- Mesnevi-i Şerif Tercümesi III.

Adsense kodları


Mesnevi-i Şerif Tercümesi III.

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
armi
Wed 27 January 2010, 04:26 pm GMT +0200
Mesnevi-i Şerif Tercümesi III.

Rahman ve Rahim Allah adiyle
Ey Hak ziyâsı Hüsâmeddin, şu üçüncü defteri de meydana çıkar. Bir şeyin üç kere yapılması sünnettir.
Üçüncü defterde sır hazinelerini aç, özürleri bir yana at.
Senin kuvvetin Allah kuvvetinden sızıp gelmekte… Hararetle atan damarlardan değil.
Şu aydın güneş çırağı, fitille, pamukla, yağla, aydınlanmıyor ya.
5. Böylece durup duran gök kubbenin ne ipi var, ne direği!
Cebrail’in kuvveti mutfaktan değil, varlığı yaratanın cemalinden.
Hak Abdâl’ inin kuvveti de bil ki Hak’tandır; yemekten tabaktan değil.
Onların cisimlerini nurla da yuğurdular.. onlar bu yüzden ruhu da geçtiler, meleği de.
Sen de ulu Allahnın sıfatlarıyla sıfatlandın..Halil’e olduğu gibi sana da ateş gül bahçesi haline geldi.
10. Ey unsurlar, mizacına köle olan, beş duyguyla altı cihet râm oldu.
Her mizacın mayası anasıdır. Fakat senin şu mizacın, her mertebeden üstün.
Senin mizacın, şu yayılmış, şu geniş âlemden birlik vasfını bir araya derleyip toplayıvermiştir.
Ne yazık, halkın anlayış sahası pek dar.. halkın havsalası yok!
Fakat ey Hak ziyâsı, reyindeki isabet ve kudret, o kadar büyüktür ki helvan, taşa bile boğaz verir.
15. Tur dağı, tecelliye uğrayınca boğazlandı, şarap içti, hattâ o şaraba tahammül edemedi de
Yarıldı, zerre zerre oldu. Hiç dağın deve gibi oynadığını gördünüz mü?
Herkes, herkese bir lokma bir şey verebilir ama, boğaz bağışlamak, ancak Allah işidir.
Allah, cisme de boğaz verir, ruha da. Her uzvuna ayrı, ayrı boğaz bağışlar.
Fakat bu ihsanı, kendini ululuğa verdiğin, kötülükten ve hileden arındığın vakit yapar da
20. Sen de padişahın sırrını kimseye söylemez, şekeri sineğe sunamazsın.
Ululuk şarabını o adamın kulağı içer ki sûsen gibi yüzlerce dili olduğu halde dilsizdir.
Allahnın lûtfu, su içsin de yüzlerce ot bitirsin diye toprağa da boğaz ihsan eder.
Sonra topraktan yaratılan mahlûklara boğaz verir, dudak verir.. onlar da arayıp topraktan biten otları otlarlar.
Hayvan, ot yedi de semirdi mi.. insana gıda olur, ortadan kalkar.
25. Fakat toprak da, ruh çıktı, insan görüşten ayrıldı mı insanı yeyip sömürür.
Zerreler gördüm: Hepsi ağızlarını açmışlar, gıdalarını söylesem söz uzar gider.
Yaprakların gıdası onun kereminden… dallara dadı, onun umumi ve şâmil lûtfu.
Rızıkların rızkını o vermekte. Buğday, rızıksız nasıl baş gösterir, biter?
Bu sözün sonu gelmez. Ben, bir mikdarını söyledim, öbürlerini sen anlayıver.
30. Bil ki bütün âlem yiyen ve yenenden ibarettir. Hak’la bâki olanları da Hakk’a yönelmiş ve Hakk’ın makbulü olmuş bil.
Bu âlem de daima neşre uğrayıp durur, bu âlemdekiler de. O âlemle o âleme gidenlerse daimî ve ebedîdir.
Bu âlemin de sonu yoktur, bu âleme âşık olanların da. O âlem ehliyse ebedî ve bir aradadır.
Kerem ona derler ki insan, kendisini ebedî kılacak âbıhayatı kendisine versin.
Kerem sahibi, “Bâkıyât-us sâlihat” ın ta kendisidir. Yüzlerce âfetten, tehlikeden korkudan kurtulmuştur.
35. Onlar, binlerce kişi olsalar yine bir kişiden fazla değildirler.Hayallere kapılanlar gibi sayı düşünmezler ki.
Yiyenle yenenin boğazı, gırtlağı var… galiple mağlûbun aklı reyi.
Allah adalet asâsına boğaz verdi de o kadar sopaları, o kadar ipleri yedi.
Öyle olduğu halde o yemeden semirmedi, şişmedi. Yeyişi de hayvan yeyişi değildi, kendisi de hayvan değil.
Allah her doğan hayali yesin diye yakına da, asâya verdiği gibi boğaz verdi.
40. Âyan gibi maaninin de boğazı vardır… Maaniyi rızıklandıran da Allahdır.
Balıktan aya kadar mahlûkattan hiçbiri yoktur ki gıdayı çekecek, yiyecek ağzı olmasın.
Nefsin boğazı vesveseden boşaldı mı ululuk vahyine konuk olur.
*Akılla gönlün boğazında fikir kalmadı mı midenin hazmına muhtaç olmayan bakir rızkı bulur.
Fakat bil ki bunun şartı mizacı tebdil etmektir. Çünkü kötülerin ölümü kötü mizaçtandır.
İnsanın mizacı toprak yemeye alışırsa rengi sararır, kötüleşir. İnsan hastalanır, düşkün bir hale gelir.

45. Fakat kötü mizacı değişirse kötülüğü gider, yüzü çırağ gibi parlar.
Dadı, süt emer çocuğunu türlü, türlü nimetlerden gıdalandırır.
Ama çoğunu memeden kesti mi ona yüzlerce bahçelerin, bostanların yolunu açar.
Çünkü meme, o zayıf çocuk için binlerce nimetlerin, binlerce yemeklerin, binlerce ekmeklerin hicabıdır.
Hulâsa yaşamamız, sütten kesilmemize bağlıdır. Sen de yavaş, yavaş kendini gıdadan kesmeye çalış vesselâm.
50. İnsan, ana karnındayken kan emer, varlığı kanladır, bedenin nesçi kanla vücut bulur.
Kandan kesilince gıdası süt olur, sütten kesilince lokma yemeğe başlar.
Lokmadan kesildi mi Lokman kesilir, gizli matlûba talip olur.
Ana karnındaki çocuğa birisi dese ki: Dışarda pek düzgün, pek güzel bir âlem var…
Boyuna, enine geniş bir yeryüzü… orada nice nimetler var, nice sonsuz yiyecek şeyler.
55. Dağlar ,denizler, ovalar, bostanlar, bağlar, çayırlar…
Pek yüksek, ziyadar bir gökyüzü… güneş,ay ışığı, yüzlerce süha yıldızı.
Yıldızdan, poyrazdan, doğudan, batıdan esen yeller… bağlar bahçeler gelin gibi süslenmekte, bezenmekte.
O âlemdeki şaşılacak şeyler anlatılamaz ki… sen, neden bu kapkaranlık yerde mihnetler içindesin?
Bu daracık çarmıhta kan yemektesin; hapis içinde, pislikler içinde, sıkıntılar içindesin.
60. Çocuk, kendi haline bakıp bunları inkâr eder, bu elçilikten yüz çevirir, kâfir olur.
Olmayacak şey, hileden, yalandan başka bir şey değil, der. Kör adamın vehmi, bunu anlamaktan ne kadar uzak!
Buna benzer bir şey görmediği için münkir idraki bunu da kavramaz.
İşte cihandaki halk da buna benzer. Abdâl, onlara öbür âlemden bahsetti mi,
“Bu dünya kapkaranlık, dapdaracık bir kuyudur… bu kuyunun dışında renksiz, kokusuz bir âlem var” dedi mi.
65. Bu söz onların hiçbirinin kulağına girmez.
Çünkü bu dünya tamahı, kuvvetli ve büyük yerdedir.
Tamah, kulağa bir şey duyurmaz. Garez, gözü kapar adama bir şey anlatmaz.
Nitekim o ana karnındaki çocuk da kana tamah ettiğinden, o aşağılık yurtlara kan, onun gıdası olduğundan.
Tamah ona bu âleme sözü duyurmaz. Bedendeki kanı, gönlüne sevdirir.
*Sende bu âlemin güzelliğine tamah etmektesin de bu tamah, o ebedî âlemin güzelliğine perde oluyor.
*Gururla dopdolu olan bu hayatın zevki seni doğruluk hayatından uzaklaştırmakta.
*İyi bil ki tamah seni kör eder… şüphe yok. Senden yakînı örter.
*Tamah yüzünden Hak, sana bâtıl görünür…tamah yüzünden sende yüzlerce körlükler artar durur.
*Doğrular gibi tamahtan çekinde ayağını o eşiğin üstüne bas.
*O kapıdan girdin mi kurtulursun. Gamdan da dışarıya ayak atmış olursun neşeden de.
*Can gözün aydınlanır Hakk’ı görür; küfür karanlığından kurtulur, din nuru kesilir.
*Erlerin öğüdünü canla, başla dinle de korkudan kurtulup emniyete eriş.
Hırslarından fil yavrularını yiyenler ve yemeyin diyenin öğüdünü
dinlemeyenler
Bilmem işittin mi? Akıllı, bir adam, Hindistan’ da dostlarından iki üç kişinin
70. Uzak bir seferden geldiklerini, aç ve çıplak bir halde bulunduklarını gördü.
Bilgiden doğma merhameti coşup “ Hoş geldiniz” dedi, güller gibi açıldı.
“Biliyorum… karnınız bomboş, pek açsınız. Açlıktan âdeta Kerbelâ’ya düşmüşsünüz, bu yüzden bütün mihnetlere
uğramışsınız.
Fakat dostlar, aman Allah için olsun sakın fil yavrusu yemeyin.
Şimdi gideceğiniz yolda filler vardır… benim öğüdümü can-ü gönülden dinleyin.
75. Yolunuzdaki fil yavrularını avlamak istersiniz. Bu gönlünüze pek hoş gelir.
Onlar pek kuvvetsiz. Pek lâtif ve semizdir. Fakat anaları pusudadır, onları korur.
Yavrusunun ardından feryad-ü figan ederek yüz fersah yol yürür, evlâdını arar durur.
Hortumundan ateşler saçar, dumanlar savurur. Yavrularına merhameti çoktur. Sakın ha yavrularını avlamayın” dedi.
Yavrum, veliler de Allah çocuklarıdır. Onlar ortada olsun, olmasın…Allah, mallarını, canlarını korur, onların ahvalinden
haberdardır.

80. Sakın noksanlarını bulup aleyhlerine gıybet etme. Onlar için kin güden, onların öcünü alan Allah’dır.
Allah dedi ki : Bu veliler benim çocuklarımdır. Gariplik âlemindedirler, eşleri yoktur. Ne işleri vardır, ne güçleri.
Halkı imtihan için hor ve yetim görünürler. Fakat hakikatte dostları da benim, nedimleri de.
Hepsi de benim korumama arka vermiştir. Sanki onlar, benim cüzülerimdir.
Sakın, sakın! Bunlar benim hırka giyenlerimdir.Binlerce kişi arasında yüz binlerce kişidirler, fakat yine de hepsi bir
vücuttur.”
85. Öyle olmasaydı bir tek Musa, bir tek sopa ile Firavun’un altını üstüne getirebilir miydi?
Öyle olmasaydı Nuh, bir beddua ile doğuyu batıyı sulara gark edebilir miydi?
İhsan ve kerem sahibi Lût, zâlimlerin şehirlerini perişan eyleyebilir, yerlere batırabilir miydi?
Cennete benzeyen şehirleri Karasu Diclesi oldu. Git de gör.
Bu Karasu Şam tarafındadır. Kudüs’e giderken yolda görürsün.
90. Hakk’a tapan yüz binlerce peygamber yüzünden her devirde nice azaplar oldu.
Söylesem uzun sürer. Ciğerde ne oluyor ki? Dağlar bile kan kesilir.
Dağlar kan kesilir de sonra yine donar, kalır. Sen bu kan oluşu görmezsin, çünkü körsün, kötüsün… bu görüşten ne
kadar uzaksın!
Bu kör, ne şaşılacak şey kördür; uzağı görür, gözü de keskin. Fakat yalnız devedeki yükü görür.
İnsan hırsından her şeyi kıldan kıla görür, bilir ama oynayıp salınmasında hayır yoktur, bu oynayış şerle doludur.
95. Benliğini kıracak yerde oyna, salın da şehvet yarasının üstündeki pamuğu çek, kopar.
Erler, meydanda oynar, dolanır, kendi kanları içinde raksederler.
Varlıklarından kurtuldular mı ellerini çarpar… noksanlarından ayrıldılar mı raksa girerler.
Çalgıcıları, içlerinden def çalar… denizler, onların coşkunluğunu görüp köpürür.
Sen görmezsin ama onların gayretinden yapraklar bile dalların üstünde el çırpar.
100. Dalların el çırpışını görmüyorsun değil mi? Buna can kulağı gerek… ten kulağıyla duyulmaz ki.
Baş kulağını alaya, yalana, dolana kapa da aydın can şehrini gör.
Muhammed’in kulağı, sözlerin iç yüzünü duyar. Allah, ona Kuran da “ Kulağın ta kendisi” der.
Bu peygamber baştanbaşa kulaktır, gözdür. Onun merhameti sütninedir, biz de onun süt emer çocuklarıyız.
Bu sözün sonu gelmez. Sen yine o fil hikâyesine dön, yine o hikâyeye başla da onu anlat.
Fil yavrularına dokunanlar hikâyesinin sonu
105. Fil onların her birinin ağızlarını koklamakta… hepsinin midelerinin etrafın da dönüp dolaşmakta.
Yavrusunu kim kebap edip yemişse, bularak öc almağa, kuvvetini göstermeye çalışmaktaydı.
Sen de Allah kullarının etlerini yemekte, onların aleyhinde bulunup günah kazanmaktasın.
Kendinize gelin, sizin ağzınızı koklayan da Allahdır. Doğrudan başka kim canını kurtarabilir?
Bir adamın kabirde ağzını koklayan Münker, yahut Nekir olursa yazıklar olsun o acımağa değer kişiye!
110. O ulu meleklerden ne ağzını gizlemeye imkân var, ne güzel kokularla iyi bir hale getirmeye çare.
Mezara girene, onlara yaltaklanmak mümkün değil; akıl, fikir için hileye sapmaya yol yok!
Saçma sapan söyleyen adamın başına gürzleri iner, pençeleri batar.
Azrail’in sopasını, demirini gözünle görmüyorsan gürzünün eserine bak!
Bazı zamanlar suret bakımından da görünür de onun için yalnız hasta, bunu anlar, duyar.
115. O hasta, dostlar, der; bu tepenin üstünde duran kılıç nedir ki?
Dinleyenler de “ Biz öyle bir şey görmüyoruz . Bu, hayalden ibaret” derler . Halbuki ne hayali? Göçme zamanı bu!
Ne hayali bu? Bu aşağılık felek bile bunun korkusuyla hayal haline geldi. Ölüm haline gelen hastanın önünde gürzlerle
kılıçlar his âlemine girdiler.
O, bu kılıçların ona çekildiğini görür. Fakat ondan başka düşmanın gözü de bağlıdır, dostun gözü de…
bunları gören yoktur.
120. Dünya hırsı gitti de o yüzden hastanın gözü kuvvetlendi; gözü, kan dökme zamanı aydınlandı.
Kibrinin, hışmının yüzünden gözü, vakitsiz öten horoza döndü.
Vakitsiz çan çalan, vakitsiz öten horozun başını kesmek vaciptir.
Her an, canının bir cüz’ü ölüm halindedir. Her an can verme zamanındadır. Can verme ânında imanını gör, gözet!
Ömrün, altın kesesine benzer, geceyle gündüz de para sayan adamdır.

