- Mesnevi-i Şerif Tercümesi IV.

Adsense kodları


Mesnevi-i Şerif Tercümesi IV.

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
armi
Wed 27 January 2010, 04:32 pm GMT +0200
Mesnevi-i Şerif Tercümesi IV.

Rahman ve Rahim Allah adiyle
Bu faydası en ulu olan en güzel konağa dördüncü göçtür. Bahçeler nasıl gök gürleyince sevinir, gözler nasıl uykuyla
uzlaşırsa bunu görünce de ariflerin gönülleri öyle neşelenir. Rubların huzuru, bedenlerin şifası bu dördüncü göçtedir. Bu
göç, tam ihlas sahiplerinin sevip istedikleri, yolcuların dileyip arzuladıkları gibidir. Gözlere nurdur, ruhlara neşe.
Devşirenlere yemişlerin en güzeli,en iyisi…Dileklerin,isteklerin en hoşu,en ulusudur. Hastayı doktoruna çeker götürür.
Aşıkı sevgilisine alır ulaştırır. Hamdolsun Allah’ya, bu dördüncü göç ihsanların en büyüğüdür; dilenen şeylerin en
nefisidir. Ülfet zamanını yeniler, mihnet çekenlerin güçlüğünü kolaylaştırır. Hak’tan uzak kalan, buna bakar okursa
açıklanmasını arttırır. Kutluluğa eren kişinin de sevincini, şükrünü çoğaltır. Hanende kadınlar kendilerini bezerler ya.. işte
bunu okuyan kişinin gönlünde de o hanendelerin göğüslerine asıp taktıkları inci, elmas ve mücevherlerden meydana
gelen sevinçten ziyade bir sevinç ve neşe hasıl olur. Bu, ilim ve amel ehline mükafattır ! Bu dördüncü göç doğmuş bir
dolunaya benzer.. Gitmişken geri gelen devlet gibidir. Umanların ümit üstüne ümitlerini arttırır durur.
Ey Hak Ziyası Hüsameddin, sen öyle bir ersin ki Mesnevi, senin nurunla ayı bile geçti, aydan bile parlak bir hale geldi.
Ey lütfu, keremi ile umulan, yüce himmetin bu Mesnevi’yi nereye çekmekte? Allah bilir.
Bu Mesnevi’nin boynunu bağlamış, bildiğin yere doğru çekmektesin.
Mesnevi, koşup gitmekte... çeken gizli. Fakat görecek gözü olmayan gafilden gizli.
5. Mesnevi’nin yazılmasına önce sen sebep olmuşsun... artar, uzarsa arttıran, uzatan yine sensin.
Madem ki sen böyle istiyorsun. Allah da böyle istiyor... Allah, takva sahiplerinin dileğini ihsan eder.
Evvelce sen, varlığını Allah’ya verdin... karşılık olarak Allah da varlığını sana verdi.
Mesnevi, sana binlerce şükretmede... ellerini kaldırıp dualar eylemede...
Allah, Mesnevi’nin diliyle, eliyle sana şükrettiğini gördü de ihsanlarda bulundu, lütuflar etti, keremini çoğalttı.
10. Çünkü Allah, şükredenin nimetini çoğaltmayı vadetmiştir.Nitekim secdenin karşılığı, Allah’ya yakın olmaktır.
Allahmız “Secde et de yaklaş” dedi... bedenlerimizin secde etmesi, canlarımızın Allah’ya yaklaşmasına sebeptir.
Mesnevi, ziyadeleşiyorsa, uzuyorsa bu yüzden ziyadeleşiyor, bu yüzden uzuyor... fazla ve büyük görünmek için değil!
Üzüm çubuğu, yazdan nasıl hoşlanırsa, onunla nasıl bağdaşmışsa biz de seninle öyle bağdaşmışız, senden öyle
hoşlanmaktayız... istiyorsan emret, çek de çekip götürelim!
Ey sabır, varlığın anahtarıdır sırrının emîri, bu kervanı güzel güzel ta hacca kadar çek, götür!
15. Hac, Allah evini ziyarettir, ev sahibini ziyaretse erliktir.
Hüsameddin, sen bir güneşsin, onun için sana ziya dedim... bu iki söz, Hüsam ve Ziya, senin vasıflarındır.
Bu Hüsam ve Ziya birdir... şüphe yok ki güneşin kılıcı ziyadandır.
Nur, ayındır, bu ziya da güneşin... Kuran’ı oku da bak!
Babacığım, Kuran güneşe ziya dedi, aya da nur... hele bak da gör!
20. Güneş, aydan daha üstündür ya... Şu halde Ziya’yı da mertebe bakımından nurdan üstün bil!
Hiç kimse gidilecek yolu ay ışığıyla görmedi de güneş doğunca yol meydana çıktı, göründü.
Güneş, alınacak, satılacak şeyleri güzelce gösterdi de bu yüzden pazarlar gündüzleri kuruldu.
Kalp akçeyle sağlam akçe iyice ayırdedilsin, kimse hileye kapılmasın, aldanmasın diye.
Güneşin nuru yeryüzüne adamakıllı vurdu, alışveriş edenler için âlemlere rahmet kesildi.
25. Fakat bu, kalpazanların istemedikleri bir şeydir. Onlara pek ağır gelir bu iş... çünkü güneşin nuru, onların işine kesat
verir, kalp akçeleri görünür, fark edilir de geçmez olur?
Kalp akçe, sarrafın can düşmanıdır... yoksula köpekten başkası düşman olur mu?
Peygamberler, düşmanlarla savaşırlar... melekler de “Yarabbi, sen koru!” diye dua ederler.
Allah’nın pek nurlu olan bu kandili hırsızların üflemesinden, onların nefesinden uzak tut!
Hırsız ve kalpazan, nura düşmandır vesselâm...ey feryada yetişen Allah, sen feryadımıza yetiş!

30. Hüsameddin, bu dördüncü deftere nurlar saç! Çünkü güneş de dördüncü kat gökten doğar, âlemi nurlara gark eder.
Sen de bu dördüncü defterle âlemlere güneş gibi nurlar saç da şehirlerle ülkelere parlarsın, her tarafı nura gark etsin!
Bu kitap, masal diyene masaldır... fakat bu kitapta halini gören, bu kitapla kendini anlayan kişi de erdir!
Mesnevi, Nil ırmağının suyudur... Kıptiye kan görünür ama Musa kavmine kan değildir, sudur!
Bu sözün düşmanı, şimdi gözüme şöyle görünmede... Cehenneme baş aşağı düşmüş!
35. Ey Hak Ziyası, sen onun halini gördün... Hak, sana, onun işlerine karşılık verdiği cevabı gösterdi!
Gayb âlemini gören gözün, gayb âlemi gibi üstattır. Bu görüş, bu ihsan, şu âlemden eksik olmasın!
Bizim halimiz olan şu hikâyeyi burada tamamlarsan yakışır.
Adam olmayanları, adam olanların hatırı için bırak; hikâyeyi bitir, hikâyeye son ver!
Hikâye üçüncü cilt de tamamlanmadıysa işte dördüncü cilt... onu, burada düzene koy, tamamla!
Âşıkın ,bekçiden kaçıp bilmediği bir bağa girmesi sevgilisini orada bulması ve neşesinden bekçiye hayır duada
bulunması,’’öyle şeyler oluverir ki siz,onlardan hoşlanmazsınız,halbuki o,sizin için hayırlıdır’’ âyetini okuması
40. O adamın, bekçiden korkup bağa at sürdüğünü anlatıyorduk.
O adamın âşık olup bu dertle tam sekiz yıl yanıp yakıldığı güzel de meğerse o bağdaymış!
Âşık o sevgilinin gölgesini bile görmeye imkân bulamıyordu. Ancak Zümrüdüanka’yı duyar gibi onun da vasfını
işitmekteydi.
Kazara nasılsa onu, bir kerecik görmüştü, o ilk görüşte ona vurulmuş, ona gönül vermiş gitmişti.
Ondan sonra ne kadar çalıştı çabaladıysa o sert huylu dilber, bir türlü mecâl vermemiş, bir türlü kendisini göstermemişti.
45. Ne yalvarmanın bir çaresi olmuştu, ne mal, mülk vermenin... o fidan sevgilinin gözü toktu, tamahı yoktu!
Allah, her hüner ve sanata, her dilenen ve istenen şeye âşık olan kişinin dudağını, ilk önce o şeye dokundurur, ona
lezzeti tattırır...
Ondan sonra âşıklar, o lezzetle, dileklerini aramaya koyuldular mı her gün önlerine bir tuzak çıkarır, ayaklarına bir bağ
vurur!
Aramayıp taramaya giriştiler mi “hele nikâh parasını getir bakalım” diye kapıyı kapar.
Âşıklar da, o ümitle döner dolaşır, koşarlar... Her an ricaya düşerler, her an ümitsizliğe kapılırlar.
50. Herkesin, bir şey elde edeceğim diye bir ümidi vardır... nihayet bir gün olur, ona bir kapı da açarlar.
Açarlar ama hemencecik yine o kapıyı örterler. O kapıya tapan, oraya ümit bağlayan kişi de ümitlenir, o ümitle ateş
kesilir, işe girişir!
O genç de hoş bir halde o bağa girince ansızın ayağı defineye batıverdi!
Allah bekçiyi sebep etti... bekçi korkusundan geceleyin koşa koşa bağa girdi, sığındı da,
Bağdan geçen ırmağa yüzüğünü düşürmüş olan sevgilisinin elinde bir fener, yüzüğünü aramakta olduğunu gördü.
55. O anda neşesinden Allah’ya şükürler ederek bekçiye hayır dualarda bulunmaya başladı:
“Bekçiden huylanıp kaçtım, ziyanlara girdim, ama yarabbi, sen onun yirmi misli altın ve gümüşü onun başına saç!
Onu, kötü kişilerin şerrinden kurtar... ben nasıl neşelendiysem onu da sen neşelendir!
Onu bu âlemde de mesut et, o âlemde de... Onu kötülükten, köpeklikten kurtar!
Allah’m, gerçi o kötü kişinin huyu daima halkın belasını istemektir. ( ama yine sen onu koru).
60. Kötü kişi, padişah, Müslümanları suçlu buldu diye bir haber duydu mu semirir, neşelenir...
Yok... eğer padişah, merhamet etti, o cezayı cömertliğiyle Müslümanlardan bağışladı diye bir söz duysa,
Bu söz yüzünden canı sıkılır, yaslara düşer... kötü kişide daha buna benzer yüzlerce yomsuzluklar vardır.
Fakat o âşık, kötü bekçiye hayır dualar edip duruyordu. Çünkü rahata onun yüzünden kavuşmuştu.
Bekçi herkese zehirdi, fakat ona panzehir!Bekçi, onun sevgilisine kavuşmasına sebep olmuştu.
65. Görüyorsun ya, dünyada mutlak olarak kötü bir şey yoktur. Kötü, buna nispetle kötüdür. Sonra şunu da bil ki,
Âlemde hiçbir zehir, yahut şeker yoktur ki birine ayak, öbürüne ayakkabı olmasın!
Evet... birine ayak olur, öbürüne bukağı. Birisine zehirdir, öbürüne şeker gibi tatlı!
Yılanın zehiri, yılana hayattır, insanaysa ölüm!
Deniz mahlûklarına deniz, bağ, bahçe gibidir...fakat karada yaşayanlara ölümdür, dağdır!
70. Ey iş eri, bu nispeti birden tuttur da böylece bine kadar saya dur!
Zeyd, birisine göre şeytandır, öbürüneyse sultan!
O, zeyd pek yüce bir kişidir der... bu zeyd gebertilecek bir kâfirdir der!
Zeyd, bir adamdır ama ona öyledir, bunaysa baştanbaşa zahmettir, ziyandır!
Eğer onun, sana göre de şeker hâline gelmesini istiyorsan var, onu aşıklarının gözüyle gör!

75. O güzele kendi gözünle bakma... isteneni isteyenlerin gözüyle gör!
Kendi gözünü yum..gözünün yerine, ona aşık olanlardan ariyet bir göz edin...
Hattâ âriyet olarak ondan bir göz, bir görüş, al da onun yüzüne, onun gözüyle bak!
Bak da bıkmadan, usanmadan emin ol. İşte ululuk ıssı peygamber, bunun için “Kim kendini Allah’ya verirse Allah,
kendisini ona verir” dedi...
“Onun gözü de ben olurum, eli de, gönlü de... bu suretle devleti, bahtsızlıktan kurtulur” buyurdu.
80. Ne olursa olsun, kötü ve istenmeyen bir şey bile olsa değil mi ki sana kılavuzluk etti,sevgiline ulaştırdı, sevimlidir,
dosttur!
Vâza başladı mı zâlimlere,taş yüreklilere ve itikatsızlara dua eden vaiz
Bir vaiz vardı... mimbere çıktı mı yol kesenlere duaya başlar,
Ellerini kaldırıp “Yarabbi, kötülere, fesatçılara, isyancılara merhamet et!
Hayır sahipleriyle alay edenlerin hepsine, bütün kâfir gönüllülere, kiliselerde bulunanlara merhamette bulun” derdi.
Temiz kişilere hiç dua etmez, kötülerden başkasına duada bulunmazdı.
85. Ona “Hiç böyle bir âdet görmedik... sapıklara dua etmek mürüvvet değildir” dediler.
Dedi ki: “ Ben onlardan iyilik gördüm... bu yüzden onlara dua etmeyi âdet edindim.
O kadar kötülükte bulundular, o derece zulüm ve cevir ettiler ki nihayet beni şerden kurtardılar, hayra ulaştırdılar.
Ne vakit dünyaya yöneldimse onlardan eziyetler gördüm, meşakkatler çektim, dayaklar yedim.
Bu yüzden de iyilik tarafına kaçardım... beni o kurtlar yola getirirlerdi.
90. Benim iyiliğime sebep oldular... ey aklı başında adam, bu yüzden onlara dua etmek, boynumun borcudur benim!”
Kul dertten, elemden Allah’ya sızlanır, uğradığı zahmetten yüzlerce şikayette bulunur.
Allah da der ki: Gördün ya, nihayet dert ve zahmet, seni, bana yalvarır bir hale getirdi, seni doğrulttu,
Sen, seni yolundan alıkoyandan, bizim kapımızdan uzaklaştırıp kovandan şikayette bulun!
Hakikatte her düşman senin ilâcındır... sana kimyadır, seni faydalandırır, gönlünü alır senin!
95. Çünkü ondan kaçar, halvet bucaklarına sığınır, Allah lutfundan yardım dilersin.
Dostlarınsa hakikatte düşmanlarındır; onlar seni Allah tapısından uzaklaştırır, seni meşgul ederler!
Bir hayvan vardır ki adına porsuk derler... dayak yedikçe şişmanlar, semirir, semirir.
Ona sopayı vurdukça iyileşir. Sopa vuruldukça semirir, büyür...
İşte müminin canı da hakikatten bir porsuktur, o da zahmet ve meşakkatlerle kuvvetlenir, semirir.
100. Bu yüzden peygamberler eziyetlere, zahmetlere uğradılar... onların çektikleri meşakkat, bütün cihan halkının çektiği
meşakkatten daha üstündü, daha artıktı!
Çünkü canları da, bütün canlardan daha büyük, daha üstündü... onun için de onların uğradıkları belâya başka bir taife
uğramadı.
Deri, ilâçlarla belâlara uğrar da Taif derisi güzel bir hale girer.
Yoksa ona o acı ve keskin ilaçlar sürülmeseydi pis pis kokar, berbat bir hale gelirdi!
İnsanı da tabaklanmamış deri say... rutubetten nem kapar, çirkin bir hale gelir, ağır ağır kokar!
105. Sen, ona acı ve keskin ilâçları fazlaca ver de temizlensin, lâtif bir hale gelsin, semirsin!
Buna kudretin yoksa senin dileğin olmaksızın Allah bir zahmet verirse ona sabret, ona razı ol!
Çünkü dosttan gelen belâ, sizi temizler... onun bilgisi, sizin tedbirlerinizden üstündür!
Bir adam, belâda sâfa görürse belâ,tatlılaşır... hasta iyileştiğini görünce ilâç, kendisine hoş gelir.
Mat olduğu halde kazandığını görür de “ Ey sözlerine, özlerine inanılır kişiler, beni öldürün!” der.
110. Bu kötü kişi de başkasına fayda verdi ama kendi hakkında merdut bir adam kesildi.
İmandan gelen merhamet, ondan alındı... Şeytan sıfatı olan kin, ona çattı, sataştı!
Hiddetin, kinin yapılıp düzüldüğü tezgâh oldu... bil ki kin, sapıklığın, kâfirliğin temelidir!
Birisinin İsa aleyhisselâm’dan’’ Âlemde bütün güç şeylerin en gücü nedir?’’diye sorması
Akıllı birisi, İsa’ya “Âlemde her şeyden daha sarp, daha güç nedir?’’ diye sordu.
İsa dedi ki: “Ey can, en sarp, en güç şey, Allah gazabıdır. Çünkü o gazaptan cehennem bile su gibi titrer!”
115. Adam “Peki, bu Allah gazabından nasıl aman bulmalı?” deyince İsa şöyle cevap verdi: “Kızdığın zaman kızgınlığına

uyamamak gerek!”
Kötü kişi bu kızgınlığın madenidir... onun çirkin kızgınlığı yırtıcı canavarların kızgınlığını da geçer!
O hünersiz kişi, kızgınlıktan vazgeçmekten başka Allah’dan ne rahmet umabilir ki?
Gerçi bunların âlemde bulunmamasına imkân yok; bunlar da lâzım bu dünyaya... fakat bu sözü söylemek, onları
büsbütün sapıklığa atmaktır!
Dünyada çare yok, sidik de bulunur; bulunur ama arı duru su değildir ya!
Aşığın kötülük etmek istemesi,sevgilinin ona bağırması
120. O ahmak adam, sevgilisini yapayalnız görünce hemencecik kucaklamaya, öpmeye kalkıştı.
O güzel, “Küstahlık etme, edepsizliğin lüzumu yok, aklını başına al” diye heybetle bir bağırdı.
Aşık “Burası ıssız, halk yok... su ortada, benim gibi de bir susuz!
Burada rüzgârdan başka kımıldayan yok... kim var, kim bu açılıp saçılmamıza mâni olacak?” dedi.
Sevgili dedi ki: “A deli herif, meğerse sen budalaymışsın... akıllılardan bir şey duymamış, işitmemişsin!
125. Rüzgarı esiyor gördün mü bil ki burada onu bir estiren, bir harekete getiren var.
Allah sanatının dilediği gibi iş görme yelpazesi, bu rüzgarlara dokunmada, onu estirip durmada!
Bizim hükmümüzde olan ehemmiyetsiz ve cüz’i bir rüzgâr bile yelpazeyi sallamadıkça esmez.
A aptal adam, bu cüz’i rüzgâr bile sen ve yelpaze olmadıkça meydana gelmez.
Dudaktaki nefes yeli de canın, bedenin emrine tabidir, onların emriyle harekete gelir.
130. Gâh o nefesle birisini över,birisine haber yollarsın... gâh birini kınar, aleyhinde bulunur, söversin!
Buna bak da öbür rüzgârların hallerini de bil...akıllılar cüz’de küllü görürler.
Allah, rüzgârı gah bahar rüzgârı yapar, gâh kışın onu, bu güzellikten soyar, ayırır.
Ad kavmine kasırga halinde getirir, Hud Peygambere ise aynı rüzgârı güzel kokulu bir halde estirir.
Bir rüzgârı zehirli sam yeli haline sokar; sabah rüzgârını da gelişi kutlu bir hale kor.
135. Her türlü yeli onunla mukayese edesin diye sana da bir nefes yeli verdi.
Lûtuf ve kahır yeli olmadıkça söz olmaz... söz, bir bölük halka baldır, bir bölüğüne zehir!
Yelpaze, birisini serinlendirmek için sallanır... fakat sivrisineklerle kara sinekleri de kahretmek içindir!
Artık Allah takdirinin yelpazesi, neden mihnetlerle, belâlarla dolu olmasın?
Mademki cüz’i olan nefes rüzgârı, yahut yelpazenin çıkardığı yel bile ya bir şeyi bozmak, ya bir şeyi düzene koymak için
esmekte...
140. Bu şimal rüzgârı, bu seher ve bu batı yeli nasıl olurda lûtuftan, ihsandan uzak olur?
Bir avuç buğdayı gördün mü ambarı düşün, ambarı gör... anla ki ambardakiler de hep böyle.
Gökyüzünün rüzgâr burcundan kopup gelen bütün rüzgârlar da o rüzgarı koparanın yelpazesi olmasa nasıl eser?
Ekinciler, ekin devşirme zamanı harman başında Allah’dan rüzgar istemezler mi?
İsterler... buğdaydan samanı ayırmak, buğdayı ambara koymak, yahut kuyulara gömmek için rüzgâr isterler.
145. Rüzgâr gecikti mi hepsinin de Allah’ya yalvarmaya başladığını görürsün.
Doğum zamanı da böyledir... o doğum yeli, o doğum sancısı gelmezse eyvahlar olsun, aman yarabbi seslerini duymaya
başlarsın.
Rüzgârı onun gönderdiğini bilmeseler yalvarmanın manası mı kalır?
Yelkenli gemiye binenler de rüzgâr dilerler, Allah’dan bir uygun yel isterler.
Diş ağrısı da yelden olursa yana yakıla tamam bir itikatla Allah’dan o yelin yatışmasını dilersin.
150. Askerler de yalvarıp yakarırlar, Allah’dan, “Ey muradımızı veren Rabbim, sen bize bir zafer rüzgârı ver” diye dua
ederler.
Doğum gecikince, gebenin yakınları, her azizden muska isterler.
Hepsi de adamakıllı bilir ki rüzgârı, Âlemlerin Rabbi Allah göndermekte.
Zaten her bilen kişi, aklen bilir ki hareket edenin bir hareket ettiricisi vardır.
Sen onu gözünle görmüyorsan eserleri görünüyor ya... onlara bak da anla!
155. Beden de canla hareket eder: fakat canı görmezsin.Görmezsin ama tenin hareketine bak da canı anla!
Aşık, “Edebe riayet bakımından aptal bile olsam vefada, istekte akıllıyım, anlayışlıyım” dedi.
Sevgili dedi ki: “Eğer şu görünen hareket, edebe riayetse artık ötesini sen daha iyi bilirsin!
* Edep buysa o gömülü olan, o henüz görünmeyen huyların, mutlaka bundan beter olacak... bunu iyice anladık, bildik!
*Bu testiden ne sızmışsa bundan sonra da şüphe yok, aynı şey, aynı tarzda sızıp duracak!
Karısını bir yabancıyla yakalıyan sofi
Sofinin biri, bir gün eve geldi... evin bir kapısı vardı, karısı da bir kunduracıyla içerdeydi.
Kadın, nefsinin hilelerine uymuş, kunduracıya kul köle kesilmiş, odada adamla buluşmuştu.

160. Sofi, kuşluk çağı kapıyı sıkıca döver dövmez ikisi de şaşırdılar... ne bir hileye başvurmaya imkân vardı, ne kaçıp
kurtulacak bir yol!
Sofinin, o zamanda dükkânı bırakıp eve gelmesi hiç âdeti değildi.
Karısından bir şeyler sezinlenmiş, şüpheye düşmüş, bu yüzden o gün mahsus vakitsiz gelmişti.
Kadınınsa onun, hiçbir defa işini bırakıp o zamanda eve gelmeyeceğine itimadı vardı.
Fakat nasılsa bu fikri doğru çıkmadı... Allah suçları örter... örter ama cezasını da verir!
165. Kötülükte bulundun mu kork, emin olma, çünkü yaptığın kötülük bir tohumdur, Allah, onu mutlaka bitirir!
Birkaç kere, belki yaptığına pişman olur, utanırsın diye örter, gizler.
O müminler ulusu Ömer, halifeliği zamanında bir hırsızı cellada teslim etti.
Hırsız, ey ülkenin beyi, diye bağırdı, beni öldürtme... bu, ilk suçum!
Ömer dedi ki: “Hâşâ, Allah, ilk suçta hemencecik gazaba gelip cezasını vermez.
170. Lûtfunu meydana çıkarmak için defalarca örter de sonradan adaletini göstermek için cezalandırır;
Bu suretle bu iki sıfatının da meydana çıkmasını, lûtfunun muştucu, kahrının da korkutucu olmasını diler.”
Kadın da defalarca bu kötü işte bulunmuştu da kolaycacık işi atlatmıştı... bu iş, ona kolay görünüyordu artık.
Gevşek ayaklı akıl, testinin daima ırmaktan kırılmadan sapasağlam gelemeyeceğini bilmiyordu ki!
Fakat bu sefer kaza ve kader, onu öyle bir daraltmış, münafıkı ansızın ölüm nasıl yakalarsa öyle bir sıkı yakalamıştı ki!
175. Ne yol vardır , ne yoldaş, ne de kurtulma imkânı...(münafık, böyle bir haldeyken) can alıcı melek de gelir çatar,
canına el uzatır ya!
İşte kadın da o cefa odasında dostuyla belâlara uğramış, öylece âdeta kuruyup kalmıştı !
Sofi, gönlünden, hay kâfirler hay... size kin güdüp duruyorum ama hele sabredeyim.
Şimdilik bunu bilmezlikten geleyim de herkes bu çanın sesini duymasın, diyordu.
Hak yolundaki er de size gizlice böyle kin güder... istiska hastalığı gibi kinini yavaş yavaş, azar azar belirtir.
180. İstiskaya tutulan adam buz gibi her an erir durur... fakat her an, kendisini daha iyiceyim sanır!
Hani, “sırtlan nerede? Burada yok yahu” diye aranırlar da sırtlan bu söze inanır, bu suretle tutulur, avlanır ya!
Kadının evinde de gizlenecek bir yer; bir tümsek, bir aralık, yukarıya çıkacak bir yol yoktu.
Ne bir tandır vardı, oynaşını oraya gizlesin... ne bir çuval vardı, perde gibi önüne gersin!
Evin içi kıyamet günü arasat meydanı gibi dümdüzdü... ne bir çukur vardı, ne bir tepe, ne de kaçacak bir yer!
185. Allah bu kıyamet gününü anlatırken mahşer meydanı için “Orada bir çukur, bir tümsek göremezsin” demiştir.
Kadının hileye sapıp sevgilisine çarşaf giydirmesi ve Allah’nın ‘’Sizin hileniz pek büyüktür’’ dediği gibi kocasınıkandırmak
için bahanelere başvurması
Kadın, hemen çarşafını oynaşının üstüne attı, erkeği kadın şekline sokup kapıyı açtı.
Çarşafın altında adam, apaçık rüsvay olmuş, görünüp durmaktaydı... adeta merdiven üstünde bir deveye benziyordu.
Kadın oynaşı için kocasına dedi ki: “Şehir büyüklerinden birinin karısı... malı var, devleti var, pek zengin!
Yabancı birisi, cahilcesine gelmesin diye kapıyı kapadım.”
190. Sofi, âlâ dedi... ne hizmeti var,hele söyle de minnetsizce, seve seve yapayım.
Karısı dedi ki: “Bize akraba olmak istiyor... iyi bir kadın ama içini Allah bilir artık.
Kızı görmek istiyordu ama tesadüf bu ya, kız da mektepte.
Fakat ister un olsun, ister kepek... onu canla gönülle gelinliğe kabul ederim dedi.
Öyle bir oğlu var ki şehirde misli yok... güzel, anlayışlı, çevik, hem de iyi bir geçimi var.”
195. Sofi dedi ki: “İyi ama biz yoksuluz, perişanız... bu kadının ailesiyse mallı, mülklü kişiler.
Nasıl olurda bize eşit olabilir? Kapının bir kanadı tahtadan, öbürü fildişinden... böyle şey olur mu hiç?
Nikâhta iki çiftin birbirine eşit ve denk olması lâzım... yoksa iş bozulur, geçim olmaz!”
Kadının,o çeyiz kaydında değil,istediği şey kapalı ve namuslu olmasından ibaret demesi,sofinin de bunu gizli tut demesi
Kadın dedi ki:’’ Ben de bu özrü söyledim, ama o, “Çeyiz filan arayanlardan değilim...
Biz mala, altına doymuş, imtilâ olmuş, usanmışız... halk gibi hırs sahibi değiliz, mal ve para toplama düşüncesi yok bizde.

