, esîr denilen cevher-i seyyâl, o vücûd-i hakîkînin tenezzülâtından ve izâfâtındandır. Ve o vücûd-i hakîkînin Hayat, _lim, Semi’, Basar, _râde ve Kudret ilh... sıfatları vardır. Zîrâ hareket Hayat´tan ve intizam İlim´den ve _râde´den; ve bir seyin tekvîni ve îcâdı Kudret´ten husûle gelir fezâda zerrâtı mühtezz olan esîre vücûd ve varlık verdikten sonra, onun fevkinde, ondan daha latîf ve bu zikr olunan sıfatların sahibi bulunan bir vücudun ve varlıgın kabûlü zarurî olur. Eger tabîat âlimi bizim bu sözümüze i’tirâzen: "Ya o senin tahayyül
ettigin esîrin fevkındeki vücûd-i hakîkî-i latîf, o fezâya nereden geldi?” diyecek olursa, deriz ki: Biz vücûd-i hakîkîden bahs ediyoruz. O vücûd nereden çıktı diye sormak, evvelce o vücûdun varlıgının yoklugunu tahayyül etmek olur ve artık ona vücûd denemez, adem denir. Binâenaleyh bu suâl akl-ı selîmin degil,vehmin suâli olur; ve akl-ı selîm vücûd bahsinde burada durur; ve ancak o vücûd-i hakîkînin izâfâtına ve tenezzülâtına nazar eder. Zîrâ vücûdât-ı izâfiyyedeki silsile-i intizâm, Hayat ve İlim ve irâde ve Kudret sıfatlarının isidir. Beserdeki akıl ve zekânın vazîfesi bunları idrâk etmektir. Kör ve câhil bir tesâdüfün akıl ve zekâ-yı beserde yeri yoktur. Beserin aklı ve zekâsı , bu intizâmı gördükten sonra, o vücûd-i hakîkîde,kendi sıfatlarının ve esmâsının… bir muhabbet ve istek görür. Zîrâ bir hayat ve ilim ve irâde sâhibi,sevmedigi ve istemedigi bir isi yapmaz ve kudretini de sarf etmez. İmdi mâdemki bu esyâ muhabbet ile ve istek ile vücûd-i hakîkî tarafından ızhâ edilmistir, muhabbet ve irâde ve diger sıfatların âsârı, o vücûdun tenezzülâtında vücûdât-ı izâfiyye âlemine de sârî olmak tabîi olur. Nitekim cemâd olan anâsırın birbirini cezbi ve nebâtın kendi hayâtına lâzım olan maddeleri çekme istiyâkı ve hayvanların birbirine meyli ve
insanların birbirine olan ask ve muhabetleri, hep bu asl-ı hakîkîdeki muhabbetin sârî olmasındandır. İşte beyt-i serîfde âlem-i halkda insân-ı kâmilden, cemâdâta varıncaya kadar bu hubb-i ezelînin sâri olduguna isâret buyrulmustur.

11. Ney, bir yârinden munkatı’ olan her bir kimsenin musâhibidir. Onun perdeleri bizim perdelerimizi yırttı.
“Harîf” mahrem ve musâhib, “yârî" deki "yâ" tenkîr içindir, herhangi bir yâr demek olur; ve bundan
murâd, bir sâlikin bu keserât âleminde, kadın, evlât, mal ve mülk ve mansıb gibi sevip yâr edindigi her bir seydir; ve "bizim perdelerimiz” ta’bîriyle , Hz. Pîr, zât-ı serîflerini sâliklerin mertebelerine tenzîl edip ,onların perdelerine isâret buyururlar. Ve "perdeler”den murâd, sûrî “ney”de yegâh, asîrân, ırâk, segâh ve çârgâh isimlerinde olan yedi perdedir ki, insân-ı kâmilin suretinde dahi, nefis cihetinden, "nefs-i emâre , nefs-i levvâme, nefs-i mülhime, nefs-i mutmainne, nefs-i râziye, nefs-i merzıyye ve nefs-i safîye” isimlerinde yedi mertebe; ve rûhâniyyet ve letâif cihetinden dahi, ”kalb, rûh, sır, hafî, ahfâ, nefis ve cemî´-i cesed" isimlerindeki yedi letâif bilfiil müctemi´dir; ve sâlik ise henüz nefs-i emmâre mertebesinde olup yukarı mertebelere terakkîsi için insân-ı kâmil, onun merâtib-i nefsiyye ve rûhâniyyesine tenezzül ederek bu perdeleri birer birer yırtar. Ve sâliki birçok nefsin ve ruhun tehlikeli geçitlerinden geçirir.
Hulâsa-i ma´nâ: "Ney mesâbesinde olan insân-ı kâmil, âlem-i kesrette sevip yâr edindigi her bir
seyden soguyup, kendi aslı olan Hakk´a müteveccih bulunan her bir sâlik-i âsıkın mahremi ve
musâhibidir. Ve onun merâtib-i nefsiyye ve rûhiyyesi, sâlikin kendi aslına hicâb olan merâtib-i
nefsiyye ve rûhiyyesini yırttı ve kaldırdı.