125. Bilmeden, anlamadan sayar durur, nihayet kese boşalır, ay tutulur.
Dağdan alsan da yerine koymasan dağ bile yerin de kalmaz, yok olur gider.
Şu halde her an yerine karşılık koy ki: “ Secde et de yaklaş” âyetinin maksadı neyse bulasın.
Bütün işlere böyle çalışma, dindeki işten başka iş için savaşma.
Sonra sonunda tamamlamadan geçip gidersin.İşlerin sona ermez, ekmeğin de ham kalır.
130. O mezarını lâhdini yapma işi taşla, tahtayla, kilimle, keçeyle olmaz.
Kendine gönülde bir mezar kazman, onun benliğinin önünde bu benliği görmen gerektir.
Onun toprağı olman, gamına gömülmen lâzım ki nefesin, nefesinden yardımlara nail olsun, nefesin kutlu ve tesirli bir
hale gelsin .
Mezara türbe yapmak, üstüne kubbe kurmak, mâna sahiplerine makbul değildir.
Bir bak da gör, diri iken atlaslara bürünen kişinin aklını o ipekler, o atlaslar hiç fazlalaştırır, onun reyine isabet verir mi?
135. Canı Münker ve Nekir’in azabına uğramış, gamlı gönlünde de gam akrepleri yer tutmuştur.
Zâhirini süslemiş, püslemiş ama içi düşüncelerden feryatlara düşmüş.
Başka birini de görürsün ki eski elbiseler giyinmiş ama o köhne libaslar içinde kamışa benzer, sözü de şeker gibidir.
Fil hikâyesine dönüş, öğütçünün öğüdü
Öğütçü dedi ki “ Bu öğüdümü tutun da gönlünüz, canınız belâlara düşmesin.
Otlara, yapraklara kaani olun, fil yavrularını avlamaya varmayın.
140. Ben boynumdaki öğüt borcumu ödedim. Öğüdü tutanın sonu, ancak kutluluktur.
Ben, sizi nedametlerden kurtarmak için elçiliğimi yaptım.
Kendinize gelin, sakın tamah yolunuzu urmasın. Tamah, yapraklarınızı ta kökünden söker, çıkarır.”
Bunları söyleyip “Haydi, hayra karşı” diyerek onları uğurladı, selâmetledi,gitti. Onlar, yolda kıtlığa düştüler, susuzlukları
artıkça arttı.
Ansızın yolda yeni doğmuş güzel bir fil yavrusu gördüler.
145. Sarhoş kurtlar gibi başına üşüştüler. Onu tertemiz yeyip bu işten ellerini yıkadılar.
Yoldaşlarından biri, onlara öğüt verdi, o adamın öğüdü hatırındaydı.
Bu söz, adamın o fili kebap edip yemesine mâni oldu. Eski ve tecrübe görmüş akıl, sana yeni bir baht bağışlar.
Onlar fil yavrusunu yeyip yattılar, uyudular. O aç adamsa sürüyü bekleyen çoban gibi uyanıktı.
Birdenbire baktı ki kızgın bir fil çıkageldi. Önce o gözetleyene gelip çattı.
150. Ağzını üç kere kokladı. Fakat ondan hiçbir kötü koku gelmedi.
Birkaç kere etrafın da dönüp dolaşarak gitti.O iri fil, adama hiç dokunmadı.
Uyuyanların hepsinin ağızlarını kokladı, hepsinden de koku aldı.
Yavrusunu kebap edip yiyenleri hemencecik paraladı öldürdü.
O anda hepsini de birer ,birer paralıyor, onlardan hiç de ürkmüyordu.
155. Onların her birini havaya kaldırıp yere vurarak parçalamaktaydı.
Ey halkın kanını emen, bu işten uzaklaş, halkın kanı seni savaşa düşürmesin.
Bil ki halkın malı kanı demektir. Çünkü mal güçle, kuvvetle çalışmayla ele geçer.
O fil yavrularının anaları kan güder, fil yavrusu yiyenden öç alır, öldürür.
Ey rüşvet alan, sen fil yavrusu yemektesin. Sana düşman olan fil, kökünü kazır, seni mahveder.
160. Hilelere sapanı koku, rüsvay etti. Fil yavrusunun kokusunu bilir.
Hak kokusunu Yemen’den duyan bendeki bâtıl kokuyu nasıl olurda duymaz?
Mustafa, ta uzak yol dan koku alır da ağzımızda ki güzel kokuyu nasıl almaz?
Duyar, duyar ama yüzümüze urmaz, örter.İyi koku da göklere çıkar, kötü koku da.
Sen uyuyup durursun, o haram koku ise şu yeşil gökyüzüne urup durur.
165. Seni çirkin nefeslerine yoldaş olup felekte kokuları alanlara kadar gider.
Kibir, hırs, şehvet kokusu, söz söylerken soğan gibi kokar.
Yemin eder de “Ben onları ne zaman yedim?Soğandan da çekinmekteyim, sarımsaktan da” dersen
O yalan yemini ederken nefesin, kovuculukeder.
Kokusu seninle beraber oturanların dimağına vurur.

O koku yüzünden dualar reddedilir. O kötü kalb, sözle kendisini gösterir.
170. O duaya “ Sesinizi kesin” cevabı gelir. Her azgının cezası onu kovan sopadır.
Fakat sözün eğri, özün doğru olursa o söz eğriliği, Allahya makbuldür.
Dostların hatası, yabancıların doğrusundan daha iyidir.
O doğru sözlü Bilâl, ezan okurken “Hayyı alesselâ, Hayyı alelfelâh- Haydin namaza, Haydin felâha” cümlelerindeki “
Hayyı- haydin” kelimesini “Heyyi” diye okurdu.
Nihayet Peygamber’e dediler ki: “ Ya Resulâllâh, bina yeni kuruluyor. Bu hata, hiç de doğru değil.
Ey Allah habercisi, ey Allah resulü, ey Allah meydanının tek binicisi, daha fasih bir müezzin getir.
175. Din daha yeni kurulur, doğruluk düzenlik daha yeni meydana gelirken “ Hayyı alelfelâh”’ı yanlış okumak ayıptır.
Peygamber’in hiddeti coştu. Gizli inayetlerden bir iki remiz söyleyip dedi ki :
“Ey aşağılık adamlar, Allah yanında Bilâl’in Heyyi’si yüzlerce hadan, hıdan, yüzlerce dedikodudan iyidir.
İşi çok karıştırmayın da sırrınızı açmayayım, önünüzü, sonunuzu söylemeyeyim.”
Her duada güzel bir nefese sahip değilsen yürü, özü sözü doğru kardeşlerden dua ist
Musa aleyhisselâm’a, Beni günah etmediğin ağızla çağır diye vahiy
gelmesi
180. Allah, “ Ey Musa, bana suç etmediğin, kötü söylemediğin bir ağızla sığın, dua et” dedi.
Musa, “Bende o ağız yok deyince Allah, “ Başkasının ağzıyla dua et”
Başkasının ağzıyla nasıl günah edebilirsin? Yarabbi diye başkasının ağzıyla çağır” buyurdu.
Sen de öyle muamelede bulun ki ağızlar, gece gündüz sana dua edip dursunlar.
Günah etmediğim ağız, başkasının özürler dileyen ağzıdır.
185. Yahut da kendi ağzını temizle, ruhunu çevik bir hale getir.
Çünkü Allah adı temizdir, temizlik geldi mi pislik, pılısını pırtısını toparlayıp gider.
Zıtlar, zıtlardan kaçar. Ziyâ parladı mı gece kalmaz.
Ağza temiz bir ad gelince de ne pislik kalır, ne gamlar, kederler.
Yalvarırım Allah demesi, Hakk’ın Lebbeyk demesinin ta kendisidir
Birisi her gece Allah der durur, bu zikrinden ağzı tatlılaşır, zevk alırdı.
190. Şeytan “Ey çok söz söyleyen, bunca Allah demene karşılık onun Lebbeyk demesi nerde?
Allah tahtından bir cevap gelmiyor.Böyle utanmadan, sıkılmadan ne vakte dek Allah deyip duracaksın” dedi.
Adamın gönlü kırıldı, başını yere koydu, yattı. Rüyada yeşiller giyinmiş Hızır’ı gördü.
Hızır “ Kendine gel, niçin zikri bıraktın, çağırdığın addan nasıl usandın, zikrinden nasıl pişman oldun?” dedi.
Adam, cevap olarak “Lebbeyk sesi gelmiyor, kapıdan sürüleceğimden korkuyorum” deyince
195. Hızır” Senin o Allah demen, bizim Lebbeyk dememizdir. Senin o niyazın derde düşmen, yanıp yakılman, bizim
haberci çavuşumuzdur.
Senin hilelere düşmen, çareler araman, seni kendimize çekmemizden, ayağını çözmemizdendir.
Korkun da bizim lûtfumuzun kemendidir, aşkın da.Her Yarabbi demende bizim, efendim, buyur dememiz gizli” dedi.
Bilgisiz adamın canı, bu duadan uzaktır. Çünkü Yarabbi demesine izin yok ki!
Zarara, ziyana uğrayınca Allah’ya sızlanmasın diye ağzında da kilit var, gönlünde de. Ağzı da bağlı, gönlü de.
200. Firavun’a yüzlerce mal, mülk verdi, o da nihayet ululuk, büyüklük dâvasına girişti.
O kötü yaradılışlı, Hakk’a sızlanmasın diye ömründe baş ağrısı bile görmedi.
Allah, ona bütün dünya mülkünü verdi de dert, elem, keder vermedi.
Dert, Allah’yı gizlice çağırmana sebep olduğundan bütün dünya malından yeğdir.
Dertsiz dua soğuktur, bir şeye yaramaz. Dertli dua ve niyaz, gönülden, aşktan gelir.
205. O gizlice niyazın, o önü sonu anman yok mu?
İşte sâf, halis ve hüzünlü dua odur. “Ey Allahm ey feryadıma erişen, ey yardımcım” demendir.
Allah yolunda köpeğin sesi bile Allah cezbesiyledir. Çünkü Allah’ya her yönelen, bir yol kesicinin esiridir.
Eshabı Kehf’in köpeği gibi… pis şeyden kurtulunca padişahlar sofrasının başına oturdu.