200. Bizim istediğimiz şey, yalnız kapalı, temiz ve namuslu oluşudur. Zaten iki âlemde de kurtuluş, bununla olur.”dedi.
Sofi, yine yoksulluk özrünü ortaya koydu; bunu gizli kalmasın diye tekrar tekrar anlattı.
Kadın dedi ki: “Ben de bunu tekrarladım, çeyizimizin olmadığını iyice anlattım.
Fakat onun inanışı dağdan da sağlam... yüzlerce yoksulluktan bile şikâyet etmiyor.
Benim istediğim şey namustur, sizden dilediğim doğruluktur, himmettir deyip duruyor.”
205. Sofi dedi ki: “Zaten çeyizimizi, malımızı gördü... gizli aşikâr başka neyimiz varsa onları da hep görür.
İşte daracık bir evimiz, bir kişi sığacak kadar bir yerimiz var... öyle dar ki orada bir iğne bile gizlenemez.
Temizliğe, kapalılığa, namuslu oluşa gelince: o, bunu zaten bilir!
Kapalılığını, örtülü ve namuslu oluşunu o, önünde de, sonunda da, başında da, nihayetinde de bizden daha iyi bilir,
bizden daha iyi görür.
Zaten kızımızın çeyizi çimeni, aşçısı, işçisi olmadığı meydanda... iyi ve namuslu oluşuna gelince: o, bunu zaten bilir.
210. Kızın namuslu olduğunu babanın anlatması şart değil ya... nasıl olduğu esasen onca aydın gün gibi meydandadır’’.
Senin de yanlışın meydana çıktı, rezil rüsvay oldun... bari az söyle; bu hikâyeyi onun için anlattım.
A dâvada ayak direyip duran, senin anlayışın, hüküm çıkarışın da bundan ibaret işte!
Sen de sofinin karısı gibi hainsin, kötülükte hile tuzağını kurmuşsun!
Bu suretle her yüzü yunmadık pis kişiye temizliğini anlatır durursun... kendinden utanır da Allah’dan utanmazsın!
Allah’ya ‘’duyar,görür’’ demekteki maksat
215. Allah, her şeyi görür, bu görüş de daima seni korkutsun diye kendisine “gören”dedi.
Kötü sözlerden dudağını yumasın diye de kendisini “duyan diye anlattı.
Korkasın da bir fesat düşünmeyesin diye “bilen”adını takındı.
Fakat bunlar, meselâ zenciye kâfur adının verildiği gibi Allah’ya konmuş adlar değildir.
Allah ismi, sıfattan türeme, sıfattan meydana gelmedir, Allah sıfatlarıysa kadimdir, evveli yoktur. İlleti Ûlâ misali gibi batıl
ve saçma değildir.
220. Öyle olmasaydı sağıra duyan, köre aydın adlarının verilmesi gibi alay olur, maskaralık olurdu.
Tanınma için konan ad, meselâ terbiyesiz ve utanmaz birisine mahcup, yahut kara ve çirkin birisine güzel diye
konuvermiş bir addır.
Yeni doğmuş çocukcağıza hacı, yahut da soyunda var diye gazi adını koymaktır.
Bu lâkapları, övmek için söylerlerse övülende bu sıfatlar yoksa övüş, doğru olmaz ki.
Ya alaya almaktır, yahut da öven delidir. Allah ise zalimlerin söylediklerinden beridir, paktır.
225. Ben seninle buluşmadan önce de biliyordum: Güzel yüzlüsün ama kötü huylusun sen!
Ben seni görmeden de inatçı bir adam olduğunu, kötülükte ayak diremiş, kötülüğe alışmış bulunduğunu biliyordum.
Gözüm kızarırsa, az görsem bile yine o illete tutulduğumu bilirim ya!
Sen beni çobansız bir kuzu gibi yapayalnız gördün de bekçim, gözcüm yok sandın.
Âşıklar, bakılmaması lazım gelen yere bakarlar da o yüzden dertlenirler, o dert sebebiyle de ağlarlar, inlerler.
230. O ceylanı çobansız, o esiri ucuz sanırlar.
Nihayet “Gözcüsü, bekçisi benim... az bak!” diye bir bakış okudur gelir, ciğerlerine saplanır!
Ben, bir kuzudan da, keçiden de aşağı mıyım ki ardımda gözcüm, bekçim olmasın?
Öyle bir bekçim var ki saltanat, ona yaraşır... bana nasıl bir yel esmekte? O bilir!
O yel soğuk mudur, sıcak mı? O bilen Allah, gafil değildir... bilir a kötü kişi!
235. Fakat şehvete mensup olan nefis,Hak’tan sağırdır, kördür. Ben de senin körlüğünü ta uzaktan gördüm.
Onun için sekiz yıldır hiç seni sormadım... çünkü seni bilgisizlikle kat kat dolu gördüm ben.
Külhandaki adama nasılsın diye neye sorayım? Nasıl olacak; baş aşağı bir halde işte!
Dünya külhana benzer,takva da hamama
Dünya şehveti, külhana benzer. Takva hamamı da onunla aydınlanır.
Fakat takva sahipleri bu külhanda safa ve zevk içindedirler... çünkü onlar, hamama girmiş, yunup arınmışlardır.
240. Zenginlerse hamamdakileri ısıtmak için tezek taşıyanlara benzerler.
Allah, hamam ısınsın, tavlansın diye onlara bir hırs vermiştir.
Bu külhandan vazgeç de hamama git... külhanı terk etmek, bil ki hamama girmenin ta kendisidir.
Külhanda kalan dünya şehvetine sabreden, dünyadan el etek çeken kişiye hizmetçi mesabesindedir.
Hamamda olan, yüzünden, yüzünün temizliğinden, güzelliğinden anlaşılır.
245. Külhandakiler de yüzlerindeki ve elbiselerindeki duman, is ve tozdan belli olurlar.

Yüzünü görmezsen kokusuna dikkat et... koku, her köre sopa gibidir!
Kokusunu da alamadıysan onu konuştur; yeni sözden eski sırrı anla!
Altın babası külhancı der ki: Bugün akşama kadar tam yirmi küfe tezek taşıdım.
Bunun gibi senin hırsın da, bu dünyada ateşe benzer... her alevi, yüzlerce ağız açmıştır!
250.Gerçi tezek, ateşi alevler, kuvvetlendirir ama akla göre bu altın, hiç de hoşa gitmeyen fışkıdır, tezektir.
Ateşten dem vuran güneş, yaş fışkıyı ateşe atılmaya değer bir hale getirir.
İşte bunun gibi hırs külhanı yüzlerce kıvılcımla kıvılcımlansın, alevlensin diye o taşı altın haline getiren de yine güneştir.
Mal topladım diyen ne diyor yani? Bu kadar fışkı, bu kadar tezek getirdim diyor!
Bu söz, rezilliği arttıran bir sözdür ama külhandakiler, aralarında bununla övünürler!
255. Sen akşama kadar altı küfe tezek getirdin... halbuki ben, hiç zahmet çekmeden tamam yirmi küfe tezek taşıdım,
derler.
Külhanda doğup temizlik nedir görmeyen kişiye mis koklatsın incinir, hasta olur!
Güzel koku satanların pazarında güzel kokularla mis kokusundan bayılan ve hasta düşen derici
Birisi, güzel koku satanların pazarına gelince aklı başından gitti, büzülüp yere yıkıldı.
Kerem sahibi attarlardan gelen güzel kokular, başını döndürdü, yere düştü!
O bihaber, gün ortasında yol uğrağına bir leş gibi yıkıldı, kaldı.
260. Derhal halk, başına üşüştü... Herkes lâhavle diyerek derdine derman aramaktaydı.
Birisi, eliyle kalbini yokluyor, öbürü yüzüne gülsuyu serpiyordu.
Bilmiyordu ki o alanda onun başına ne geldiyse gülsuyundan geldi.
Biri bileklerini başını ovuyor, öbürü hararetlensin diye samanlı ıslak balçık getiriyordu.
Biri ödağacıyla şekeri karıştırıp tütsülüyor, başka biri elbisesinin bir kısmını soyup üstündekileri hafifletiyordu.
265. Birisi nasıl atıyor diye nabzını yokluyor, öbürü ağzını kokluyor.
Şarap mı içti, esrar mı... yoksa afyon mu yuttu... anlamak istiyordu. Halk, onun neden bayıldığını anlayamamış, şaşırıp
kalmıştı.
Derhal akrabalarına haber verdiler, falan adam feşman yerde perişan bir halde düşüp kaldı dediler.
Neden bayıldı, ne oldu da leğeni damdan düştü? Kimse bilmiyordu!
O tabağın iriyarı, güçlü kuvvetli, bilgili anlayışlı bir erkek kardeşi vardı, hemencecik koşa koşa geldi.
270. Yenine biraz köpek pisliği almıştı, halkı yardı, feryat ederek kardeşinin başucuna geldi.
Ben neden hastalandı biliyorum, dedi... hastalık teşhis edildi, sebebi bilindi mi tedavisi kolaydır.
Sebebi bilinmezse tedavisi güçleşir... hangi ilaç iyi gelecek? Yüz türlü ihtimal vardır.
Fakat sebebi bilindi mi iş kolaylaşır. Sebeplerini bilmek, bilgisizliği giderir.
Adam kendi kendine, onun iliğine damarına kat kat köpek pisliği sinmiştir.
275. Rızkını elde etmek için her gün, akşamlara kadar pisliğe gömülmüştür, tabaklığa gark olunmuştur demişti.
Büyük Calinus da böyle demiştir: Hastaya, neye alışkınsa onu ver!
Aykırı olan şeylerden zahmet çeker; onun için hastalığının ilacını da alıştığı şeylerde ara!
Bokböceği, daima pislik taşır durur... bu yüzden de gülsuyundan bayılır.
Onun ilâcı yine köpek pisliğidir... çünkü ona alışmıştır, onunla halli hamur olmuştur.
280. “Pisler, peslerindir” âyetini oku da bu sözün önünü, sonunu anla!
Öğütçüler, pis kişiyi, ona bir kapı açılması, iyileşmesi için amberle, gülsuyu ile tedavi etmek isterler!
Fakat ey inanılır, itimat edilir kişiler, pislere temiz şeyler lâyık değildir ki!
Onlar, vahyin güzel kokusuyla eğrilmişler, sapıtmışlardır da “Siz bize uğursuzsunuz, biz, sizin yüzünüzden kötülüğe
uğradık” diye feryada başlamışlardır.
“Bu söz, bize zahmet veriyor, bu sözden hastalanıyoruz... sizin vâzınız iyi değil, bize iyi gelmiyor.

285. Eğer yine susmaz da nasihata başlarsanız derhal sizi taşlar, öldürürüz.
Biz, oyunla, abes ve saçma şeylerle semirmişiz... öğüte hiç alışmamışız!
Bizim gıdamız yalandır, asılsız lâftır, saçma sapan sözlerdir... sizin bildirdiğiniz şeyler, midemizi bozuyor.
Siz bu sözlerle hastalığımızı yüzlerce defa artırıyor... akla ilâç olarak afyon veriyorsunuz” demişlerdir.
Tabağın kardeşinin,tabağı gizlice fışkı kokusuyla tedavisi
Delikanlı, kardeşine yapacağı ilâcı kimse görmesin diye halkı uzaklaştırdı.
290.Gizli bir şeyler söyler gibi ağzını kulağına götürdü, sonra da o şeyi burnuna koydu.
Köpek pisliğini avucuna sürtmüştü... pis beynin ilâcını bu pislikle görmüştü.
Avucunu koklatır koklatmaz adam, deprenmeye başladı. Halk, bu pek mühim bir afsun dediler...
Afsunu okuyup kulağına üfürdü... adam adeta ölmüştü, afsun imdadına yetişti!
Kötü kişilerin hareketi o yandandır... zina, bakışla, göz ve kaş işaretiyle harekete gelir.
295. Kime öğüt miski fayda vermezse muhakkak o, kötü kokulara alışmıştır.
Allah, müşrikler, tâ ezelden pislik içinde doğduklarından onlara “Necis-pis” demiştir.
Pislik içinde doğan kurt, ebediyen huyundan dönmez, ambere bakmaz!
Ona nur saçısı isabet etmemiştir... o, tamamı ile cisimden ibarettir, kabuk gibi içsiz, gönülsüzdür o!
Hak nuru saçısından nasibi varsa, bu nur, ona da değmişse pisliğe düşse bile Mısır’da olduğu gibi o pislik içine gömülen
yumurtadan bir kuş meydana gelir!
300.Fakat meydana gelen kuş, evde beslenen pis tavuk cinsinden değildir, bilgi ve anlayış kuşudur.
Sen de nurdan nasipsize benziyorsun; çünkü burnunu pisliğe sokmadasın!
Ayrılığından yüzün, benzin sarardı ama sarı bir yapraksın, olmamış bir meyvesin!
Çömlek, ateşten, isten simsiyah oldu, is rengini aldı; fakat et, kartlığından öylece duruyor, hiç pişmemiş!
Seni tam sekiz yıl ayrılık ateşiyle kaynattım ama hamlığın, münafıklığın, bir zerre bile eksilmemiş!
305. Hastalıktan donmuş kalmış koruksun sen... halbuki koruklar, şimdi kuru üzüm haline geldi, sense hala hamsın!”
Âşığın hileye sapıp suçuna özür getirmesi ve niyetini gizlemeye savaşması,sevgilinin,bu hileyi de anlaması
Aşık dedi ki: “Kusuruma bakma... bakayım, bana uyacak mısın, yoksa namuslu musun diye seni sınadım.
Senin namuslu olduğunu sınamadan da biliyordum ama haber alma, gözle görmeye benzer mi ya?
Sen bir güneşsin; adın sanın meşhur olmuş, aleme yayılmış! Güneşi böyle bir tecrübeye aldımsa ne ziyanı var?
Sen bensin, ben kendimi her gün fayda da, ziyanda sınar dururum.
310. Düşmanlar, peygamberleri de sınadılar, sınadılar da onlardan mucizeler zuhur etti.
Gözümü, nurla sınadım, ey gözlerinden kötü gözler, uzak olasıca sevgili!
Bu dünya bir viraneye benzer, sense definesin... definede seni aradıysam incinme bana!
Seni küstahça sınadım... bu suretle düşmanlara da her zaman söyleyeyim;
Dilim seni anınca gözüm de gördüğüne tanık olsun!
315. Hürmet yolunu bulduysan ey ay yüzlü sevgili, işte boynumda kefen, elimde kılıç... huzuruna geldim!
Ben bu eldenim başka elden değil ... lûtfet, elimi ayağımı sen kes de beni, başkasına öldürtme!
Ayrılıktan dem vuruyorsun... dilediğini yap, fakat beni kendinden ayırma, bunu yapma!
Şimdi söz ülkesine yol aldık... fakat vakit geçti, söylemeye imkan yok!
İşin dış yüzünü söyledik, içyüzü örtülü kaldı... sağ olursak böyle kalmaz, onu da söyleriz elbet!
Sevgilinin,âşığın özrünü reddetmetsi ve hilesini yüzüne vurması
320. Sevgili, ağzını açıp şöyle cevap verdi: “Bizce senin halin gün gibi aydınlık ama sence gece!

Bu kara hileleri adalet gününde gören kişilerin önüne neye getirir, yayar dökersin ki?
Gönlündeki hilelerin, düzenlerin hepsi bizim önümüzde rüsvay olmada, hepsini de gün gibi görüp duruyoruz.
O suçu, kulumuza acır da örtersek sen neden yüzsüzlük eder, haddini aşarsın?
Babandan öğrensene... Âdem, suç işleyince hemencecik ayak çıkarılan yere geldi;
325. O gizli sırları bilen Allah’yı hazır nazır gördü de iki ayak üstüne durup suçunun affedilmesini dilemeye koyuldu.
Keder külünün ortasına geçip oturdu; hileye, bahaneye sapıp bir daldan bir dala sıçramadı.
“Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik” dedi... çünkü önünde, ardında azap meleklerini gördü.
Can gibi gizli olan azap meleklerini gördü; her birinin elindeki sopa, ta gökyüzüne kadar uzanıyordu.
Kendine gel... Süleyman’ın huzurunda karınca ol da bu sopa, seni paramparça etmesin!
330. Doğruluk durağında başka bir yerde bir an bile durma... insana kimse, gözü gibi lalalık edemez. Kör, öğütle arınıp
temizlense bile yine her an sürçer, pislenir.
Ey Adem, senin gözün var, kör değilsin... fakat kaza geldi mi göz kör olur!
Gözlü adamın, bir tesadüf neticesi kuyuya düşmesi için ömürler lazım. Fakat bu kaza, körün yoldaşıdır. Çünkü düşmek,
onun tabiatıdır, huyudur.
Kör, pisliğe düşer de bu koku nedir, kendisinden midir, yoksa bir pisliğe bulaşmış da ondan mı? Bilemez ki.
Ona birisi miskler saçsa onu da kendisinden bilir, sevgilinin lûtfundan değil!
Hasılı ey gözü açık kişi, bu iki göz, sana yüzlerce anadır, yüzlerce baba!
Hele gönül gözü yok mu? O, bu göze nispetle yetmiş kat azizdir, yetmiş derece kuvvetlidir... bu iki duygu gözü, onun
nimetiyle geçinmededir.
Yazıklar olsun ki yol kesiciler oturmuşlar, dilime yüzlerce düğüm vurmuşlardır!
340. Ayağı bağlı olan, nasıl rahvan gidebilir!Ağır bir bağdır bu... mazur gör!
Ey gönül, bu söz, kırık dökük geliyor. Bu söz incidir, Allah gayreti de değirmen.
İnci küçük ve kırık bile olsa hasta göze tutya olur.
Ey inci, kırıldığına acınma... kırılmakla parlayacak apaydın olacaksın!
Böyle o kırık dökük söylenecek... fakat Allah ganidir, sonunda onu düzgün bir hale getirir.
345. Buğday, kırıldı,ufalandıysa zayi olmadı ya... un haline geldi de dükkana girdi, ekmek oldu.
Ey âşık, senin de suçun belli oldu... artık suyu yağı bırak da kırık dökük bir hale gel!
Âdem’in has çocuklarına mahsustur bu... onlar, “Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik”derler.
Sen de hacetini arz et, lânetlenmiş yüzsüz iblis gibi delil getirmeye kalkışma! Yok eğer yüzsüzlük, İblis’in ayıbını örttüyse
sen de inada giriş, yüzsüzlükte bulun, bu yolda çalış, didin!
350. Ebucehil, Peygamber’den, kindar Oğuz Türk’ü gibi bir mucize istedi.
Fakat Allah Sıddık’ı mucize istemedi, bu yüzün sahibi zaten doğrudan başka bir şey söyleyemez ki dedi.
Sen nerede, senin gibi birisinin benliğe düşerek benim gibi bir sevgiliyi sınaması nerede?
Bir Yahudi’nin,Allah yüzünü ulu etsin Ali’ye ‘’Eğer Allah’nın korumasına güveniyorsan kendini bu yapının üstünden at’’
demesi,Müminler emîri’nin ona cevabı
Allah’yı ululamayı bilmeyen bir inatçı, bir gün Murtaza’ya dedi ki:
“Peki yüksek bir yapının damındasın... ey aklı başında olan, Allah’nın koruyacağını biliyorsun değil mi?”
355. Murtaza, evet dedi... o koruyucudur, ganidir... bizim varlığımızı, bizi ta çocukluğumuzdan adamlığımıza kadar hep o
korur, o görüp gözetir!
Yahudi, peki dedi... mademki öyledir, kendini bu damdan aşağıya at... Allah’nın koruyuculuğuna tamamı ile güven!
Kendini aşağıya at da ben de adamakıllı inandığını anlayayım, güzelim inanışını, deliliyle göreyim!
Müminler emiri ona dedi ki: sus, defol git de bu cüret yüzünden canın belaya sataşmasın!
Kulun, iptilalara düşerek Allah’yı sınaması hiç yaraşır mı?
360. A nadan, a budala, kulun ne haddi vardır ki edepsizliğe kalkışıp Allah’yı sınamaya girişsin?
Sınama Allah’ya yaraşır... O, kullarını her an sınar durur.
Bu sınamayla da içimizde gizlediğimiz inanışlarımızı bize apaçık gösterir.
Âdem, bu suçla, bu hata ile Hakk’ı sınadım dedi mi hiç?
“Padişahım, senin hilmin nereye kadardır? Onu görmek istedim” gibi bir söz söyledi mi hiç? Ah, bu mecal kimde var,
kimde?
365. Senin aklın şaşmış, pek sersemlemişsin... özrün günahından beter!

Gök kubbeyi yücelteni sınamak ha! Sen, bunu ne bilirsin ki?
A hayrı, şerri bilmeyen, sen kendini sına, başkasını değil!
Kendini sınadın mı başkalarını sınamadanvazgeçersin.
Şeker parçası olduğunu bildin mi, şeker yapılan ve satılan yere layık olduğunu da bilirsin.
370. Sınamaksızın şunu bil ki Allah, yersiz, zamansız şeker göndermez sana.
Sınamaksızın şunu bil ki eğer başsan Allah, seni ayakkabı konan yere göndermez!
Akıllı kişi, hiç değerli bir inciyi abdes hane de sidik gölcüğüne atar mı?
Anlayışlı hakim bile buğdayı saman ambarına göndermez.
Mürit, önden giden, kılavuz olan şeyhi sınamaya kalkışırsa eşektir.
375. Din yolunda onu sınamaya kalkıştın mı a hakikatten haberi olmayan, sen sınanmış olursun...
Senin cüretin, senin bilgisizliğin çırçıplak olur, aleme yayılır... yoksa o, bu araştırmayla nereden anlaşılır; nasıl meydana
çıkar?
A yiğidim, bir zerre, kalkar da dağı tartmağa girişirse terazisi parçalanır gider!
Onlarda kendi akıllarınca bir terazi düzenler de Allah erini o teraziyle tartmağa kalkarlar!
Halbuki o, akıl terazisine bile sığmaz... akıl terazisini bile kırar, parçalar!
380. Onu sınamak, ona emrine göre hükmetmek gibidir... öyle bir padişaha buyruk buyurtmaya kalkışma sakın!
Hiç ressamlar, öyle bir ressamı sınayabilir, öyle bir ressama hüküm yürütebilir mi?
Eğer ressama bir sınama belirdiyse, ressam bir sınama bilgisine sahip olsaydı onu da çizen yine o ressam değil midir?
Artık o ressamın bilgisindeki suretlere nazaran bu ressamın çizdiği suret nedir ki?
Sana bir sınama vesvesesi geldi mi onu kötü talih bil... gelip çatmış, boynunu vurmuştur!
385. Böyle bir vesveseye uğradın mı çabucacık Allah’ya dön secdeye var...
Secde yerini gözyaşlarınla ısla... ey Allah, beni bu şüpheden kurtar de!
Sınamayı diledin mi işte o zaman din mescidin keçiboynuzuyla dolu demektir!
Mescid-i Aksa ve keçi boynuzu,Davut aleyhisselâm’ın,Süleyman aleyhisselâm’dan önce o mescidi yapmaya niyetlenmesi
Davut iyiden iyi taşla Mescid-i Aksâ’yı yapmaya niyetlendi, bu niyetle daraldı, bu işe girişmeyi iyicekurdu.
Allah, “Bu işten vazgeç... bu mescidi sen yapamazsın.
390. Ey seçilmiş kişi, Mescid-i Aksâ’yı senin yapmanı biz takdir etmedik” diye kendisine vahiy etti.
Davut “Ey sırları bilen Allah, suçum nedir? Neden mescidi yapma diyorsun bana?” dedi.
Allah dedi ki: “Suçsuzsun, suçun yok ama kanlara girmişsin... mazlûmların kanlarını boynuna almışsın!
Senin sesinden sayısız halk can verdi; sayısız halk, ona av oldu! Sesin bir hayli kana girmiş, canlar yakan güzel
nağmelerin bir hayli adamı canından etmiştir!”
395. Davut dedi ki: “Senin mağlûbundum, senin sarhoşundum... elim, senin kuvvet ve kudretinlebağlıydı.
Padişah mağlûp olana acınmaz mı? Mağlûp, âdeta yok demek değil midir?
Allah buyurdu ki: Bu mağlûp, öyle bir yoktur ki vara nispetle zahiren yok olmuş değildir, iyice anlayın bunu!
Bu çeşit yok olan, kendinden geçmiş, var olanların en iyisi, en ulusu olmuştur.
O, Allah sıfatlarına nispetle yoktur... fakat hakikatte ona yoklukta bir varlık vardır.
400. Bütün ruhlar onun tedbirindedir... bütün cesetler onun hükmündedir.
Bizim lûtfumuza mağlup olan iradesiz, ihtiyarsız ve âciz kalmış değildir; o, bizim sevgimizde ihtiyar sahibi olmuştur.
Zaten ihtiyar ve iradenin sonu da budur, yani insanın mevhum irade ve ihtiyarının bu makamda yok oluşudur.
Zaten nihayet o, mevhum varlıktan mahvolmasaydı hiçbir ihtiyar ve iradeden lezzet alamaz, zevk bulamazdı.
Dünyada ister yenecek lokma olsun, ister içilecek bir şey... onun lezzeti, lezzetten kesilmesinin fer’idir. (İnsan, yediği,
içtiği şeylerin lezzetini kaybetmedikçe yiyeceği ve içeceği şeylerden lezzet alamaz. Maddi lezzetlerden kesilmedikçe
manevi lezzeti bulamaz)
405. Lezzetten geçen gerçi bütün lezzetlere aldırış etmez bir hale gelir ama hakikatte kendisi lezzet kesilir, lezzetten hiç
ayrılmaz olur!
’’Söz, ancak budur:
İnsanlarkardeştir’’ ve’’ Âlimler, tek bir insan gibidir’’ hadislerinin şerhi,bilhassa Davud ve Süleyman Peygamberlerle diğer
peygamberlerin-aleyhisselâm-birliği,birisini inkar edenin,hiçbir peygambere iman etmemiş sayılacağı.Birlik alâmeti olarak
o binlerce evden birini yıktın mı hepsinin yıkılmış ve bir duvarın bile ayakta kalmamış olacağı,Allah’nın ‘’Biz onların
arasından bir tanesini bile ayırdetmeyiz’’demesi…Âkil kişiye bir işaret yeter,zaten bu,işareti de geçti ya!

Bu iş senin zorunla, senin kuvvetinle olmayacak ama o mescidi, oğlun yapacak!
Ey hikmet sahibi, onun yaptığı senin yaptığındır... evveline evvel olmayan bir zamandan beri inananlar, birbirlerinin
aynıdır, birdir onlar!
İnananlar sayılıdır, çoktur ama iman birdir... cisimleri çoktur ama canları tektir.
İnsanda öküzün, eşeğin anlayışından ve canından başka bir akıl, başka bir can vardır.
410. O deme erişen, o makamda Allah velisi olan kişide de, insandaki candan, akıldan başka ve ayrı bir can ve akıl
vardır.
Hayvani canlarda birlik yoktur...sen bu birliği rüzgarın ruhunda arama!
Bu hayvani can, ekmek yese insani ruhun karnı doymaz; bu yük çekse o, sıkıntı çekmez!
Hattâ onun ölümüyle bu hayvani ruh, neşelenir, sevinir... insani ruhun bir şey elde ettiğini görünce de hasedinden ölür!
Kurtların, köpeklerin canı, hep ayrı ayrıdır. Bir olan Allah aslanlarının canlarıdır.
415. Canları diye cemi sırasıyla söyledim... çünkü o bir tek can, cisme nispetle yüz olur!
Gökteki bir tek güneşin bir tek nuru da ev içlerine vurunca yüzlerce nur olur ya!
Fakat ortadan duvarları kaldırdın mı hepsinin de nuru bir olur.
Evlerin temelleri kalmadı mı müminler bir tek insana döner, bu sır meydana çıkar.
Bu sözden farklar belirir, müşküller doğar... çünkü hakikatte buna benzemez bu iş ki; bu bir misaldir.
420. Aslanla yiğit bir Âdemoğlu arasında sonsuz farklar vardır.
Fakat ey hoş gün gören kişi misal getirildiği zaman aradaki birlik, yiğitlik ve canla başla oynama bakımındandır.
Çünkü o yiğit, her bakımdan aslanın misli değildir, nihayet yiğitlik bakımından aslana benzer.
Bu alemde her bakımdan bir olan bir nakış, bir suret yoktur ki sana mislini göstereyim.
Aklı, şaşkınlıktan kurtarayım diye yine nakış bir misale el atayım:
425. Geceleyin her eve bir kandil, bir mum korlar ve onun ışığıyla karanlıktan kurtulurlar ya...
O kandil, bu tene benzer, nuru da cana.Kandil, fitile, şuna buna muhtaçtır.
Bu duyguların o altı fitilli kandili, umumiyetle uykuya, yemeye, içmeye dayanır... o kandilin temeli, bunlardır.
Yiyip içmeden, yatıp uyumadan yarım nefeslik bir zaman bile yaşayamaz... fakat yiyip yatmakla da yaşayamaz!
Fitili, yağı olmadıkça bakası yoktur; fakat fitille, yağla da vefası yoktur.
430. Çünkü sebebe bağlı olan, sebepsiz meydana gelmeyen ışığı, ölümü arar durur... nasıl yaşayabilir ki aydın gün, onun
ölümüdür.
İnsanın bütün duygularının da bakası yoktur... zira mahşer günü, hepsi de yok olur gider!
Fakat atalarımızın duygu ve can ışığı, tamamı ile de ot gibi bitip ot gibi yitmez... tamamı ile fani olmamıştır.
Yalnız güneşin nurunda yıldızların nuru ve ay ışığı mahvolur ve görünmez!
Pirenin ısırmasından meydana gelen yanış, dert ve zahmet, yılan ısırınca mahvolur ya!
435. Çıplak adam arıların sokmasından kurtulmak için suya atlar ya! Arılar adamın tepesinde dolaşır dururlar... başını bir
çıkardı mı hiç affetmezler, hemen sokarlar!
Allah’yı anış sudur, zamanede şu kadının, bu erkeğin anılışı da arı!
Allah’yı anış suyuna dal, nefesini tut, sabret de eski düşüncelerden, vesveselerden kurtul!
Ondan sonra da sen, tepeden tırnağa kadar o arı duru suyun tabiatına bürünürsün...
440. Öyle bir hale gelirsin ki o kötü arı, sudan nasıl kaçar, çekinirse senden de öyle kaçar, öyle çekinir!
Sonra dilersen sudan uzaklaş... içten suyun tabiatına sahip olursun, hakikatte ondan ayrılmamış sayılırsın!
Dünyadan geçen kişiler de yok olmamışlar, fakat Allah sıfatlarına bürünmüşlerdir.
Onların sıfatları, Hak sıfatlarına karşı, güneşin karşısındaki yıldızlara dönmüştür.
A inatçı Kur’andan buna delil istiyorsan oku: “Onların hepsi huzurumuzdadır!”
445. Haklarında “Huzurumuzdadır” denenler yok olamazlar, iyi dikkat et de ruhların bakasını iyice anlayasın!
Bakadan mahcup olan ruh azaptadır, Allah’ya vasıl olan ruhsa baka aleminde hicaplardan kurtulmuş bir haldedir.