12. Ney gibi bir zehir ve bir tiryâk kim gördü? Ney gibi bir dost ve bir müstâk kim gördü?
"Tiryâk" zehirin te´sîrini izâle eden bir ma´cûnun ismi olup panzehir demektir. "Dem-sâz" dost ve
muhib ma´nâsınadır. Ya´nî insân-ı kâmil sekâvet-i ezeliyyesi olanlar için zehirdir; zîrâ onu dogru yola
da´vet ettikçe inadı ve sekâveti ziyâde olur; ve saâdet-i ezeliyye sâhibi olup nefsin mülevvesâtına
bulasmıs ve zehirlenmis olanlar için de, tiryâkdır, panzehirdir.Ve sâlikleri Hakk´a ve hakîkate
ulastırmak için, onların dostu ve mustâkıdır.

13. Ney, kan dolu olan yolu. söylüyor;Mecnûn´un askının kıssalarını söylüyor.
Ney, ya´nî insân-ı kâmil, mehâlik ve müskilât ile dolu ve nefs-i emmârenin mezbahası olan Hak
yolundan haber veriyor; ve ask-ı ilâhîye mübtelâ olan Mecnûn´un kıssalarını ve ahvâlini beyân
ediyor. "Ask-ı Mecnûn” ta’biriyle …. ya´nî "O kadar Allah´ı zikr et ki, mecnûn desinler" hadîs-i
serifine isaret buyrulur. Zîrâ ehl-i gaflet, dâimâ Allah´dan bahs edenlere deli derler.

14. Bu aklın mahremi bî-hûsun gayri degildir; zîrâ kulaktan haska dile müsterî yoktur.
Ya´nî insân-ı kâmilin aklının mahremi, ancak onun önünde kendi aklını, dirâyetini ve fetânetini terk
etmis olan sâlikdir. O akıldan müstefîd olan ancak böyle bir sâlikdir; yoksa kendi aklım ve zekâsını ve
ilmini begenen kimse, insân-ı kâmilin aklından ve onun ilm-i ledünnîsinden istifâde edemez. Fakat
kendinden geçen sâlik, insân-ı kâmil söylerken, bastan ayaga kadar kulak olup dinler;.zîrâ insân-ı kâmilin dilinin müsterîsi ancak böyle kulak olan bir sâlikdir.

15. Günler gamımızın içinde aksam oldu; günler yanmalar ile yoldas oldu..
“Bîgah” kelimesinin müteaddid ma´nâsı vardır; burada aksam ma´nâsı münâsidir. “Sûz"
harâret ve yanma demektir. Ya´nî, bu cismâniyyet âleminde günlerimiz, ehl-i hakîkatten
ayrılık gamımızın içinde geçerek aksam oldu. Günlerimiz, ma’sûk-ı hakîkî olan Hakk´ın âtesi
askı içinde yanmalar ile yoldas oldu ve bu yanıp yakılmalar ile geçti. "Der gam-ı mâ"
"Bizim gamımızın içinde” ta’bîriyle Hz. Pîr, bu ayrılık gamını hem kâmillere ve hem
nâkıslara tesmil buyurmustur. _nsân-ı nâkısın zâhiren ve hayâlen ayrılıgı, muhtâc-ı îzâh
degildir. _nsân-ı kâmile gelince, insân-ı kâmil, her ne kadar bu cismâ niyet âleminde de
Hakk´a vâsıl ise de, onun cismi ve taayyünü Hakk´a vuslatın kemâline hicâb olur. Nitekim
Sadreddîn-i Konevî hazretleri, Hz. Mevlânâ’yı son hastalıklarında ziyârete geldi ve "Allah
Teâlâ sana acele sifâ versin” diye duâ etti. Hz. Mevlânâ buyurdu ki: "Bundan sonra -Allah
sifa versin duâsı- sizin olsun, âsık ile ma´sûk arasında bir kıl gömlekten ziyâde bir sey
kalmamıstır; nûrun nûra ulasmasını istemez misiniz?"
“Ben cisimden ve hayalden soyundum; visâlin nihâyetlerinde salınıp gezerim”(Mesnevi,
c.6/4639)