Mağaranın önünde kıyamete kadar dağarcıksız,
heybesiz ârifcesine rahmet lokmasını, rahmet suyunu yeyip içmekte.
210. Nice köpek postuna bürünmüş adsız sansız kişiler var ki perde ardında şarapsız kalmazlar.
Oğul, bu şarap, için can ver. Savaşsız, sabırsız yenme olur mu hiç?
Bunun için sabır güç bir şey değildir. Sabret, sabır, güçlüklerin, sıkıntıların anahtarıdır.
Bu pusudan sabır ve ihtiyat etmeksizin kimse kurtulmadı. Sabır da ihtiyatın eli ayağıdır.
İhtiyatta bulun, bu zehirli otu yeme. İhtiyata riayet, peygamberlerin kuvvetinden, nurundandır.
215. Her yelden oynayıp duran samandır. Dağ, hiç yele ehemmiyet verir mi?
Her yanda bir gulyabani, seni çağırır, “Kardeş, gel, yol istiyorsan işte buracıkta.
Yoldaş, sana yol göstereyim, yoldaşın olayım. Bu ince yolda ben sana kılavuzum” der.
Fakat ne kılavuzdur o, ne de yol bilir. Yusuf, o kurt huylunun yanına az var!
İhtiyat ona derler ki seni bu dünyanın yağlı, ballı şeyleri, bu âlemin tuzakları, hileleri aldatmasın.
220. Çünkü bu âlemin ne tadı vardı, ne tuzu. Sihir okur da kulağına üfler durur.
“Ey nur gibi apaydın adam, ev senin sen de benimsin” der.
İhtiyat ona derler ki “Midem dolgun tokum”,yahut “Hastayım, bu mezardan hastalandım”,
Yâhut “ Başım ağrıyor, sen bunu geçirmeye bak” yahut da “ Benim dayımın oğlu çağırdı, davetliyim” deyip başından
savasın.
Çünkü bir şerbeti bile zehirlerle sunar, tatlısı vücudunda yaralar, bereler meydana getirir.
225. Sana elli, altmış bile verse ey balık, o verdiği şey , oltada ettir.
Verdi, farz edelim, fakat o hilebaz nereden verecek? Hilebazın sözü çürümüş cevizdir.
Onun gürültüsü aklını alır, beynini altüst eder.Yüz binlerce aklı bile bir pula saymaz.
Dostun, kesendir, hurcundur, Ramin’sen Vise’den başkasını arama.
Vise de sensin, mâşukun da sen. Bu zâhiri şeylerin hepsi sana âfettir.
230. İhtiyat ona derler ki seni davet ettiler mi bunlar, benim sarhoşum bunlar benim dostum, beni seviyorlar, beni
istiyorlar demeyesin.
Davetlerini, kuşlara çalınan ıslık bil. Avcı, pusuda gizlidir de kuş gibi örter durur.
Önüne de seslenen, öten, çığıran budur zannını vermek için bir ölü kuş koymuş.
Kuşlar… onu kendi cinsinden sanıp toplanırlar. O da onların derilerini yüzer.
Ancak Allah hangi kuşa ihtiyat ve tedbir duygusu vermişse o kuş o taneye, o tuzağa aldanıp gelmez.
235. İhtiyatsızlık, tedbirsizlik, pişmanlıktan ibarettir. Bunu anlatan şu hikayeyi de dinle.
Köylünün şehirliyi aldatıp yalancıktan ve birçok ısrarla köye çağırması
Kardeş, eskiden bir şehirliye köylünün tanışıklığı vardı.
Köylü, şehre geldikçe şehirlinin mahallesine çadır kurar, evine kurulup otururdu.
İki ay, üç ay ona konuk olur, dükkanına geçer oturur, sofrasına çökerdi.
Şehirli, köylünün ne ihtiyacı varsa bedavaya yerine getirir, düzer koşardı.
240. Köylü bir gün yüzünü şehirliye döndü de dedi ki: “A efendim, sen hiç köye gelmez, hiç seyre seyrana çıkmaz mısın?
Allah aşkına olsun bütün oğullarını getir. Şimdi tam gül mevsimi, ilkbahar.
Yahut da yazın meyve zamanı gel de hizmetine kemer kuşanayım.
Soyunu sopunu, çoluk çocuğunu,akrabalarını getir, köyümüzde üç, dört ay kal.
Bahar çağında köy pek hoş olur, çayırlık, çimenlik, gönle ferah veren gönül çeken lâlelik kesilir”
245. Şehirli, başından savmak için ona vaatte bulundu, vaadinin üstünden de sekiz yıl geçti.
Köylü, her yıl “ Ne vakit geleceksin. Kış gelip çattı” der,
O da “ Bu yıl filan yerden konuk geldi.
Müsaade edin de gelecek yıl, işten, güçten kurtulursam gelirim” der,
Köylü “ Ailem, ey kerem sahibi, çoluğunu, çocuğunu bekleyip duruyor” diye karşılık verirdi.
250. Her yıl leylek gelince köylü de gelir, şehirlinin evine konardı.

Şehirli, her yıl altınından, malından köylüye harceder, onun üstüne kanat gererdi.
Nihayet son defa o yiğit köylü, tam üç ay şehirliye misafir oldu.O da, ona sabah akşam sofra yaydı, yedirdi, içirdi.
Köylü, utanıp yine “ Efendim, kaç keredir vadettin, beni kaç kere beni kaç keredir aldattın bu, niceyedir?” dedi.
Şehirli dedi ki: “ Canım da, bedenim de buluşmayı isteyip duruyor ama her hareket, onun takdiriyle.
255. İnsan yelkenli gemiye benzer. Rüzgârı estiren bakalım onu ne yana sürecek?”
Köylü, yine şehirliye andlar vererek “ Ey kerem sahibi, çoluğunu çocuğunu al, gel de ikramı gör” deyip.
Elini tuttu. Üç kere and verdi, “ Allah için olsun gayret et, tez gel” dedi.
Bunun üstüne on yıl geçti. Her yıl böyle lâflar eder, tatlı tatlı vaatlerde bulunurdu.
Şehirlinin çocukları “Baba ay da sefer eder, bulut da gölge de.
260. Köylü bunca hakkın geçti. Onun için nice zahmetler çektin.
O da, sen ona konuk olasın da hiç olmazsa bu hakların bir kısmını olsun ödemek ister.
Bize, onu kandırın, köye getirin diye gizlice bir çok ricalarda bulundu” dediler.
Şehirli dedi ki: “Yavrucuğum, doğru ama iyilik ettiğin kişinin şerrinden sakın demişler.
Dostluk, son demdedir. Korkarım ki bir şey olur da tohum bozulur”
265. Sohbet vardır, keskin bir kılıca benzer, bostanı, ekini kış gibi kesip biçer.
Sohbet vardır, ilkbahar gibidir. Her tarafı yapar, sayısız meyveler verir.
İhtiyat ve tedbir ona derler ki kötü zannı gideresin, kaçıp kötülüklerden kurtulasın.
Peygamber, “ Tedbir sui zandır” dedi. A boşboğaz, her adımı bir tuzak bil.
Sahranın yüzü dümdüz ve geniştir ama her adımda bir tuzak var, küstahça koşmayı bırak.
270. Dağ keçisi “Nerde tuzak?” diye koşar, fakat yürüdü mü tuzağa düşer, boğazından yakalanır.
Nerde tuzak diyordun ya, işte buracıkta,bak da gör.Ovayı gördün ama tuzağı görmedin.
A şaşkın, çayırlıkta tuzak, pusu ve avcı olmadıkça kuyruk mu olur?
Bu yere küstahça gelenlerin kemiklerini, kellelerini gör!
Ey seçilmiş kişi, mezarlığa var da onların kemiklerine başlarından geçenleri sor!
275. O kör sarhoşlara bak da aldanış kuyusuna baş aşağı nasıl düştüler, açıkça gör!
Gözün varsa körcesine gelme, gözün yoksa eline bir sopa al.
Tedbir ve ihtiyat sopan yoksa bir gözlüyü kılavuz edin.
Tedbir ve ihtiyat sopan yoksa kılavuzsuz her yolun başında durma.
Körün adım atması gibi ihtiyatla adım at da ayağın kuyudan da kurtulsun, köpekten de.
280. Kör, bir kazaya uğramayayım diye titreye, titreye korkar ve ihtiyatlı adım atar.
Ey dumandan kaçıp ateşe düşen… lokma ararken yılan’a lokma olan,
Seba’lılar ve nimetten azmaları
Seba halkının macerasını okumadın mı? Belki de okudun... okudun ama sesten başka bir şey duymadın.
O dağ, sesi anlamaz ki.. dağın aklı mânaya gidemez ki.
Dağ, akılsız, kulaksız ses verir durur. Fakat sen sustun mu o da susar.
285. Allah Seba’lılara pek büyük bir genişlik ve rahatlık verdi, yüz binlerce köşk, hayvan ve bağ ihsan etti.
O kötü yaradılışlı adamlar buna şükretmediler. Vefada köpekten de aşağı oldular.
Köpeğe bir kapıdan bir lokma ekmek verilse o kapıya bağlanır, hizmetkâr olur.
Kapıya bekçi kesilir. Ona eziyet edilse yiyeceği lâyıkıyla verilmese bile o kapıyı bırakmaz.
Orada karar eder, başka bir kapıya gitmez.
290. Oraya bir garip köpek gelse oradaki köpekler, onu gece gündüz tedibederler.
İlk konağına git. Oradan nimetlendin, o nimetin hakkı, gönlünü oraya rehin etmendir derler.
Yerine git, o nimetin hakkını bundan fazla terketme diye onu ısırırlar.
Sen de gönül ve gönül ehlinin kapısından bir hayli âbıhayat içtin, gözlerin açıldı.
Canın, ehlin diller gönlünden nice şükür, vecit ve kendinden geçiş gıdaları yedi.
295. Sonra da yine hırs yüzünden bu kapıyı bıraktın, hırs yüzünden her dükkânın etrafında dönüp dolaşmadasın.
O çömleği yağlı ihsan sahiplerinin kapısına, arda kalasıca bir tirit için koşup duruyorsun.
Bil ki can, asıl burada yağlanır, ümitsiz bir hâle düşenin işi burada düzelir.

Hastaların, duasıyla şifa dilemek, şifa bulmak için her sabah İsa
aleyhisselam’ın ibadet ettiği yerin kapısına toplanmaları
İsa’nın ibadet yeri, gönül ehlinin sofrasıdır. Kendine gel, kendine ey derde müptelâ, sakın bu kapıyı bırakma.
Halk her taraftan toplanır, kör, çolak, kötürüm, topal… hepsi.
300. Sabahleyin İsa’nın ibadet ettiği yerin kapısına gelir, onun nefesiyle illetten kurtulmayı umarak bekleşirdi.
İsa, o güzel gidişli, evradını bitirince kuşluk çağı dışarı çıkar.
Zayıf, perişan bir çok dertlinin şifa ümidiyle kapıya oturup bekleştiğini görür.
Dua ederde “ Allah, hepinizin muradını verdi,
maksatlarınıza eriştiniz.
Şimdilik illetsiz zahmetsiz yürüyün, Allahnın yargılama ve kerem etmesine doğrulun” der.
305. Hepsi ayaklara bağlı develere benzerken himmet edip bağlarını çözer.
Onlar da hemencecik sıhhat bulup onun duasıyla neşelenerek yürür giderlerdi.
Sen de bunca âfetlere uğradın, hepsinden tecrübeler gördün… padişah meşrepli erlerden sıhhat buldun.
Topallığın kaç kere düzeldi, canın kaç defa gamdan, mihnetten kurtuldu.
Sense gâfilcesine kendini de kaybetmemek için ayağına bir ip bağlamış durmaktasın be herif!
310. Şükretmiyorsun, nâil olduğun nimetleri unutmuşsun. Bu unutuş, o bal yediğin zamanları hatırına
bile getirmiyor.
Hulâsa o yol, sana bağlandı. Çünkü gönül ehlinin gönlü, senden incindi, sana darıldı.
Çabuk onları bul, kusur dile, tövbe et. Bulut gibi ağla, inle.
De sana onların gül bahçeleri açılsın, sana olgun meyveler saçılsın.
O kapıda dön, dolaş Eshabı Kehf’in köpeğiyle kapı yoldaşıysan köpekten aşağı olma.
315. Köpekler bile, gönlünü ilk eve bağla diye köpeklere nasihat ederler.
Kemik yediğin ilk kapıya sıkı bağlan, hak gözetmeyi terketme derler.
Edeplensin de oraya gitsin, kurtuluşu o ilk kapıda bulsun diye onu ısırırlar.
A azgın köpek, velinimetine isyan etme.
Halka gibi o kapıya bağlan. O kapıda bekçilik et, o kapıda çevik davran, o kapıda sıçra.
320. Vefasızlığını apaçık gösterme, beyhude yere vefasızlığı fâş etme.
Köpeklerin âdeti vefakârlıktır. Yürü be, bari köpeklerin adını kötüye çıkarma derler.
Ulu Allah bile vefakârlıkla öğündü de “ Bizden gayrı ahdine kim vefa eder ki?” dedi.
Hakları reddettikten, saymadıktan sonra isteğin kadar vefakâr ol. Bil ki bu vefa, vefasızlığın ta kendisidir.
Çünkü hiç kimse Allah hakkından daha ziyade hak sahibi değildir ki.
325. Ana hakkı bile Allah hakkından sonra gelir. Çünkü Allah, anayı senin ana karnındaki şekline borçlu etmiştir.
Allah, seni onun cisminde bir surete bürümüş, gebelik halinde ona seninle istirahat ve huzur vermiş, onu sana
alıştırmış.
O da seni kendisinin bir cüz’ü görmüştür. Allah’nın tedbiri anaya ilişik olan o cüz’ü ayırmıştır.
Allah, binlerce sanat ve fen düzdü de ana, sana sevgi bağladı, şefkat gösterdi.
Şu halde Allah hakkı, ana hakkından öncedir, Allah hakkını bilmeyen eşektir.
330. Anayı, ananın memesini, sütünü yaratan, onu babayla çift eden O’dur, O’na serkeş olma.
Ey Allah, ey ihsanı kadîm olan, bildiğim de senindir, bilmediğim de.
Sen, Allah’yı an, çünkü benim hakkım hiç eskimez.
O sabah çağında, sizin Nuh’un gemisinde koruduğumuzu, bu suretle lûtuflarda bulunduğumu an.
O zaman sizin aslınızı, atalarınızı tufandan, tufan dalgasından korudum, onlara aman verdim.
335. Ateş huylu su, yeryüzünü kaplamıştı. Dalgası, dağların tepelerine kadar çıkıyordu.
Sizi reddetmedim, atanızın atasının atasının varlığında sizi korudum.
Madem ki baş oldun, sana nasıl ayağımla vururum, kendi iş yurdumu nasıl ziyan ederim?
Vefasızlara kendini feda ediyor, kötü bir zan yüzünden o tarafa doğru gidiyorsun.
Bense unutmadan, vefasızlıktan berîyim. Benim yanıma gelsen bile kötü bir zanla gelirsin.
340. Sen, hani kendine benzeyenlerin önünde iki kat olursun ya… işte onlar hakkında kötü zanda bulun.
Nice ulu ulu dostlar, yoldaşlar edindin. Sana, nerede onlar diye sorsam gittiler dersin.