İşte bu hayvani duygu kandilinden ne murat edilmişse, bu kandilin hakikati neyse sana söyledim... kendine gel de sakın
bu hayvani duyguyla ruh arasında bir birlik tasavvur etme!
Çabuk, ruhunu, yolcuların kutlu ruhlarına ulaştır!
Yüz tane kandilin olsa ister sönsünler, ister yansınlar, değil mi ki hepsi ayrı ayrıdır... bir olamazlar!
450. İşte bu yüzden bizim ashabımız, hep savaştadır... fakat peygamberlerin birbirleriyle savaştıklarını kimsecikler
duymamıştır.
Çünkü peygamberlerin nurları güneştir; duygu ışığımızsa kandil, mum ve is!
Biri söner, öbürü gündüze kadar kalır... biri yanıp erir, öbürü parlar durur!
Hayvani can gıda ile dirilir...her iyi kötü şeyle de ölüverir!
Fakat bu kandil söndü, ortadan kalktı mı komşunun evi neden karanlık kalsın?
455. Madem ki o evin ışığı, bunun ışığı olmaksızın da duruyor... şu halde her evin duygu ışığı ayrı ayrıdır.
Bu hayvani canın misalidir... Rabbani canın değil!
Gece Hindusundan ay doğdu mu ışığı, her pencereden vurur, her tarafı aydınlatır!
O yüzlerce evin ışığını sen, bir say... çünkü ay battı mı bu evin sönüp öbürününki kalmaz.
Parlak güneş tan yerinde durdukça ışığı her eve konuk olur.
460. Fakat can güneşi battı mı bütün evlerin nuru kaybolur, gidiverir!
Bu söz nurun misalidir, misli değil... sana doğru yolu gösterir, düşmanın da yolunu vurur!
O münkir, o kötü huylu, örümcek gibi kokmuş ağlar kurar...
Tükürüğü ile nura perde gerer; fakat kendi anlayış gözünü kör eder.
Atın boynunu tutarsa murat alır, maksadına erişir... fakat ayağını yakalarsa tekmeyi yer!
465. Gemsiz ve serkeş ata pek yaklaşma... kendine aklı ve dini kılavuz et, onlara uy vesselâm!
Bu azmini sakın hor görme, ehemmiyetsiz sanma... bu yolda sabır lazım, çekilecek mihnetlere tahammül gerek!
Mescid-i Aksâ’nın binası
Süleyman, Kâbe gibi temiz, Mina gibi yüce olan o yapıya başladı.
Yapısında tekellüflerde bulundu... öbür yapılar gibi rasgele ve değersiz bir yapı değildi o!
Yapı için dağdan kesilen her taş, apaçık “Önce beni götürün” derdi.
470.Âdem’in yoğrulduğu su ve toprak gibi o yapının her kerpicinden nur parladı.
Taş, hammalsız geliyordu... o kapı, o duvarlar, âdeta canlıydı.
Allah daima der ki: Cennetin duvarları, bu duvarlar gibi cansız ve çirkin değildir.
Ten kapısı, ten duvarı gibi uyanıktır... cennet evi de diridir; çünkü padişahlar padişahına mensuptur orası!
Ağaç da cennet ehliyle konuşur, söz söyler, meyve de, akan duru sular da!
475. Çünkü cenneti aletle yapmamışlardır ki... orası amellerden, niyetlerden yapılmadır.
Bu yapı ölü sudan, ölü topraktan yapılmıştır; o yapı diri ibadetlerle kurulmuştur.
Bu aslına benzer, dağınıklıklarla doludur... o da aslı olan ilme, amele benzer!
Oradaki taht da, köşk de, taç da, elbise de cennet ehline sorular sorar, cevaplar verir!
Döşemesi, döşeyen olmaksızın döşenmiştir... o ev, süpürgesiz süpürülmüş, temizlenmiştir!
480. Gönül evine bak! Gamla tozlandı mı süpürgeci olmaksızın tövbeyle süpürülür, arınır.
O yurdun tahtı, kimse taşıyıp götürmeksizin gider yürür... kapı halkası da güzel seslerle şarkılar söyler, çalgılar çalar,
kapı da!
Gönülde de o ebediyet yurdu olan cennetin diriliği var... fakat ne fayda, dilime gelmiyor ki, söyleyemiyorum ki!
Süleyman her sabah çağı halkı irşad için mescide girdi mi,
Gah sözle, gâh nameyle, sazla gâh işle, yani rükû ederek, yahut namaz kılarak halka öğüt verirdi.
485. İşle olan öğüt, halkı daha ziyade çeker... çünkü bu öğüdü sağırların bile can kulakları duyar!
Sonra bu öğüt de emirlik vehmi de az olur... bu yüzden halka adamakıllı tesir eder!
Allah razı olsun,Osman’ın ilk halifeliğindeki hutbesi,işe öğüt veren,sözle öğüt verenden yeğdir.
Osman, halife olur olmaz hemen koşup minbere çıktı.
Ulular ulusu peygamberin minberi üç basamaktı. Ebubekir, minbere çıkınca ikinci basamağa, Ömer de zamanında İslama
ve dine saygısı dolayısıyla üçüncü basamağa oturmuştu.

490. Osman’ın devri gelince o üst basamağa çıktı, o bahtı kutlu, oraya oturdu.
Herzevekilin biri ona sordu: “İlk iki halife, Peygamberin yerine oturmadılar.
Sen nasıl oldu da onlardan üstün olmaya kalkışıyorsun? Halbuki mertebe bakımından onlardan aşağısın sen.”
Osman dedi ki: “Üçüncü basamağa otursaydım beni Ömer’e benziyorum sanırlardı.
İkinci basamağa otursaydım diyebilirlerdi ki bu Ebubekir’e benziyor, onun misli!
495. Bu üst basamak, Mustafa’nın makamı... o padişaha benzememe zaten imkanı yok.
Ondan sonra o merhametli halife, hutbe okuyacak yerde ta ikindiye yakın bir zamana kadar sustu kaldı.
Kimsede, hadi okusana diyecek bir kudret de yoktu, mescitten çıkıp gidecek kudret de!
Halkın ileri olanlarına da bir heybet çökmüştü, bayağılarına da. Mescidin içi, damı nurla dolmuştu!
Can gözü açık olanlar o nuru görüyorlardı... bırak onları, körler bile o nurla hararete gelmiş çoşmuşlardı!
500. Körün gözü, güneşin doğduğunu hararetinden anlar.
Fakat bu hararet, her duyulanın hakikatı görülsün diye gözü açar...
Ve hararetinde bir sıkıntı bir hal vardır... hakiki güneşin hararetiyle gönlü açar, gönüle bir ferahlık, bir genişlik verir!
Kör, evveline evvel olmayan Allah nuruyla hararetlendi mi ferahından, ben görüyorum, gözlerim açıldı benim der.
Güzelim, adamakıllı ve hoş bir sarhoşluktur bu...yalnız can gözünün açılması için aşılacak az bir yol vardır.
505. Bu körün güneşten nasibidir...Allah doğrusunu daha iyi bilir ya... bunun gibi belki yüzlerce nasibi de var!
O nuru gören kişinin ahvalini anlatmak, hiç Ebu Ali Sina’nın harcı mıdır?
Yüz kat kuvvetli bile olsa bu dil, kim oluyor ki eliyle görüş perdesini oynatmaya kalkışıyor?
Perdeye elini sürerse vay ona... Allah kılıcı elini kesiverir!
Hatta el de nedir ki? Bilgisizliğinden serkeşlik eden başı bile keser, koparır!
510. Bunu söz olsun diye söyledim... yoksa onun eli nerede, o nerede?
Hani derler ya ... teyzenin tenasül aleti olsaydı dayı olurdu, işte bu sözde onun gibi!
Dilden, sınıklıktan arınan göze... söylenen nakledile gelen sözden görülen,bilinen hakikate yüz binlerce yıllık yol var
desem yine de az söylemiş olurum!
Fakat kendine gel, sakın gökyüzünün nurundan ümit kesme... Allah dilerse o nur, bir anda sana erişiverir!
Mesela yıldızların madenlere yüzlerce tesiri vardır... Allah kudreti onu, madenlere her an ulaştırmadadır.
515. Gökyüzünde bir yıldız olan güneş, karanlıkları giderir... Allah güneşiyse Allah sıfatlarında daimidir.
Ey yardım isteyen, güneşin tesiri, beş yüzyıllık yola olan gökten yeryüzüne geliverdi ya!
Zuhale üç yüz bin beş yüz yıllık, hatta daha da nice fazla bir yol var... fakat tesiri, anbean görünüp durmada!
Dilerse Allah, güneş doğunca gölgenin dürülüp kaybolduğu gibi onun da tesirini dürer kaybeder... güneşe karşı gölgenin
ne değeri olabilir?
Yıldız gibi tertemiz ruhlar, gökyüzündeki yıldızlara feyiz verir, yardım eder!
520. Görünüşte o yıldızlar, bizim varlığımıza, sağlığımıza sebeptir ama hakikatte bizim batınımız, bizim içyüzümüz,
gökyüzünün durmasına, varlığına sebeptir!
Hûkemâ, insan küçük âlemdir derler, fakat Allah hakîmleri insan büyük âlemdir demişlerdir.Çünkü hûkemânın bilgisi,
insanın sûretine aittir, bu hakîmlerin bilgisiyse hakikâtte insanın hakikâtine ulaşmıştır.
Sûrette sen küçük bir âlemsin ama hakikatte en büyük âlem sensin.
Görünüşde dal, meyvanın aslıdır; fakat hakikatte dal meyva için var olmuştur.
Meyva elde etmeğe bir meyli, meyva vermeğe bir ümidi olmasaydı hiç bahçıvan, ağaç diker miydi?
Şu halde meyva, görünüşte ağaçtan doğmuştur ama hakikatte ağaç, meyvadan vücut bulmuştur.
525. Mustafa, onun için ”Âdem’le bütün peygamberler, benim ardımda ve sancağımın altındadır” dedi.
O hünerler sahibi, onun için “ Biz, sonda gelen, fakat en ileri giden ve öndölü alanlarız ” buyurdu.
Sûret bakımından ben Âdem’den doğmuşum ama hakikatte onun atasının atasıyım ben!
Melekler, bana secde ettiler...Âdem, benim ardımdan yürüdü, yedinci kat göğün üstüne çıktı!
Hakikatte babam, benden doğdu... ağaç, meyvadan vücud buldu.
530. İlk düşünce, iş âleminde son olarak zuhûr etti.Hele vasfa mazhâr olan düşünce!
Hâsılı bir an içinde gökten nice kervanlar gelmekte,göğe nice kervanlar gitmektedir!
Bu yol, bu kervana uzun gelmez... ova, üstün gelen kişiye geniş gelir mi hiç ?

Gönül, her an kâbeye gitmekte... benden de Allah lûtfuyla gönlün tabiatına bürünmekte!
Bu uzunluk, kısalık, bedene göredir...Allah’nın bulunduğu yerde uzunun, kısanın lâfı mı olur ?
535. Allah, cismi tebdil etti mi gayrı fersaha bile bakmadan yürür gider!
Ey yiğit lâfı bırak gayrı! Şimdi yüzlerce ümit var, hemen adım ata gör!
Gözünü bir yumdun mu bakarsın ki gemide oturmuşsun, uyuyorsun...öyle olduğu halde yol almadasın!
”Ümmetim, Nuh gemisine benzer... o gemiye giren kurtuldu, girmeyen boğuldu gitti” hadîsinin tefsîri
Peygamber, bunun için “ Ben; zemâne tufanına gemi gibiyim;
Biz ve ashabım, Nuh’un gemisine benzeriz.Kim bu gemiye el atar, kim bu gemiye girerse kurtulur “ buyurdu.
540. Şeyh beraber olunca kötülüklerden uzaksın...gece gündüz gitmektesin; gemidesin.
Canlar bağışlayan cana sığınmışsın...gemiye girmiş, uyuyorsun; öyle olduğu halde yol almaktasın!
Zamanın peygamberinden ayrılma...kendi hünerine, kendi dileğine pek güvenme !
Aslan bile olsan değilmi ki kılavuzsuz yol almaktasın; kendini görüyorsun, sapıksın, hor hâkirsin.
Ancak şeyhin kanatlarıyla uçta şeyhin askerlerinin yardımını gör!
545. Bir zaman olur, onun lûtuf dalgaları, sana kanat kesilir; bir an gelir, kahır ateşi seni taşır, götürür!
Kahrını, lûtfunun zıddı sayma pek...tesir bakımından ikisininde birliğini gör!
Bir zaman seni toprak gibi yeşertir...bir zaman seni sevgilinin havasıyla doldurur, şişirir!
Ârifin bedenine cemad vasfını verir de orada neşeli güller, nesrinler bitirir!
Fakat bunları o görür, başkası değil...temiz içten başka hiçbir şey cennetin kokusunu alamaz!
550. İçini, sevgiyi inkârdan arıt da orada onun gül bahçesindeki reyhanlar bitsin!
İçini arıt da Muhammed’in Yemen ülkesinde Rahman kokusunu aldığı gibi sende benim sevgilimin ebedîlik kokusunu
bul!
Miraç edenlerin safında durursan yokluk, seni Burak gibi göklere yüceltir.
Yere mensup ve ancak aya kadar yüceltebilecek miraç değildir bu...kamışı, şekere ulaştıran miraça benzer!
Bu miraç, buğunun göğe akması gibi bir miraç değildir...ana karnındaki çocuğun bilgi ve irfân derecesine ulaşmasına
benzer!
555. Yokluk küheylânı, ne de güzel bir buraktır... yok olduysan seni varlık makamına götürür!
Dağlar, denizler ancak tırnağına dokunabilir; o derece süratlidir... duygu âlemini derhâl geride bırakıverir!
Ayağını gemiye çekte can sevgilisine giden can gibi oturduğun yerde yürüye dur!
Elsiz, ayaksız evveline evvel olmayan Allah’ya kadar git...canların, yoklukta elsiz ayaksız varlık âlemine koştukları gibi!
Duyan, gaflet uykusunda olmasaydı, can kulağı açık bulunsaydı sözde kıyas perdesini yırtardın ya!
560. Ey felek, onun sözlerine inciler saç... ey cihân, onun cihânından utan!
Eğer inciler saçarsan incilerin yüz kat fazlalaşır...câmid cismin görür, sevilir bir hâle gelir.
O saçtığın incileri kendin için saçtın demektir...çünkü her çesit sermâye yüz misli artar!
Belkis’in Sebe şehrinden Süleyman aleyhisselâm’a hediye göndermesi
Belkıs’ın hediyesi kırk katır yükü altın kerpiçti.
Hediyeleri getirenler, Süleyman’ın saray meydanına girince bir de gördüler ki yer, tamamı ile halis altınla döşenmiş!
565. Altın üstünde tam kırk konaklık yol aldılar...Artık altın gözlerine su gibi bile görünmüyordu, o kadar ehemmiyetsiz
bir hale gelmişti.
Defalarca bu altınları, getirdiğimiz yere götürelim... biz ne olmayacak iş yapıyoruz;
Toprağı bile halis altın olan bir yere hediye olarak altın götürmek aptallıktır dediler.
Ey Allah’ya aklı hediye götüren, akıl, orada yoldaki topraktan da aşağıdır!
Hediyenin makbule geçmeyeceğini anladıklarından utangaçlıkları, âdeta onları gerisin geriye itmekteydi!
570. Sonra yine dediler ki: İster makbule geçsin, ister geçmesin... bize ne? Biz emir kuluyuz!
Altın olsun toprak olsun...biz, götürmeye mecburuz... buyruk verenin buyruğunu yerine getirmek mecburiyetindeyiz.
Geri götürün derlerse yine fermana uyar, getirdiğimiz hediyeyi geri götürürüz!
Süleyman, hediye getirenleri ve getirdikleri hediyeyi görünce gülmeye başladı. “Ben, sizden tirit istedim mi ki?
Ben,bana hediye verin demedim; hediyeye layık olun dedim.
575. Bana gayb âleminden eşi görülmedik hediyeler gelmekte... öyle hediyeler ki insan, onları istemeye niyetlense aklına
bile getiremez!
Siz, yer altındaki madeni altın haline getiren bir yıldıza, güneşe tapıyorsunuz... o yıldızı yaratana yüz tutun!
Değeri yüce olan canınızı hor hakir ederek gökteki güneşe tapıyorsunuz.

Güneş Allah emriyle bizim aşçımızdır, çiyleri pişirir... artık ona Allah dersen aptallıktır bu!
Güneş tutulursa ne yaparsın? Ondaki o karaltıyı nasıl giderirsin?
580. Nihayet yine Allah tapısına yüz vurup ya Rabbi. O karaltıyı gider, yine ona nurunu ver demez misin?
Gece yarısı seni öldürmeye kalkışsalar ağlayıp yalvaracağım, yahut aman dileyeceğim güneş nerede?
Hadiselerin çoğu da hep geceleyin olur... halbuki geceleyin taptığın Allah ortada yoktur.
Allah’ya gönül doğruluğu ile eğilirsen yıldızlardan kurtulur, Allah’ya mahrem olursun!
Mahrem oldun mu sana ağız açar, sırları söylerim... bu suretle gece yarısı bir güneş görürsün sen!
585. Onun, temiz ruhtan başka doğuşu... yok doğmasında da geceyle gündüz farkı olamaz.
Gündüz, onun doğduğu zamana derler... geceleyin doğdu, parladı mı ortada gece kalmaz.
Bu görünen güneş, o güneşin önünde adeta güneşe karşı zerre nasıl görünürse öyle görünür!
Âlemi aydınlatan, parlatan bu güneşin gözü, o güneşi görünce kamaşır şaşırır kalır!
Arşın nuruna... arşın o sonsuz ve hadsiz ışığına karşı bu güneşi bir zerre gibi görürsün!
590. Göze Allah’dan bir kuvvet gelince zahiri güneşi hor ve yoksul görür, bayağı bulursun!
Allah, öyle bir kimyagerdir ki onun bir tesiriyle duman, yıldız haline gelmiştir...
Öyle bir görülmedik iksiri vardır ki karanlığı güneş haline getirmiştim.
Bir acayip sanatkardır ki bir sanatıyla zühale bu kadar hassa vermiştir... artık sen öbür can yıldızlarıyla can incilerini de
var, buna kıyas et!
595. Duygu gözü, güneşe zebundur; ilahi bir göz ara, ilahi bir göz bul da, Onun bakışına karşı şimşekler saçan güneşin
nurları zebun olsun!
O bakış nura mensuptur, bu bakış, nâra... ateş, nûra karşı adamakıllı kara görünür!
Allah sırrını kutlasın,Şeyh Abdullah-ı Mağribi’nin kerametleri
Şeyh Abdullah-ı Mağribi dedi ki: “Altmış yıldır ben gece nedir, görmedim.
Bu altmış yıl içinde ne gündüz, ne de gece... hiçbir sebeple bir karanlığa düşmedim.”
600. Sofiler de şeyhin sözünün doğruluğunu söylemişler, demişlerdi ki: “Geceleri ardında giderdik.”
Dikenlerle, çukurlarla dolu olan çöllerde yürürdük... o, dolunay gibi önümüzde giderdi.
Yüzünü geriye çevirmeden gece vakti, “Dikkat edin, önünüzde çukur var, sola doğru yürüyün” derdi.
Bir an sonra da “Sağa gidin, ayağımızın altında diken var”diye seslenirdi.
Gündüz olur, biz ayağını öperdik... görürdük ki ayakları gelin ayağı gibi!
605. Ne topraktan eser var, ne çamurdan... ne diken yırtmış, ne taş yaralamış!
Allah, Mağribî’yi maşrıkî etmişti... Batıyı ona doğu gibi nurlar saçan bir hale getirmişti!
Bu serkeş güneşin nuru, aşk meydanının öyle bir atıdır ki halkın ileri gidenlerinin gününü de o korur, geri kalanların
gününü de o!
O yüce nur nasıl korumaz ki binlerce güneşi izhar eden odur.
Sen onun nuru ile emniyet içinde yürüye dur... ejderhalar, akrepler arasında yol almaya bak!
610. O pak nur, senin önünde gider durur... her yol vuranı tutar, paramparça eder!
“Allah, kıyamet gününde Peygamberini utandırmaz” ayetini doğru bil; “ Müminlerin nurları, önlerinde ve sağlarında
yürür yollarını aydınlatır” ayetini oku!
O nur kıyamette çoğalır ama Allah’dan o nuru burada da istemeli!
Çünkü Allah istenen şeye delalet etmeyi daha iyi bilir ama buluta da can nuru bağışlar karanlığa da!
Süleyman aleyhisselâm’ın Belkis’in elçilerini,getirdikleri hediyelerle beraber Belkis’e göndermesi ve Belkis’

armi
Wed 27 January 2010, 04:33 pm GMT +0200
1240. Firavun, Musa’nın sözlerini işittikçe kaç defa yumuşadı, ram oldu.
Musa’nın sözleri, öyle sözlerdi ki o eşsiz sözlerin güzelliğini duysa, taştan süt akardı.
Fakat huyu kinden ibaret olan veziri Haman’la görüşüp danışınca,
Haman, ona “Şimdiye kadar padişahtın... şimdi bir yamalı hırka giyenin hilesine kapılıp kul mu oldun?” derdi.
Bu söz, mancınıktan atılan taş gibi gelir, Firavun’un sırçadan yapılma sarayını kırıverirdi!
1245. Güzel sözlü Kelîm’in yüz gün uğraşıp yaptığını o, bir anda yıkar giderdi!
Senin aklın da vezirdir ve heva ve hevesine mağlûptur... vücudun da Allah yolunu kesip durmaktadır...
Allah’ya mensup bir öğütçü, sana öğüt verse o sözü, bir hileyle tesirsiz bırakmakta;
Bu, yerinde bir söz değil, kendine gel de yerinden, yurdundan olma... iş öyle değil, kendine gel, delirme demektedir.
Vay o padişaha ki veziri budur... her ikisinin yeri de kin güden cehennemdir.
1250. Ne mutlu o padişaha ki müşkül işe düştü mü elini tutacak Asaf gibi bir veziri vardır.
Adaletli padişah, Asaf’a eş oldu mu artık adı “Nur üstüne nur” olur...
“Padişah Süleyman” veziri de Asaf oldu mu nur üstüne nurdur, amber üstüne amber!
Fakat padişah Firavun, veziri de Haman olursa ikisi de talihsizlikten, kötülükten kaçamazlar, çaresiz perişan olur
giderler!
Karanlıklar üstüne çöken karanlıklara düşerler de ne akıl, onlara yâr olur, ne de kıyamet günü devlete erişirler!
1255. Ben kötülerde kötülükten başka bir şey görmedim... sen gördüysen var selâm söyle!
Padişah cana benzer, vezir de akla... fesatçı akıl, ruhu kötülüklere götürür.
Akıl meleği Harut’laşınca yüzlerce kötü kişiye sihir öğretir!

Cüz’i aklı kendine vezir yapma. Aklı küllü vezir yap padişahım.
Heva ve hevesini kendine vezir yapma da pak canın namazdan, niyazdan kalmasın.
1260. Çünkü bu heva ve heves, hırslarla doludur ve içinde bulunduğu hali görür... aklın düşüncesiyse din gününün
düşüncesidir.
Aklın gözleri işin sonunu gözetir... akıl, bir gül için diken zahmetini çeker durur!
Fakat o gül, öyle bir güldür ki ne solar, ne de güzün dökülür... koku almayan her kötü kişinin burnu ondan uzak olsun!
Devin, Süleyman aleyhisselâm’ın makamına geçip oturması ve Süleyman aleyhisselâm işlerine benzer işler yapması,her
ikisi arasında görünüp duran fark ve devin,kendisine Davut oğlu Süleyman adını takması
Aklın varsa başka bir akılla dost ol, görüş, danış!
İki akılla bir çok belâlardan kurtulur, ayağını göklerin ta yücesine korsun!
1265. Dev kendine Süleyman adını taktı, devleti elde etti, ülkeyi hükmüne aldı.
Süleyman’ın yaptığı işleri görmüştü, onun gibi hareket ediyordu... fakat iç yüzden yine devliği suratına vurmakta,
devliği görünüp durmaktaydı!
Halk, bu Süleyman’da o nur o temizlik yok; Süleyman’dan Süleyman’a ne farklar var.
O uyanıklığa benziyordu, buysa derin bir uyku gibi. Âdeta o Hasanla bu Hasan gibi aralarında pek büyük bir fark var
diyordu.
Dev de, “ Allah benim şeklimde güzel bir dev yaratmıştır.
1270. Bir dev’e benim suretimi vermiştir; sakın o, sizi aldatmasın.
Meydana çıkar da Süleyman benim diye dâvaya kalkışırsa sakın onun suretine itibar etmeyin” diyordu.
Dev, hileyle onlara bu sözleri söylüyordu ama iyi adamların gönüllerinde bunun aksi görünmekteydi.
İyiyi kötüyü fark eden adamla oyun olmaz; hele o adamın bu fark edişi ve aklı, gaypları görür söylerse!
Hiçbir büyü hiçbir şeytanlık ve hile,devlet sahibi olanların gönüllerine perde geremez.
1275. Onlar, kendi kendilerine “A eğri sözlü, tersine gidiyorsun...
Böyle tersine tersine gide gide ,ta cehennemin en dibine kadar gideceksin ya!
Süleyman, Süleymanlıktan kaldı, yoksul oldu ama alnında o aydın dolunay parlayıp durmada.
Sen, nihayet bir yüzüktür kapmışsın ama zemheri gibi donmuş kalmış bir cehennemsin yine!
Biz neredeyiz... ululuk, sayvan ve kök önünde secde etmek nerede? Böyle şeylerin önüne baş komak şöyle dursun,
hayvan tırnağını bile komayız biz!
1280. Hattâ gaflete düşer de baş komaya kalkarsak bile bir pençe gelir, başımızı yerden iter, mâni olur...
Bu aşağılık kişiye baş komayın, kendinize gelin... bu bayağı adama secde etmeyin der” demekteydiler.
Ben, bu cana canlar katan hikâyeyi anlatmaya kalkardım ama Allah gayreti olmasaydı!
Kanaat et, bu kadarcığını kabul eyle de başka bir vakit bunu anlatayım!
Dev, adını Süleyman Peygamber taktı ama ancak çoluk çocuğu kandırmak için!
1285. Namuzsuzun suretini, adını bırak... lâkaptan addan kaç, mânaya yürü!
Onu halinden işinden sor... onu halinde işinde ara!
Süleyman aleyhisselâm’ın,Mescid-i Aksâ bittikten sonra ibadet etmek ve ibadet edenlerle itikâfa girenleri irşat eylemek
için her gün mescide gelmesi ve mescidde otlar,kökler bitmesi
Her sabah Süleyman Mescid-i Aksâ’ya gelir, tam bir ihlâsla Allah’ya ibadet ederdi.
Her gün, mescidde yeni bir otun bittiğini görür, adın nedir, ne faydan var?
Ne biçim ilâçsın, nesin, sana ne derler... kime ziyansın, faydan kime? diye sorardı.
1290. Her ot, adını, tesirini söyler; “Şuna can’ım, öbürüne zehir...
Buna zehirim, ona şeker... adım, kader levhinde şudur diye dile gelirdi.
Doktorlar Süleyman’dan o otu öğrenirler,bilgi sahibi olurlar, ona uyarlardı.
Bu suretle doktorluk kitapları düzdüler... bedenleri hastalıklardan kurtardılar.
Bu nücum ve tıp bilgileri, Peygamberlerin vahiyleridir...yoksa akıl ve duygunun o tarafa nereden yolu olacak?
1295. Cüz’i akıl, bir şeyden hüküm çıkaracak akıl değildir. O, ancak fen sahibinden fenni kabul eder, öğrenmeye
muhtaçtır.
Bu akıl, öğrenmeye ve anlamaya kabiliyetlidir. Ama vahiy sahibi ona öğretir.
Bütün sanatlar, şüphe yok ki önce vahiyden meydana gelir, fakat sonra akıl, onların üstüne bazı şeyler katar!
Dikkat et de bak! Bizim bu aklımız, hiçbir sanatı, usta olmadıkça öğrenebiliyor mu?
Hile kılı kırk yarar ama usta olmadıkça hiçbir sanatı elde edemez!
1300. Sanat bilgisi, bu akılla olsaydı ustasız bir sanat meydana gelirdi!