16. Ey günler gitti ise de ki: Git korku yoktur; sen kal ey o kimse ki, senin gibi pâk yoktur.
Bu beyt-i serîf insân-ı kâmil lisânındandır. “Sen kal!" hitâbı, ma´sûk-ı hakîkî olan Hakk’adır;
ve bundan murâd, sıfât ve esmân ile bu âlem-i kevnde mütecellî olarak sen kal!.
Zîrâ benim varlıgım ve geçen günlerim mevhûm ve i´tibârîdir, demek olur. Zîrâ ârifin nazarında
esyâda sıfât ve esmâsıyla zâhir olan Hakk´ın vücûd-ı hakîkîsidir; ve âlem-i kevn ve cismâniyyet
hayâldir. Nitekim Hz. Seyh-i Ekber Fusûsu´l-Hikem´ de Fass-ı Süleymânî’de söyle buyururlar:
"Kevn ancak hayâldir ve o hakîkatte Hak´dır; bunu anlayan kimse; tarîkatin sırlarını hâiz oldu. "
Ya´nî, eger bu cismâniyyet âleminin günleri böyle ayrılık gamı ve ask-ı ilâhî atesi içinde
geçip gitti ise, ey aslına iltihâka âsık olan ârif, de ki: Ey hayâlî ve i´tibârî olan günler ve vakitler
geçiniz. Sizin geçmenizden dolayı, bizim için korku yoktur. Sıfât ve esmân ile müteccellî olarak,
bizim nazarımızda sen kal, ey Zât-ı ecell ve a´lâ ki, vücûdda senin gibi pâk ve mukaddes yoktur.
(Hadîd, 57/4) Ya´nî "Nerede olursanız, o Allah Teâlâ sizinle berâberdir" âyet-i kerîmesi
mûcibince, sen her bir mevtında benim hakîkatim ve sey´iyyetim ile berâbersin.

1 7. Her kim balıgın gayridir, o sudan tok oldu; ve o kimse ki rızıksızdır , onun günü geç oldu.
Bu beyt-i serîfde üç sınıfin hâline isaret buyrulur. Birisi balık, digeri balıgın gayri ve
üçüncüsü de rızıksız olandır. "Balık"tan murâd, rûhları ma’nâ deryasında yüzen zâtlardır ki,
bunlar ehl-i askdırlar. "Balıgın gayri"nden murâd, sûretle mukayyed olan ahyâr ve ebrâr
tâifesidir ki; ahyâr tâifesi , ibâdât-ı zâhirîye ve sûrîye ve ebrâr tâifesi ise kesif ve kerâmâta ve
suver-i kesfiyyeye kanâat edip ma´nâya teveccüh etmezler. Nitekim VI. cildin nihâyetindeki
"Üç Sehzâde" kıssasında, bunların halleri îzâh olunur. Ârifler, mezâhir-i kevniyyede Hakk´ın
sıfât ve esmâ-yı bî-nihâyesi ahkâm ve âsârını görüp, âfâkda ve enfüsde olan Hakk´ın bu
tecelliyâtına doymadılar ve ma´nâ deryâsında müstagrak oldular; ve ….. ya´nî "Yâ Rab,
Sen´in hakkındaki hayretimizi ziyâde et!" derler. Cismânî ve nefsânî kimseler ise, hayât-ı
dünyeviyyelerindeki günlerini sıkıntılar ve gamlar içinde geçirdiler ve günleri uzadı. Nitekim
bu nâkıs insanların hâli de, dördüncü beyitte îzâh olundu.