İyi dostun yüce göklere gitti kötülük dostunsa yerin dibine geçti.
Ara yerde sen kalakaldın, yardımsız, yardımcısız kervandan arta kalan ve sönmeye mahkûm ateşe döndün.
Ey baba yiğit dost, yukardan, aşağıdan münezzeh olanın eteğini tut.
345. O, ne İsa gibi göklere ağar, ne Karun gibi yerlere geçer.
Sen yerden, yurttan alımdan, satımdan kaldın mı o, mekân âleminde de seninle beraberdir, Lâmekân âleminde de.
Bulanıklardan, duruluklar çıkarır, cefalarını vefa yerine tutar.
Cefakârlıkta bulunursan noksandan kurtulup kemâle erişesin diye kulağını burar.
Sülûkte virdini terk edersen zahmete, mihnete düşer, sıkıntıya uğrarsın ya.
350. İşte o tediptir. Yapma, o eski ahdi hiç değiştirme demektir.
Bu iç sıkıntısı bir zincir şeklini almadan, bu gönlünü sıkan şey, ayağını bağlamadan önce.
Bu işareti, beyhude zan etmemen için uğradığın o mâkul zahmet, duyguna hitap eder bir hâle gelir ve meydana çıkar.
Suç işlediğin zaman iç sıkıntıları gönlünü kaplar, bu sıkıntılar, ecelden sonra ist zincir şekline bürünür.
Burada bizi anmaktan çekinen kişiye dar bir yaşayış verilir ve körlükle cezalanır.
355. Hırsız, insanların mallarını çaldı mı bir iç sıkıntısı, bir darlık gönlünü tırmalamaya başlar.
O, bu sıkıntı, bu darlık nedir ki? der. Şerrinden ağlayan mazlum yok mu? İşte onun sıkıntısı, onun darlığı.
Bu darlığa, bu sıkıntıya pek aldırış etmezse bu inadının rüzgarı ateşini üfler.
Hulâsa gönül sıkıntısı, memurların sıkıştırması hâline gelir, o mânalar, duyulur, görülür bir hâle gelip meydana çıkar.
Dertler, zindan ve çarmıh olur. Dert; köktür, kök; dal budak verir.
360. Kök gizliydi, meydana çıktı. Sen de darlığını, ferahlığını bir kök bil.
Kötü kökse hemencecik, çabucak onu sök ki çimenlikte çirkin bir diken çıkmasın.
İç sıkıntısı görünce ona bir çare bul. Çünkü dallar, hep kökten meydana gelir.
Genişlik gördün mü de onu sula, yetişip meyve verince dostlara dağıt.
Seba’lılar hikâyesi
Seba’lılar, heveslerine uymuş ham kişilerdi. İşleri, güçleri büyüklerin nimetlerine karşı nankörlükte bulunmaktı.
365. Bu nankörlük, âdeta sana ihsan eden adama karşı kötülükte bulunmana, onunla savaşmana benzer.
Meselâ, o iyilik edene, ben bu iyiliği istemiyorum, bundan inciniyorum, neden beni incitiyorsun?
Lûtfet de bu iyiliği yapma. Ben, göz istemiyorum, beni kör et, dersin, işte bunun gibi.
Seba’lılar da “ Şehirlerimiz birbirine çok yakın, onları uzaklaştır. Kötülük, çirkinlik bize daha iyi, bizim ziynetimizi
güzelliğimizi al.
Biz, bu köşkleri, bağları, bahçeleri istemiyoruz. Ne güzel kadınlarla işimiz var, ne emniyet ve huzurla.
370. Şehirler, birbirine pek yakın. Halbuki orada ne boş bir çöl, ne güzel bir ova var. Orada yırtıcı hayvanlar, canavarlar
vardır” dediler.
İnsan yazın kışı ister, fakat kış geldi mi bundan da vazgeçer, istemez.
Bir hâle katiyen razı olmaz. Ne darlıktan hoşlanır, ne genişlikten, boşluktan.
Geberesi insan, efendisine ne de kâfirdir ya… hidayete nail oldu mu tutar, inkâra sapar.
Nefis, bu çeşit mahlûklardandır da onun için gebertilmeye lâyıktır… onun için ulu Allah “ Öldürün nefislerinizi” demiştir.
375. Nefis, üç köşeli dikendir, ne çeşit koysan sana batar, ondan kurtulmana imkân mı var ?
Heva ve hevesi terketme ateşini vur şu dikene… iyi işli dosta uzat elini, sarıl ona!
Seba’lılar, haddi aşınca bize veba, seher yelinden daha iyi diyecek derecede taşkınlık gösterince,
Öğütçüler, onlara öğüt verdiler, kötülüklerine, küfürlerine mâni olmaya çalıştılar.
Fakat onlar öğütçülerin kanlarına kastediyorlar, kötülük ve kâfirlik tohumu ekiyorlardı.
380. Kaza geldi mi bu cihan daralır, tatlı helva bile ağzında zehir kesilir demişler.
Kaza gelince göz kapanır da göz gözü görmez olur.
O atlının hilesi, bir toz kopardı mı o toz , seni yardım dilemeden bile uzaklaştırır.
Atlıya doğru yürü, toza doğru değil. Yoksa atlının tozu, seni ezer, bitirir.
385. Allah bu kurdun yediği adama “ Kurdun tozunu gördü de neden feryad etmedi?
Kurdun kopardığı tozu bilemedi. Bunca bilgisiyle, bunca hüneriyle neden yayılıp otlamağa koyuldu?

Koyunlar bile kendilerine zarar verecek olan kurdun kokusunu duyar, ondan taraf taraf kaçarlar.
Hayvan bile aslanı kokusundan anlar da otlamayı bırakır”
der.
Aslanın kızgınlığından bir koku aldın mı dön Allah’ ya sığınmaya, yalvarmaya koyul.
390. Onlar, kurdun tozundan ürkmediler, çekinmediler. Tozun ardından o koca mihnet kurdu çatıp geldi.
O koyunları, hışımla paraladı gitti. Onlar, akıl çobanından göz yummuşlardı.
Onları, çoban ne kadar çağırdı da gelmediler… çobanın gözüne toz, toprak serptiler.
“ Yürü be, biz senden ziyâde çobanız… her birimiz başız, uluyuz. Böyle olduğu hâlde nasıl sana uyarız?
Biz kurtlara lokmayız, senin adamın değil. Ateşin odunlarıyız, utanma arlanma yok bizde” dediler.
395. Bilgisizlik, akılda bir taassuptur ki buna tutulanların şehirlerinde kargalar şom, şom bağırışırlar, yerleri, yurtları
harabeye döner.
Onlar mazlûmlar için kuyu kazdılar ama kazdıkları kuyuya kendileri düştüler, ah etmeye başladılar.
Yusufların derilerini yüzdüler, fakat kendi yaptıklarını birer birer buldular.
O Yusuf kimdir? Senin Hak arayan gönlün. O gönül, bir esir gibi senin yurdunda bağlıdır.
Bir Cebrail’i direğe bağlamış, koluna, kanadına yüzlerce yara açmış, perişan etmişsin de.
400. Sonra da önüne kebap olmuş dana getiriyor, bazan da onu samanlığa götürüp
Hadi ye, işte bizim yağlı gıdamız budur diyorsun.Halbuki ona Allah vuslatından başka gıda yoktur.
O dertlere düşmüş zavallı da bu işkenceden bu sınanmadan kırılıp senden Allah’ya şikâyet ederek der ki:
“ Yarabbi, bu kocamış kurttan elâman.” Allah da ona “Sabret, işte vakit geldi.
Haberi olmayan her kişiden öcünü alacağım” der. Feryada erişen Allah’dan başka kim feryada erişir ki.
405. O “ Yarabbi, yüzünün ayrılığından sabrım bitti. Yahudiler elinde âciz kalmış Ahmed’im Semud kavminin hepsine
düşmüş Salih’im.
Ey Peygamberlerin canlarına kutluluk bağışlayan.Ya beni öldür, ya kendine çağır, yahut da sen gel!
Kâfirlere bile ayrılığına tahammül yok…onların bile her birisi, keşke toprak olsaydım, der.
“ Kâfirin bile hâli böyle olursa senin ülkenden olanın hâli, sensiz ne olur?” der.
410. Halk da der ki “ Öyledir, doğru ey temiz adam. Fakat söz dinle, sabret sabır iyidir.
Sabah yaklaştı, sus, çok coşma. Ben senin için çalışıp duruyorum, sen çalışma!”
Şehirlinin, köylünün daveti üzerine köye gitmesi
Ey yiğit arkadaş, dön… bu söz hadden aştı. Köylü, şehirliyi evine nasıl götürdü, onu söyle.
Seba’lıların hikâyesi bir tarafta kalsın, daha iyi.Sen şehirlinin köye gelişini anlat.
Köylü, yaltaklandıkça, yaltaklandı. Nihayet şehirlinin reyi, tedbiri elden gitti, şaşırdı, ahmaklaştı.
415. Köylünün haber üstüne haber salması, nihayet şehirlinin duru suyunu bulandırdı.
Bir taraftan da çocukları neşeyle “ Baba, gezer oynarız, ne olur?” demeye başladılar.
Yusuf gibi. Onu da “ Gezer oynarız” sözü tuhaf bir takdir neticesi babasın gölgesinden ayırdı.
O oyun değil, canlı oynayış… hile , düzen, hainlik.
Seni dostundan ayıran sözü dinleme.O sözde ziyan vardır, ziyan!
420. Hattâ o sözde sad edenler sad vefkının faydası bile olsa aldırış etme. Altın için hazineyi bırakma yoksul !
Şunu dinle, Allah, Peygamber’in eshabına iyi, kötü nice şeyler söyleyip kaç kere itabetti.
Çünkü kıtlık yılında davul sesini duyunca Cuma namazını hemencecik bırakıverdiler.
Başkaları daha ucuza almasınlar, o alışverişle bizim kârımızı onlar elde etmesinler dediler.
Peygamber, namazda kendini tamamıyla niyaza vermiş iki üç yoksulla kalakaldı.
425. Allah; “ Davul sesi, abes işler ve alışveriş, Allah Rasülünden sizi nasıl ayırdı?
Şaşkın bir halde buğdaya doğru dağılıverdiniz de Peygamber’i atakta yalnız bıraktınız.
Buğday için olmayacak tohumlar ektiniz, o Hak Resulünü terk ettiniz.
Onun sohbeti oyundan da hayırlıdır, maldan da. Hele bir gör, kimi bıraktın. Gözünü ov da bak!
Hırsınızın yüzünden şunu yakînen bilmediniz mi ki rızık verici benim, rızık verenlerin hayırlısı benim.
430. Buğdaya güneşle rızık veren Allah,senin ona dayanmanı nasıl olur da zâyi eder?