Âlemde mezar kazıcılık ve mezar yokken Kaabil’in mezar kazıcılığını kargadan öğrenmesi
Mezar kazma, en bayağı bir sanat... düşünceden, düzenden, fikirden doğacak değil ya!
Fakat Kaabilde bu anlayış olsaydı Hâbili başı üstünde taşır mıydı?
Ben bu ölüyü, bu kana, toprağa karışmış ölüyü ne yapayım, nasıl yok edeyim der miydi?
Bir de gördü ki bir karga, ölü bir kargayı ağzına almış, hemen geldi...
1305. Havadan indi Kaabil’e öğretmek için mezar kazıcılığına başladı.
Tırnaklarıyla yerden bir toz kopardı, yeri kazıp hemen hemen ölü kargayı o mezara koydu;
Gömüp üstünü toprakla örttü... bu suretle karga, Allah ilhamı ile bilgi sahibi oldu.
Kaabil, bunu görünce yuh olsun benim aklıma dedi... bir karga bile bilgide benden üstün!
Allah, Aklıküll’e “Mazagalbasar” dedi... fakat cüz’i akıl her yana baka durur.
1310. Has kişilerin nuru, Mazagalbasar aklıdır... karga aklıysa ölülere mezar kazma üstadı!
Karga, ardınca uçan canı nihayet mezarlığa götürür!
Kendine gel de kargaya benzeyen nefsin ardından koşma...çünkü o,seni mezarlığa götürür,bağa ,bahçeye değil!
Eğer gideceksengönül ankasının ardından git...Kafdağına,gönül Mescid-i Aksâ’sına var!
sevdanla her an,senin Mescid-i Aksa’nda yeni bir ot yeni bir kök bitmede!
1315. Süleyman gibi sen de onlara dikkat et... onları izle, onların üstüne ret ayağını koyma!
Çünkü bu durup duran yeryüzünün halini sana çeşit çeşit otlar anlatır.
Yerde şeker kamışı mı bitmiş, yoksa alelâde kamış mı... her biten ot, bittiği yerin halini, kabiliyetini bildirir!
Gönülden de fikirler biter, gönlün nebatatı da fikirlerdir. Bu fikirler de gönüldeki sırları gösterir.
Mecliste bana söz söyletecek adam bulsam çimenlik gibi yüz binlerce gül bitiririm.
1320. Fakat söz söylerken de nefes öldüren bir pezevenk olsa gönüldeki nükteler hırsız gibi kaçar.
Herkesin hareketi kendisini çeken ne yandaysa o taraftadır... doğru adamın çekişi, yalancının çekişine benzemez.
Gâh sapık bir halde, gâh doğru yolu bulmuş olarak gider durursun...ne seni sürükleyen ip meydandadır, ne çeken
adam!
Kör bir deveye benzersin... boynundaki yular seni yeder durur; fakat sen çekeni gör, yuları değil!
Çekeni ve yuları görsen senin için bu âlem aldanma yurdu olmazdı.
1325. Kâfir, köpeğin ardına düşüp gittiğini görseydi güçlü kuvvetli Şeytan’a maskara olur muydu hiç?
Onun ardına bir namussuz gibi düşer miydi hiç? Hemencecik ayağını çeker, kurtulurdu!
Sığır kasapların ne yapacağını bilseydi hiç onların peşine düşer, dükkâna gider miydi?
Yâhut ellerinden kepek yer miydi... yâhut da onların yüze gülücüğüne aldanır onlara süt verir miydi?
Hattâ ot yese bile, neden beslendiğini bilseydi hiç o otu hazmedebilir miydi?
1330. Şu halde âlemin direği gafletten ibarettir...devlet nedir? Dev yani koş kelimesiyle let yani dayak kelimesinden
meydana gelme bir kelime!
Önce koş... koş da sonunda dayak ye! Bu yıkık yerde devlet sahibine eşekçesine ölümden başka hiçbir şey yok!
Sen, bir işe el atar, o işe iyice sarılırsın...o işteki ayıp ve noksan o anda sana örtülüdür.
Allah, senden o işin ayıbını örttüğünden canla başla o işe girişebilirsin.
Hararetle sahip olduğun fikrin de ayıbı senden gizlidir.
1335. Sana o fikirdeki ayıp ve kusur belli olsaydı ondan kaçardın...canın, bu fikirle aramda keşke mağriple maşrik arası
kadar uzaklık olsaydı der!
Nihayet ondan usanır, pişman olursun ya...bu hal, evvel olsaydı hiç ona koşar mıydın?
Şu halde ona girişelim, kaza ve kadere uygun olarak o işi görelim diye önce ondaki ayıbı, kusuru, bizden gizlemiştir.
Kaza ve kader, hükmünü izhar edince göz açılır, pişmanlık gelir, çatar!
Bu pişmanlıkta ayrı bir kaza ve kaderdir...bu pişmanlığı bırak da Allah’ya tap!
1340. Pişman olmayı kendine âdet edinirsen boyuna pişman olur durur, nihayet bu pişmanlığı da daha ziyade pişman
olursun!
Ömrünün yarısı perişanlıkta geçer, öbür yarısı da pişmanlıkta heder olur gider!
Bu fikri, bu pişmanlığı terk et de daha iyi bir hal, daha iyi bir dost ve daha iyi bir iş ara!
Elinde daha iyi bir iş yoksa pişmanlığın neye? Neyi fevt ettin de pişman oluyorsun ki?
Eğer biliyorsan bilirsin ki doğru yol, Allah’ya tapmaktan ibarettir...yok bilmiyorsan herhangi bir şeyin kötü olduğunu
nasıl bilirsin ki?
1345. İyiyi bilmedikçe kötüyü bilemezsin...ey yiğit zıt, zıddıyla görülebilir.
Mademki bu fikri terk etmekten âcizsin... o vakit günah işlememekten de âcizdin!
Âciz olduktan sonra pişmanlık neden? O âcizlik, kimin takdiriyle, onu ara!

Âlemde bir kâdir olmadıkça hiç kimse, ne bir âcizi görmüştür, ne de böyle bir şey olur... bunu böyle bil!
Böylece, olmasına çalıştığın her isteğin ayıbından bihabersin... onun ayıbı ve noktası, sana örtülüdür!
1350. O istediğin ayıp ve noksanı sana görünseydi canın o araştırmadan kaçıverirdi!
O işin ayıp ve noksanı sence belli olsaydı seni hiç kimse o işe, hattâ çeke çeke bile götüremezdi!
Nefret ettiğin öbür iş yok mu? Ondan neden nefret ettin? Çünkü ayıbı, noksanı meydana çıktı da ondan!
Ey sırları bilen güzel sözlü Allah, kötü işlerin ayıbını, noksanını bizden gizleme!
İyi işleri de bize ayıplı gösterme de o işe gidelim, sarılalım... çalışmamız heba olmasın, gayretimiz soğumasın!
1355. Yüce Süleyman, âdeti veçhile alaca karanlıkta mescide giderdi.
Her gün, âdeti veçhile mescitten yeniden yeniye hangi ot, hangi kök bitmiş... o padişah,bunu arar araştırırdı.
Gönül haktan gizli kalan o otları gizlice can gözüyle görür, tanır.
Sofinin, gül bahçesinde başını dizine dayayıp murakabeye dalması, dostlarının başını kaldır, bahçeyi seyret... Allah
rahmetinin eserleri olan çiçeklere, kuşlara bak demeleri
Sofinin biri, bir bağda neşelenip açılmak için soficesine yüzünü dizine dayamış,
Varlığının ta derinlerine dalmış gitmişti. Her zevekilin biri onun bu uykusundan usandı.
1360. Dedi ki: Ne uyuyorsun ya hu? Bir başını kaldır da üzüm çubuğuna, şu ağaçlara, “Allah’nın rahmet
eserlerine,yeşilliğe bak !
Allah emrini dinle... Allah “ Allah’nın rahmet eserlerine bakın” dedi... yüzünü şu rahmet eserlerine çevir, seyret!
Sofi dedi ki: A heveskâr kişi, Allah eserleri gönüldür... dışarıdakilerse ancak ve ancak Allah eserlerinin eserleridir.
Bağlar, bahçeler, yeşillikler, gönüldedir... dışarıdakiyse akarsuya vuran akislere benzer.
O görünen bağ, suya akseden hayalî bir bağdır... suyun letafeti yüzünden oynar durur!
1365. Bağlar, bahçeler, meyveler, gönüldedir. Onların letafetinin aksi, şu suya toprağa vurmuştur!
O neşe selvisinin aksi olmasaydı Allah bu âleme aldanış yeri demezdi.
Bu aldanış şudur; yani bu hayal, erlerin, gönülleriyle canlarının aksinden hasıl olmuştur.
Bütün aldananlar, cennet budur sanarak bu akse gelmişlerdir.
Asıl bağlardan, bahçelerden kaçarlar da bir hayalle eğlenir kalırlar!
1370. Fakat bu gaflet uykusu başa geldi de uyandılar mı doğruyu görürler ama o görüşte ne fayda var?
Sonra mezarlığa bir feryad u figandır, bir ahu vahdır düşer... kıyamete kadar bu yanılmalarına hasret çekip dururlar!
Ne mutlu o kişiye ki ölümden önce öldü... yani bu üzümün aslından bir koku elde etti!
Mescid-i Aksâ’nın bir bucağında keçi boynuzu bitmesi ve Süleyman aleyhisselâm’ın o otla konuşması, Süleyman’a
hasiyetini ve adını söyleyince Süleyman’ın gamlanması
Derken Süleyman bir bucakta başağa benzer bir yeni otun bitmiş olduğunu gördü.
Yeşil, taze, görülmedik bir ottu bu... âdeta yeşilliği göz alıyordu.
1375. Süleyman, o ota derhal selam verdi; o da selamını aldı; Süleyman, otun güzelliğine şaştı kaldı.
Dedi ki: adın ne... dilsiz dudaksız söyle bakalım! Ot ey âlem padişahı bana keçiboynuzu derler, dedi.
Süleyman, sen de ne haysiyet var? Dedi. Ot dedi ki: Bittiğim yer yıkılır viran olur.
Ben keçiboynuzuyum... bittiğim yer perişan olur; şu suyun, toprağın yıkıcısıyım ben!
Süleyman, derhal ecelinin geldiğini, göçme vaktinin göründüğünü anladı.
1380. Dedi ki:ben hayatta oldukça şüphe yok ki bu mescit, yeryüzündeki âfetlerden bozulup yıkılmaz.
Ben yaşadıkça nasıl olurda Mescid-i Aksâ perişan olur, yıkılır gider?
Şu halde şüphe yok, mescidimiz, ölümümüzden sonra yıkılacak!
Bedenin secdegâhı olan mescit, gönüldür... kötü dost da her yerde mescitte biten keçiboynuzudur!
Sende kötü dostun sevgisi peydahlandı mı kendine gel... ondan kaç, onunla az konuş, görüş!
1385. Onu kökünden sök, çıkar ... çünkü biter, boy verirse seni de kökünden söker, mahveder, mescidini de!
Ey âşık, eğrilik, sana keçiboynuzu gibidir...çocuklar gibi niye eğriliğe doğru gider, sürtünürsün?
Kendini suçlu bil suçlu gör...korkma da o ders üstadı, senden dersi çalmasın.
Cahilim, bana öğret demen, bu çeşit insaf sahibi olman, namus ve şeref gözetmenden iyidir!
Ey yüzü nurlu çocuk, “Rabbimiz, biz nefsimize zulmettik” demeyi babandan öğren!
1390. O, ne bahaneler buldu, ne hileye kalkıştı, ne de düzen bayrağını yüceltti.
Fakat İblis, bahse girişte, benzin kırmızı, beni sen sararttın...
Renk, senin verdiğin renktedir...beni boyayan sensin; suçumun da aslı sensin, uğradığım âfetin, dağlandığım dağın da,
dedi!
Kendine gel de “Rabbi bima agveyteni”yi oku...oku da cebri olma, ters bir kumaş dokumaya kalkışma!

Cebir ağacına ne vakte dek sıçrayıp çıkacak, ihtiyarını bir yana bırakacaksın?
1395. İblis ve soyu sopu gibi Allah ile savaşta, mübahasedesin...
Eteklerini çemrer de isyana öyle koşar, gidersin... bu kadar hoşlukla, bunca istekle cebir olur muymuş hiç?
O kadar istekle kim, kötülüğe gider... böyle oynaya oynaya kim sapıklığa koşar?
Sana başkaları öğüt verdikçe o işin iyiliğini söyler, belki yirmi erle bu hususta savaşa girişir, yirmi ere karşı ayak
direrdin!
Doğrusu budur...yol ancak budur...ve bundan ibarettir; adam olmayandan başka kim beni kınar ki? Dersin!
1400. Mecbur olan adam böyle söz söyler mi? Yolsuz olan kişi, böyle savaşır mı?
Nefsin neyi isterse ihtiyarın var, fakat aklının istediği şeyde mecbursun ha!
Bahtı yaver ve talihi kutlu olan bilir ki akıl ve zeka taslamak iblis’tendir, aşk Âdem’den!
Akıl ve zeka denizde yüzgeçliğe benzer... bundan az kişi kurtulur ve yüzgeçlikte bulunan nihayet gün gelir, gark olur
gider!
Yüzgeçliği bırak, kibirden, kinden vazgeç...bu ırmak değil; denizdir deniz!
1405. Hem de öyle sığınılacak bir yeri olmayan uçsuz bucaksız deniz ki yedi denizi bir saman çöpü gibi kapı verir!
Aşk, ileri gidenler için bir gemiye benzer...gemiye binen kişinin bir âfete uğraması nadirdir, çok defa kurtulur.
Aklı zekayı sat da hayranlığı satın al... akıl ve zeka zandır, hayranlıksa bakış görüş!
Aklı Mustafa’nın önünde kurban et...Hasbiyallah de, yani Allah’m bana yeter!
Kenan gibi gemiden baş çekme... ona da zeki aklı bu gururu vermiş aldatmıştı.
1410. Ben yüce bir dağın üzerine çıkar kurtulurum, neden Nuh’a minnet edeyim? Dedi.
A akılsız nasıl olurda onun minnetini çekmezsin! Allah bile onun mihnetini çekmekte.
Nasıl olur canımız ona minnettar olmaz! Allah bile ona şükretmede, minnet etmede!
A hasetle dolu mağrur kişi, onun minnetini Allah bile çekiyor!
Keşke o yüzme öğrenmeseydi de Nuh’a minnet etse, gemiye girmeye tamah etseydi!
1415. Keşke çocuk gibi hilelere cahil olsaydı da çocuklar gibi anasına el atsa, anasına sarılsaydı!
Yahut da nakli bilgi ile az dolu olsaydı da gönlü bir velîden vahiy ilmini kapsaydı!
Böyle bir nur varken kitabı önüne açarsın vahiy ile dinlenen ruhunda seni azarlar!
Zamanın kutbunun sözüne karşı nakli ilim, bil ki su varken teyemmüm etmeye benzer!
Kendini aptal yerine koy, ona uy da yürü...ancak bu aptallıkla kurtulabilirsin!
1420. Babam, insanların padişahı, bunun için “cennetliklerin çoğu aptaldır” dedi.
Akıl ve zeka sana kibir ve gurur verir... aptal ol da gönlün doğru kalsın!
Aptallık dediğim halka iki kat maskara olan adamın ahmaklığı değildir... bu aptallık, ona hayran olan adamın
aptallığıdır!
Kendilerini unutup Yusuf’un yüzünü görenler, o güzelliğe dalıp kalanlar... bu yüzden ellerini doğrayanlar yok mu işte
onlar aptaldır!
Aklı, dost aşkında kurban et...akılların hepside o taraftandır, odur!
1425. Akıllılar akıllarını o tarafa göndermişlerdir. Yalnız sevgili olmayan ahmak, bu tarafta kalmıştır!
Hayretle şu baştan aklın gitti mi başındaki her saç, bir baş, bir akıl kesilir!
O tarafta akla, beyne düşünce zahmeti yoktur...çünkü orada her ova, her bahçe akıl ve beyin bitirir!
Bu ovadan geçer, o taraftaki ovaya gelirsen nükteler duyarsın... oradaki bağlara, bahçelere gelirsen hurma fidanın
sulanır, yeşerir!
Bu yoldaki köşkü, sayvanı, şöhreti şanı terk et... kılavuzun hareket etmedikçe hareket etme!
1430. Başsız hareket eden, kuyruk olur... böyle adamın hareketi akrebin hareketine benzer!
Eğri gider, geceleri görmez, çirkindir, zehirlidir... işi gücü, temiz bedenleri dalamak ,sokmaktır!
Başını ez onun...huyu hep budur, ahlâkı hep bu ...bu huyundan vazgeçmez o!
Onun için en iyi şey, başının ezilmesidir...çünkü bu suretle can kırıntısı da o kötü tenden kurtulmuş olur!
Delinin elinden silâhı al da adalet ve sulh, senden razı olsun!
1435. Fakat elinde silâhı olur, aklı da bulunmazsa bağla elini... yoksa yüzlerce zarar yapar.
Kötü yaradılışlı,kişilerin bilgi,mal ve mevki sahibi olmaları kendileri için kötüdür..çünkü bu,yol kesici eşkiyanın eline kılıç
vermek gibidir.
Kötü yaradılışlı kişiye ilim ve fen öğretmek, yol kesen eşkiyanın eline kılıç vermeye benzer!
Sarhoş zencinin eline kılıç vermek, adam olmayana bilgi belletmekten yeğdir.
Bilgi, mal, mevki ve hüküm, kötü yaratılışlı kişilerin elinde fitnedir.

Savaş delilerin ellerindeki kılıçları alsınlar diye müminlere farz olmuştur.
1440. Onun canı delidir, teni de elindeki kılıçtır... o çirkin huylunun elindeki kılıcı al!
Bilgisizlere, geçtikleri mevkiin yaptığı fenalığı, yüzlerce aslan bir araya gelse yapamaz!
Çünkü ayıbı gizliyken meydan bulur da yılanı, delikten çıkar, sahralara uğrar!
Cahil kötü hükümler yürüten bir padişah oldu mu bütün ova yılanla, akreple dolar!
Adam olmayanın eline bir mal ve mevki geçti mi, herkesten önce kendi rezilliğini dileyen kendisidir.
1445. Çünkü o ya hasisliğe kalkışır, az verir... yahut cömertliğe girişir, yersiz ihsanlarda bulunur!
Şahı, beydak hanesine kor... ahmak, ihsanda bulundu mu ihsanı, buna benzer işte!
Hüküm, bir sapığın eline geçti mi onu mevki sanır ama hakikatte kuyuya düşmüş demektir!
Yol bilmez ,kılavuzluk etmeye kalkışır... kötü ruhu, cihanı yakar, yandırır!
Yokluk yolunun çocuğu, pirlik etmeye girişirse ardına düşenler, devletsizlik gulyabanisine çatarlar!
1450. Gel de sana ayı göstereyim der ama o nursuz pirsiz, ayı hiç görmemiştir ki!
Ömrümde ayın aksini suda bile görmemişken nasıl olurda gösterebilirsin a hamhalat, a bön!
Ahmaklar baş oldular da akıllılar başlarını kilime çektiler!
Yâ eyyühel Müzemmil’in tefsiri
Peygambere bu yüzden “Ey kilime bürünen, ey ürküp kaçan, kilimden çık!
Kilime baş çekme, yüzünü örtme... çünkü âlem şaşkın bir beden, sense bu âleme akılsın!
1455. Kendine gel de dâvaya kalkışanlardan arlanıp gizlenme... çünkü sende vahiy mumunun nurları var!
Kendine gel de geceleri kalk, çünkü ey Peygamber, mum geceleri ayakta durur!
Senin nurun olmadıkça aydın gün bile gecedir...sana sığınmadıkça aslan bile Tavşan kesilir!
Ey Mustafa, bu nur denizinde kaptanlık et... çünkü sen, ikinci Nuh’sun!
Akıllılara bir yol gösterici lâzım... Hele yol, deniz yolu olursa!
1460. Kalk da yolu vurulmuş kervana bak...her yanda kaptan kesilmiş gül yabanileri gör!
Sen, vaktin Hızır’ısın, her geminin imdadına yetişen sensin... Ruhullah gibi yalnız yürümeyi âdet edinme!
Bu topluluğun önünde gökyüzündeki ışık gibisin, güneşe benziyorsun... bunlardan gizlenmeye, halveti bezemeye
kalkışma!
Halvet zamanı değil topluluğa gel! Ey Peygamber, hidayet, Kaf Dağına benzer, sense Hümasın!
Dolunay, gökyüzünde geceleri yürür... köpeklerin sesi yüzünden yürüyüşünü bırakmaz.
1465. Kınayanlar, senin dolunayına karşı köpeklere benzerler... sana karşı ürüyüp dururlar!
Bu köpekler, “ Susun, dinleyin” emrine karşı sağırdırlar... ahmaklıklarından senin dolunayına karşı hav havlayıp
durmaktalar!
Ey şifa, hastayı terk etme... Ey şifa hastayı terk etme... sağıra kızıp körün sopasını bırakma!
Sen demedin mi ki “Körü, yolda tutup yeden Allah’dan yüzlerce ecir alır, yüzlerce sevaba girer!
Kim bir kötü kırk adım yederse günahları bağışlanır, doğru yolu bulur!”
1470. Doğru yolu gösterenin işi budur; sen de doğru yolu gösterensin... âhir zamanın yasına neşesin sen!
Ey takva sahiplerinin imamı, bu hayallere kapılanları, yakîn makamına kadar götür!
Kim gönlünden sana karşı bir hile, bir düzen düşünürse onun boynunu ben vururum, sen tasalanma, neşelen, neşeli
neşeli yürü!
Onun körlüğüne körlükler katarım... o, şeker sanır ama ben ona zehir veririm!
1475. Akıllar benim nurumla parlar, aydınlanır... hileler, benim hilemden öğrenilir!
Âlemdeki erkek fillerin ayaklarına göre Türkmenin kara çadırı nedir ki?
Ey benim en ulu Peygamberim, onun mumu, kasırgama karşı nedir?
Derhal korkunç sûr sesiyle kalk da binlerce ölü, topraktan çıksın!
Sen vaktin israfilisin; doğruca kalk da kıyametten önce bir kıyamet kopar!
1480. Kim,hani,nerede kıyamet?derse a güzelim,kendini göster,işte kıyamet benim de!
Ey mihnetlere düşmüş de soru soran kişi, dikkat et, bak da gör. Bu kıyametten yüzlerce âlem kopmada!
Bu zikir ve kunut ehli olmasa ahmağın sorusuna verilecek cevap sükûttan ibarettir padişahım!Duamız kabul
edilmeyince Allah göğünden isteğimize sükûtla cevap verilir canım!
Harman devşirme zamanı geldi ama yazıklar olsun... gün bahtımız yüzünden geçti gitti!
1485. Gün dar... halbuki bu söz, o kadar geniş ki bütün bir ömür bile ona az gelir!
Bu daracık çukurlarda mızrak oyununa girişmek, bu oyunu oynayanları utandırır!
Vakit dar... fakat oğul, halkın hatırı ve anlayışı da vakitten yüz kere daha dar!

Ahmağın cevabı, mademki sükûttur... ne diye sözü uzatıp durursun?
Allah rahmetinin yüceliği ve kerem denizinin dalgalanması yüzünden her çorak yere yağmur yağdırıp ıslatmada!
Cevap vermemek de cevaptır sözü,ahmağa verilecek cevap susmaktır sözünü tekideder..her ikisi de bu hikâyeyle
anlatılmaktadır.
1490. Bir padişahın aklı ölmüş, şehveti diri bir kölesi vardı.
Padişahın ince hizmetlerini bırakır, kötü düşüncelere dalar, fakat yaptığını iyi sanırdı!
Padişah nafakasını azaltın... söylenir dırlanırsa adını kullar arasından silin dedi.
Kölenin aklı azdı, hırsı çok... nafakasını az görünce kızdı, serkeşleşti.
Aklı olsaydı kendi kendinin etrafında döner dolaşır, düşünür taşınır da suçunu görür, kendisini affettirirdi.
1495. Eşekliği yüzünden bir ayağı bağlanmış eşek serkeşliğe kalkıştı mı iki ayağı da boynuna bağlanır!
Eşek, bana bir bağ kâfidir derse aldırış etme! Çünkü bu iki bağ, o bayağı hayvanın hareketi yüzünden bağlanmıştır!
Mustafa aleyhisselâm ‘’Ulu Allah melekleri yarattı,onlara akıl verdi..hayvanları yarattı,onlara hem akıl verdi hem
şehvet.Kimin aklı,şehvetinden üstün olursa meleklerden daha yücedir..kimin şehveti aklından üstünse hayvanlardan
aşağıdır’’dedi;bu hadisin tefsiri
Hadiste gelmiştir: Ulu Allah, halkı üç çeşit yarattı.
Bir bölüğü, tamamı ile akıldan, bilgiden ve cömertlikten ibaret... bunlar meleklerdir, secdeden başka bir iş bilmezler!
Yaradılışlarında hırs ve heva yoktur... mutlak nurdur onlar, Allah aşkıyla dirilmişlerdir.
1500. Bir bölüğü ise bilgisizdir... hayvan gibi ot otlamakla semirirler.
Onlar, ahırdan, ottan başka bir şey görmezler... kötülükten de gafildirler, yücelikten, iyilikten de!
Üçüncü bölükse Ademoğullarıdır, insanlardır. Bunları yarı yaradılışları bakımından melektirler, yarı yaradılışları
bakımından eşek!
Eşek olan yarıları, aşağılığa meyleder, öbür yarıları da akla meyleder!
İlk iki bölük savaştan, çekişten anlamaz, istirahat ve huzur içindedir. Fakat bu bölük, yani insan ikisine de aykırıdır ve
azap içindedir.
1505. Bu insanda sınanma yönünden bölüklere ayrılmıştır... hepsi insan şeklindedir ama üç kısımdır:
Bir kısmı, mutlak varlık olan Allah’ya dalmış, kendini kaybetmiş olanlardır... bunlar İsa gibi meleklere katılmışlardır.
Surette insandır bunlar, fakat hakikatte cebrail... kızgınlıktan heva ve hevesten, dedikodudan kurtulmuşlardır.
Riyazattan da kurtulmuşlardır, zâhitlikten ve savaştan da... sanki onlar, insanoğlundan doğmamışlardır!
İkinci kısmı eşeklere katılmış olanlardır. Bunlar kızgınlığın ta kendisi olmuşlar, tepeden tırnağa kadar şehvet
kesilmişlerdir.
1510. Bunlardaki cebrail’lik meleklik sıfatı gitmiştir... çünkü o ev dardı, o sıfat da büyük, sığamadı, geçip gitti!
Canı olmayan adam ölür... canında bu sıfat bulunmayan kişi de eşek olur.
Çünkü bu sıfatta olmayan can bayağıdır, aşağıdır... bu sözü sofi söylemiştir, doğrudur!
O hayvanlardan da fazla can çekişir... alemde ince işlere girişir!
Onun örüp dokuduğu hile ve şeytanlık, başka bir hayvandan zuhur edemez!
1515. Altın sırmalı elbiseler dokur, denizin dibinden inciler çıkarır...
Hendese bilgilerinin en ince noktalarını bilir, yahut nücum, tıp ve felsefe bilgilerini elde eder!
Çünkü onun, ancak bu dünya ile alâkası vardır... yedinci kat göğe çıkmaya yolu yoktur.
Bütün bu bilgiler, ahır yapısına yarar... ahır da öküzle devenin varlığına destektir!
Hayvanların birkaç gün yaşamalarına yarayan bu bilgilerin adını, şu ahmaklar remizler, ince şeyler kodular.
1520. Allah yolunun, Allah durağının bilgisini ancak gönül sahibi, yahut da gönül sahibinin gönlü bilir! İşte Allah bu
terkiple lâtif bir hayvan olan insanı yarattı, onu bilgilere eş etti.
O bölüğe “hayvanlar gibi” dedi... çünkü uyanıklığın uykuyla ne münasebeti var?
Hayvani ruhta ancak uyku bulunur... bu çeşit insanlarda aksine duygular vardır.
Fakat uyanıklık gelmedi de hayvani uyku kalmadı mı duygusunun aksi ve aykırı olduğunu levhten okur anlar!
1525. Uykuya dalan kişinin uyandığı zaman, rüyada gördüklerinin aksini görmesi gibi!
Hülâsa o aşağılık kişi, aşağılık âlemdendir ... onu bırak, “ Ben batanları sevmem, de!”
"Kalblerinde hastalık olanlara gelince:Kur’an,onların gönüllerindeki pisliği arttırır" ve "Allah,Kur’an daki misallerle çoğunu
azdırır,çoğunu da doğru yola götürür" âyetlerinin tefsiri
Çünkü hayvani ruha sahip olan kişinin, huylarını değiştirmeye, nefsiyle savaşa girişmeye, aşağılıktan kurtulmaya
istidadı vardı ama o istidadı fevtetti!
Halbuki hayvanda istidat yoktur... hayvanlıktaki özrü apaçıktır!

İnsandan yol gösteren bu istidat gitti mi ne yerse yesin eşek beynidir!
1530. Aklı arttıran bir ilâç olan belâdür yese afyon kesilir... kalp illeti ve akılsızlığı artar!
İnsanların bir bölüğüyse savaştadır..yarı hayvan,doğru yolu bulma bakımından yarı insandır!
Gece gündüz savaşta, çekiştedir bunlar... sonu yani insanlığı, önüyle yani hayvanlığıyla savaşır durur.
Aklın nefisle savaşı Mecnun’un devesiyle savaşına benzer..Mecnun’un sevdası Leylâ’dır,devenin sevdası
yavrusuna...nitekim Mecnun da “ Devemin sevdası ardındakinedir,benim sevdam önümdekine..ikimiz de sevdalıyız ama
sevdalarımız aykırı !" demiştir.
Bu, Mecnun’la devesine benzer... o, ileriye gitmeye savaşır, bu geriye gitmeye!
Mecnun’un sevdası, önde bulunan Leylâ’ya kavuşmak, devenin sevdası ardına dönüp yavrusuna ulaşmak!
1535. Mecnun, bir an bile kendisinden geçti mi deve, hemencecik geri döner, geriye giderdi.
Mecnun, tamamı ile aşkla, sevda ile dolu olduğundan kendisinden geçmemesine imkân yoktu.
Kendisini gözetleyen akıldı... fakat aklını, Leylâ’nın sevdası kapmıştı!
Deveye gelince o, çevikti, fırsat gözleyip durmaktaydı... yularını gevşek hissetti mi,
Anlardı ki Mecnun daldı gitti... hemen geriye yüz tutar, yavrusunun bulunduğu tarafa doğru gitmeye başlardı.
1540. Mecnun kendisine gelir, evvelce bulundukları yerden fersahlarca geriye gittiğini anlardı.
Üç gün böyle yol aldılar... Mecnun, âdeta yıllarca tereddüt içinde kaldı.
Nihayet dedi ki: A deve, ikimizde âşığız ama birbirimize aykırıyız... arkadaşlığa lâyık değiliz!
Senin sevgin de bana uygun değil, yuların da senden ayrılmak gerek!
Bu iki arkadaş da, birbirinin yolunu vurmada...tenden aşağı inip ayrılmayan can, yol azıtır gider!
1545. Senin canın da arşın ayrılığı ile yoksulluğa düşmüş... teninse diken aşkıyla deveye dönmüş!
Can, yücelere kanatlar açmada...ten, tırnaklarıyla yere sarılmada!
Ey vatan aşkıyla ölmüş deve, sen benimle oldukça canım, Leylâ’dan uzak kaldı gitti!
Adeta Musa kavminin yıllarca çölde kalışı gibi bende seninle bu hallere düştüm... ömrüm geldi geçti!
Bu yol, vuslata erişmek için iki adımdan ibaret... halbuki ben, senin hilenle tam altmış yıldır, bu iki adımlık yolda
kalakaldım!
1550. Yol yakın... fakat ben pek geç kaldım. Bu binicilikten adamakıllı usandım artık!
Bu sözleri söyleyip kendisini deveden fırlattı attı, niceye bir dertten yanıp yakılacağım, yandım artık, dedi!
Ona o geniş ova daracık bir hale geldi... kendisini bir taşlığa atıverdi!
Hem de öyle bir attı ki o yiğidin bedeni ezildi...
Kendisini yere öyle bir fırlattı ki kazara ayağı da kırıldı!
1555. Ayağını bağladı, top olurum da dedi, onun çevgânının önüne düşer, yuvarlanarak giderim!
İşte güzel sözlü hakîm, tenden inmeyen atlıya bu yüzden lânet etmiştir.
Allah aşkı, hiç Leylâ’nın aşkından az değersiz olur mu? Ona top olmak elbette daha doğru, daha yerinde!
Top ol da doğruluk yanına yat, aşk çevgâniyle yuvarlanarak git!
Çünkü bu yolculuk, binekten indikten sonra Allah çekişiyle olur... halbuki önceki gidişimiz, deveyle idi!
1560. Bu çeşit gidiş, gidişlerden apayrıdır... bu gidiş cinlerin gidişiyle de olmaz, insanların çalışmasıyla da!
Bu çekilip gitme, alelade çekilip gitme değildir... bunu, Ahmed’in lûtfu meydana getirdi vesselâm!
Kölenin ücret azlığından şikâyet ederek padişaha yazması
Sözü kısa kes de padişaha mektup yazıp gönderen köleyi anlat!
O köle, nazenin padişaha savaşla, varlıkla, kinle dolu bir mektup yazıp gönderir.
Kalıbın, cesedin mektuptur, ona dikkat et, padişaha lâyık mı, değil mi? Bir anla da sonra gönder!
1565. Bir bucağa git, mektubu aç, oku... bak bakalım, içindeki sözler,padişahlara lâyık olan sözler?
Lâyık değilse o mektubu yırt, çaresine bak, başka bir mektup yaz!
Fakat ten mektubunu açmayı kolay sanma. Yoksa herkes gönül sırrını apaçık görürdü!
Bu mektubu açmak ne güçtür, ne sarptır! Erlerin işidir bu, çocuk işi değil!
Hepimiz, fihriste kani olmuş kalmışız... çünkü heva ve hevese, hırsa bulaşmışız!
1570. Halbuki o fihrist, ona baksınlar da metni de öyle sansınlar diye halka bir tuzaktır.
Mektubu aç, bu sözden baş çevirme! Allah, doğruyu daha iyi bilir!
Mektubun fihristi, dille ikrar etmeye benzer... halbuki sen gönül mektubunun metnini sına!
Bak bakalım, ikrarınla muvafık mı? Buna bak da işin, münafıkların işine dönmesin!
Ağır bir çuval yüklenip götürmeye koyulsan onun dışına bakmakla yükü hafiflemez ki!