18. Pismisin hâlini, çig olan hiç anlıyamaz. Binâenaleyh söz kısa gerektir vesselâm.
“Der-yâften” anlamak; "puhte" pismis ve olmus demek olup, bundan murâd, hür ve bâlig olan
insân-ı kâmildir. "Hâm" çig ve olmamıs demektir. Bundan mûrad dahi insân-ı nâkısdır. Azîz
Nesefî hazretleri Bülûg ve Hürriyyet risâlesinde buyurur : "Âlemde mevcûd olan her seyin
nihâyeti vardır ve her seyin bülûgu vardır; ve her seyin gâyesi hürriyyettir. Bu kelâm sana ancak
bir misâl ile ma’lûm olur. Bil ki, meyve agaçta tamam oldugu ve kendi nihâyetine eristigi vakit,
Arablar: "Meyve hür oldu" derler. Nihayetin alâmeti odur ki, bir sey kendi evveline vâsıl ola.
Kendi aslına vâsıl olan her sey nihâyete erisir. Bizim indimizde hiç sübhe yok ki hep Hak´dan
gelirler; ve yine Hakk´a rücû’ ederler. …….Ya´nî "Emir ondan basladı ve ona avdet eder,ilh.
“Binâenaleyh, insân-ı kâmil, kendinin mebdei olan Hakk´a vâsıl olmakka kâinât agacının pismis
ve olmus bir meyvesi olur; ve onun gayri olan insanlar dahi, henüz ham bir meyve hâlinde
bulunur. Ham meyve olmus meyvenin hâline yabancı oldugundan, insân-ı kâmilin hâlini söz ile
insân-ı nâkısa anlatmak kâbil degildir. Böyle olunca, bu bahisteki sözü kısa kesmek lâzım gelir
vesselâm.
* * *
Buraya kader 18 beyit, bu Mesnevî-i Serif’in zübdesi ve hulâsası oldugundan, eger bu
beyitler Mesnevî-i Serîf’in bahislerine tatbîkan serh edilse pek büyük bir hakâyık kitabı olur.
Dîbâcenin serhinde dahi gösterildigi vech ile Mesnevî-i Serîf’in te’lîffındeki sebeb sudur: Hz.
Mevlânâ´nın mürîdleri, Hakîm Senâî hazretlerinin _lâhî-Nâme´ sini ve Ferîdüddîn Attâr
hazretlerinin Mantıku’t Tayr’ını ve Musîbet-Nâme’sini mütâlaaya çok ragbet ederlerdi. Çelebi
Hüsâmeddin hazretler bunu görüp, Cenâb-ı Mevlânâ’ya hitaben: "Hudâvendgârım, gazelliyyât
esrârı çok oldu. _lâhî-Nâme ve Mantıktu ´t-Tayr üslûblarında bir manzûm kitâb te´lîfine inâyet
buyurulmus olsa, dostlara yâdigârı nız olur” dedi.Hz. Mevlânâ dahi "Bu fikir size gelmezden
evvel, âlem-i gaybdan böyle nazmen bir kitâb te´lîfı hâtırası kalbime ilkâ olundu" buyurup, derhal
sarıkları arasından bir kâgıt çıkararak Çelebi hazretlerinin eline verdi ki, o kâgıtta bu 18. beyt-i
serîf yazılmıs idi. Ondan sonra Hz. Mevlânâ Mesnevî-i Serîf’i takrîre basladılar.
Surası sâyân-ı dikkattir ki, bu son beyitte ”_nsân-ı kâmilin hâlini insân-ı nâkıs anlıyamaz ,
bu hususda sözü kısa kesmek lâzımdır" buyruluyor. Binâenaleyh bizim gibi nâkıs insanların bu
Mesnevî-i Serîf’i okuyup, Hz. Mevlânâ’nın ahvâl-i serîfesini beyân için yazılar yazmak, kendi
evhâm ve hayâlâtımızdan ibâret olur. Nitekim Hz. Pîr bu ma´nâ hakkına Fîh´i Mâ Fîh’ lerinin 29.
faslında söyle buyururlar: "Kâmillerde ……..(Ya’nî "Allâh´ın ahlakıyla ahlaklanınız"] ve ………
[Ya´nî "Onun isitmesi ve görmesi olurum"] sırrı zuhûr eder. Ve bu azîm makâmdır ki, bundan
kelâm-ı azîm söylemek de beyhudedir, çünkü onun azameti, “ayın” ve "zâ" ve "yâ" ve "mîm"
ya´nî "azîm" kelimesi ile anlasılmaz. Eger onun azametinden biraz zâhir olsa, ne "ayın" kalır, ne