Buğday için, gökyüzünden buğday gönderenden ayrıldın ha!
Doğanın kazları ovaya çağırması
Doğan ,Kaza “ Sudan çık da şekerler akan ovaları bir gör” dedi.
Akıllı kaz dedi ki: “ Ey sudan uzakta kalmış doğan, su bizim kalemizdir, huzurumuzdur, neşemizdir.”
Şeytan da doğan gibidir. Kazlar, koşun, kendinize gelin, su kalesinden dışarıya az çıkın.
435. Doğana deyin ki: “Haydi yürü yürü, dön geri. Ey aşağılık adam,başımızdan el çek.
Biz senin davetinden uzağız, bu davet senin olsun. Biz senin şu nefesini içmeyiz bile a kâfir!
Kale bizim olsun, şekerle şeker yurdu senin. Bize senin hediyenin lüzumu yok, al, senin olsun!
Can oldu mu gıda eksik gelmez elbet. Asker var mı, bayrak elbette bulunur!
Tedbirli şehirli, birçok özürler getirdi, o merdut ifrite nice bahaneler serdetti.
440. “ Şimdi mühim işlerim var. Gelirsem onlar yüzüstü kalır. Düzene girmez.
Padişah bana mühim ve nazik bir iş buyurdu, geceleri bile uyumuyor, benim bu işi başarmamı bekliyor.
Padişahın emrinden dışarı çıkamam, huzurunda yüzü kara olamam.
Her sabah, her akşam hususi çavuşu gelip işin neticesini soruyor.
Reva görür müsün, köye geleyim de padişah, bana yüzünü assın, kaşlarını çatsın?
445. Kızarsa kızgınlığına karşı ne çare bulurum, diriyken kendimi topraklara mı gömeyim?” dedi.
Daha da bu çeşit yüzlerce bahaneler etti, fakat hileleri, Allah takdirine eş olmadı.
Âlemin zerreleri birbirine girse yine Allah’nın kaza ve kaderine karşı hiçtir hiç!
Bu yeryüzü, gökten nasıl kaçabilir, yeryüzü kendini gökten nasıl gizleyebilir?
Gökten yeryüzüne ne yağarsa yağar. Yeryüzü, ne kaçabilir, ne bir çareye başvurabilir, ne bir pusuda gizlenebilir.
450. Güneşten ateş yağsa yine o, gökten yağan ateşe karşı yüzünü yerlere döşemiştir.
Yağmur yağsa da tufanlar coşsa, üstündeki şehirler yıkılıp yerle yeksan olsa
O, yine Eyyup gibi teslim olmuştur, ben bir esirim, ne dilersen yağdır demektedir.
Sen de bu yeryüzünün bir cüzünün,baş çekme. Allah hükmünü görünce isyan etme.
“ Sizi topraktan yarattık” sözünü duydun ya, demek ki senden toprak olmanı istiyor, yüz çevirme!
455. ( Allah diyor ki:) “ Toprağa nice tohum ektim. İnsan da toprağın bir tozundan ibaretti, onu ben yükselttim.
Yine bir hamle et de kendine topraklığı sıfat edin, alçal. Ben de seni bütün beylere emîr yapayım.
Su, yukardan aşağıya, akar da sonra aşağıdan yukarıya akar.
Buğday, yukarıdan aşağıya, yerin dibine gider de ondan sonra yerden baş çıkarıp yükselir.
Her meyvenin tohumu yerden biter de ondan sonra yerden baş verir.
460. Nimetlerin aslı felekten ta yere kadar umumiyetle aşağıya geldiler, alçaldılar da temiz cana gıda oldular.
Tevazula felekten toprağa inince de diri ve yiğit adamın cüzü oldular.
Bu suretle o cemad, insan sıfatlarını kazandı, arşın yücesine uçtu, neşelendi.
Önce diri âlemden geldik, sonra yine aşağılıktan yücelere çıktık.
Diyerek bütün cüzüler, hareket ve sükûn hâllerinde “ Biz, şüphe yok, yine gerisin geri Allah’ ya dönüyoruz “ derler.
465. Gizli cüzlerin zikir ve tespihleri, gökyüzüne bir gulguledir salar.
Kaza, hileler düzmeye başladı mı köylü, şehirliyi matetti.
Şehirli, binlerce rey ve tedbiri olduğu halde matoldu ve bu seferden âfetlere uğradı.
Kendi sebatına itimadı vardı, bir dağdı ama yarım bir sel, onu kapıp götürdü.
Kaza ve kader, felekten baş çıkardı mı akıllıların hepsi kör ve sağır olur…
470. Balıklar, kendilerini denizden dışarıya atarlar. Tuzak, uçan kuşu zebun eder.
Peri ve şeytan, şişe içine girer. Hattâ Bâbil Harut’unu bile kaza ve kader kapar, avlar.
Ancak kaza ve kaderden yine kaza ve kadere kaçan kişi kurtulur. Hiçbir tedbir onun kanını dökemez.
Allah’nın kaza ve kaderinden yine Allah’nın kaza ve kaderine kaçan, kişiden başka hiçbir kimseyi, hiçbir hile, kaza ve
kaderden kurtaramaz.
Darvan’lılar ve onların yoksullara bir şey vermeden bahçelerden meyva
devşirmek için hileye sapmaları

Darvan’lıların hikâyesini okumadın mı? Okuduysan niçin hileye sapmakta ısrar edip duruyorsun?
475. Birkaç akrep iğneli kişi, birkaç yoksulun rızkını çarpmak için hileye, düzene giriştiler.
Gece vakti, sabaha kadar birkaç, Amır’la Bekir, yüzyüze verip hile düşündüler.
Sırlarını , Allah anlamasın diye gizli söylüyorlardı.
Sıvacıya çamur sıvamaya koyuldular. Hiç, el, gönülden gizli bir iş yapabilir mi?
Allah, “ Seni yaratan, düşünceni, gizli konuşuşunda, fısıltısında doğruluk mu var, hile mi… bunu hiç bilmez mi?”
buyurdu.
480. Sabahleyin yola çıkanı gözüyle gören, ertesi gün nereye konacak, bundan sonra nasıl gâfil olur?
Yüzünü nereye döndürdüğünü, sayısını, yolunu, yordamını, ineceği, çıkacağı yeri nasıl bilmez?
Şimdi sen de kulağını gafletten temizle de o dertlinin ayrılık derdini dinle.
Onun derdine kulak astın, elemlerini dinledin mi bil ki bu, o dertliye verdiğin bir zekattır.
Gönül hastalarının dertlerini dinler, yüce canın su ve toprak ihtiyacını anlarsan, bu bir zekâttır.
485. Dertli adamın tereddütle dolu, dumanlarla dolu bir gönül evi vardır. Derdini dinlersen o eve bir pencere açmış
olursun.
Senin bu dinleyişin ona bir nefes yolu oldu mu gönül yurdunda o acı duman azalır.
Yolcu, eğer yüce Allah’ya gidiyorsa bize dertdaş ol, derdimize çare bul.
Bu tereddüt, bir hapistir, bir zindandır. Canın bir tarafa gitmesine müsaade etmez ki.
Bu şu tarafa çeker, o bu tarafa. Her biri, doğru yol benim der.
490. Bu tereddüt, Allah yolunun tuzağı, sarp yeridir. Ne mutlu ayağı çözük kişiye.
O, doğru yolda tereddütsüz gider. Eğer yol bilmiyorsan öyle bir hür adamın adımı nerede? Onu ara!
Ceylânın izini izle, her şeyden kurtulmuş bir halde yola düş de onun izini izleye, izleye nihayet miske erişesin.
Bu çeşit yürüyüşle zâhiren ateşe bile girsen yine apaydın yücelere kadar varırsın.
Mademki “ Korkma” hitâbını duydun, ne denizden korkun var ne dalgadan, ne köpükten!
495. Allah, sana Hak korkusunu verdi mi bunu “Korkma” hitâbı say. Sana tabak yolladı mı ekmek de yollayacak
demektir.
Korku, korkusu olmayan adamındır. Dert, burada dönüp dolaşmayan kimsenindir.
Şehirlinin köye gitmesi
Şehirli, işe koyuldu, hazırlığını tamamladı, azim kuşu köye doğru koşmaya, uçmağa başladı.
Ehli, çoluğu, çocuğu da yol hazırlığını görüp eşyalarını azim öküzüne yüklediler.
Neşeli bir halde koşa koşa yola düştüler. “Köyden istifadeler edeceğiz, bize köyden müjde ver, müjde!” diye diye köye
doğru yöneldiler.
500. “ Gittiğimiz yer güzel bir çayırlık, çimenlik. Orada da sevdiğimiz kerem sahibi bir dostumuz var.
Bizi binlerce istekle çağırdı. Bizim için ihsan ağacını dikti.
Uzun kışın azığını köyden tedarik edip şehre getiririz gayri.
Hattâ dostumuz, bağını bile bize bağışlar. Bize canında yer verir.
Yoldaşlar, çabuk olun da istifadeler edelim” diyorlardı. Fakat akıl,içeriden içeri “ Öğünmeyin!”
505. Allah faydasıyla faydalanın. Şüphe yok, Rabbim, sevinen, öğünen kişileri sevmez.
Allah’nın size ihsan ediverdiği şeylere sevinin, neşelenin. Sizi işgal eden şey, sizi Hak’tan alıkor aldatır.
Gamdan neşelenen, ondan başka bir şeyden neşelenme, sevinme. Dert ve gam bahardır, başka şeyler kış!
Ondan başka her şey, seni yavaş, yavaş helâke doğru götüren düşüncelerindir. İsterse sana taç, taht, mal, mülk
olsun!
Gamdan sevin… gam vuslat tuzağıdır.Bu yolda aşağıya düşüş, hakikatte yükseliştir.
510. Gam bir hazinedir. Senin zahmet ve meşakkat çekişine maden. Fakat bu söz, çocuklara nerden tesir edecek?
Çocuklar, oyun adını duydular mı hepsi de yaban eşeğiyle yarışa girişirler.
Ey yaban eşekleri, bu yanda tuzaklar var. Bu yandaki tuzaklarda kan içiciler var.
Oklar uçuşup durmakta, yay, gayb âleminde gizli. Gençlere yüzlerce ihtiyarlık okları erişmekte.
Gönül ovasına adım atmak gerek. Çünkü bu ovada ferahlık, genişlik, neşe olamaz.

515. Dostlar, gönül, eminliktir, huzur yeridir. Orada kaynaklar, gül bahçeleri içinde gül bahçeleri var.
Yolcu, kalbe yürü, orada seyret, orada gez dolaş. Ağaçlar var orada, akan sular var orada.
Köye gitme. Köy, adamı ahmak bir hâle sokar… Aklı nursuz, fersiz bir hâle getirir.
Ey seçilmiş temiz adam, Peygamber’in sözünü dinle. Köyde yurt tutmak, aklın mezarıdır.
Köyde sabah, akşam bir gün kalan kişinin aklı, bir ay yerine gelemez.
520. Tam bir ay onun ahmaklığı gitmez. Köy otlarından da bundan başka ne biçilebilir ki?
Köyde bir ay kalan kişi, nice zaman bilgisiz ve kör kalır. Köy nedir? Hakikate ulaşmamış, elini taklit ve huccete atmış
şeyh!
Aklı kül şehrine karşı bu duygular, gözleri bağlı değirmen eşeklerine benzer.
Bunu geç de hikâyeye giriş, inciyi bırak. Buğday tanesini ele al.
525. İnciye yol yoksa hemencecik buğdayı al. O tarafa yol yoksa bu tarafa at sür.
Zâhir,eğri büğrü uçsa bile sen zâhirine bak. Zâhir, nihayet insanı bâtına götürür.
Her insanın evveli suretten ibarettir. Ondan sonra can gelir ki can, mânevi güzellik, ahlâk güzelliğidir.
Her meyvenin evveli suretten başka nedir ki? Ondan sonra lezzet gelir ki lezzet, meyvenin mânasıdır.
Önce çadır kurarlar da sonra Türkü konuk çağırırlar.
530. Bil ki suretin çadırıdır, mânan Türk. Mânan bil ki kaptandır, suretin gemi!
Allah için şunu bir nefes olsun bırak da şehirlinin eşeği çanını çalsın!
Şehirliyle akrabasının köye gitmeleri
Şehirli ve çoluğu, çocuğu hazırlıklarını tamamladılar, eşyalarını katırlara yükleyip köye doğru yollandılar.
Hayvanlarını neşeli neşeli sürmekte, “Sefer edin de ganimet bulun” demekteydiler.
Ay, sefer ede ede Keyhusrev olur. Tolunay hâline gelir. Sefer etmeksizin nasıl padişah kesilir ki?
535. Beydak, seferle satrancın en üst hanesi olan ferzin hanesine gelir, ferzin olur. Yusuf, seferden faydalanır, yüzlerce
muradına erişir.
Onların da gündüzün yüzlerini güneş yakıyor, geceleyin yıldızla yol buluyorlar,
Kötü yol, onlara güzelleşiyor, köyün neşesiyle cennet gibi görünüyor, bu suretle gidip duruyorlardı.
Acı, tatlı dudakların tesiriyle tatlılaşır, diken, gül bahçesi dolayısıyla gönül çeker bir hâle gelir.
Ebu Cehil karpuzu, sevgili yüzünden hurma kesilir, ev, evdeki dost yüzünden ova olur.
540. Gül yanaklı, ay yüzlü bir dilberin vuslatı ümidiyle nice nazeninler diken zahmetini çekerler.
Ay yüzlü sevgilisi yüzünden niceler sırtı yaralı hamal olmuştur.
Gece gelsin de ay ( yüzlü sevgilinin) yüzünü öpsün diye demirci, yüzünü simsiyah etmiştir.
Esnaf, gönlüne bir serviyi diktiğinden akşama kadar dükkanda çarmıha çakılmış gibi bekler durur.
Tacir, deniz demez, kara demez yürür durur ama evinde oturan bir sevgilinin aşkıyla koşup yeler.
545. Kimin bir ölüye, bir taşa, toprağa sevdası varsa bir diri yüzlünün sevdasıyla sevdalanmıştır.
Dülger, tahtaya yüz tutmuştur ama ay yüzlü güzeline hizmet etmek ümidiyle.
Sen de bir dirinin ümidiyle çalış, çabala ki o, bir gün sonra cansız bir hale geliversin.
Aşağılık yüzünden bir saman çöpünü kendine munis olarak seçme. Onun munisliği ariyettir.
Ananla, babanla munistin, Allah’dan başka munislerin sana vefakârsa hani o ünsiyet?
550. Hak’tan gayrı birisiyle dostluk, yerindeyse dadınla, lalanla ünsiyetin ne oldu?
Sütle, memeyle olan ünsiyetin kalmadı. Mektepten nefret ederdin, o nefret de geldi geçti.
O ünsiyet, onların duvarına varan güneş ziyâsından ibarettir. O akis güneşe gitti.
Yiğidim, o ışık nereye düşerse sen ona âşık oluyorsun.
Her vara taallûk eden aşkın, Allah vasfından, meydana gelir, o şeyin yaldızından, o şeyin zâhirî güzelliğinden değil.
555. O şeyin altın yaldızı aslına gitti de bakırı kaldı mı insanın tabiatı doyar, onu boşlayıverir.
Onun yaldızlı, zâhirî sıfatlarından ayağını çek. Bilgisizlikle kalpa pek hoş deme.
Kalplardaki o hoşluk, o güzellik eğretidir. O süsün, püsün altında süssüzlük vardır.
Kalpın üstündeki altın, madenine gider. Sen de onun gittiği madene git.
Duvardaki ışık güneşe varır. Sen de sana lâyık olan o güneşe git.