1575. Asıl içine bak...çuvalda acı, tatlı ne var, bir gör de taşımaya değerse taşı!
Yoksa çuvalındaki taşları boşalt... kendini bu saçma işten, bu ar olan yükten kurtar gitsin!
Çuvala aklı erer padişahlara, sultanlara götürülebilecek şeyleri doldur!
Hırsızın koca sarıklı bir fakîhin sarığını çalması,fakîhin sarığı aç,bak ne götürdüğünü anla..sonra götür diye bağırması
Bir fakîh, bez parçaları toplamış, sarığının içine ezip büzerek yerleştirmişti.
Bu suretle kavuğunun büyük ve iri görünmesini, halkın kendisine ehemmiyet vermesini ve mescide gelince baş köşeye
geçirilmesini istiyordu.
1580. Elbiselerden parçalar almış, onlarla sarığını büyütmüştü.
Sarığının dışı, cennet elbiselerine benzemekteydi... fakat içi, münafık gönlü gibi rezil, çirkin bir şeydi.
Parça parça bezler, yünler, deriler... hep o sarığın içine gömülmüştü.
Bir sabah çağı, bu şatafatla bir şeyler elde etmek üzere medreseye giderken,
Hırsızın biri de dar bir yolda her türlü hilelere başvurup bir şeyler yapmak üzere bekliyordu.
1585. Fakîh, o yola sapınca hemen başından kavuğunu kaptı, işini başarmak için koşup gitmeye başladı.
Fakîh arkasından bağırdı: oğul, sarığı çöz de öyle götür!
Böyle dört kanatla uçar gibi gidiyorsun ama götürdüğün hediyeyi bir aç da gör!
Onu, elceğezinle bir aç, ovala da sonra götür, sana helâl ettim!
Hırsız, kaçarken sarığı çözer çözmez içinden yola yüz binlerce bez parçası dökülüverdi!...
1590. O bir şeye yaramaz, o olmayasıca sarığından kala kala hırsızın elinde ancak bir arşın doğru düzen bezceğiz kaldı!
Hırsız, elindekini yere vurup “A aşağılık adam, bu hileyle beni işimden gücümden ettin” dedi.
Dünyanın dünya ehline hal diliyle,ondan vefa umanlar ve bu tamahta bulunanlara vefasızlığını söyleyerek nasihat
vermesi
Fakîh dedi ki: “ Hileyle seni yolundan alıkoydum ama nasihat yollu işi de anlattım!
Dünya da böyledir işte... bir hoşça açılır saçılır ama vefasızlığını da bağıra bağıra söyler!
Bu oluş ve bozuluş âleminde o hile, oluştur, nasihat da bozulmuş üstadım!
1595. Oluş der ki: İzim kutludur... ardımdan gel! Bozuluş da git der, ben hiçbir şey değilim!
Ey baharların güzelliğine şaşırarak dudağını dişleyip duran, güzün sapsarı benzine ve mevsimin soğukluğuna bak!
Gündüzün güneşin yüzünü güzel görmektesin ama onun bir de batma zamanında ölümünü düşün!
Dolunayı şu güzelim çardakta bir hoşça seyredersin ama ay sonunda bir de hasretine bak onun!
Bir oğlan, güzellikle halkın efendisi olur... olur ama yarın da bunar, halka rezil rüsvay olur!
1600. Gümüş bedenli güzellerin vücudu, seni avladıysa ihtiyarlıktan sonra bir de pamuk tarlasına dönen bedene bak!
Ey yağlı, ballı yemekleri gören, yiyen, onların fazlasını git de halâda seyret!
Pisliğe nerede senin o güzelliğin... nerede senin tabaklarda o hoş görünüşün, yerken senden duyulan o zevk, o lezzet,
de!
O sana der ki: o taneydi... ben de onun tuzağıydım... sen avlanınca o tane gizlendi!
Nice parmaklar vardır ki üstatlar bile onları kıskanır ama sonunda iş işlerken tirtir titrer!
1605. Can gibi güzel baygın gözler, nihayet görmez olur, onlardan su damlamaya başlar!
Aslanların safında giden aslan gibi yiğit er, sonunda bir fareye mağlûp olur!
Sanat sahibi ve çevik istidatlı kişiye sonunda bak! İhtiyar eşeğe döner, bunar gider!
Akıllılar alan siyah ve miskler saçan kıvırcık saçlar, nihayet boz eşeğin çirkin kuyruğuna döner!
Önce açıla saçıla oluşuna güzelce bir gör, sonunda da bozuluşunu, rüsvay oluşunu seyret!
1610. Önce sana tuzağını apaçık gösteren şey, sonunda ona kapılan hamların bıyığını, sakalını yoldu!
Artık dünya, beni hileleriyle aldattı...yoksa aklım, onun tuzağından kaçardı elbet deme!
Altın gerdanlığı, hamaili bir gör de bak...hakikatte nasıl bir tomruktur, bir zincirdir o!
Böylece bütün âlem cüzlerini say dök... hepsini önünden ve sonundan bir gör!
Kim daha ziyade sonu görürse o, daha kutludur... fakat kim ahırı görürse o daha fazla kovulmuş, sürülmüştür!
1615. Her şeyin yüzünü güzel ve parlak ay gibi gör...fakat evvelini gördükten sonra sonunu da seyret!
Seyret de kör iblise dönme... o, noksan olduğundan noksan görür, bir yanı görür de bir yanı görmez!
Âdem’in toprağını gördü de dinini görmedi... bu âlemi gören mâneviyatını görmedi.
Ey, yiğit er, erkeklerin kadınlara üstünlüğü kuvvet, kazanç ve mal mülk bakımından değildir.
Öyle olsaydı aslan ve fil, daha kuvvetli olduğu için insandan yüce, daha üstün olurdu a kör!
1620. Ey yalnız bu anı gören, erkeklerin kadınlardan üstün olması erkeğin kadına nazaran daha ziyade sonu görür
olmasındandır!

Erkek, işin sonunu göremezse işin sonunu görenlere nazaran kadın gibi noksan sayılır!
Âlemden iki zıt ses gelmektedir... bakalım sen hangisine istidatlısın?
Bir tanesi, iyi kişilere hayattır... öbürü kötü kişilere hile!
Bir ses, ey güzel ve bana düşkün olan kişi, ben diken çiçeğiyim... çiçek dökülür, ben kalırım; diken dalından ibaretim
ben der.
1625. Çiçeği, ey gül satan, gel bu yana der... dikenin sesiyse bizim yanımıza gelmeye kalkışma der!
Bu seslerden birini kabul ettin mi öbürünü duymazsın bile... çünkü seven kişi, sevgiliye aykırı olan kişilerin sözlerine
sağır olur!
O seslerin biri işte ben buracıktayım, hazırım der. Öbür ses de, sen benim sonuma bak der.
Cihanın bozuluşu, “benim şimdiki halim biledir, pusudur... sonumu, bir aynaya benzeyen önüme bak da gör!” der.
Bu iki çuvaldan birine girdin mi öbürüne zıt olur, artık ona lâyık olmazsın!
1630. Ne mutlu ona ki erlerin akıllarının duyduğu bu sesi, önceden işitti!
Gönül evini hangi ses boş bulursa o gelir, tutar... artık sahibine ondan başkası ya eğri görünür, yahut acayip!
Yeni testi sidiği emerse artık su, ondan o pisliği gideremez!
Âlemde her şey, bir şeyi çekmektedir... küfür, kafiri, doğruluk, doğru yola götüreni!
Kehlibar da vardır, mıknatıs da... sen demir de olsan, saman çöpü de olsan elbette bir tuzağa düşersin!
1635. Demirsen seni bir mıknatıs kapar... yok saman çöpüysen kehlibara tutulur, ona gidersin!
İyi kişilerle dost olmayan, elbette kötülerin yanında yer alır, onlara komşu olur!
Musa, Kıpti’ye göre pek kötüdür ama Haman da İsrailoğullarına göre taşlanmış melûnun biridir.
Haman’ın canı Kıpti’ye çeker, Âdem’in midesi buğdayla suyu!
1640.Karanlık yüzünden birisini tanıyamadın mı, kendisine kimi imam edinmiş, kime uymuş... bak, ne olduğunu anlarsın!
Ârifin Allah nurundan gıdası vardır..’’Ben Rabbi’me konuk olurum,o beni doyurur ve suvarır’’denmiştir..’’Açlık,Allah
yemeğidir..Allah,doğruların bedenlerini onunla diriltir’’hadiside vardır ki açlıkta adama Allah yemeği gelir demektir.
Her yavru, anasının ardından gider... bununla da cinsiyet anlaşılır.
Âdem oğluna süt, göğüsten gelir, eşeğin sütü de bedeninin yarısından, aşağılık tarafından akar.
Adalet taksimcidir, bölüşülecek şeyleri o bölüştürür... fakat şaşılacak şey şu ki bunda ne cebir vardır ne de zulüm!
Cebir olsaydı pişmanlık olur muydu? Zulüm olsaydı Allah’nın koruması olur muydu?
1645. Gün geçti, ders yarına kaldı... sırrımız hiç güne sığar mı ki?
Ey kötü kişinin yaltaklanmasına inanan, sözleri doğru sayan,
Sen su habbelerinden bir kubbe yapmışsın ama o öyle bir çadır ki ipleri pek kuvvetsiz,
Hile yıldırıma benzer... onun ışığıyla yolcuların, yolu görmelerine imkân yok!
Bu âlemde de bir şey yok, bu âlemdekilerde de! Her ikisi de vefasızlıkta aynı gönüle sahip!
1650. Dünyanın oğlu dünya gibi vefasız... sana yüz tutar ama o, yüz değildir, arkadır!
Fakat o cihanın ehli, o cihan gibi ebedi olarak ihsan ve keremdeki ahitlerinde, peymanlarında dururlar!
Hiç iki peygamberin birbirine zıt olduğunu, birbirlerinin mucizesini kapıp aldığını gördün mü?
O âlemin meyvesi solar, bozulur mu? Akla mensup neşe kederlenmez ki!
Nefis, ahdinde durmaz; o yüzden gebertilecek bir şeydir ya! Kendisi de alçaktır, kıblegâhı da alçaktır.
1655. Nefislere de bu alçaklar topluluğu lâyıktır... ölüye mezarın, kefenin layık olduğu gibi!
Zekidir, ince şeyleri bilir... bilir ama değil mi ki kıblesi dünyadır, onu ölü bil sen!
Allah’nın vahiy suyu bu ölüye ispat etti de ölü topraktan bir diri zuhur etti.
Fakat sen vahiy gelmedikçe sakın o yüzüne sürdüğün ömrü uzun olasıca kırmızılığa güvenip aldanma, gururlanma ha!
Nazardan düşücü olmayan bir ses, bir şöhret... batmayan bir güneşe mensup parlaklık ara!
1660. O ince hünerler, o dedikodular, Firavun’un kavmine benzer, ecel Nil nehrine!
Onları parlaklığı kemerleri, sayvanları ve büyüleri, halkı boyunlarından zorla çeker ama,
Hepsini de büyücülerin büyüsü bil... Ölümse ejderha haline gelen o sopadır.
Bütün büyüleri bir lokma yaptı da yuttu... geceyle dolu olan bir alemi sabahın yalayıp yutması gibi hani!
Fakat o yutmakla sabahın nuru artmadı ki... evvelce nasılsa yine de öyle!
1665. Çokluk, fazlalık eserdedir, zâtta değil... zâtta ne artma vardır, ne eksilme!
Allah âlemi yaratmakla çoğalmadı, artmadı... zaten önce olmayan şimdi olmuş değildir ki!
Fakat halkın yaratılmasıyla eser çoğaldı, arttı. Yalnız bu iki artmanın arasında hayli fark var!
Eserin artması onun zuhurudur... bu suretle sanatları ve işi zahir olur, görünür.
Zâtın artmasına gelince bu, o zâtın sebeplere bağlı ve sonradan meydana gelmiş olduğuna delildir.

"Musa,içinde bir korku duydu..dedik ki:Korkma,sen,ondan yücesin" ayetinin tefsiri
1670. Musa, büyü de insanı şaşırtır... ben ne yapayım ne işleyeyim? Halk, mucizeyle büyüyü ayırt edemez ki dedi.
Allah dedi ki: O fark edişi ben onlarda izhar eder, doğruyu eğriyi ayırt edemeyen aklı görür, bilir bir hale getiririm.
Onlar deniz gibi köpürdüler ama korkma ya Musa, sen üstün olacaksın!
Sihir, zamanında övünülecek bir şeydi... fakat asâ ejderha olunca bütün sihirler utanılır bir şey oluverdi!
Herkes güzellik şirinlik dâvasındadır ama şirinliklere mihenk taşı ölümdür!
1675. Büyü de geçti gitti, Musa’nın mucizesi de... her ikisinin de varlık damından leğenleri düştü!
Büyü leğeninin sesinden yalnız lanet kaldı; din leğeninin sesinden de yalnız yücelik!
Mihenk taşı, erkekte de yok, kadında da... o gizli kalmış; artık ey kalp, gel, safa karış da lâf et, tam sırası!
Lâfın tam zamanı şimdi... çünkü mihenk yok ortada, artık seni yüce tutarlar, elden ele gezersin ey kalp!
Kalp her an gururlanır da der ki ben daima senin gibiyim a altın... ne vakit senden aşağıyım ki?
1680. Altında evet ey kapı yoldaşı, der...fakat mihenk geliyor hazırlan hele!
Bedenin ölümü, sır ehli için bir hediyedir...halis altına makastan ne noksan gelir ki?
Kalp, eğer sonuna baksaydı sonradan kararacağına önceden kararırdı:
Önceden kararınca da nifaktan, kötülükten uzak kalırdı.
Fazilet ve ihsan kimyasını isteseydi aklı, hilesinden üstün olurdu.
1685. Gönlü kırık bir hale gelince de kendisini anlar, kırıkları düzelten Allah’yı önünde görürdü.
Dâvacı, sonunu görünce kırık, sınık bir hale gelir de derhal bağlanır, sarılır, kırıklığı geçiverir!
Allah ihsanı, bakırları iksire doğru sürer götürür... fakat o altın yaldızlı, bu ihsandan mahrum kalır.
Ey altın yaldızlı, davaya kalkışma da sana müşteri olan hep böyle kör kalmaz, sen onu gör!
Mahşer nuru, onların gözlerini açar... onların gözlerini sen bağlıyordun ya... bu yüzden rüsvay olursun sen!
1690. İşin sonunu gören, canların ve gözlerin hasedini çeken kişileri gör!
Bir de bu günkü gören kişileri seyret! Bunlar, içleri bozuk kişilerdir... asıldan baş çekmişler, ayrılmışlardır!
Bugünü görenlere, bu yüzden bilgisizlikte ve şüphede kalanlara göre suphu sadıkla suphu kâzibin ikisi de birdir.
Suphu kâzip, yüz binlerce kervanı helak yeliyle süpürmüş, gitmiştir civanım!
Cihanda hiçbir nakit yoktur ki o, isteklileri yanıltmasın... vay o kişinin canına ki mihengi makası yoktur!
Dâvaya kalkışan kişiye,dâvadan geçmesi için ısrar ve peygamberlere uymasını emrediş
1695. Ebu Süleyman dedi ki: ben de Ahmet’im... Ahmet’in dinini hileyle vurup kıracağım
Ebu Süleyman’a de ki: Pek kibirlenme, işin önüne bakıp böbürlenme, sonuna bak!
Başına adam toplama hırsıyla kılavuzluğa kalkışma... kılavuza uy, ardından git de önünde mum gidedursun, sen de
yolunu gör!
Mum, ay gibi maksadını gösterir... bu tarafta tane var, yahut burası tuzak der!
Elinde bir ışık oldu mu istesen de istemesen de doğan iziyle karga izini görür, ayırt edersin!
1700. Fakat mumun yoksa buna imkân yoktur. Çünkü bu kargalar hilekârdır... akdoğanların seslerini öğrenmişlerdir.
Yiğit, hüthüdün sesini öğrense de nerede hüthüdün sesi, Seba’nın haberi?
Arızi sesi, asıl sesten bil...padişahların taçları, hüthütlerin taçlarından alınmadır!
Dervişlerin sözleriyle ariflerin nüktelerini şu hayasızlar, dillerine dolamışlardır.
Eski ümmetlerin helâk olması, hep katı taşı öd ağacı sanmalarındandır!
1705. Onu anlayacak, meydana çıkaracak temyiz kabiliyetleri vardı ama hırs ve tamah, insanı kör ve sağır eder!
Körlerin körlüğü rahmetten uzak değildir, onlara acınır. Fakat hırs körlüğüne özür yoktur!
Padişahın çarmıha gerdiği adama acınır, fakat haset çarmıhına gerilen bağışlanmaz!
A balık, sonuna bak işin, oltaya değil! Fakat pis boğazlığın, senin işin sonunu gören gözünü kapattı!
İki gözle evveli sonu gör... kendine gel, iblis gibi tek gözlü olma!
1710. Tek gözlü ona derler ki yalnız içinde bulunduğu hali görür... hayvanlar gibi başka şeyden haberi yoktur.
Öküzün iki gözünü çıkarmanın cezası bir gözü çıkarma cezasıdır... çünkü onda şeref yoktur ki!
Öküzün iki gözü, değerinin yarısıdır... çünkü onun iki gözle yapacağı şeyi, sen ona yaptırabilirsin!
Fakat bir insanın tek gözünü çıkarsan değerinin yarısını vermek gerek!
Zira insan gözü, başlı başına başka birinin yardımı olmaksızın bir iş görebilir!
1715. Eşeğin gözü, işin sonunu görmediğinden eşek, çift gözlü olsa da tek gözlü hükmündedir.
Bu sözün sonu yoktur... o hafif akıllı, ekmek tamahı ile padişaha mektup yazmaya koyuldu.
Nafaka istemek için kölenin padişaha mektup yazması
Mektubu yazmadan mutfak eminine gitti... ey cömert padişahın mutfağındaki hasis adam, dedi...

Nafakamdan bu kadar şey kesmek padişahtan, padişahın himmetinden uzaktır!
Mutfak emini dedi ki: öyle iktiza etmiştir de ondan kesmiştir... ne hasisliktendir bu, ne de darlığından!
1720. Köle, hayır dedi... vallahi bu söz, bu emir, padişahın değildir... padişahın yanında eski altın bile topraktır âdeta!
Mutfak emini, ona on türlü delil getirdi... fakat o hırsından hepsini reddetti.
Kuşluk vakti nafakası az gelince bir hayli söylendi, kötü sözler söyledi, fakat hiçbir faydası olmadı.
Dedi ki: siz bunu kasten yapıyorsunuz. Mutfak emini “ hayır biz emir kuluyuz!”
Bunu feri’den sanma, asıldandır bu... yaya pek kabahat bulma, oku atan koldur.
1725. “Attığın vakit sen atmadın” âyeti bir iptilâdır... fakat Peygambere de pek günah bulma; bu iş Allah’dandır!
“A gözü kamaşmış adam, su baştan bulanıktır... gözünü bir iyice aç da işin önüne bak!” dedi.
Köle kızgınlıkla, dertle bir bucağa çekildi, padişaha kızgınlığını bildirir bir mektup yazdı.
Mektupta padişahı övdü... onun cömertlik incilerini deldi!
“Ey avucu, hacetler isteyeni hacetini vermede denizden de cömert olan, buluttan da cömert olan!
1730. Çünkü bulut verir ama ağlaya ağlaya verir... halbuki senin elin, gülerek biteviye sofralar yayar” dedi.
Mektubun zâhiri medihti ama o medihlerden kızgınlığının kokusu duyuluyordu.
Senin işin de tıpkı onun işi gibi nursuz ve çirkin... çünkü sen, yaradılış nurundan uzaksın, uzak!
Bayağı kişilerin işi kesatlıdır... taze meyve gibi o, çabucak bozulur, çürür!
Dünyanın parlaklığı ve revacı da ondan kesat bulur... çünkü o, oluş ve bozulmuş âlemindendir.
1735. Methedende kin oldu mu onun karihasından doğan medihler, insana hoş gelmez!
Gönül, kinden, pislikten arın da sonra çevikçe hamd suresini oku!
Ağzınla hamd ediyorsun ama için bunu reddetmede... dilindeki hamd, ya şeytanlıktır, ya efsun!
İşte onun için Allah “Ben dışa bakmam, içe bakarım” dedi.
Şerefini korumak için medihlerde bulunan,fakat içinden dert ve elem kokusu duyulan,hırkasının eksikliğinden o
şükürlerin lâftan,yalandan ibaret olduğu anlaşılan övücü
Birisi, Irak’tan bir hırkayla çıkageldi. Dostları, ayrılığını sordular;
1740. Dedi ki: doğru, ayrılık vardı ama yolculuk bana pek kutluydu,âdeta beni muştulamaktaydı.
Halife, bana tam on kat elbise verdi... yüzlerce methüsena, ona yakın olsun!
Onu bir hayli övdü, şükürlerde, hamitlerde bulundu... nihayet şükür, haddini aştı.
Dediler ki: senin perişan halin, yalanına şahadet etmekte.
Bedenin çıplak, başın kabak, için yanmış... bu şükürleri, bir yerden mi çaldın, yoksa birisinden mi öğrendin?
1745. Nerede methettiğin emîrin şükür ve hamd nişaneleri? Onların, şu şerefsiz başında, ayağında görünmesi gerekti.
Dilin, o padişahı methetmede ama yedi âzan da şikayet edip duruyor.
O cömertlik padişahını, o kerem sultanını övüyorsun ama bu övüşe karşılık ayağında bir ayakkabı, bacağında bir şalvar
olmalıydı bari!
Ben, dedi... bütün verdiklerini dağıttım;emîr ihsanda kusur etmedi hiç!
Bütün ihsanlarını aldım, fakat hepsini yetimlere, yoksullara bağışladım.
1750. Mal verdim, karşılığında uzun bir ömür aldım... çünkü içim pek temizdir benim!
Bunun üzerine dediler ki: o kutlu mal gittiyse içindeki bu duman, bu hararet nedir ya?
İçinde diken gibi yüzlerce pislik var...hiç keder, muştulanma nişanesi olur mu?
Söylediğin o geçmiş şeyler doğruysa nerede aşk, bağışlama ve razı olma nişanesi?
Hadi tutalım mal kayboldu gitti, meyil nerede? Sel geçip gittiyse geçtiği yer hani?
1755. Gözün evvelce cana canlar katan siyah bir göz idiyse hadi diyelim o güzellik geçti... fakat neden şimdi gözün gök?
A ekşi suratlı, temizlik nişanesi nerede? Senden eğri lâfların kokusu gelmekte, sus!
Mal bağışlamanın gönülde yüz türlü nişanesi olur... iyi işin yüzlerce alâmeti görünür!
Malını dağıtıp bağışlayan kişinin gönlüne o mal yerine yüzlerce dirilik gelir!
Allah tarlasına temiz tohumlar ekilsin de sonra temiz mahsul vermesin... imkânı yok!
1760. Allah bahçeleri de mahsul vermezse artık Allah yeri geniştir denebilir mi? Söyle!
Bu yokluk yeri bile mahsul vermemezlikte bulunmaz... artık bundan çok geniş olan Allah yeri nasıl olur da mahsul
vermez?
Bu yerin bile sayısız mahsul verme kabiliyeti vardır, en aşağı bir tohuma yedi yüz verir!
Hamd ediyorsun, hani hamd edenlerin nişanesi? Bu nişaneler ne içinde var, ne dışında!
Ârifin Allah’ya hamd etmesi doğrudur... çünkü o hamdın şahidi eldir, ayaktır!
1765. Hamd ediş, ârifi karanlık cisim kuyusundan çekip çıkarır... dünya zindanından kurtarır!

Sırtındaki takva atlasıyla ülfet nuru, hamd etmesinin nişanesidir.
Bu eğreti âlemden kurtulmuş, gül bahçelerinde, akarsu kenarlarında yurt tutmuştur.
Oturduğu yer, yurt, vâsıl olduğu makam ve rütbe, yüce himmetinin sır sedirinin üstüdür!
Orası öyle bir doğruluk makamıdır ki doğruların hepsi de orada lâtif, neşeli ve sevinçli yüzlerinden belli olarak yurt
tutmuşlardır!
1770. Onların hamd etmeleri, gül bahçesinin bahara hamd etmesi gibidir... yüzlerce nişanesi, yüzlerce alâmeti ve eseri
vardır!
Baharın geldiğine kaynak, fidan, çimen... o gül bahçesi, o elvan çiçekler şahittir.
Güzelin her tarafta binlerce şahidi vardır... sedefteki incinin oluşuna şahadet edenler gibi.
Halbuki senin nefesinden kötü sırrın kokusu gelmede... ey lâfazan, derdin başından, yüzünden parlayıp görünmede!
Âlem meydanında kokudan anlayan maharet sahipleri var... öyle ataklık edip pek hayhuy etmeye kalkışma!
1775. Misten bahsetme... ağzından soğan kokusu gelmede, sırrını açığa vurmada!
Sen daima gülbeşeker yedim diyorsun ama nefesinden gelip duran sarımsak kokusu, yavelenme be demekte!
Gönül, büyük ve geniş bir eve benzer... gönül evinin gizli komşuları vardır.
Pencereden, duvardaki delikten görüp gözetir, sırları anlarlar!
Ev sahibinin sezinlemediği, hiç bilmediği bir yarıktan, bir delikten onlar, her şeyi görürler.
1780. Kuran’ı okusan a... Şeytan ve kavmi, gizlice insanların halinden koku alırlar.
İnsanın bilmediği bir yoldan insanın sırrını anlarlar... bu yol, duyguyla duyulur, yahut buna benzer bir şeyle bilinir yol
değildir.
Görenlerin ortasında hileye kalkışma... mihenk ortadayken lâafa girişme ey kalp!
Mihengin, halisi de anlamaya kabiliyeti vardır, kalpı da... Allah, onu beden ve kalp emîri yapmıştır!
Şeytanlar bile o kabalıklarıyla, o kötülükleriyle sırrımızı, fikrimizi, gittiğimiz yolu biliyorlar...
1785. Onların bile içimize hırsızlama bir yolu var... biz, onların hırsızlıklarından baş aşağı gelmedeyiz...
Her an, bize büyük ziyanlar veriyorlar... delikleri var, yarıkları var; bizi gözetliyorlar...
E artık âlemdeki aydın canlar, neden gizli hallerden bihaber olsunlar?
Gökyüzüne çadır kurmuş canlar, insanın vücuduna girmede şeytanlardan aşağı olurlar?
Şeytan, hırsızlama olarak göğe çıkmaya kalkışır da yakıcı şahapla kovulur, sürülür.
1790. Kötü kâfir, savaşta mızrakla nasıl beyni üstüne düşerse o da gökten baş aşağı öyle düşer!
Şeytanları, o gönüllerin beğendikleri ruhları kıskandıklarından gökten böyle baş aşağı atarlar...
Artık çolak, topal, kör ve sağır değilsen ulu ve yüce ruhlara karşı bu zanda bulunma...
Utan, az söylen, can çekişme... cismi gözeten, sırlarını anlayan nice casus var!
Allah doktorlarının,müridin ve yabancının yüzünden,sesinin tonundan, gözünün renginden din ve gönüllerdeki hastalığı
anlamaları.. bu şöyle dursun, gönül yolundan da anlarlar; çünki onlar kalb casuslarıdır.. onlarla oturunca doğru yürekle
oturun!
Bu beden doktorları pek bilgilidirler... senin hastalıklarını senden daha iyi bilirler!
1795. İdrara bakıp ahvalini anlar... fakat sen; hastalığını o tarzda bilemez, teşhis edemezsin.
Sonra nabızdan benizden, kandan da her türlü hastalığın kokusunu alırlar.
Âlemdeki Allah doktorları, artık sen söylemeden nasıl olur da halini anlamazlar senin?
Nabzından da gözünden de, benzinin renginden de, sende derhal yüzlerce hastalık bulur, anlarlar.
Beden doktorları, doktorluğu yeni öğrenmişlerdir zaten... onlar, hastalığı teşhis için idrara vesaireye muhtaçtır.
1800. Fakat kâmil, Allah doktorları, uzaktan adını duydular mı varlığının ta derinlerine kadar girerler!
Hattâ sen doğmadan yıllarca evvelki hallerini bile görürler!
Ebuyezid’in,Hasan Harkani’nin,Allah ruhlarını kutlasın,doğacağını yıllarca önce müjdelemesi..onun suret ve siretine ait
nişaneleri birer birer söylemesi ve tarihçilerin, tahkik için bunları yazmaları
Bayezid’in Ebulhasan’ın halini daha evvelce nasıl gördüğünü duymadın mı?
Bir gün o takva sultanı, dervişleriyle sahradan geçerken,
Ansızın ona Rey civarında Harkan tarafından bir kokudur geldi.
1805. Orada iştiyaklı bir feryat çekti, rüzgârdan koku aldı.
Âşıkçasına bir kokladı; âdeta ruhu rüzgârdan bir şarap tatmaktaydı.
Buzlu suyla dolu olan bir testinin dışında ter gibi sular peydahlanır.