de "ayın" harfinin mahreci ve ne "zâ" kalır, ne de "zâ" harfinin mahreci; ve ne el kalır, ne de
mevcûd; envârın leskerlerinden vücûd sehri harâb olur. Nitekim Ku’ran-ı Kerîm´de buyrulur:
……..(Neml, 27/34) Ya´nî " Pâdisâhlar bir sehre dâhil oldukda o sehri harâb ederler."
Devenin biri fâre kovuguna ayagını bastı, kovuk harâb oldu; fakat o harâblık içinde bin
hazîne çıktı.
"Harâb mevzi´de hazîne olur; ma ´mûr olan yerde köpek olur köpek!"
Vaktâki uzun uzadıya sâliklerin makâmının serhinden bahs ettik, vâsılların ahvâlinin
serhinde ne söyliyelim? Ancak onların nihâyeti vardır; fakat bunların nihâyeti yoktur. Sâliklerin
nihâyeti visâldir; vâsılların nihâyeti ne olur? O bir vasıldır ki, onun için firâk olmak mümkin
degildir. Hiçbir üzüm tekrar koruk olmaz ve hiçbir olmus meyve tekrâr ham olmaz ilh..."
Ve yine Fîhi Mâ Fîh’in 4. faslında da söyle buyururlar: "Seyyid Burhânedîn (k.s.) söz
söyler idi. Birisi dedi ki: Senin medhini filân kimseden isittim Buyurdular ki, göreyim, o falan
adam nasıl adamdır? Onun beni tanıyıp medh edecek mertebesi var mıdır? Eger o beni söz ile
tanımıs ise, su halde beni tanımamıstır. Zîrâ bu söz ve harf ve savt ve bu dudak ve agız kalmaz.
Bütün bunlar arazdır. Ve eger fiil ile tanımıs ise, yine böyledir. Ve eger benim zâtımı tanımıs ise,
o vakit bilirim ki, o benim medhimi edebilir ve o medih, benim medhim olur."
_mdi, bu 18. beyitten sonra, Hz. Pîr, insân-ı nâkısın kemâline lâzım olan vasiyyetlere
baslarlar.
19. Ey ogul, bagı kopar da, hür ol; ne vakte kadar gümüs bagında ve altın bagında olursun?
20. Eger denizi bir bardaga döker isen, ne kadar sıgar? Bir günlük kısmet!
21. Harîslerin gözünün bardagı dolmadı. Sadef, kâni’ olmadıkça inci dolmadı.
22. Her kimin libâsı bir asktan yırtıldı ise, o hırstan ve ayıbtan tamâmiyle temiz oldu.
23. Aferîn! Ey bizim lâtif, fâideli olan askımız; ey bizim bütün illetlerimizin hekîmi!
24. Ey bizim kibrimizin ve nâmûsumuzun ilâcı! Ey bizim Eflâtûn’ umuz ve Câlinos’ umuz!
25. Toprak cisim, asktan felekler üzerine gitti. Dag raksa geldi ve çâlâk oldu.
26. Ey âşık! Ask, Tûr’ un canı geldi; Tûr sarhoş ve Mûsâ bî-hûs düstü.
27. Eger ben kendi dem-sâzımın dudagı ile es ola idim, ben söylemeye lâyık olanı söyler
idim.
28. Her kim ki o bir hem-zebândan ayrı oldu; her ne kadar yüz nevâ tutar ise de, bî-nevâ
oldu.
29. Vaktâki gül gitti ve gülisten geçti, ondan sonra bülbülden sergüzest dinleyemezsin.
30. Hep ma’ sûkdur ve âsık bir perdedir; diri olan ma’ sukdur ve âsık bir ölüdür.
31. Vaktâki onun aska meyli olmaya, o, kanatsız bir kus gibi kaldı; vay ona!
32. Eger önde ve arkada, yârimin nûru olmasa, ben öne ve arkaya nasıl akıl tutarım?
33. Ask bu sözün dısarıya çıkmasını ister; âyine gammâz olmasın! Bu nasıl olur?
34. Senin cânının âyînesi ondan dolayı gammâz degildir; zîrâ ki onun yüzünden pas ayrılmıs
degildir.

ceren
Thu 7 March 2019, 06:54 pm GMT +0200
Esselamu aleykum. Rabbim bizleri mesneviyi okuyan nefsini terbiye eden tasavvuf ehli olacak kullardan eylesin inşallah. ..