560. Ondan sonrada madem ki oluktan vefa görmedin, suyu yağmurdan iste.
Kurdun tuzağı, kuyruk madeni değildir. O koca kurt, kuyruk madenini nereden tanıyıp bilecek?
O aldanmış kişilerde altını çıkınlamış sandılar da köye doğru koştular.
Gülerek oynayarak o dolaba doğru çark ura ura yürüdüler.
Köye doğru uçan bir kuş görseler sabırsızlıktan elbiselerini yırtıyorlar,
565. Köyden bir adam geliyor görseler yüzünü, gözünü öpüyorlar,
“ Sen bizim dostumuzun yüzünü gördün. Sen, bizim canımızın canısın, bizim gözümüzsün sen” diyorlardı.
Mecnun’un, Leylâ’nın civarında oturan bir köpeğe iltifatı
Tıpkı Mecnun gibi. O da bir köpeği okşamakta, öpmekte, önünde yanıp erimekteydi.
Etrafında eğilip bükülerek onu ululayıp ağırlayarak dönüp dolaşıyor, ona sâf şeker şerbeti veriyordu.
Bir herzevekil dedi: “ A ham mecnun, bu yapıp durduğun şey ne delilik, ne sersemlik,
570. Köpeğin ağzı daima pis şeyleri yer. Ardını bile diliyle temizler.”
Köpeğin ayıplarını bir hayli saydı döktü. Zaten ayıp gören gayp aleminin kokusunu bile alamaz.
Mecnun dedi ki. “ Sen, baştanbaşa suretten, cisimden ibaretsin. Gel de benim gözümle bir bak!
Bu köpek, bence Allah’nın bir çözülmez tılsımıdır. Bu köpek, Leylâ’nın mahallesinin bekçisi.
Himmetine bak, gönlüne, canına, irfanına dikkat et ki neresini seçmiş, neresini yurt edinmiş?
575. O benim mağaramın yüzü kutlu köpeği, hattâ o benim dertdaşım, gamdaşım.
Onun mahallesinde yurt tutan köpeğin ayağının bastığı toprak bile ulu aslanlardan yeğdir.
Ey köpeklerine aslanların köle olduğu sevgili.. anlatmaya imkân yok ki, sus vesselâm!..”
Dostlar, suretten geçerseniz her yer sizin için cennettir. Gül bahçesi içinde gül bahçesidir.
Suretini kırdın, yaktın mı her şeyin suretini kırdın demektir.
580. Artık her sureti kırar, Haydar gibi Hayber kapısını çekip koparırsın.
O sâf şehirli de surete zebun oldu, köylünün kötü sözleriyle köye doğru yola düştü.
O yaltaklanma tuzağına tutularak neşeli neşeli gidiyordu. Taneyle sınanmaya giden kuşa benziyordu.
Kuş, o taneyi kerem ve ihsan yüzünden saçılmış sanır. Halbuki o ihsan hırsın son derecesidir.
Kuşcağızlar taneye tamah ederek sevinip o hileye doğru uçar, koşarlar.
585. Şehirlinin sevinçlerini de anlatsam korkarım ki yolcu, seni yolundan alıkorum.
Onun için kısaca geçiyorum. Yolda bir köy göründü. Fakat o köylünün köyü değildi, başka bir yola saptı.
Bir aya yakın bir müddet köyden köye dolaştılar.Çünkü köyün yolunu iyi bilmiyorlardı.
Kılavuzsuz yola gidene iki günlük yol, yüz yıllık yol olur.
Kâbe’ye delilsiz giden bu başı dönmüş zavallılar gibi zillete düşer.
590. Ustaya müracaat etmeksizin bir sanat tutan kişi şehre de alay mevzuu olur, köye de!
Doğuda da, batıda da anasız, babasız bir insan doğması pek nadirdir.
Bir işe girişen, çalışan kişi mal kazanır. Ama nadir olarak bir adam, bir hazine de bulabilir.
Fakat nerede bir Mustafa ki cismi can olsun da “ Er rahman, Allemel Kur’an- Rahman, ona Kur’an’ı öğretti” sırrına
ersin.
Ten ehlinin hepsi kalemle, okuyup yazmakla öğrenir, öğretir. Allah kereminin bolluğuyla kalemi, öğretiş ve öğrenişe
vasıta halk etmiştir.
595. Oğul, her hırs sahibi mahrumdur. Harisler gibi öyle koşma, aheste aheste yürü.
Şehirli ve çoluk çocuğu da o yolda karada yaşayan kuşun suda çektiği eziyet ve zahmet gibi eziyetler, zahmetler
çektiler.
Köye de karınları toktu artık, köylüye de. Öyle usta olmadan şeker yapmaya da doymuşlardı, hattâ.
Şehirliyle akrabasının köye varmaları, köylünün onları tanımazlıktan
gelmesi
Bir ay sonra kendileri perişan, hayvanları yemsiz bir hâlde o köye vardılar.
Köylüye bak ki kötü niyeti yüzünden falan feşman diye zırvalamaya,

600. Gündüzleri, bağına, bahçesine yüz tutmasınlar diye onlardan yüzünü gizlemeye koyuldu.
Gizlediği yüz de zaten tamamıyla hile ve riyadan ibaretti. Öyle yüzün, Müslümanlardan gizli kalması daha iyi.
Öyle yüzler vardır ki şeytanlar, sinek gibi başına üşüşür, bekçi gibi orada yurt tutar, otururlar.
Bu çeşit adamların suratını gördün mü ya bakma, yahut da madem ki baktın, hoşlanıp gülme.
O çeşit habis ve âsi suratlar hakkında Allah, “ Alnının perçeminden yakalar, çekeriz” dedi.
605. Konuklar, köylünün evini sorup buldular, akraba ve bildikleri gibi kapıya koştular.
Köylünün evindekiler kapıyı kapadılar. Şehirli, bu aykırı hareketten deli gibi oldu.
Fakat zaten sertlik gösterilecek zaman değildi. Kuyuya düştükten sonra sertliğin ne faydası var?
Tam beş gün, geceleri soğuktan üşüyerek, gündüzleri sıcaktan yanıp yakılarak kapısının önünde kaldılar.
Orada kalışları ne gafilliklerindendi, ne eşekliklerinden. Zaruretten, açlık ve susuzluk yüzündendi.
610. İyiler, zaruret yüzünden kötülerle bağdaşırlar. Adam, zaruret yüzünden ölü eti bile yer!
Şehirli, köylüyü gördükçe selâm vermekte, “ Yahu, ben filan kişiyim, adım da şu” demekteydi.
Köylü ”Olabilir. Fakat sen kimsin, nesin, ben ne bileyim? Belki kötü bir adamsın, belki temiz bir adam.
* Ben, gece gündüz, Allah’nın işlerine hayran kalmış, dalmış gitmişim. Seninle hiçbir surette mukayyet olmam ben.
* Kendi varlığımdan bile haberim yok. Varlığımdan bir kıl ucu kadar bile eser kalmadı.
* Aklım, Allah’dan başka hiçbir şeyden agâh değil. Gönlümde de Allah’dan başka bir şey yok, canımda da ” diyordu.
Şehirli dedi ki: “ Bu an, tam kıyamete benzedi: Kardeş, kardeşinden kaçmada !”
Şehirli, köylüye “ Soframdan fazlasıyla yemek yemedin mi sen? Ben o adam değil miyim?
615. Filan gün sana feşman şey almadım mıydı, seninle buluşup görüşmez miydik?
* Aylarca bana konuk olmaz mıydın, sayısız ihsanlarıma, in’amlarıma nail olmadın mı?
Halk, aramızda ki sevgiyi duymuş, işitmiştir.Boğaz, nimet yerse yüz utanır” diye anlatıp duruyor.
Köylü de “Saçma sapan ne söylenip duruyorsun ki? Ne seni tanıyorum, ne adını, ne yerini!” diyordu.
Beşinci gece gökyüzünü bulutlar kapladı, bir yağmur başladı ki gök bile bu yağışa şaşa kaldı.
Artık bıçak kemiğe dayanınca şehirli “Ev sahibini çağırın” diye kapının halkasını döğmeye başladı.
620. Köylü, yüzlerce ısrardan sonra nihayet kapıya gelip “ Babasının canı ne istersin, ne var” deyince
Şehirli, dedi ki: “ Bunca haktan vazgeçtim,bütün zanlarımı, düşüncelerimi terkettim.
Zavallı cancağızım, beş günde bu sıcakta yanıp şu soğukta donarak beş yıllık zahmet çekti.”
Bildikten, dosttan, soydan gelen bir cefa, ağyarın üç yüz bin cefasına eşittir.
Çünkü insan, eşin dostun cevrü cefada bulunacağını ummaz, tabiatı daima onun lûtfuna, vefasına alışmıştır.
625. İnsanların uğradıkları belâ ve mihnet, dikkat edersen anlarsın ki alışmadıkları şeylerden meydana gelir.
Şehirli: “ Ey sevgi güneşi zevale erişen arkadaş, kanımı bile döksen helâl ederim.
Yalnız şu yağışlı gecede bize bir bucak ver de kıyametten sen de bunun ecrine nail ol” dedi.
Köylü, “Orada bağcının sığındığı bir bucak var. Bağcı, o bucakta kurtları bekler.
Kurt gelirse öldürmek için eline yayını, okunu alır, bekler durur.
630. Sen de o zahmeti çekebilirsen ne âlâ, orası senin olsun. Fakat bu işi başaramazsan kendine başka bir yer ara”
deyince,
Şehirli dedi ki: “Sana yüzlerce hizmette bulunayım, sen tek yer ver. O yayı, oku da ver elime.
Ben uyumam, üzümleri beklerim. Kurt gelirse tam kellesinden vururum.
İki yüzlü münafık. Allah için olsun sen beni gece vakti yağmur altında, çamur üstünde bırakma da!”
O bucak boşaltılınca şehirli, çoluk, çocuğuyla beraber o daracık, o dönüp kımıldamağa bile imkânsız yere gitti.
635. Selden, mağara bucağına sığınmış çekirgeler gibi âdeta birbirlerinin üstüne binmişlerdi.
Bütün gece “ Aman Yarabbi, sen acı. Biz değil buna, hattâ bunun iki yüz misline bile lâyığız.
Aşağılık kişilerle dost olanın, adam olmayanlara adamlık gösterenlerin lâyığı budur.
Ham tamaha düşüp ulular kapısındaki hizmeti bırakan, buna lâyıktır.
Temiz kişilerin taşını, toprağını öpüp yalamak aşağılık adamlara hizmetten, onların bağına, bahçesine nâil olmaktan
yeğdir.
640. Gönlü aydın bir ere kul olmak, padişahların başına taç olmadan daha iyi.
Ey yol çavuşu, ey aykırı yollarda koşup duran, sen şu toprak yüzündeki padişahlardan davul sesinden başka bir şey
bulamazsın ki.