O, havanın soğukluğundan meydana gelir... yoksa testinin içinden dışarı su sızmaz!
Koku getiren rüzgâr, onu su haline getirmiştir... işte onun gibi su da Bayezid’e halis şarap haline gelmişti!
1810. Bayezid’de sarhoşluk eseri görününce bir müridi ona gelip
Sordu: “Beş duyguyla altı cihetten dışarı olan şu hoş hal nedir?
Yüzün gâh kızarmakta, gâh ağarmakta... bu ne hal, bu ne müjde?
Koklayıp duruyorsun ama görünürde gül yok, şüphesiz bu, gayb âleminden, hakikî güllerin açtığı gül bahçesinden.
Ey her kendini tanıyan, bilen kişinin muradı ve maksadı olan er, her an sana gayb âleminden bir haber, bir mektup
gelmekte,
1815. Her an Yakup gibi sana da bir Yusuf’tan şifa kokusu erişmekte.
Bize de o testiden bir katra dök... bize de o gül bahçesinden bir kokucuk anlat!
Biz buna alışmamışız ey yüce ve güzel er... bizim dudağımız kuru, sen bu şarabı yalnızca içiyorsun!
Ey, çevik er, ey gökyüzünü dönüp dolaşan er, içtiğin şaraptan bize de bir yudumcuk sun!
Bu zamanda meclisin beyi sensin, senden başkası değil... bize de bak!
1820. Bu şarap, gizlice içilir mi ki? Şarap, muhakkak adamı rezil, rüsvay eder!
Kokusunu gizlesen bile sarhoş gözlerini ne yapacaksın ki?
Zaten bu koku, alemde yüz binlerce perde altında gizlenebilecek bir koku değil ki!
O keskin kokuyla ovalar, çöller doldu... hatta ova da nedir ki? O koku, dokuz feleği bile geçti!
Bu şarabın bulunduğu testinin başını balçıkla örtme... zaten bu öyle bir açıkta şarap ki örtülmesine imkan yok!
1825. Ey sırlar bilen sır söyleyici, seni avlayanı lûtfet, söyle!
Bayezıd dedi ki: “Şaşılacak bir koku geldi bana... Peygambere Yemen’den gelen koku gibi!
Muhammet demiştir ki. Seher yelinin eliyle bana Yemen’den Allah kokusu gelmekte.
Vise’nin ruhuna Rahim’in kokusu geldiği gibi Üveys’ten de Allah kokusu geliyor.
Üveys’ten, Karen kabilesinden garip bir koku geldi de Peygamberi sarhoş etti, neşelendirdi!
1830. Üveys kendinden geçmiş, yere mensupken göklere mensup olmuştu!
Heliyle, şekerle karışmış, halli hamur olmuş, acı tadı kalmamıştı artık!
Heliyle, varlığından tamamıyla geçmişti... yalnız heliyle şeklindeydi ama lezzeti kalmamıştı ki!”
Bu sözün sonu gelmez. O aslan er, gayb aleminin vahyinden neler söyledi? Sen onu anlat!
Rasul sallallahu aleyhi vesselem’in ‘’Ben Yemen tarafından Rahman kokusunu almaktayım’’demesi
Bayezıd dedi ki “Bu taraftan bir dostun kokusu gelmekte... bu köyden bir padişah geliyor!
1835. Bunca yıldan sonra bir padişah doğacak... otağını göklere kuracak!
Yüzü Allah’nın gül bahçelerinin tesiriyle gül rengine dönecek... makam ve rütbe bakımından benden üstün olacak!”
Dediler ki: Adı ne? Bayezid, Ebül Hasan dedi... onun şeklini, kaşının çenesinin ne şekilde olduğunu anlattı.
Boyunu, rengini, şeklini, saçlarını, yüzünü bir bir anlattı.
İç huylarını, manevi sıfatlarını... ruhunu, yolunu, yerini, varlığını hep söyledi.
1840. Ten şekli, ten gibi iğretidir... ona pek gönül verme... o bir anda gelir geçer!
Tabii ruhun şekli, hali de fanidir... o can şeklini, sıfatını iste ki gökyüzündedir!
Onun bedeni, yeryüzünde mum gibidir... nuru ise yedinci kat tavanın üstündedir!
Güneşin ışıkları odadadır ama güneş, dördüncü kat göktedir.
Gülün suretini, lâtife yollu burnunun altında görürsün ama gül kokusu dimağın ta tavanına, sayvanına kadar her yeri
tutmuştur.
1845. Uyuyan adam, Aden’de bir azaba uğradığını görür ama aksi, bedeninde ter halinde görünür!
Gömlek, Mısır’da bir harise rehin olmuştur ama Kenan ülkesi o gömleğin kokusuyla dolmuştur!
Tarihçiler, bunu duyunca Bayezid’in tayin ettiği zamanı yazdılar... âdeta şişe benzeyen kamış kalemlerini kebapla
bezediler.
Tanı o zaman, o tarih gelip çatınca o padişah doğdu... devlet satrancını oynadı!
Bayezid’in ölümünden sonra yıllar geçti, Ebul Hasan dünyaya geldi.
1850. O padişah, Ebulhasan’ın ihsanına, kıskanmasına ait ne gibi huylar söylediyse aynen zuhur etti.
Çünkü onun önünde giden levhimahfuz’dur... neden mahfuzdur o levh? Hatadan!
Bu, ne yıldız bilgisidir, ne remil, ne de rüya... Allah, doğrusunu daha iyi bilir ya, Allah vahyidir!
Sofiler, bunu halktan gizlemek için gönül vahyi demişlerdir.
Sen istersen onu gönül vahyi farzet... Gönül zaten onun nazargâhıdır... Gönül, ona agâh olunca nasıl hata eder?
1855. Ey mümin, sen, Allah nuruyla bakar, görürsün... hatadan, yanılmadan eminsin!

Sofinin canına,gönlüne gelen Allah yemeğinin eksilmesi
Sofi, yoksulluktan dertlenince yoksulluğu, ona dadı ve gıda kesilir.
Çünkü cennet, hoşa gitmeyen şeylerden meydana gelmiştir... merhamet, gönlü kırık âcizlerin nasibidir.
Yücelikle başlar kıran kişiye ne Allahnın merhameti nasip olur, ne halkın!
Bu sözün sonu yoktur... evet, o yiğit, yiyecek ve ekmek nafakasının azlığından perişan oldu!
1860. Ne mutlu o sofiye ki rızkı azalır... boncuğu inci olur, kendisi deniz kesilir!
O hususi Allah nafakasını duyan, Allahnın yakınlığına erer,gayb nafakasını elde eder.
Fakat ruh nafakası noksan olan kişinin canı o noksan yüzünden titremeye başlar.
Anlar ki bir hata etmiştir de bundan dolayı rıza yaseminliği perişan olmuştur.
İşte o adam da ekinin az olması yüzünden harman sahibine mektup yazdı.
1865. Mektubunu o yüce ve adil padişaha götürdüler, okudu, fakat bir cevap vermedi.
Dedi ki: onun derdi yalnız gıda, başka bir şey değil... ahmağa verilecek en iyi cevap sükûttur.
Ayrılık ve vuslat derdi onda hiç yok... fer’e bağlanmış, aslı hiç aramıyor.
O ahmağın biri... varlığa kapılmış, ölmüş gitmiş fer’in derdiyle asla aldırış bile etmemekte.
Göklerle yeri bir elma farz et... Allahnın kudret ağacından bitmiş!
1870. Sen, bu elmanın içindeki bir kurda benzersin; ağaçtan da haberin yok, bahçıvandan da!
Elmada bir kurt daha var; fakat onun canı dış âleminde bayrak sahibi!
Onun hareketi elmayı yarar... elma onun hareketine karşı koyamaz!
Hareketi, perdeleri yırtar... sureti kurt ama hakikatte o, bir ejderha!
Demirden çıkan ilk ateş, dışarıya yavaş ,yavaş adım atar.
1875. Dadısı pamuktur önce... fakat sonunda şuleleri ta esire kadar çıkar,
İnsan, önce uykuya, yemeye muhtaçtır... fakat nihayet meleklerden de üstün olur.
Pamuk ve kükürdün himayesinde şulesi ve nuru, süha yıldızına kadar çıkar!
Karanlık alemi aydınlatır... demirden yapılma tomruğu bile iğneyle deler geçer!
Ateş de cismanidir ama ne ruhtandır, ne de ruhani âlemden!
1880. Cisme, o yücelikten bir nasip yoktur... cisim, can denizinin önünde bir katra gibidir!
Cisim, canla artar, gün günden fazlalaşır... fakat can gitti mi cisme bak, ne hale gelir?
Cisminin haddi, bir iki arşından fazla değildir... fakat canın, ta göklere kadar çıkar, dolaşır!
En iyi kişi, ruha ta Bağdat’a Semerkand’a kadar olan mesafe tasavvurda yarım adımdır ancak!
Gözünüz iki dirhemlik taş ağırlığında bir yağ parçasıdır ama ru

armi
Wed 27 January 2010, 04:34 pm GMT +0200
2195. Upuzun, uçsuz bucaksız çöllerde gâh topallayıp meyus olarak, gâh koşup yortarak gider durur.
Bir kandil yoktur ki önünde tutsun, önünü görsün... hatta yarım bir ışık bile bulamaz ki ondan bir nur dilensin.
Aklı yoktur ki dirilikten dem vursun, yarım aklı bile yoktur ki ölsün, kendisini ölü bilsin.
O akıllıya karşı tam bir ölü hale gelsin de kendisini aşağılık yerden dama yüceltsin!
Tam aklın yoksa kendini ölü hale getir... sözü diri bir akıllıya sığın.
2200. Böyle olmayan adam diri değildir ki İsa’ya hemdem olsun... ölü değildir ki İsa’nın ölüleri dirilten nefesine mazhar
olsun.
Kör canı her yana adım atar, sıçrar durur ama bir türlü kurtulamaz.
Gölcük,gölcükte balık avlayanlar,birisi akıllı,öbürü yarı akıllı,üçüncüsü de mağrur,aptal,gafil ve değersiz üç balıkla
âkıbetleri
A inatçı, bu, içinde üç büyük balık bulunan gölcüğün hikayesine benzer.
“Kelile” de okumuşsundur ama o kabuktan ibarettir, bu anlatışımızsa canın ta içidir.
Birkaç balıkçı, o gölcüğün yanından geçtiler, o balıkları gördüler.
2205. Derhal koşup ağ getirmeye gittiler. Balıklar bunu anladılar...
İçlerinden akıllı olan yola düştü; hiç de gidilmesi istenmeyen o güç yola yürüdü.
Bunlarla danışmayayım dedi türlü, türlü fikirlerde bulunur, azmimi gevşetirler.
Yurtlarının sevgisine kapılırlar; tembellikleri, bilgisizlikleri bana da sirayet eder.
Danışmak için bir iyi ve diri kişi lâzım ki seni de diriltsin, fakat nerede öyle bir diri?
2210. Ey yolcu yolcuyla danış, kadınla değil... çünkü kadının reyi seni topal eder.
Vatan sevgisinden dem vurma; durma,yürü... vatan oradadır, burada değil canım efendim!
Vatan istiyorsan ırmağın o tarafına geç... bu doğru hadisi eğri ve yanlış okuma!
Abdest alanın yıkadığı uzuvlarda dua okunmasının sırrı
Hadiste abdest alınırken yıkanan her uzuv için ayrı dua rivayet edilmiştir.
Burnunu yıkar, burnuna su çekerken gani Allahdan cennet kokusu iste.
2215. İste de bu koku, seni cennete çeksin götürsün... gül kokusu gül bahçesinin delilidir.
Apdest bozduktan sonra yıkanırken de okunacak virt edilecek dua şudur: Yarabbi sen beni bu pislikten arıt.
Benim elin buraya yetişti, burasını yıkadı... elim canımı yıkamada gevşek.
Adam olmayanların canları, ihsanınla adam olmuştur... canlara erişen, senin lütuf ve kerem elindir.
Ben aşağılık bir kişiyim... buna kudretim yetişti. Ey kerem sahibi Allah, arıtmaya kudretim olmayan iç pisliğimi de sen
temizle!
2220. Rabbim ben pislikten derimi yıkadım, arıttım... içimi de hâdiselerden sen yıka, arıt!
Birisinin abdest bozduktan sonra yıkanırken,temizlenirken okunacak olan “Allah’m,beni tövbeedenlerden ve iyice
temizlenenlerden et” duasını okuyacak yerde abdest alırken burna su verildiği sırada okunan “Allah’m sen bana cennet
kokusunu koklat”duasını okuması ve duyan bir azizin dayanamaması
Birisi apdest bozduktan sonra temizlerken “Yarabbi, beni cennet kokusu ile eş et” diye dua etti.
Birisi duyup dedi ki: “Güzel dua ettin ama deliği kaybetmişsin!
Bu dua, apdeste burna su verilirken okunacak dua... sen burun duasını oturak yerini yıkarken okuyordun!”
Hür kişi cennet kokusunu burnundan duyar... hiç oturak yerinden cennet kokusu gelir mi?
2225. Ey aptal kişilere karşı alçaklık gösterip de padişahlara karşı ululanan,
O ululuk, aşağılık adamlara karşı olursa güzeldir, iyidir... fakat kendine gel, tersine hareket etme; bu, senin yolunu
bağlar!

Gül, burun için bitti,yetişti... a hoyrat adam koku almak burnun işidir.
Ey yiğit, gül kokusu burun içindir... bu aşağıdaki delik, o kokunun yeri değildir.
Hiç buradan sana cennet kokusu gelir mi? Sana koku lazımsa yerinden ara!
2230. Bunun gibi “Vatanı sevmek imandandır” hadisi de doğru ama hocam, önce iyice vatanı tanı!
O akıllı balık dedi ki: Bir yol bulayım da gönlümü şunlarla danışmadan, şunların reyine uymadan çekip çevireyim.
Kendine gel şimdi danışma zamanı değil; yola düş... Ali gibi kuyuya ah et.
O ahın mahremi pek azdır... geceleri git, hem de bekçi gibi gizlice yürü.
Bu gölcükten denize doğru git... denizi ara, şu girdabı bırak.
2235. Göğsünü ayak yaptı da yola düştü... çekingen balık, o tehlikeli yerden ta nur denizine kadar yürüdü, denize ulaştı.
Ardına köpek düşen ceylan, hayatından bir damar bile kalsa koşar ya... işte o da onun gibi koşmaktaydı.
Artık köpek varken tavşan uykusuna dalmak hatadır... zaten korkan adamın gözüne uyku girer mi?
O balık gitti deniz yolunu tuttu... pek uzun olan o yola düştü.
Bir hayli zahmetler çekti, fakat sonun da emniyet ve afiyet makamına yetişti.
2240. Kendisini uçsuz bucaksız, hiçbir yandan kıyısı görünmez denize attı.
Derken balıkçılar ağ getirdiler... yarı akıllının neşesi bozuldu, ağzının tadı kaçtı.
Dedi ki: Eyvahlar olsun..Fırsatı fevtettim, nasıl oldu da o yol gösterene arkadaş olmadım?
O ansızın gitti... gitti ama benim de hararetle ardına düşmem gerekti.
Fakat geçene acınmak hatadır... gitti mi gitti gider! Gayrı onu anmanın hiçbir faydası yoktur!
Tutulan kuşun,geçmiş zamana pişman olma,içinde bulunduğun vaktin kıymetini bil,bundan istifadeye çalış,pişmanlıkla
vakit geçirme diye nasihati
2245. Birisi hileyle tuzağına bir kuş düşürdü. Kuş, ona dedi ki: Ey ulu hoca.
Sen birçok öküzler, koyunlar yedin... birçok develer kurban ettin.
Dünyada onlarla bile doymadın... benimle de doymazsın sen!
Beni bırak da sana üç öğüt vereyim... bak bakalım aptal mıyım, akıllı mıyım?
Birinci öğüdü elimdeyken vereyim, ikincisini samanla karışık balçıktan yapılma damının üstünde.
2250. Üçüncüsünü de ağacın üstünde veririm... bu üç öğütle bahtın iyileşir.
Elindeyken vereceğim öğüt şu: Olmayacak söze kim söylerse söylesin inanma.
Bu ulu öğüdü elindeyken verip azat oldu, duvarın üstüne konup,
Dedi ki: Geçmiş gitmiş şeye gam yeme... fırsatını kaybettin mi üzülme artık!
Sonra “Şu küçücük bedenimde on dirhem ağırlığında paha biçilmez bir inci var.
2255. Seni de oğullarını da devlete eriştirdi... o inci senin hakkındı...
Fakat kısmetin değilmiş, kaçırdın... öyle bir inci dünyada bulunmaz” dedi.
Adam gebe kadın doğururken nasıl feryat ederse öyle bağırmaya başladı.
Kuş dedi ki: Sana geçmiş şeye gam etme diye nasihat etmedim mi,
Mademki geçip gitti, neden gam yersin? Ya öğüdümü anlamadın, yahut da sağırsın sen.
2260. Sonra bir de sana sapıklığa düşme olmayacak söze sakın inanma demedim mi? Bu ikinci öğüdüm değil miydi?
Ben, kendim üç dirhem gelmem aslanım... içinde on dirhemlik inci nasıl bulunur?
Adam, bu söz üzerine kendine geldi, hadi dedi... o üçüncü güzel öğüdü de ver bakalım!
Kuş dedi ki: Evet. Allah için o ikisini iyi tuttun da üçüncüsünü sana bedava söyleyeceğim ha!
Uykuya dalmış bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak yere tohum saçmaktır.
2265. Aptallık ve bilgisizlik yırtığı yama kabul etmez... ey öğütçü, ona hikmet tohumunu pek saçma.
O yarı akıllı balığın kurtulmak için bir çare düşünmesi ve kendisini ölü göstermesi
Öbür balık, o belâ çağında aklının gölgesinden ayrı düştü de dedi ki:
O, denize vardı, gamdan azat oldu... ben öyle bir iyi arkadaştan ayrıldım.
Fakat artık onu düşünmeyeyim de kendi kendime bir çare bulayım... şimdi kendimi ölü göstereyim ben...
Suyun üstüne çıkıp karnımı yukarıya, sırtı mı aşağıya verip kendimi salı vereyim... su, nereye götürürse gideyim.
2270. Yüzen kişi gibi değil de âdeta bir saman çöpü gibi su üstünde sürükleneyim.
Kendimi ölüye benzetip suya bırakayım... ölümden önce ölmek, azaptan kurtuluştur.
Ey yiğit ölümden önce ölmek emniyettir... bize Mustafa böyle buyurdu.
Dedi ki: Size ölüm, sınamalarla gelmeden hepiniz ölün.
Balık, gûya öldü, karnını yukarıya çevirdi... su, onu gâh yukarıya çıkarıyor, gâh aşağıya alıyordu.
2275. Balıkçıların her biri eyvah dediler... en iyi balık öldü... hepsi de pek kederlendi.

Balık onların eyvah demelerinden sevindi... bu oyunla kılıçtan kurtuldum galibi dedi.
Balıkçının biri onu yakaladı... tuh yazıklar olsun deyip fırlattı, toprağa attı.
Balık çırpına çırpına gizlice suya fırladı gitti. Öbür ahmak, ıstıraplar içinde kalakaldı.
O ahmak sıçrayıp kilimini kurtarmak için sağa sola çırpındı durdu.
2280. Fakat avcılar ağı attılar... ağın içinde kaldı; ahmaklık onu ateşe attı.
Ateş üstünde tava içinde ahmaklıkla eş oldu.
Ateşin hararetiyle kızıp kaynadıkça akıl ona “sana hiç korkutucu bir zat gelmedi mi?” diyordu.
O da, o işkencenin, o belânın içinde kâfirlerin canları gibi “Evet, geldi” demekteydi.
Sonra da eğer bu sefer, şu boynumu kıran mihnetten kurtulursam,
2285.Denizden başka yerde yurt tutmam... bir gölcükte oturmam artık.
Uçsuz bucaksız bir su ararım da emin olayım... ebediyen emniyet ve sıhhat içinde ömür süreyim diyordu!
Ahmağın,bir belâya uğrayıncanadim olup ahdetmesinde bir vefa yoktur.”Onlar tekrar dünyaya döndürülseler yapmayın
diye nehyolundukları şeyleri yapmaya başlarlardı yine..onlar yalancılardır.”suphukâzibin vefası olamaz!
Akıl, ona diyordu k: Ahmaklık, seninle değil mi? Ahmaklıkla ahde vefa edilmez.
Ahitlerde vefa etmek, akılla olur... sense aklın yok a eşek değerli!
Akıl, ahdini hatırlar... akıl, unutkanlık perdesini yırtar.
2290. Aklın olmadı mı unutkanlık, sana hakim olur... sana düşmanlık eder, tedbirini bozar.
Aşağılık pervane, aklının azlığından kendini ateşe vurur... ateş, ateşin yakıcılığı, ateşin sesi, aklına bile gelmez.
Fakat kanadı yandı mı tövbe eder ama hırsı ve unutkanlığı yine onu ateşe atar.
Bir şeyi kavramak, anlamak, hıfzetmek ve hatırlamak, aklın işidir... akıl bunların derecesini yüceltir.
İnci olmayınca parlaklığı nasıl olur da bulunur? Hatırlatan olmayınca adam, o işten nasıl kaçınır?
2295. Bu vakitsiz istek de sahibinin akılsızlığındandır. Çünkü ahmaklığın nasıl bir huyu vardır? Göremez ki!
O, nedamet zahmetinin sonucudur... define gibi aydın olan aklıdan gelmez.
Zahmet geçti mi o nedamet de yok olur gider... o tövbe ve nedamet, toprak değerinde bile değildir.
O nedamet, gam ve elem karanlığı yüzünden yükünü bağladı... fakat gündüz geldi mi gecenin sözünü mahveder!
O gam karanlığı gitti de hoşluk vakti geldi mi gönülden de onun neticesi, o derdin doğurduğu nedamet geçip gider!
2300. O adam, tövbe eder ama akıl piri ona “Tekrar dünyaya döndürülseler yine yapma denen şeylere bulaşırlar. Onları
yaparlar” diye bağırıp durur.
Vehim aklın zıddır,onunla savaşır durur..ona benzer ama o değildir..akla sahibolan Musa aleyhsselâm’ın vehim sahibi
olan Firavun’la soru ve cevabı
Ey yiğit, akıl, şehvetin zıddıdır... şehveti dokuyan akla akıl deme.
Şehvete mağlûp olana vehim de... vehim, halis akıllar altınının kalpıdır.
Vehimle akıl, mihenk olmadıkça meydana çıkmaz. Her ikisini de hemen mihenge vur.
Bu mihenk de Kur’an’dır. Peygamberlerin halidir... mihenk kalpa gel der.
2305. Gel de benim yüzümden ne hale girdiğini gör... çünkü sen benim ne inişimin ehlisin ne çıkışımın!
Aklı bir testere ikiye biçse o ateşteki altın gibi yine gülümser.
Vehim, âlemleri yakan Firavundur; akıl, canları parlatan aydınlatan Musa’nındır.
Musa, yokluk yoluna gitti... Firavun, ona dedi ki: Sen kimsin?
Musa, ben akılım... ululuk ıssı Allahnın elçisiyim... Allahnın ulu bürhanıyım, azgınlıktan insana emniyet veren kişiyim
ben!
2310. Firavun dedi ki: Sus, huyluyu bırak da sen bana eski adını söyle!
Musa dedi ki: Benim nispetim, Allah’nın şu toprak yurdunadır... asıl adım da onun kullarının en aşağısı.
Ben o Allah’nın kulunun oğluyum... onun cariyesiyle kulundan doğmuşum.
Asıl mensup olduğum topraktır; su ve balçıktır... Allah suya toprağa canla gönül vermiştir.
Bu toprak bedenimin dönüp gideceği yer de yine topraktır... senin gideceğin yer de topraktır a mağrur.
2315. Bizim de bütün serkeşlerin de aslı topraktır. Hepimiz topraktanız... buna da yüz türlü nişane var.
Bedenine topraktan yardım gelmededir... boynun topraktan biten gıdalarla düzelip kalınlaşmadadır.
Can gitti mi beden o korkunç, mezar da toprak olur gider.
Sen de, biz de, sana benzeyenlerde hep toprak olurlar... senin mevkiin rütben de kalmaz.
Firavun dedi ki: Bundan, bu soydan başka bir adın daha var senin... sana ne ad daha âlâ yaraşır.
2320. Firavunun kulu kullarının kulu... bedeni, canı, önce onun nimetleriyle beslenip yetişen kul.
Âsi, azgın ve pek zalim kul... kötü işi yüzünden yurttan kaçan kul.

Kanlı katil, gaddar,hak bilmez kul... artık sen bu sıfatlara bak da var kıyas et nesin?
Gariplikte hor, yoksul, çıplak bir kul, öyle bir kul ki ne bizim hakkımızı tanır,ne bize şükreder.
Musa şöyle cevap verdi: Hâşa... o padişaha, padişahlıkta kimse şerik olamaz.
2325. Mülk ve devlette tektir, eşi yok. Kullarına ondan başka başbuğ yoktur.
Halkına ondan başka kimse sahip değildir. helâke düşmüş kişiden başka kimse ona şeriklik davasına kalkışamaz.
Beni nakşeden, bana bu sureti veren odur; nakkaşım odur benim... başkası bu dâvaya kalkışırsa zalimdir.
Sen benim kaşımı bile yaratmaya kadir değilsin... böyleyken nasıl olur da beni yarattığını söyleyebilirsin?
Asıl o gaddar, o azgın sensin ki Allahya şerik olmak davasına düşmüşsün.
2330. Ben bir kötü kişiyi öldürdüysem ne nefsime uyduğumdan öldürdüm, ne de eğlence için!
Ben bir yumruk indirdim o da derhal ölüverdi... zaten canı yoktu can verdi geberdi gitti.
Ben bir köpek öldürdüm... fakat sen peygamber oğullarını, yüz binlerce suçsuz, ziyansız çocukları öldürdün ya!
Onları öldürdün; hepsinin kanı senin boynundadır... bakalım hele, bu kan içmeden başına neler gelecek?
Yakup soyunu öldürdün... maksadın da hep beni öldürmekti, bunu umuyor, bunu istiyordun sen!
2335. Allah, seni kör etti de beni seçti... nefsinin pişirip kotardığı hile, baş aşağı geldi.
Firavun dedi ki: Bunları bırak hele... şüphesiz benim hakkım, tuz ekmek hakkı buydu ha!
Beni halkın önünde rezil rüsvay edesin... aydın günü gönlüme karartasın... sen de olan hakkıma karşılık yapacağın
bumu senin?
Musa, kıyamet gününün horluğu daha güçtür... hayırda, şerde bana riayet etmezsen kıyamette halin bundan beter
olur.
Bir pirenin acısına tahammülün yok; yılanın acısına nasıl tahammül edeceksin?
2340. Görünüşte senin işini yıkıyorum ama bir dikeni gül bahçesi haline getiriyorum dedi.
Yapılma yıkılmadadır;topluluk dağınıklıkta;düzeltme kırılmada..murat muratsızlıktadır;varlık yoklukta.Her şey,buna
benzer..öbür zıtlar ve eşlerde hep bunlar gibidir.
Birisi geldi yeri bellemeye, sürmeye başladı. Aptalın biri dayanamayıp feryat etti.
Dedi ki: Bu yeri neden yıkıyorsun... neden yarıyor dağıtıyorsun?
Adam dedi ki: A ahmak, yürü git... benimle uğraşma! Sen, yapılmayı yıkılmada bil!(189.sayfa-223.sayfaya kadar
bulunamadı)
Bu yer, böyle çirkin ve yıkık bir hale gelmedikçe nasıl olur da olur da gül bahçesi, buğday tarlası haline gelir.
2345. Düzeni alt üst olmadıkça nasıl olur da bostanlık, ekinlik olur; mahsul ve meyve yetiştirir?
Yarayı neşterle deşmedikçe iyileşir onulur mu hiç?
Ahlatın, ilaçla yıkanmadıkça hastalığın nasıl geçer, nasıl şifa bulursun?
Terzi kumaşı paramparça eder... bir kimse çıkıp da o sanatını bilen terziye,
Bu canım atlası neden bu hale getirdin... neden kestin; ben kesik kumaşı ne yapayım der mi?
2350. Her eski yapıyı yaparlar, yenilerlerken eski yapıyı yıkmazlar mı?
Marangoz, demirci ve kasap da bunun gibi yıkıp yakıp harap etmezler mi?
O halileyi, belileyi dövmek, onları adeta telef etmek, bedenin yapılmasıdır.
Buğdayı değirmende ezmeseydin ondan ekmek yapabilir miydi.. bizim soframızı bezeyebilir miydi?
Musa´ nın, lanet olasıca Firavun´ a cevap vermesi
A balık, yediğim tuz ekmek, seni ağından kurtarmak için beni böyle uğraştırıyorsun ya!
2355. Musa’nın öğüdünü kabul edersen sonu kötü olan böyle bir oltadan kurtulursun!
Kendini hayli zamandır heva ve hevese kul, köle ettin... yeter artık! Küçücük bir kurdu ejderha haline getirdin.
Ben de senin ejderhana karşı ejderha getirttim... onunla anbean seni ıslah etmek niyetindeyim.
Onun nefesi, bunun nefesiyle tutulsun... ejderham, o ejderhayı mahvetsin!
Eğer razı olursan iki yılandan da kurtulursun... yok, razı olmazsan o ejderha, canını kökünden siler süpürür, seni
mahveder!
2360. Firavun dedi ki: Pek usta bir büyücüsün... bu ülkeye bir ikiliktir saldın.
Gönlü bir olan halkı iki bölüğe ayırdın... öyledir; büyücülük, dağa, taşa bile tesir eder... onları bile yarar, yıkar.
Musa şöyle cevap verdi: Ben, Allah emirlerine gark olmuşum... hiç Allah adı ile büyücülük görülmüş şey midir?
Büyücülüğün temeli gaflettir, kafirliktir... halbuki Musa’nın canı, din meşalesidir.
A çirkin, ben büyücülere benzer miyim? Nefesine Mesih bile haset etmededir benim.
2365. A cenabet, benim nerem büyücülere benzer? Kitaplar, canımda nurlanır, ışıklanır.
Fakat sen heva ve heves kanadı ile uçtuğun için benim hakkımda şüpheye düşüyorsun.

Kim hilebazlarla canavarların işini işlerse elbette kerem sahipleri hakkında şüphelenir.
Sen, bir alemin cüzüsün... ne olursan ol, mutlaka o alemin külünü kendi sıfatlarında görürsün sen, azgın herif!
Döndün de başın döndü mü gözüne ev de dönüyor görünür.
2370. Gemiye binersin; gemi hareket etti mi deniz kıyısını yürüyor görürsün!
Bir savaştan, bir çekişten canın daralırsa bütün dünyayı dar görürsün!
Dostların dilediği gibi hoşluğa erersen, gönlün hoş olursa bu alem, sana gül bahçesi görünür.
Nice kişiler, ta Şam´ a Irak´ a kadar gittiler de oralarda kafirlikten, münafıklıktan başka bir şey görmediler.
Nice kişiler, ta Hint ülkesine, Herat şehrine dek vardılar da oralarda alış verişten başka bir şey bulamadılar!
2375. Niceler, Türkistan’a, Çin’e vardılar da oralarda hileden, tuzaktan başka bir şey görmediler!
Sefere giden renkten, kokudan başka bir şey göremezse söyle ona: Bütün iklimleri dolaşsın; hep bunu görür.
Öküz Bağdat’a geliverir... bir ucundan öbür ucuna kadar şehri dolaşır...
Bütün o yaşayıştan, o güzelliklerden, o lezzetlerden ancak ve ancak sokaklardaki karpuz kabuğunu görür!
Öküzün yahut eşeğin seyrine layık olan şey, sokaklara atılan samanlarla yolarda biten otlardır!
2380. Tabiat mıhına kurumuş et gibi asılı kalan kişinin canı, sebeplere bağlanmıştı... bundan ötesini göremez.
Ey baş köşede oturan ulu kişi, sebeplerin kalktığı ova, Allahnın geniş yeryüzüdür.
Orada can, her an suret değiştirir... her an yeniden yeniye ve apaçık bir alem görür.
Fakat bir sıfata kapılmış, o sıfatla donup kalmış kişiye, cennette, cennet ırmaklarının kıyısında, olsa orası yine kötü ve
çirkin görünür!
İnsanın her duygusu, başka şeyler duyar ve öbür duygunun duyduklarından bihaberdir.. nitekim her usta sanatkar da,
başka bir sanatta usta olan sanatkarın sanatına acemidir, o sanattan bihaberdir. Fakat bir duygunun, öbür duyguların
vazifesinden bihaber olması, öbür duyguların olmadığına delil değildir ki, her duygu öbür duygulara vazifesini, her
sanatkar, öbür sanatkarların sanatını hal bakımından inkar eder. Eder ama, burada inkar eder demekteki maksadımız, o
duyguyu, o sanatı bilmez demektir.
Cihanı görme çerçeven anlayışıncadır... pak kişilerin sence perde ardında olması, onları görmemen, pis duygundandır.
2385. Bir zaman duygunu görüş suyuyla yıka... sofilerin çamaşır yıkamaları budur, böyledir... bunu böyle bil.
Sen temizlendin mi perde yırtılır... pak kişilerin canları sana görünmeye başlar.
Bütün alem nurla, suretlerle dolsa o güzellikten ancak göz haberdar olur.
Gözünü yumar da bir güzelin zülfünü, yüzünü görmek için kulağını açarsan,
Kulak der ki: Ben sureti göremem... ancak suret, bir ses verirse o sesi duyarım.
2390. Bilirim, bilirim ama kendime ait olan şeyleri bilirim... bana ait şey de harften, sesten başka bir şey değildir.
Kendine gel, hadi ey burun... şu güzeli gör, desen imkanı yok; burunda bu kabiliyet yoktur.
Sana der ki: Mis, yahut gülsuyu olursa koklarım... benim işim budur, bilgim bu kadardır.
Ben o baldırı gümüşe benzeyen güzeli nasıl görürüm? Aklını başını devşir de yapamayacağım şeyi teklif etme bana!
İğri duyguda iğriden başka bir şey göremez... onun önüne ister eğri getir, ister doğru.
2395. Hocam şaşı göz bil ki tek göremez.
Sen de Firavunsun... tepeden tırnağa kadar hile ve riyadan ibaretsin... onun beni kendinden farklı görmemektesin.
A iğri görüşlü, sen bana kendi gözünle bakma, benim gözümle bak da biri, iki görme!
Bana, bir an olsun benim gözümle bak da varlıktan öte bir meydan gör.
Darlıktan da kurtul, addan, şöhretten de... aşk içinden aşk gör vesselam.
2400. Bil ki beden çerçevesinden kurtuldun mu kulağın da göz olur, burnun da.
O tatlı dilli padişah doğru söylemiştir: Ariflerin her kılı göz kesilir.
Göz evvelce göz değildi... o, rahimde bir et parçasından ibaretti.
Yağ parçası görmeye sebep olmaz oğlum... öyle olsaydı hiç kimse rüyada görülen şeyleri göremezdi.
Mesela şeytan ve peri de görür... fakat ikisinin gözünde yağ parçasına benzer bir şey yoktur.
2405. Nurun yağla ne münasebeti var? Fakat yaratıcı sevgi ihsan edici Allah bu münasebeti bağışlamıştır işte!
İnsan topraktan yaratılmıştır, fakat toprağa benzemez ki... cinlerin ateşle bir münasebeti yoktur; fakat onlar da
ateşten yaratılmışlardır.
Perinin aslı ateştir; fakat dikkat edersen ateşe hiç benzemez.
Kuş, havadan yaratılmış olmakla beraber havaya nereden benzer? Allah, münasebeti olmayan şeylere münasebet
verdi.
Bu feri’lerin asıllarıyla münasebeti vardır... Allah onlara bu münasebeti vermiştir; fakat bu münasebete akıl ermez,
keyfiyeti bilinmez!

2410. İnsan hiçbir değeri olmayan topraktan meydana gelmiştir... fakat bu oğlun,babası ile ne münasebeti var?
Bir münasebeti varsa bile akıldan gizlidir, keyfiyetine akıl ermez; akıl nereden bu münasebeti izleyecek bulacak?
Yele göz vermemiş olsaydı Ad kavmini nasıl fark ederdi?
Mümini nasıl olur da düşmandan ayırt eder... şarabı, nasıl olur da testiden fark ederdi?
Nemrut’un yaktığı ateşe göz olmasaydı Halil’e nasıl olur da, kendisini zahmetlere sokup saygı gösterirdi?
2415. Nil’in gözü olmasaydı, görmeseydi, Kıpti ile İsrail oğullarını nasıl ayırt edebilirdi?
Dağda taşta görüş yoktu da nasıl Davut’a yar oldu?
Bu yeryüzünün can gözü yoktu da Karun’u neden öyle sömürüp yuttu?
Hannane direğinin gönül gözü olmasaydı o tek kişinin, o eşsiz erin ayrılığını görür müydü?
Kırık taşlar, görmeselerdi avuç içinde nasıl şahadet ederlerdi?
2420. A akıl, sen kanatlarını aç da “İza zülziletil arzu zilzaleha” suresini oku!
Kıyamet günü bu yeryüzü, görmeseydi iyiye kötüye nasıl şahadet ederdi ki?
Halbuki halini, kendisinde olan haberleri söyleyecek... yeryüzü bize sırlarını açacak.
Beni senin gibi bir padişaha göndermesi de bir delildir... gönderen bilir ki.
Böyle bir illete böyle bir ilaç lazım bu ilaç, o umulmaz yarayı kolayca iyileştirecek elbet.
2425. Bundan önce rüyalar görmüştüm... Allahnın beni seçip göndereceğini anlamıştın.
Ben elime asayı ve nuru alacak, senin gibi bir küstahın boynuzunu kıracaktım.
Bunun için kıyamet gününün sahibi olan Allah sana çeşit çeşit rüyalar gösteriyordu.
Bunlar senin kötü içine, azgınlığına layık rüyalardı. Bunların sana, senin haline tam uygun olduğunu bildirmek
diliyordu.
Allah, sana bunları gösteriyordu ki onun hikmet sahibi ve her şeyden haberdar, aynı zamanda derman kabul etmez
dertlerin dermanını ihsan eder bir Allah olduğunu bilesin.
2430. Fakat sen bu rüyaları tevile kalkıştın... kör ve sağır kesildin, bunlar; ağır uykudan meydana gelen hayaller dedin.
Doktorlarla müneccimler de kendilerinde olan nur pırıltısı ile tabirini gördüler, fakat tamahlarından hakikati
söylemediler.
Kederlenmek, devletine bir gussa gelmek, senin devletinden, padişahlığından uzaktır.
Ya çeşitli gıdalardan, yahut yemekten insan, hep böyle rüyalar görür dediler.
Çünkü gördüler ki sen öğüt istemiyorsun, kaba ve hoyratsın, kan içicisin... yok, yoksul huylu değilsin!
2435. Padişahlar, bir iş için kan dökerler ama merhametleri kızgınlılarından üstündür.
Padişahın Allah huyuyla huylanması gerektir. Allahnın rahmeti, gazabından artıktır.
Şeytan gibi gazabının üstün olması gerekmez, öyle olursa hile yüzünden lüzum yokken kan döker!
Namussuzların hilmi gibi halim olması da doğru değildir... çünkü karısı da orospu olur cariyesi de!
Halbuki sen, gönlünü şeytan evi haline getirdin... kinini, kendine kıble yaptın.
2440. Keskin boynuzların nice ciğerleri deldi... işte şu asam, senin küstah boynuzunu kırdı!
Bu alemdekilerin, o alemdekilere saldırmaları, gayb aleminin sınırı olan nesillerine kadar hücum etmeleri, onların pusuda
olmalarından gaflete düşmeleri.. zaten gazi de savaşa gitmezse kafirler, müslüman ülkesine ılgar eder, çapulda
bulunurlar.
Cisme mensup askerler, ruhanilerin kalelerine saldırırlar.
O taraftan tertemiz birisi gelmesin diye gayb derbendine hücum ederler.
Gaziler, savaşa pek gitmediler mi kafirler, yürür saldırılar.
Gayb gazileri, hilimlerinden sana saldırmazlar kötü gidişli.
2445. Gayb derbentlerine saldırdın... gayb erlerinin bu tarafa gelmemesini diledin!
Ata bellerine, ana rahimlerine pençe attın... kötülükle yolu kesmek istedin!
Ululuk ıssı Allahnın soy sop yetişmesi için açtığı ana yolu sen nasıl kapatabilirsin?
A inatçı, sen derbentleri tuttun ama körlüğüne rağmen, yine bir er çıktı işte.
İşte o çıkan er benim... senin maksadını yıkıp yakarım; Allahnın adı ile senin adını sanını yok ederim!
2450. Sen var, derbentleri iyice tuta dur... ne vakte dek sakalına bıyığına gülüp duracaksın?
Kader bıyığını sakalını birer birer yolar... nihayet kadere karşı çekinmenin fayda vermediğini anlarsın.
Senin bıyığın sakalın mı daha kuvvetlidir, Ad’ın bıyığı sakalı mı? Onların nefesinden şehirler titrer dururdu.
Sen mi daha inatçısın Semud mu? Varlık alemine onlar gibisi gelmedi gitti.
Bunlardan yüz tanesini daha söylesem fayda yok; sen sağırsın... duyarın da duymazlıktan gelirsin!
2455. Söylediğim sözden tövbe ettim; tam senin ilacını yaptım.
Bu ilacı senin ham sakalına korum da pişer, yahut da yanar... sen de ebedi olarak yaralı kalırsın.

Bu suretle de bilirsin ki Allah, her şeyi bilir... her şeye, ona layık olan ilacı verir ey düşman.
Ne vakit bir eğrilik ettin, ne zaman bir kötülükte bulundun da onun ardından derhal layığını görmedin?
Ne zaman gökyüzüne bir nefes bir dua gönderdin de ardınca ona benzer bir iyilik gelmedi?
2460. Dikkat etsen, uyanık olsan her an, yaptığın işin cevabını görürsün!
Dikkat ederde ipe sarılırsan senin için kıyametin gelmesine hacet yok.
Remiz ve işareti gören kişiye açık söz söylemeye ihtiyaç var mı?
Bu bela sana aptallığından gelir... nükteleri remizleri anlamazsın!
Gönül kötülük yüzünden karardı da kapkara oldu mu artık anla... burada sersemleşmenin lüzumu yok!
2465. Yoksa o karalık sana bir ok olur... sersemliğinin cezası sana erişir!
Ok gelmezse lütuf ve kerem yüzünden gelmez; o kötülük görülmediğinden değil.
Kendine gel de eğer sana gönül gerekse dikkat et... çünkü her işin ardından senin için bir şey meydana gelir!
Himmetin bundan fazla olursa dikkatle işin, daha yücelir!
İnsanın topraktan yaratılan bedenî, cevheri i yi bir demire benzer, ayna olmaya kabiliyeti vardır, onda dünyada da
cennet, cehennem, kıyamet vesaire görünür, hem de apaçık ve doğru olarak, hayal yoluyla değil!
Sen de görünüşte kapkara bir demire benzersin ama kendini cilala, cilala!
2470. Bu suretle de gönlün, suretlerle dolu bir ayna kesilsin; ona her cihetten gümüş bedenli bir güzel aksetsin!
Demir gerçi karadır, nursuzdur... fakat cilalamak, ondaki karalığı giderir.
Demir cilalanır, yüzünü güzelleştirir.. bu suretle suretler onda görünebilir.
Topraktan yaratılan beden kabadır, karadır ama cila kabul eder, onu cilala!
Cilala da onda gayb şekilleri yüz göstersin., huri ve melek akisleri görünsün!
2475. Allah, bil ki sana bir akıl cilâsı vermiştir... onunla gönül yaprağı arınır, aydınlanır.
A binamaz, cilâlanmayı bırakmışsın da heva ve hevesinin iki elini de açmışsın!
Heva ve heves kapandı mı cilâcının eli açılır.
Gayb aynası olan demirde bütün suretler görünür.
İçini kararttın, paslattın, işte "Yeryüzünde fesada çalışırlar" âyetinin mânası budur!
2480. Şimdiye kadar böyle hareket ettin durdun, artık böyle harekette bulunma., suyu kararttın, daha ziyade karartma!
Bulandırma da bu su durulsun., o suyun içinde ay ve yıldızları tavaf eder gör!
Çünkü insan, ırmak suyuna benzer., bulandı mı artık onun dibini göremezsin!
Irmağın dibi incilerle, mercanlarla dopdolu.... sakın bulandırma, o saf ve durudur.
İnsanların canı havaya benzer., tozla karıştı mı gökyüzünde perde olur, gökyüzünü göstermez.
2485. Güneşin görünmesine mâni olur... fakat tozu gitti mi saf ve parlak bir hale gelir.
Canın kapkara olmakla beraber Allah, kurtuluş yolunu bulasın diye sana rüyalar göstermiştir.
Musa aleyhisselâm´ın Firavun´un sırlarını söylemesi, Allah´nın bildiğine inanması, yahut hiç olmazsa galiba
biliyor diye şüpheye düşmesi için gaybdan haber vererek gördüğü rüyaları söylemesi
Allah, sonunda olacak şeyleri kudretiyle kapkara demirde gösterdi.
Bu suretle senin daha az kötülük etmeni diledi... fakat sen, hep bunları gördüğün halde daha beter oluyordun!
Sana rüyada kötü şeyler gösterdi., onlardan ürktün, halbuki o kötü şeyler, senin suretindi.
2490. Hani aynaya bakınca yüzünü çirkin görüp aynayı pisleyen Zenci gibi!
Tükürmüş de sen çirkinsin, lâyığın ancak bu demiş, ayna da çirkinliğim, senin çirkinliğim a kör ve aşağılık adam!
Bu pisliği de kendi çirkin yüzüne bulaştırdın, bana değil., çünkü ben apaydınım demiş!
Sen gah elbiseni yanmış gördün; gah ağzın tutulmus, gözün kör olmuş gördün.
Gah bir canavar, kanına kastetti., gah yırtıcı biç hayvan, başını ısırdı!
2495. Kendini gah lâğıma baş aşağı düşüyorsun gördün., gah kanlı sellerde gark olmuşsun gördün.
Bazan rüyada bu tertemiz gökyüzünden sana "Kötüsün, kötüsün, kötü" diye ses geldi.
Bazan dağlardan apaçık "Hadi git be., sen, ashabı şimaldensin" sesini duydun!
Bazan her cansız şeyden "Firavun, ebediyen cehenneme düştü gitti" sadasını işittin!
Bundan beter rüyalar da gördün... fakat utancından söyleyemiyorum ki ters tabiatın büsbütün tersleşmesin,
kızmayasın!
2500. Ey öğüt kabul etmeyen, azıcığını söylüyorum sana., bu azıcığı duy da bil ki ben biliyorum.

Gördüğün rüyaları ve başına gelecek işleri düşünmemek için kendini ölü ve kör ettin!
Ne vakte dek kaçaksın? iste hileler düzen anlayışının körlüğü, önüne geldi, çattı!
Tövbe kapısı açıktır.
Kendine gel, bundan böyle çekin artık., çünkü. Allah keremiyle tövbe kapısı açıktır.
Tövbenin batı tarafında bir kapısı vardır, kıyamete kadar açıktır.
2505. O kapı, güneş batıdan doğuncaya dek açık kalacaktır, o kapıdan yüz çevirme!
Cennetin Allah rahmetiyle sekiz tane kapısı var... oğul, o sekiz kapıdan biri de tövbe kapısıdır.
Öbürlerinin hepsi de bazen açılır, bozan kapanır., fakat tövbe kapısı hep açıktır.
Bunu ganimet bil.. kapı açık, kasetçinin körlüğüne rağmen derhal pılını pırtını oraya çek!
Musa aleyhîsselâm´ın Firavun´a "Benden bir öğüt kabul et, karşılık olarak dört fazilet kazan" demesi.
Kendine gel de benden bir öğüt kabul et, karşılık olarak dört şey al!
2510. Firavun, o bir öğüt, hangi öğüt? O tek öğüdü bana birazcık anlat dedi.
Musa dedi ki: O tek öğüt şu: Apaçık söyle, deki Allah tektir, ondan başka tapacak yoktur!
Göklerin, yıldızların., insanlarla şeytanların cin ve perilerin, kuşların yüce yaratıcısıdır.
Denizin, ovanın, dağın, çölün yaratıcısı odur... ülkenin sının yoktur, kendisinin benzeri yoktur!
Firavun, ey Musa dedi., buna karşılık bana vereceğin o dört şey nedir? Onlarıda da söyle de
2515.O güzel vadin lütfiyle kâfirliğimin çarmıhı gevşesin!
Belki bir ganimet olarak elde edeceğim o hoş vaitler yüzünden yüz harmanlık küfür kilidim açılır.
Belki bal ırmağının tesiriyle bedenimdeki şu kin zehiri ballaşır..
Yahut o tertemiz süt ırmağının aksiyle esir aklım bir an olsun beslenir.
Yahut o şarap ırmaklarının aksiyle sarhoş olar da Allah emrinin zevkinden bir koku alırım...
2520. Yahut da ırmakların letafetinden çorak ve yıkık bedenim tazeleşir..
Çorak bedenimde bir yeşillik meydana gelir dikenliklerim, Cenneti Me´va kesilir!
Belki cennetin ve dört ırmağın aksiyle can, Allah, yardımına mazhar olur da sevgiliyi aramaya koyulur.
Nitekim cehennemin aksiyle de ateş kesilmişim., Hak kahrıyla karışmışım!
Cehennem yılanının aksiyle yılana dönmüşüm., cennet ehline zehirler yağdırmada, onları dalayıp-durmadayım!
2525. Gah cehennemdeki kaynar suyun kaynamasının, köpürmesinin tesiriyle zulüm suyum, halkı çürütür, eritir!
Ben zemherinin aksiyle zemheri olmuşum., yahut da cehennemin aksiyle cehenneme benzemişim!
Şimdi yoksul ve mazlumlara cehennemim., vay onu zebun bulursam!
Musa aleyhisselâm´ın, Firavun´un îmanına karşılık olan o dört fazileti anlatması
Musa dedi ki: O dördün birincisi, bedenin ebedi olarak sıhhatte kalır.
Tıp bilgisinde söylenen illetler, ey akıllı er, bedeninden uzaklaşır.
2530. İkincisi, ömrün uzun olur.. ecel, ömründen çekinir!
İyi bir ömür sürdükten sonra âlemden, muradına erişmeden gitmezsin.
Hattâ süt emer çocuğun süt istemesi gibi eceli istersin.. fakat seni esir eden bir zahmet, bir dert yüzünden değil.
Ölümü ararsın ama bir eziyete uğrayıp âciz kaldığından değil de evin harabesinde defineyi gördüğünden !
Bunun üzerine kazmayı eline alır da hiç düşünmeksizin evi yıkmaya başlarsın.
2535. Çünkü evi, definenin perdesi görürsün., bilir, anlarsın ki bu bir tek tane, yüzlerce harmana mâni olmaktadır.
Artık bu taneyi ateşe atarsın, erlik sıfatiyle sıfatlanır, er olursun. Ey bir yaprak uğruna bağdan olan., sen, bir yaprağa
kapılıp kalan ve bu yüzden üzümden mahrum olan kurda benziyorsun.
Fakat Allah´nın lütfü ve keremi, bu kurdu uyandırırca bilgisizlik ejderhası seni yer, siler süpürür!
Kurt, meyvalarla, ağaçlarla dolu bir bağ kesilir.. işte bahtı, talihi iyi olanlar, böyle bir değişikliğe nail olurlar!
"Ben gizli bir hazineydim, bilinmeyi diledim" hadisi kutsinin tefsiri
2540. Evi yık., bu Yemen akilciyle yüz binlerce ev yapılır!
Hazine, ev altındadır, ev yıkılmadıkça ele geçmesine çare yok., evi yıkmaktan ürkme, durma!
Çünkü bu hazinenin ele geçecek bir parasıyla zahmetsiz, meşakkatsiz binlerce ev yapılabilir.
Nihayet bu ev zaten viran olacak., altındaki hazine de apaçık meydana çıkacak!
Fakat o vakit hazine senin olmaz., çünkü o ele geçen ganimet, ruhun evi yıkma ücretidir.
2545. "insan, ancak çalıştığını kazanır." o işten hiçbir ücrete sahip olamayınca,

Artık, eyvanlar olsun., böyle bir ay bulut altın-daymış da görmedim!
İyilik edip bana söylenen sözleri tutmadım., attık hazine gitti, elim bomboş diye elini ısırır, hayıflanır durursun!
Meselâ; sen ücretle bir ev kiralarsın., fakat o evi satın alsan bile senin mülkün değildir ki!
Bu evde iş işleyesin diye kira müddeti, eceline kadardır.
2550. Dükkânda eskicilik, yamacılık edersin., fakat bu dükkânının altında iki maden gömülüdür!
Bu dükkân kiralıktır.. çabuk ol, kazmayı al da dibini kaz!
Birdenbire kazma madene rastlasın da dükkândan da kurtul, yamacılıktan da!
Yamacılık dediğin nedir? Su içmek, yemek yemek., bu yamalarla köhne hırkanı yamar durursun!
Bu beden hırkası daima yırtılır.. sen de bu yemekle, içmekle onu yamarsın!
2555. Ey talihi yaver padişah soyundan gelen, kendine gel de yamacılıktan utan!
Bu dükkânın dibini bîr parçacık kaz da o iki maden, başını yüceltsin!
Bu kiralık evin kira müddeti bitmeden kendine gel.. yoksa bu müddet biter, sen de ondan bir fayda elde edemezsin!
Sonra dükkân sahibi, seni dükkândan çıkarır; bu dükkânı da hazineyi elde etmek için yıkar.
Sen gah hasretle başına vurursun; gah ham sakalını yolar durursun!
2560. Yazıklar olsun; bu dükkân benimdi.. kör müydüm ki buradan bîr fayda elde etmedim!
Yazıklar olsun, bu bizim di yel götürdü! Biz kullara da ebediyen hasretlere düşüp eyvahlar olsun demek kaldı dersin!
İnsanın, yaradılışında olan zekâ ve düşüncelerine aldanarak peygamberlerin bilgisi olan gayb bilgisini istememesi
Ben evde bir süs, bir nakış gördüm de o evin sevgisiyle kararsız bir hale geldim;
Gizli hazineden haberim bile olmadı., yoksa kazma, elimde çiçek demeti kesilirdi!
Ah, o zaman kazmanın hakkını verseydim şimdi gamdan kurtulmuş olurdum!
2565. Gözümü nakşa, takmış, çocuklar gibi aşk oyunlarına dalıp kalmıştım!
O muradına erişmiş hakim, sen bîr çocuksun.. evde nakışlarla, suretlerle dolu diyerek ne de doğru, ne de güzel
söylemiştir.
"İlâhiname" de çok vasiyetlerde bulunmuş, tozu dumana ver, varlığının kökünü kazı demiştir.
Firavun ey Musa dedi; kâfi., gönlüm, ıstıraptan eridi gitti., artık üçüncü vadini söyle!
Musa dedi ki; üçüncüsü şu: Devletin iki kat artar, iki âlemin de düşmandan arınmış devlet ve saltanatına nail olursun!
2570. Şimdiki devlet ve ikbalinden daha fazla devlete, ikbale ve ülkelere sahip olursun.. şimdiki devletin savaş içindedir,
o devlet sulh ve huzur içinde!
Savaş âleminde sana böyle bir devlet ve ülke ihsan eden, bir gör de bak., sulhta ülkene nasıl bir sofra kurar!
Keremiyle cefa zamanında onları veren, vefa zamanında seni nasıl görüp gözetir, arayıp yoklar., bir bak da gör!
Firavun, ey Musa, dördüncüsü nedir? Çabuk söyle., çünkü sabrım yetti, hırsım arttı dedi.
Musa dedi ki: Daima genç kalırsın., daima saçın, sakalın katran gibi siyah, yüzün erguvan gibi kırmızı olur.
2575. Bizce rengin, kokunun değeri yoktur.. fakat sen aşağılıksın, onun için aşağı âlemden konuşuyorum!
Renkle, kokuyla, mevkile öğünmek, çocukları sevindirir, aldatır!
"Halka, kendi aklınız miktarınca değil, onların akılları miktarınca söz söyleyin ki Allah´ ya ve Peygamber´ ine yalan
demesinler" hadisi
İşim çocuğa düştü., gayri çocukların ağzını kullanmam lâzım!
Mektebe git de sana kuş alayım, yahut kuru "üzüm, ceviz ve fıstık getireyim diyeyim!
Sen beden gençliğinden başka bir şey bilmiyorsun ya, al işte bu gençliği., a eşek, nah sana arpa
2580. Yüzün hiç buruşmaz, pörsümez.. kutlu gençliğin hep bu halde kalır.
Ona ne ihtiyarlık buruşması gelir., ne de selvi ye benzeyen boyun iki kat olur!
Ne sendeki gençliğin kuvveti azalır, ne dişlerin, ağrır, sallanır!
Kadınların erkekten nefretine sebep olan gevşekliği, kadına yaklaşmamak derdini görmezsin!
Gençlik çağının parlaklığı seni öyle bir açar, neşelendirir ki Ukâşe´nin müjdesi de Peygamber´i öyle-açmış, öyle
neşelendirmişti işte!
"Saferin çıktığını kim müjdelerse ona cennet müjdesi vereceğim" buyurması
2585. Ahir zaman Peygamberi Ahmed, Rebiyülevvel ayında göçtü., bunda hiç ihtilâf yoktur.
Gönlü, bu göç zamanını haber alınca can ve gönülden o vakta âşık oldu.