Şehirliler bile ruha nispetle yol uran hırsızlardan ibaretken köylü dediğim kim oluyor? Feyizden mahrum bir ahmak!
Aklına, tedbirine uymayıp gulyabani sesi duyunca o sese tabi olana bu layıktır” diyorlardı.
Yaptığı işe candan gönülden nâdim oldu, oldu ama artık soğuk soğuk ah etmenin ne faydası var.
645. Şehirli de bütün gece elinde yayla ok, her yanı gezip dolaşmakta, her tarafta kurt araştırmaktaydı.
Halbuki asıl kurt, kıvılcım gibi ona sıçramış, musallat olmuştu da o bundan habersiz hâlâ kurt arıyordu.
Sivrisineklerle pireler, kurt gibi o viranede onların başına üşüşmüş, onları yaralayıp duruyordu.
İnatçı kurdun saldırması korkusuyla sivrisinekleri kovmaya da mecalleri yoktu.
Kurt gelir de sürüye bir ziyan verirse köylü şehirlinin saçını, sakalını yolardı.
650. Dertleri aşırı bir derecede, yürekleri ağızlarına gelmiş bir hâlde beklerken,
Ansızın bir tepeden saldırıp gelmekte olan bir kurt karaltısı göründü.
Şehirli, yayını kurup bir ok attı, hayvanı vurdu, tepeden aşağı düşürdü.
Hayvan düşerken bir yellendi. Köylü, duyup eyvah dedi, ellerini dizlerine vurdu.
“ Be hey mürüvvetsiz, eşeğimin sıpasını vurdun” dedi. Şehirli, “ Yok canım, dev gibi kurt.
655. Karaltısına baksana, kurdun ta kendisi. Şeklinden de kurt olduğu anlaşılıp duruyor” dediyse de,
Köylü, “Hayır. Yellendi ya.. tanıdım ben. Onun yellenmesini suyu şaraptan nasıl ayırt edersem öyle ayırt eder, anlarım.
Çayırlıkta benim sıpamı vurdun, öldürdün. Dilerim, neşe yüzü görmeyesin” dedi.
Şehirli, “İyi, bak… vakit gece. İnsan, geceleyin iyi göremez.
Gece ekseriye adamı yanıltır, başka şeyler gösterir. Herkes geceleyin gördüğünü fark edemez.
660. Hele bu gece hem karanlık, hem bulut var, hem şiddetli yağmur yağmada. Bu üç karanlık, adamı pek yanıltır.” dedi
ama,
Köylü “ Hayır. Bu bana gün gibi aşikâr. Tanırım ben, bu yellenme, benim eşeğimin sıpasının yellenmesi.
Yolcu, azığı nasıl tanırsa ben de yüz yel arasında bile o yeli tanırım” deyince,
Şehirli dayanamadı, sıçrayıp köylünün yakasına yapıştı.
Dedi ki: “ A hilebaz sersem, a bunak mendebur, sen hem afyon yutmuş, hem esrar içmişsin.
665. Bu üç karanlık içinde eşeğin yellenmesini tanıyorsun da beni nasıl tanımıyorsun be hey avare!
Gece yarısı eşek sıpasını tanıyan adam,

armi
Wed 27 January 2010, 04:27 pm GMT +0200
1595. Anneleri dedi ki. “Hile , düzen. Siz bir ayran için yüz yalan söylersiniz.
Hele sabah olsun, hocanıza gideyim de bu hilenin aslını öğreneyim”
Çocuklar, “ Peki, git de doğru mu söylüyoruz, yalan mı, anla” dediler.

Çocukların annelerinin hocayı dolaşmaya gitmeleri
Sabah olunca anneleri, hocayı dolaşmaya gittiler. Bir de baktılar ki hoca, ağır bir hastalığa tutulmuş, yatmakta.
Fazla örtündüğü, başını bağladığı, yüzünü kapattığı için kan-tere batmış.
1600. Hafif hafif ah etmekte. Hepsi Lâ havle demeye başladılar.
“ Hayrola hocam, bu baş ağrısı ne? Allah sağlık versin, vallahi hiç haberimiz yok” dediler.
Hoca” Benim de haberim yoktu. Bu kahpe oğulları haber verdiler işte,
Ben çalışıp çabalıyor, kıyl ü kaalle meşgul bulunuyordum, haberim bile yoktu. Meğerse içimde dehşetli bir hastalık
varmış” dedi.
İnsan, bir işe ciddiyetle koyuldu mu hastalığını göremez, körleşir.
1605. Mısır kadınları da Yusuf’un güzelliğine daldılar, haberleri bile olmadı da,
Ellerini, bileklerini paramparça ettiler. Hayrete düşen ruh, ne önü görür, ne ardı!
Nice babayiğit erler vardır ki savaşta elleri, ayakları kesilir de,
Yine savaştan el çekmez, kendini sağlam sanırlar.
Fakat sonradan görür ki el kesilmiş, bir hayli de kan akmış da haberi bile yok!
Ten, ruhun elbisesine benzer, bu el de ruhun elinin yenidir, bu ayak da
ruhun ayağına giydiği mesttir
1610. Bil ki bu ten, elbiseye benzer. Yürü, bu elbiseyi giyeni ara, elbiseye sürünüp durma.
Ruha Allah’yı tevhit etmek hoş gelir. Görünmeyen bir başka el, ayak var.
Rüyada el, ayak görür, bir şey alır, bir yere gider, birisiyle görüşür, konuşursun ya… onu hakikat bil saçma zannetme.
Sen, bedensiz bir bedene sahipsin, gayri canının cisminden çıkacağından korkma.
Dağda halvet eden dervişin hikâyesi
”* Halktan çekilmenin ve yalnızlığın tatlılığı, Allah da, Ben, beni ananla bir yerde oturur, benimle ünsiyet bulanın enisi
olurum demiştir. Bu söz de bu hikâyeye girer. Herkesle beraber bile olsa bensiz olduktan sonra hiç kimseyle beraber
değilsin demektir. Herkesten çekilmiş olsan bile yine benimle olduktan sonra herkesle berabersin
Dağlarda oturan bir derviş vardı. Yalnızlık, onun arkadaşı ve nedimiydi.
1615. Allah şarabını içmiş olduğundan erkeklerin sözlerinden de usanmıştı, kadınların sözlerinden de.
Bize bir yerde oturup yerleşmek nasıl kolay geliyorsa bazı kimselere de bir yerden bir yere gezip durmak öyle kolay
gelir.
Sen, nasıl ululuğa âşıksan bir sanatkâr da mesela demirciliğe âşıktır.
Herkesi bir iş için yetiştirmişler, gönlüne o işin meylini vermişlerdir.
Gönülde bir meyil olmadıkça el, ayak nasıl hareket eder. Su, rüzgar olmadıkça çerçöp nasıl akar, savulur?
1620. Kendinde göğe doğru çıkmaya bir meyil gördün mü hüma kuşu gibi devlet kanadını hemen aç!
Fakat kendinde yeryüzüne bir meyil gördün mü feryat et , ağlayıp inlemeyi hiç bırakma.
Akıllılar önceden feryat ederler, bilgisizlerse işin sonunda başlarına vururlar!
Sen, işin önünde sonunu sor da kıyamet günü pişman olma.
Kuyumcunun, işin sonunu görerek kendisinden ödünç bir terazi
isteyene ona göre söz söylemesi
Birisi, kuyumcunun birine giderek “ Altın tartacağım, bana terazini versene” dedi.
1625. Kuyumcu dedi ki. “ Babacığım, hadi git, bende kalbur yok!” Adam: “Alay etme benimle. Ver şu teraziyi” dedi.
Kuyumcu dedi ki. “ Dükkânımda süpürge yok” Adam: “ Kâfi yahu, bırak alayı”
Ben senden terazi istiyorum. Sağırlıktan gelme; şu tarafa, bu tarafa, bu tarafa gidip durma, ver teraziyi” dedi.
Kuyumcu dedi ki. “ Sağır değilim, sözünü duydum, söylediğim sözleri de mânasız sanma.
Sözünü duydum ama sen kuvveti, kudreti kalmamış bir ihtiyarsın, hiç şüphem yok, zayıflıktan elin titreyecek.
1630. Tartacağın altın da külçe değil, tozu var, kırık dökük bir şey. Elin titreyecek, yere dökeceksin,

Sonra bana bir süpürge ver de toza, toprağa dökülen altınımı süpüreyim diyeceksin.
Altını süpürüp bir yere toplayınca da güzelim, kalbur isterim diye tutturacaksın.
Ben, işin sonunu önceden gördüm, iyisi mi hadi sen başka bir yere git!”
*Artık o dağlıklarda yurt tutup, orada yiyen, içen tek ve ulu şeyhin hikâyesini tamamla.
Dağlardaki ağaçlardan meyve düşürmeyeyim, ağacı silkmeyeyim, hiç
kimseden açıkça, yahut gizli kapalı bir şey istemeyeyim, şu ağacı silk
demeyeyim, yalnız ağaçtan kendiliğinden düşen meyveleri yiyeyim diye
nezretmiş olan ve dağlarda halvet etmiş bulunan zâhidin hikâyesinin
son kısmı
O dağlarda ağaçlar, meyveler, sayısız elmalar, armutlar, narlar vardı.
*O derviş, meyvelerle gıdalanır, başka hiçbir şey yemezdi.
1635. Allah’ya “ Yarabbi seninle ahdım olsun. Bu ağaçlardan meyve toplamayayım.
Rüzgârla yere düşen meyvelerden başka hiçbir meyve yemeyeyim, elimi hiçbir dala uzatmayayım.” dedi.
Bir müddet nezrine vefa etti. Fakat nihayet kaza ve kaderin imtihanları çıkageldi.
Bu yüzden, sözlerinizde daima inşallah deyin, ahitlerinizde de Allah dilerse sözünü söyleyin.
Çünkü ben, gönüle her zaman başka bir meyil verir, her an gönüle başka bir dağ vururum.
1640. Biz her sabah yeni bi işte, yeni bir güçteyiz. Her şey, bizim dileğimize göre meydana gelir denmiştir.
Hadiste “ Gönül, ovada rüzgârlara tabi bir tüy benzer.
Rüzgâr, tüyü her tarafa uçurur, gâh sola, gâh sağa götürür durur.” denmektedir.
Başka bir hadiste de denmiştir ki: “ Bu gönlü ateş üstündeki kazanda kaynayan bir su bil!”
Gönlün her an başka bir dileği vardır. Fakat bu dilek kendisinden değildir, başka bir yerdendir.
1645. Şu halde gönlün reyine, gönlün dileğine neden emin olur da ahdeder, sonunda da pişman olur,nedamete
düşersin?
Fakat bu yine de Allah’nın hükmündendir. Allah’nın takdiridir. Kuyuyu görürsün de çekinmeye kudretin olmaz.
Uçan kuşun tuzağı görmeyip hapse düşmesine taaccüb edilmez ki.
Şaşılacak şey şudur: Hem tuzağı görür, hem mıhı görür de yine sonunda ister istemez o tuzağa düşer!
Gözü açık kulağı açık, tuzak önde… yine de kendi kanadıyla tuzağa doğru uçar!
Kaza ve kader tuzağının eseri görünen, kendisi görünmeyen bir şeye
benzemesi
1650. Bir kişizade görürsün… çula, çuvala bürünmüş, baş açık, belâlara uğramış.
Bir kahpenin sevdasıyla yanıp tutuşuyor. Elbiselerini, malını, mülkünü sarmış.
Elindeki, avucundaki gitmiş, adı kötüye çıkmış hor hakir bir hale gelmiş, düşmanlarının isteği gibi tepesi üstüne
yuvarlanıp gidiyor!
Adamcağız bir zâhit gördü mü “ Ey ulu, Allah için bana bir himmet et.
Bu aşağılık ve kötü sevdaya düştüm, elimdeki maldan, altından, nimetten oldum.
1655. Bir himmet et, belki bu dertten kurtulur, bu kara balçıktan sıçrar, çıkarmı der”.
Halktan da dua etmelerini istemektedir. İleri gelenlerden de..“ Aman, beni kurtarın, kurtarın, kurtarın!” demektedir.
Eli de açık, ayağı da. Ne onu bağlamışlar, ne başında bir adam var, ne ayağın da bukağı!
A adam, hangi bağdan kurtulmak istiyor, hangi hapisten kaçmak diliyorsun?
Hangi bağdan olacak? Tertemiz ruhtan başka kimsenin göremediği takdir bağından gizli olan kaza bağından!
1660. Ortada değil görünmüyor, gizli ama zindandan da beter, demir zincirlerden de!
Çünkü demir zincirleri demirci kırabilir, bir adam zindanın temelini kazıp duvarını yıkabilir.
Fakat şaşılacak şey şu ki gizli olan kuvvetli bağı kırmaktan demirciler bile âcizdir.
O bağı Ahmed görebilir de, “ Boynunda da hurma lifinden bir ip var” der.
Ahmed, Ebuleheb’in karısının sırtındaki odun yükünü gördü de ona “ Odun hamalı” dedi.
1665. İpi de ondan başka kimse görmedi, odunu da. Ona her görünmeyen şey, görünür.
Başkaları umumiyetle tevil ederler; bu akılsızlıktan böyle söylüyor derler. Sanki onların akılları başlarındaymış!
Tevil ederler ama hakikatte onun sırtı, o odun yükünün altında iki büklüm olmuştur, gözünün önünde feryat edip