Safer gelince, bu ay bitince sefer edeceğim diye-neşelendi.
Her gece bu buluşmanın iştiyakiyle sabahlara kadar "Ey yücelerden yüce arkadaş!" der dururdu!
"Bana kim safer ayı çıktı diye müjde verirse..
2590. Kim safer gitti, Rebiyyülevvel geldi diye beni muştularsa ben de onu cennetle muştular, ona şefaatçi olurum"
dedi.
Ukâşe gelip müjde dedi., safer çıktı gitti. Peygamber de "Ey ulu aslan, cennet senindir" buyurdu
Başka birisi de gelip safer çıktı dedi., bet dedi ki: O müjdeyi Ukâşe aldı!
Erler, görüyorsun ya, âlemden göçmeden neşeleniyorlar., şu çocuklarsa âlemde kalmalarına seviniyorlar!
İyi suyun tadını tatmayan kör kuşa, acı su, kevser görünür.
2595. Musa da, senin saf ikbaline bir dert erişmez diye bu tarzda kerametler sayıp dökmekteydi.
Firavun, pek güzel., iyi söyledin ama bir de iyi bir dostla görüşeyim, danışayım dedi.
Firavun´un, Masa aleyhisselâm´a inanma hususunda Asiye´ye danışması
Firavun, bu sözü Asiye´ye açtı. Asiye dedi ki: A gönlü kararmış, bu vaitlere can ver!
Bu sözlerde ne büyük inayetler var., ey iyi huylu padişah, durma, hemen bunları elde et!
Ekim zamanı geldi., hem de ne faydalı ekim ya! Bu sözleri söyledi ve iştiyakından ağlamaya başladı.
2600. Yerinden sıçradı, ne mutlu sana dedi... a kelceğiz, güneş, başına taç oldu!
Kelin ayıbını külah örter.. hele o külah güneş ve ay olursa ne mutlu!
Daha o mecliste bunu duyunca neden evet., yüzlerce hamdolsun demedin?
Bu söz, güneşin kulağına değseydi buna nail olmak ümidiyle baş aşağı yere inerdi!
Hiç bildin mi, ne vaittir bu, ne lütuf tur? Hak, İblis´ i arayıp soruyor âdeta!
2605. O kerem sahibi, seni böyle bir lutfa, böyle bir ihsana çağırdı da nasıl tahammül ettin? Şaşılacak şey
Nasıl yüreğini eritmedi bu? Eritseydi iki cihandan da nasip alırdın!
Adamın yüreği Allah için erirse şehitler gibi iki âlemde de lûtfa, ihsana mazhar olur.
Gafillik de hikmettir, bu kör oluşun da bir hikmeti var., var ama neden bu dereceye kadar olsun?
Sermayenin çabucak elden uçamaması için gafillik, hem hikmettir, hem nimet!
2610. Fakat unulmaz bir yara haline gelmemeli... aklın ve canın zehri olmamalı, adama eziyet vermemeli!
Kim böyle bir alışverişi edebilir? Bir gülle gül bahçesini satın alıyorsun!
Bir taneye karşılık yüzlerce ağaçlık., bir habbeye karşılık yüzlerce maden!
"Kim her şeyi Allah için yapar, Allah´ ya karşı ihlâs sahibi olursa" demek, o taneyi vermektir...
bu suretle de "Allah da onun olur, her dilediğini verir" sözünün hakikati elde edilir.
Çünkü bu arık ve kararsız varlık, o ebedî Allah´ nın zevalsiz varlığından var olmuştur.
2615. Fâni varlık, kendisini ona verdi mi bakî olur, asla ölmez..
Yelden, topraktan korkan ve bu ikisi yüzünden helak olan katra gibi!
Katra, aslı olan denize kavuştu mu güneşin? hararetinden de kurtulur, yelden, topraktan da!
Zahirî, denizde yok olur ama zatı yok olmaz,, ebedîleşir, iyileşir!
Kendine gel ey katra da pişman olmaksızın varlığım ver, ver de bir katra ya karşılık uçsuz bucaksız denizi bul!
2620. Kendine gel ey katra da bu şerefi bul, denizin avucuna düş, o avuçta telef olmaktan emin ol!
Böyle bir devlet, kimin eline düşmüştür: Bir deniz, bir katrayı dilemekte, istemekte!
Allah hakkı için Allah hakkı için çabuk sat ve satın al... bir katrayı ver, incilerle dolu denizi elde et!
Allah hakkı için, Allah hakkı için hiç geciktirme.. bu söz, lütuf denizinden gelmede!
Lütuf bile bu lütfün içinde kaybolur., aşağılık bir adam, yedinci kat göğe çıkıyor
2625.Kendine gel, hiçbir kimse bunu aramakla bulamaz., nasılsa bir acayip oyuna rastladın!
Firavun, bunu bir de Haman´ a söyleyeyim; padişaha vezirin reyini almak lâzımdır dedi.
Asiye dedi ki: Bu sırrı Haman´ a söyleme. Kör kocakarı, doğanın kıymetini ne bilir?
Padişahın doğanıyla kocakarı
Bir ak doğanı kocakarının birine verirsen iyilik olsun diye pençelerindeki tırnakları keser!
Halbuki asıl iş gördüğü, avlandığı uzvu, tırnaklandır.. kör kocakarıcağız körcesine o tırnakları kesiverir!
2630. Anan nerdeymiş ki der., a ulu yavrum, tırnakların böyle uzamış senin?
Kötü kocakarı, doğanın tırnağını, gagasını kanatlarını keser... sevgi çağında işte bunları, yapar!
Doğanın önüne tutmaç kor da o, az yedi mi kızar., sevgiyi yırtar, atar!

Senin için böyle bir tutmaç pişirdim de sen ululuk gösteriyor, haddini bilmiyorsun ha!
Sen o eziyetlere, belâlara lâyıksın., devletin, ikbalin kadrini nerden bileceksin sen? der.
2635. Tutmaç yemiyorsan bari al, bunu iç diye doğana tutmaç suyu verir.
Halbuki doğan, tutmaç suyundan hoşlanmaz, içmez., kocakarı büsbütün kızar.
Kızgınlıkla o sıcak çorbayı doğanın başından aşağı döker, hayvanın başını yakar, kel eder!
Canı yanar, o teessürle gönüller parlatan padişahın lûtfunu anarak ağlamaya başlar;
Padişahın çehresinden yüzlerce kemale nail olan o nazenin, o işveli gözlerinden yaşlar döker!
2640. "Mâzâgal basar" sırrına nail olan gözleri o karganın açtığı yaralarla dolar., güzel ve
güzel göz, zaten kötü göz yüzünden dertlere, elemlere uğrar!
Halbuki o öyle engin bir gözdür ki iki âlem bile ona bir kıl kadar görünmektedir.
Gözüne binlerce gökyüzü görünse kaynağın denizin yanında kayboluşu gibi kaybolur!
O göz, bu duygu âlemine ait şeylerden geçti mi gayb âlemini görür de bu kabiliyet yüzünden öpülür durur!
Zaten bir kulak bulamıyorum ki o güzel göze ait bir nükte söyleyeyim!
2645. O gözden ulu ve kutlu yaşlar süzülse Cebrail, katrasını kapardı..
O güzel gidişli dilber, müsaade ederse bu kaptığı katrayı kanadına, gagasına sürerdi!
Doğan der ki: Kocakarının kızgınlığı alevlendi ama kuvvetimi, nurumu, sabrımı ve ilmimi yakmadı ya!
Can doğanım, yüzlerce suret dokur, durur., deveyi yaralar, Salih´i değil!
Salih, ululukla bir nefes aldı, bir dua etti mi dağdan, o çeşit yüzlerce deve doğar!
2650. Gönül der ki: Sus, aklını başına al... yoksa gayret, varlık nescini çeker, yırtar!
Fakat ne çare., padişahlık gururu, öğüt dinletmiyordu; nihayet öğüdü gönlünden koparıp attı.
Allah gayretinin yüzlerce gizli hilmi vardır... yoksa bir anda yüzlerce cihanı yakardı!
Mutlaka Haman´la görüşüp danışmam lâzım... ülke ona dayanmaktadır, ben onunla kuvvet, kudret bulmaktayım,
dedi.
Mustafa´nın meşveret ettiği zat, Allah Sıddıkıydi.. EbucehFe fikir veren Ebuleheb´di!
2655. Cinsiyet, onu öyle bir çekti ki o nasihatler, kulağına bile giremedi.
Her şey, kendi cinsinden olana yüzlerce kanatla uçar gider., ona ulaşma hayaliyle bağlarını yırtıp yürür!
Çocuğu, kayıp oluk üstüne giden ve tehlikeye düşen kadının, Allah yüzünü ululasın, Ali´ye gelerek çare araması
Murtaza´ nın yanına bir kadın gelip dedi ki; Çocuğum, oluğun üstüne kaydı.
Çağırsam ele geçmez., bıraksam düşüp helak olacağından korkuyorum.
Akıllı değil ki tehlikeden kurtul, yanıma gel diyeyim de anlasın.
2660. Elle işaret etsem anlamaz., anlasa bile kötülük şu ki dinlemez!
Mememi, südumu gösterdim ama benden gözünü, yüzünü çevirip duruyor!
Allah hakkı için ey ulular, siz, bu âlemde de âcizlerin ellerinden tutan, onlara yardım eden erlersiniz, o âlemde de!
Benim derdime tez bir derman bul ki gönlümün mey vasini kaybedeceğim diye yüreğim titremede!
Ali dedi ki: dama bir çocuk çıkar., çocuğun, kendi cinsini görünce,
2665. Derhal oluktan dama gelir., cins, cinsine ebedî olarak âşıktır.
Kadın öyle yaptı., çocuğu, o çocuğu görünce ona yüz tuttu;
Oluktan dama geldi. Her cins, kendi cinsinden olanları çeker, bunu böyle bil!
Çocuk, sürtüne sürtüne öbür çocuğun bulunduğu tarafa geldi ve aşağıya düşme tehlikesinden kurtuldu.
Peygamberler de, kullan oluktan kurtarmak için insan olarak gönderilmişlerdir.
2670. Peygamber, ben de sizin gibi insanım... kendi cinsinize gelin kaybolmayın buyurdu.
Çünkü cinsiyetin acayip bir çekiciliği vardır., nerde birisini ve bir şeyi ariyan varsa onu aratan, o yana çeken cinsiyettir.
Isa ve îdris, meleklerle aynı cinstendiler; onun için gökyüzüne çıktılar.
Harut´la Marut´ sa ten cinsindendiler; yücelerden aşağıya indiler.
Kâfirler, şeytanlarla aynı cinsindendir.. canları, şeytanların şakirdi olmuştur.
2675. Şeytanlardan yüzbinlerce kötü huylar öğrenmişler, akıl ve gönül gözünü kapamışlardır.
Onların kötü huylarından en ehemmiyetsizi hasettir, hani iblis´in boynunu vuran haset!
O köpekler, bunlara ululuk ve haset öğretmişlerdir., onlar, halkın ebedî bir mülke, bir devlete nail olmasını istemezler.
Kimde sağdan, soldan bir yücelik görürlerse hasetten âdeta kulunçları kabarır, dertlenirler.
Çünkü harmanı yanmış talihsiz, kimsenin mumunun yanmasını istemez.
2680. Kendine gel de sen de bir yücelik elde et başkalarının yüceliğinden dertlenme!

Allah´ dan bu hasedin defini dile de Allah, seni cesetten kurtarsın!
Sana içten bir meşguliyet versin de ondan baş alamayasın!
Allah bir yudumcuk şaraba öyle bir hassa vermiştir ki adamı sarhoş eder, iki âlemden de kurtarır!
Bir avuç yeşil ota, esrara öyle bir hassa vermiştir ki bir zaman olsun insanı kendisinden alır!
2685. Allah uykuya öyle bir hal vermiştir ki düşünceyi iki âlemden de keser!
Mecnun´ u, bir deri aşkından öyle bir hale getirmiştir ki dostu düşmandan fark etmez olmuştur.
Senin anlayışına havale edilecek bunun gibi yüzbinlerce şarabı vardır onun!
Nefsin, kötülük şarapları var ki o kötü kişiyi bunlarla yoldan çıkarır!
Aklın, kutluluk şarapları var ki insan onların neşesiyle zevalsiz bir konak bulur.
2690. Sarhoşlukla gök kubbe çadırını o yandan söker, yola düşer!
Kendine gel ey gönül de mağrur olma.... İsa, Allah sarhoşudur, eşek, arpa sarhoşu!
Şu küplerden o çeşit şaraplar ara ki sarhoşluğunun sonu gelmesin!
Çünkü her sevgili, dolu bir küpe benzer., o tortuludur, bu inci gibi saf!
Ey şarabı anlayan, tanıyan er, ihtiyatla tat da karışıksız, katıksız arı duru bir şarap bulasın!
2695. Her iki şarap da sarhoşluk verir ama bunun sarhoşluğu, adamı ta Allah´ ya kadar çeker götürür!
Bunu iç de düşünceden, vesveselerden, hile ve düzenlerden kurtul; akıl bağı olmaksızın deve
gibi coş, raksa giriş!
Peygamberler, ruh ve melek amindendirler., o yüzden gökteki meleği çekerler.
Yel, ateş cinsindendir, onun dostudur., her ikisi de yücelir, yücelere çıkar!
Boş testinin ağzını kapadın da havuza, yahut ırmağa attın mı?
2700. Kıyamete kadar batmaz., çünkü içerisi boştur; o boşlukta hava vardır;
Yelin meyli, yüceleredir., içinde bulunduğu kabı da yücelere kaldırır.
Peygamberlerin cinsinden olan canlar da çekişe çekişe onların yanına giderler.
Çünkü bu kısımdan olan kişinin aklı üstündür., şüphe yok ki akıl da yaradılış bakımından melekle
aynı cinstendir.
Nefis havası da düşmana üstündür., fakat nefis,, aşağılık cinstendir, aşağılık âlemine gider!
2705. Kıpti, kötü Firavun´ un cinsindendi.. İsrail oğulları kabilelerine mensup olanlar da Allah kelimi Musa´nın cinsinden.
Haman, tam Firavun´un cinsindendi.. Firavun, o yüzden onu seçmiş, baş köşeye geçirmiş, kendisine vezir etmişti.
Hâsılı sonunda da Haman, onu baş köşeden ta cehennemin dibine kadar çekti.. çünkü o iki pis adam cehennem
cinsindendi.
İkisi de cehennem gibi yakıcıydı.. ikisi de nurun, zıddı idi.. ikisi de cehennem gibi gönül nurundan çekinen ve nefret
eden kişiydi!
Çünkü cehennem, ey mümin, sırattan çabuk geç,, nurun ateşimi
söndürecek....
2710. Ey mümin, nurun eteğini sürüdü mü ateşimi, mahvedecek; hemen geç der.
Cehennemlik de nurdan ürker, kaçar., çünkü güzelim, cehennem tabiatlıdır o!
Mümin, canla başla nasıl cehennemden kaçarsa1, cehennem de müminden öyle kaçar!
Çünkü müminin nuru, ateş cinsinden değildir..., nuru arayan, hakikatte ateşin zıddıdır.
Hadiste gelmiştir: Mümin duada Allah´ya yalvarır, cehennemden aman diler ya..
2715. Cehennem de canla başla ondan aman diler Yarabbi, beni falandan uzak et der.
Cinsiyet cazibesini şimdi bir gör hele., bakalım sen hangi cinstensin; küfür cinsinden mi, iman cinsinden mi?
Haman´a meylin varsa Haman´ dansın.. Musa´ya meylin varsa Sübhan´ dan!
İkisine de mailsen, iki cinsten de katışığın var... nefisle akıl, ikisi de sende karışık!
İkisi de savaşta., kendine gel, kendine! Çalış da mânalar, suretlere üstün olsun!
2720.Düşmanını her an bozguna uğramış, mağlûp olmuş göresin.. savaş âleminde bu sevinç kâfidir doğrusu!
O inatçı suratlı Firavun, nihayet Haman´a kabalıkla bu sözleri söyledi.
Allah Kelim´ inin vaitlerini anlattı., o sapığı kendisine mahrem etti!
Firavun´un, Musa aleyhi..selâm´a iman etme hususunda veziri Haman´a danışması
Firavun, Haman´ı tenha bulunca bunları anlattı. Haman, sıçrayıp yakasını yırttı.
O melun naralar attı, ağladı... kavuğunu, sarığını yere attı.
2725.Dedi ki: Böyle küstahça ve abes sözleri nasıl, oldu da padişahın yüzüne karşı söyledi?

Sen, bütün âlemi hükmüne almış, işini, bahtın yardımı ile altın haline getirmişsin.
Padişahlar, inatsız, ısrarsız doğudan da sana vergi getirmedeler, batıdan da!
Ey ulu padişah, bütün padişahlar, sevinçle senin kapının eşiğini öpüyorlar!
Düşmanın atı, atımızı gördü mü sopa görmeden yüz çevirmede!
2730. Şimdiye dek âlemin tapındığı, secde ettiği sendin., şimdi kulların en aşağısı mı olacaksın?
Bir efendinin kula tapmasındansa binlerce defa ateşe atılması daha hoş!
Hayır buna imkân yok! Ey Çin ülkesini bile hükmü altına alan padişahım, önce beni öldür de seni bu halde
görmeyeyim!
Padişahım, önce benim boynumu vur da bu alçalmayı gözlerim görmesin!
Böyle bir şey olmamıştır ya., fakat olmasın da! Yer, gök olacak, gökyüzü yer ha!
2735. Kullarımız, bizimle kapı yoldaşı olacaklar., esirlerimiz, gönüllerimizi yaralıyacak, öyle mi?
Düşmanların gözleri aydın olacak da dost kör-leşecek.. sonra da bize mezarın dibi, gül bahçesi kesilecek ha!
Allah lanet etsin, Haman´ın sözlerinin bayağılığı
Hamam, dostla düşmanı tanımıyor, tavlayı kör-cesine ters oynuyordu.
A melun, senin düşmanın senden başkası değil., kinine uyup da suçsuzlara düşman
deme!
Sence bu körü hal devlettir... yani evveli "Dev-koş", sonu da "Let- dayak ye!"
2740. Bu devletten sürüne sürtüne kaçmazsan şu baharın daima güz olur gider!
Doğu ve batı, senin gibi niceleri görmüştür., sonunda hepsinin de başı, bedeninden kesilmiş gitmiştir!
Doğuyla batının bile kararı yokken nasıl olur da bir adamı ebedî edebilirler?
Korkudan, zindana girmekten ürkme yüzünden halk, sana birkaç günceğiz yaltaklandı., onunla öğünüyorsun ha!
Fakat halk, kime secde ederse onun canını zehirliyor demektir.
2745.Bir kere devlet, yüz çevirdi, bir kere bahtı döndü mü kendisine secde edenin kendisini
zehirlediğini o da anlar, bilgi sahibi olan adam da!
Ne mutlu ona ki nefsini aşağılatmıştır.. vay o kişiye ki serkeşlikle dağ gibi baş kaldırmıştır!
Bu ululuk, bil ki zehirli bir şaraptır., o şarapla aptal kişi sarhoş olur.
Bir devletsiz, zehirli şarabı içti mi bir zamancağız neşeden başını sallar ama,
Bir an sonra zehir, canına tesir eder; can verip can almaya başlar!
2750. Onun zehirli olduğuna inanmıyorsan bak da gör; Ad kavmine o zehir neler etti?
Bir padişah, başka bir padişahı tuttu mu ya öldürür, ya bir zindana hapseder!
Fakat bir düşkün dertliyi görse derdine merhem bulur, ona ihsanlarda bulunur!
O ululanma zehir değilse neden padişah, onu suçsuz, hatasız öldürüyor?
Öbürüne de, kendisine bir kullukta bulunmadığı halde neden iltifat ediyor? Bu iki
harekete bakıp zehiri anlamak mümkündür!
2755. Yol kesen, asla bir yoksulu dövüp vurmaz.. Kurt ölü kurdu kat´ iyen ısırmaz!
Hızır, gemiyi kötü kişilerin ellerinden kurtarabilmek için deldi, kırdı.
Mademki kırık gemi kurtuluyor, sen de kırıl! Emniyet, yoksulluktadır, yürü, yoksul ol!
Madeni olan ve madende birkaç parası bulunan dağ, külünk, kazma yaralarıyla paramparça oldu.
Kılıç, boynu olanın boynunu keser., gölge, yerlere döşenmiştir; o hiç yaralanmaz!
2760. Ululuk, fazla ateştir a azgın...kardeş, kendini ateşe nasıl atıyorsun ki?
Yerle bir olan, bak hele, oklara hedef olur mu hiç?
Fakat yerden baş kaldırdı mı o zaman hedefler gibi çaresiz yaralanır!
Bu bizlik, benlik, halkın merdivenidir., halk, nihayet bu merdivenden düşer!
Kim merdivenin daha üstüne çıkarsa daha aptal
dır. çünkü düşünce onun kemikleri daha beter kırılır!
2765. Bunlar fer´i lerdir.. asıllarıyla şudur: Yücelik, Allah´ ya şirk koşmadır!
Ölmedin de onunla ditilmedin mi ona ortak olmaya, ülke ve devlet kazanmaya savaşan bir düşmansın!
Fakat onunla dirildin mi, zaten dirilen odur... bu, tam birliktir; nerde şerik oluş?
Fakat bunu işlerinin aynasında gör. çünkü bunu sözle, dedikoduyla anlıyamazsın!
İçimdekini söylersem çok ciğerleri kan kesiliverir!
2770. Artık bu kadarını kâfi göreyim., zaten anlayanlara bu, yeter... köyde
kimse varsa iki kere seslendim işte!

Hâsılı Haman, o kötü sözlerle böyle bir yolu Firavun´ a kesti!
Devlet lokması da ağzına kadar gelmişti.. Haman, Firavun´un boğazını kesiverdi!
Firavun´un harmanını o, yele verdi.., hiçbir padişahın böyle veziri olmasın!
Musa aleyhisselâm´ın Haman´ın sözlerinin tesiriyle Firavun´un imana gelmesinden ümidini kesmesi
Musa dedi ki: Ben sana lûtuflar gösterdim, cömertliklerde bulundum., fakat ne yapayım? Allah, sana kısmet etmemiş!
2775. Hakikî olmayan padişahlığı ne el bil, ne yen!
Çalma, çırpma padişahlık, cansız, gönülsüz ve gözsüzdür.
Sana padişahlığı halk verdiyse borç alır gibi yine senden alır!
İğreti padişahlığı Allah´ ya ver de Allah sana herkesin kabul edeceği hakikî bir padişahlık versin!
Arap beylerinin, ülkeyi ve devlet! aramızda bölüşelim de kavga, gürültü kalmasın diye Mustafa aleyhisselâm´ a
müracaatları, Mustafa aleyhisselâm´ın "Ben, bu beyliği yapmaya memurum" diye cevap vermesi, iki tarafın da
birbirleriyle bahse girişmeleri
Arap beyleri toplanıp Peygamber´ in yanına gelerek çekişmeye başladılar.
2780. Dediler ki: Sen bir beysin... bizim de her birimiz birer beyiz! Şu beyliği bölüşelim, ülkenin sana düşen kısmını al!
Her birimiz, kendisine düşen bölüğe razı olsun; sen de artık bizim hissemizden el yıka!
Peygamber dedi ki: Bana beyliği Allah verdi... o, bana başbuğluk ve mutlak bir beylik ihsan etti.
Buyurdu ki: Bu devir, Ahmed’in devridir, bu zaman, Ahmed’in zamanı... kendinize gelin de onun emrine uyun!
Kavim, biz de Allah’nın takdiri ile hükmediyoruz... bize de beyliği veren Allah’dır dedi.
2785. Peygamber fakat dedi... Allah, bana beyliği bir mülk olarak verdi, sizeyse bir vesileyle iğreti.
Benim beyliğim kıyamete dek bakîdir... iğreti beylikse çabucak geçip gider!
Kavim ey emîr... çok söyleme; üstün olduğunu iddia ediyorsun, delilin nedir? dediler.
Derhal Allah’nın kahır emri ile gökyüzünde bir bulut peydahlandı. Sel bastı, bütün o civarı kapladı.
O pek korkunç sel şehre yüz tuttu... şehirliler feryat ederek korkudan kaçışmaya başladılar.
2790. Sınama zamanı gelmişti... şüphenin kalkacağı hakikatin apaçık ortaya çıkacağı zamandı. Peygamber dedi ki:
Her bey mızrağını atsın da şu sel dursun! Hastalıkta da iyi gıdadan olur, kuvvet de!
Beyliğinizi bir sınayalım! Hepsi mızraklarını attılar.
Mustafa’da elindeki sopayı, o buyruklar yürüten inanmayanları âciz bırakan sopayı attı.
O coşkun inatçı ve şiddetli sel, bütün o mızrakları saman çöpü gibi önüne katıp sürükledi.
Bütün mızraklar kayboldu... sopaysa bir gözcü gibi suyun üstünde duruyordu!
2795. O sopanın himmetiyle o şiddetli sel, şehirden yüz çevirdi, başka bir tarafa akıp gitti.
Bu büyük işi gören Arap beyleri, korkularından hep Mustafa’nın beyliğini tasdik ettiler.
Yalnız hasetleri pek üstün olan üç kişi inanmadı... inatlarından büyücü ve kâhin dediler.
İğreti beylik böyle zayıf olur... Allah vergisi olan beylikse böyle yücedir işte.
Ey soyu sopu belli kişi, o mızraklarla sopayı görmediysen o beylerin adları ile peygamberin adına bak.
2800. Onların adlarını kuvvetli, şiddetli ölüm seli sildi süpürdü... fakat Ahmed’in adı ve devleti baki.
Onun nöbetini günde beş defa vuruyorlar... bu, kıyamete kadar her gün böyle sürüp gidecek!
Aklın varsa sana lûtuflarda bulundum... eşeksen eşeğe de asayı getirdim.
Seni bu ahırdan öyle bir çıkarırım ki sopayla başını, kulağını kanlara boyarım!
Bu ahırdaki eşekler de senin cefandan aman bulamıyorlar insanlarda!
2805. İşte sevilmeyen her eşeği yola getirmek, terbiye etmek için sopa getirdim ben!
Seni kahretmek için o sopa, bir ejderha kesilir... çünkü sen de işte ve huyda bir ejderha kesilmişsin.
Sen amansız bir dağ ejderhasısın ama gökyüzü ejderhasına da bak!
Bu sopada cehennemden bir hisse var... kendine gel de aydınlığa kaç.
Yoksa benim dişlerimin arasında kalırsın... benim kahrımdan seni kimse kurtaramaz demektedir.
2810. Allah’nın cehennemi nerede demeyesin diye bu, bir sopayken şimdi ejderha olmuştur.
Allah kudretini bilip tanıyan cennetle cehennem nerede ki diye sormaz.
Allah, nereyi isterse orasını cehennem yapar... gökyüzünün yücelerini kuşa ökse ve tuzak haline getirir.
Dişlerine bir ağrı verir ki bu diş ağrısı cehennem, ejderha dersin. Yahut da tükürdüğünü bal haline kor... bu, cennet ve

cennet elbiseleri dersin!
Dişlerinin dibinden şeker bitirir... bu suretle kaderin hükmünü anlar bilirsin!
2815. Şu halde dişlerinle suçsuzları ısırma... çekinemeyeceğin, kurtulamayacağın silleyi düşün.
Allah Nil’i Kıpti’lere kan haline getirdi... İsrail oğullarını da belâdan korudu.
Buna bak da Allahnın yoldaki aklı başında kişiyle sarhoşu ayırt ettiğini anla.
Nil bu ayırt edişi Allahdan öğrendi de buna ihsanlarda bulundu, öbürünü sıkıca bağladı.
Allah lûtfu, Nil’e akıl verdi... kahrı ise Kabil’i sersemleştirdi.
2820. Keremiyle cansız şeylerde akıl yarattı... kahrı ile akıllının aklını aldı.
Lûtfuyla cansız şeyde akıl peydahlandı... kahrı ile bilgi akıllardan kaçtı!
Emriyle oraya yağmur gibi akıl yağdı... bunun aklıysa Allah hışmını görüp kaçtı gitti!
Bulut, güneş, ay ve yücelerdeki yıldızlar... hepsi de bir nizamla gelirler, giderler.
Her biri, ancak vaktinde gelir... vaktini ne geciktirir, ne de erken gelip çatar.
2825. Bunu nasıl oldu da peygamberlerden anlamadın sen?Onlar, taşa sopaya bilgi ihsan ettiler.
Bunları gör de diğer cansız şeyleri de şüphesiz bir halde sopaya, taşa kıyas et!
Taşla sopanın itaati meydana çıkar, görünürde öbür cansız şeylerin halinde de haber verir...
Onlar da “Biz, Allah’yı biliriz, ona itaat ederiz... hepimiz de tesadüfen halk edilmiş abes şeyler değiliz” derler.
Nil suyuna bak da anla... boğarken iki ümmetin arasını ayırt etti ya!
2830. Yer, nasıl Karun’u kahredip sömürdü; onu nasıl bildiyse Nil’i de öyle bilgi sahibi bil.
Ay da öyle... emri duyunca derhal gökyüzünde yarıldı, ikiye bölündü ya.
Nerede bir ağaç ve taş varsa Mustafa’yı görünce apaçık selâm verdi ya! İşte cansızların hepsini de böyle bil, böyle
tanı!
Allah varlığını inkâr eden ve âleme evvel, yok diyen Dehri’ye cevap
Dün birisi, âlem, sonradan yaratıldı... bu gökyüzü fânidir, vârisi Hak’dır diyordu.
Bir filozof dedi ki: Sonradan yaratıldığını nasıl biliyorsun? Yağmur,bulutun sonradan yaratıldığını nasıl bilir?
2835. Bu değişip duran âlemden sen, bir zerre bile değilsin... öyle olduğu halde güneşin sonradan yaratıldığını ne bilirsin
ki?
Pislik içinde gömülü olan bir kurtcağız, yeryüzünün evvelini, sonunu nereden bilecek?
Sen bu sözü babandan duydun... taklitle aptallığından ona sarıldın?
Sonradan yaratıldığına delil nedir? söyle; yoksa sus, fazla söylenmeye kalkma!
Adam dedi ki: Bu derin denizde bir gün iki bölük halkın bahse giriştiklerini gördüm.
2840. Onlar çekişir bahsederken halk onların başına üşüştü.
Ben de kalabalığın arasına karıştım, onların sözlerini, hallerini anlamak için durdum, bekledim.
Bir bölüğü âlem fânidir... şüphe yok ki bu yapının bir yapıcısı var diyordu.
Öbür bölüğün bu âlem kadimdir, evveli yoktur, yaratıcısı yapıcısı da yoktur... varsa bile kendisidir diyordu.
Allahya inanan, yaratıcıyı inkar ettin... geceyle gündüzü getirip götüren ve rızk veren Allahya münkir oldun, dedi.
2845. Filozof ben dedi... delilsiz sözü dinlemem, taklide ancak ahmak olan kapılır!
Hadi delilini göster... yoksa bu âlemde delilsiz söz dinlemem ben!
Mümin dedi ki: Delil, canımdadır... canımın içinde gizli delilim var!
Senin gözün zayıftır, hilâli göremezsin; fakat ben görüyorum, bana kızma.
Dedikodu uzadıkça uzadı... dinleyenlerde bu bezenmiş âlemin başına, sonuna hayran olup kaldılar.