durmakta.
Bana bir dua edin., bir himmet edin de kurtulayım, şu gizli bağdan sıyrılayım demektetir.
Bu nişaneleri apaçık gören, nasıl olur da şakiyi saitten ayırt edemez.
1670. Bilir, tanır ama Allah sırrını açmak helâl olmadığından ululuk sahibi Allah’nın emriyle örter, gizler.
Bu sözün sonu yoktur, gelelim hikâyeye: O yoksul, açlıktan zayıf, perişan bir hale geldi, harekete bile mecali kalmadı.
Ağaçtan armut koparmamayı nezreden yoksulun âciz kalıp koparması
ve derhal Allah azabının gelip çatması
Derviş tam beş gün armut ağacını silkmedi, fakat açlık ateşi de sabrını tüketmekteydi.
Bir dalda birkaç armut gördü, fakat yine sabredip kendisini çekti.
Bu sırada bir rüzgâr geldi, dalı eğdi. Dervişin nefsi, onları yemeye yeltendi, galebe de etti.
1675. Açlık, zayıflık, bir yandan da takdir, zâhidi nezrine vefadan alıkoydu.
Ahdini bir yana bıraktı, daldaki armudu kopardı, yedi.
Fakat hemencecik Allah azabı erişti, gözünü açtı, kulağını çekti.
Şeyhi de hırsızlarla beraber görerek hırsız sanıp elini kesmeleri
Yirmi tane, yahut daha fazla hırsız, oraya gelip konmuştu. Çaldıkları şeyleri aralarında pay ediyorlardı.
Birisi şahneye haber vermişti. Derhal şahnenin adamları oraya gelip hepsini yakaladılar.
*Şahne hiddete gelip cellâda “ Bunların ellerini, ayaklarını kes” dedi.
1680. Cellât, oracıkta hepsinin sol ayaklarıyla sağ ellerini kesmeye başladı. Bir gürültüdür koptu.
O arada zâhidin eli de yanlışlıkla kesildi. Cellât, ayağını kesmek üzereyken,
Rütbesi pek büyük bir atlı gelip yetişti, cellâda “ Behey köpek kendine gel.
Bu, filan Şeyhtir, Allah abdalıdır. Neden onun elini kestin ?” diye bağırdı.
Cellât, elbisesini yırtıp giderek yana yakıla şahneye hali anlattı.
1685. Şahneye yalınayak geldi, Allah şahit ki bilmedim diye özürler dilemeğe,
Ey kerem sahibi, ey cennetliklerin ulusu, bu kötü işi affet, hakkını helâl eyle. Beni bağışla demeye başladı.
Şeyh dedi ki: “Ben, bunun sebebini biliyor, suçumu anlıyorum.
Ben onun yemininin hürmetini terk ettim, onun adaleti de benim( yeminimi) sağ elimi kestirdi!
Ben kötü olduğunu bildiğim halde ahdimden döndüm. Bunun kötülüğü elime geldi.
1690. Ey vali, sevgilinin hükmüne elimiz de feda olsun, ayağımız da, beynimiz de, derimiz de!
Bu, bana kısmetmiş! Sana helâl ettim. Sen bilmeyerek yaptın, bir suçun yok ki.
Halimi bilenin, fermanı yürür. Allah emrine itiraz etmek nerede?”
Nice kuş vardır ki uçup tane arar… boğazı, boğazının kesilmesine sebep olur.
Nice kuş vardır ki açlık ve midesi yüzünden dam kenarında, kafes içinde mahpustur.
1695. Nice balık vardır ki su içinde her şeyden eminken boğazının hırsı yüzünden oltaya tutulmuştur.
Nice namuslu, örtülü kadın vardır ki ferciyle boğazının şomluğundan rüsvay olmuştur.
Nice bilgili ve iyi huylu kadı vardır ki boğazının yüzünden rüşvet almış, utanıp yüzü sararmıştır.
Hattâ Harut’la Marut bile o şarabı tatmışlardır da o şarap, onların göğe çıkmalarına mâni olmuştur.
Bayezid, bu yüzden çekindi, işte. Kendisinde namaz kılma hususunda bir tembellik gördü.
1700. O çok akıllı şeyh, sebebini düşündü, fazla su içmesinde buldu.
“ Tam bir yıl su içmeyeceğim” dedi. Dediğini de yaptı, Allah sabır ve tahammülünü verdi.
Onun bu pek ehemmiyetsiz mücahedesi, din içindi, bu yüzden de sultan oldu, ârifler kutbu oldu.
Şeyhin de eli boğazı yüzünden kesildi ve o zâhit adamın şikâyet kapısı bağlandı.
Adı halk arasında “ Şeyh-i Akta’- eli kesik şeyh-” kaldı, halk onu bu adla tanıdı.
Şeyh-i Akta’ın kerameti ve iki elle zembil örmesi
1705. Onu birisi ottan,çöpten yapılmış bir gölgelikte ziyaret etti. İki elle zembil örmekte olduğunu gördü.
Şeyh ona “ Ey canının düşmanı, neden böyle küstahlık edip yanıma geldin?

Neden izinsiz içeri girdin?” dedi. Adam, “ Sevgimden fazla iştiyakımdan” deyince,
Şeyh gülümsedi de dedi ki: “ Öyleyse gel… fakat ey ulu kişi, bunu gizle.
Ben ölmeden ne bir dosta, ne bir sevgiliye ne de bir aşağılık kişiye, hiç ama hiç kimseye söyleme!
1710. Bundan sonra bir bölük halk onu iki elle zembili örerken penceresinden gördüler.
Şeyh, “ Yarabbi, hikmetini sen bilirsin. Ben gizliyorum, sen aşikâr ediyorsun” dedi.
Ona şöyle ilham geldi. “ Birkaç kişi, senin elinin kesik olması kınadılar, sana münkir oldular.
O herhalde yolda yalancıydı ki Allah, onu bu, taife arasında rüsvay etti dediler.
Ben onların kâfir olmasını, bu azgınlıkla, bu sapıklıkla, bu kötü şüpheyle geçip gitmelerini istemem.
1715. Ben de şu kerameti aşikâr ettim, iş işlediğin vakit sana iki el ihsan ettiğimi gösterdim.
Ki o biçareler, hakkında kötü bir şüpheye düşüp de huzurumdan merdud olmasınlar.
Ben sana bu kerametler olmaksızın da daha önce bizzat teselliler verdim.
Bu kerametleri ise ancak onlar için verdim,bu mumu ancak onlar için yaktım.
Sen, ölümden, bedeninin cüzlerinin ayrılacağından korkmaktan geçtin.
1720. Sende, başının, ayağının gideceğine dair korku kalmadı. Vehmi bırakmak, senin için ulu bir siper oldu.”
Firavun sihirbazlarının elleriyle ayaklarının kesilmesine aldırış
etmemelerindeki sebep
Firavun, sihirbazları yeryüzünde öldürmekle tehdit etmedi mi?
Sizin ellerinizi, ayaklarınızı çaprazına kestirir sizi asarım, affetmem demedi mi?
O, sihirbazların vehme düşeceklerini, korkacaklarının, vesveseye uğrayacaklarını sanıyordu.
Titremeye başlayacaklarını, ürküp korkacakların, bu tehditlerden vehmedeceklerini umuyordu.
1725. Bilmiyordu ki onlar, bu işlerden kurtulmuşlar, gönül nurunun göründüğü pencerenin önüne oturmuşlar…
Gölgelerinin, kendilerinden meydana geldiğini bilmişler, çevik bir hale gelmişlerdir.
Bu gül bahçesinde felek havanı, onları yüzlerce defa dövüp ezse bile,
Bu terkibin aslını görmüş olduklarından artık vehmin ferilerinden pek korkmazlar.
Bu âlem, bir rüyadır, zanna kapılma sen. Rüyada bir el kesilse bile zararı yok.
1730. Rüyada başın kesilse de hakikatte yine başın yerindedir, ömrün de uzun olur.
Rüyada kendini ikiye biçilmiş görsen bile kalktın mı vücudun da sağlamdır, bir hastalığında yoktur.
Hâsılı rüyada vücudunu noksan görmekten ne çıkar? Yüzlerce parçaya ayrılsan bile ne korkacaksın ki?
Suretle kaim olan bu cihan hakkında da Peygamber, uyuyanın gördüğü bir rüya dedi.
Sen, bu sözü taklit yoluyla kabul ettin, fakat salikler bunu rivayet edilmeden de gözleriyle gördüler.
1735. Sen gündüzün de uykudasın. Bu uyku değil deme. Gölge feridir, asıl ise ancak ay ışığından ibarettir.
Ey yiğit, bil ki uykun da uyanıklığın da uyuyan adamın rüya içinde rüya görmesine benzer.
Bu adam, kendisini uyuyorum sanır ama bilmez ki ikinci uykudadır, iki kat uyku içindedir.
Testici, bir testiyi kırarsa dilediği zaman yine yapar da.
Kör, her adımda kuyuya, çukura düşmekten korkarda binlerce korkuyla yol yürür.
1740. Fakat gören kişi yolun enini, boyunu görür, çukuru, kuyuyu bilir.
Her adımda ayakları, dizleri titremez. Her dertten yüzünü ekşitir mi ki?
Sihirbazlar, “ Ey firavun, halk, biz, her sesten, her gulyabaniden ürküp duracak adam değiliz.
Bizim hırkamızı yırt, onu diken var… olmasa bile çıplak olmamız daha iyi.
Bu güzeli çıplak olarak koçmamız daha hoş. A bir işe yaramaz , bir şey beceremez düşman!
1745. Tenden mizaçtan soyunmaktan daha hoş bir şey yoktur, a ilhama mazhar olmayan sersem Firavun!” dediler.
Devenin önünde giden katırın “ Ben yol yürürken ikide bir yüzüstü
kapanıyorum, sense pek nadir düşüyorsun “ diye şikâyet etmesi
Katırın biri deveye “ Arkadaş, yokuş olsun, iniş olsun en dar yolda bile,
Sen güzelce gidiyor, hiç kapaklanmıyorsun. Bense durmadan tepesi üstü düşüp duruyorum.
Yol ister kuru olsun, ister balçık… daima yüzüstü kapaklanıyorum.

Bunun sebebi ne? Bana bir söyle de ne yapmalı, nasıl etmeli anlayayım” dedi.
1750. Deve dedi ki: “ Benim gözüm senin gözünden daha kuvvetlidir, daha iyi görür.
*Sonra ben, yukardan bakmaktayım, bu sebeple hiç yüzüstü düşmem.
Yüce bir dağın başına çıktım mı en son çukuru bile görürüm.
Allah, bütün inişleri çıkışları özüme gösterir.
Her adımımı nereye atacaksam görür de öyle atarım. Bu yüzden de sürçmekten, düşmekten kurtulurum.
Sense iki üç adım ötesini görmezsin. Taneyi görürsün de tuzağı görmezsin.
1755. Konak, iniş ve yürüyüş yerlerinde hiç körle gözlü bir olur mu?
Allah, ana karnında ki çocuğa can verdi mi mizacına vücudunu kuvvetlendirecek cüzüleri çekmek kabiliyetini verir.
Yediği şeylerle bu cüzüleri çeker, bu suretle de cisminin nescini dokur durur.
Allah, insana kırk yaşına kadar bu cüzüleri çekme kabiliyetini, bu hırsı verir, o da kendisini yetiştirir büyür, gelişir,
kuvvetlenir.
Ruha, cüzüleri çekmeyi öğreten o tek padişah, nasıl olur da cesedin cüzüleri bir araya getirmeyi bilmez?
1760. Bu ruh zerrelerini bir araya toplayan, sana hayat kabiliyetini veren güneş, gıda vasıtasıyla olmaksızın da varlığının
zerrelerini toplayıp bir araya getirmeyi bilir.
Uykudan uyanınca senden gitmiş olan akıl ve duyguyu yine sana iade eder.
Buna bak da ölünce de bil ki onlar kaybolmaz, Allah geri gel diye ferman etti mi gelirler.
Uzeyr Aleyhisselâm’ın merkebinin cüc’ülerinin çürüdükden sonra Allah
izniyle bir araya gelip Uzeyr’in gözünün önünde dirilmesi
Allah dedi ki. “ Uzeyr, eşeğine bir iyice bak. Çürümüş etleri dökülmüş…
Onun cüz’ülerini gözünün önünde bir araya getirecek, başını, kuyruğunu, kulaklarını, ayaklarını düzüp koşacağım.
1765. Görünürde bir el olmadığı halde bütün cüz’üleri bir araya getiren, cesedin parçalarını bir yere toplayan benim.
Şu yama yamama sanatına bak hele. Eski palasları iğnesiz dikip durmada
Diktiği sıralarda ne ip var, ne iğne. Fakat öyle bir diker ki ortada terzi bile görünmez.
Gözünü aç da haşri apaşikâr gör… kıyamette hiçbir şüphen kalmasın.
Varlık zerrelerini nasıl tamamıyla topluyorum, gör de ölürken bu hayata sarılıp titreme.
1770. Uyurken bedeninin duygularının mahvolmayacağından eminsin ya.
Uykun geldi mi duyguların dağılır, harap bir hale gelir ama mahvolacaklar diye korkup titremezsin”
Bir şeyhin, oğullarının ölümüne ağlaması
Bundan önce yol gösteren bir şeyh vardı. Yeryüzünde adeta göğe mensup bir çırağdı.
Ümmetler içinde peygambere benzer, halka cennet bahçelerinin kapılarını açardı.
Peygamber, “ İleri giden şeyh, kavminin arasında peygambere benzer” dedi.
1775. Bir sabah evindekiler ona dediler ki: “ A güzel huylu, nasıl da yüreğin katı, neden böylesin sen,
Biz, senin oğullarının ölümünden iki büklüm oluyor, zarı zarı ağlıyoruz da,
Sen hiç ağlamıyor, feryat etmiyorsun bile. Bu neden ki: Yoksa gönlünde merhamet mi yok.
Yüreğinde merhamet yoksa senden ne umabiliriz ki?
Ey ulumuz, rehberimiz, kıyamette bizi bırakmaz diyoruz, ümidimiz sende.
1780. Mahşer günü tahtı bezedikleri zaman o şiddetli günde bize sen şefaat edersin diyoruz.
Öyle bir amansız günde senin ihsanına ümit bağlamışız.
Hiçbir mücrime aman verilmeyen o gün el bizim, etek senin!
Peygamber, “ Kıyamet günü suçluları ağlar, inler bir halde nasıl terk ederiz?
Ben o gün canla başla onların suçlarını affettirir, onlara şefaat eder, onları ağır işkencelerden kurtarırım.
1785. Suçluları, büyük günahlarda bulunanları çalışıp çabalar, ne yapıp yapıp Allah azabından halâs ederim.
Ümmetimin iyileri zaten kurtulurlar, o azap günü benim şefaatime ihtiyaçları olmaz.
Hattâ onlar bile suçlulara şefaat ederler, onların bile sözleri geçer, hükümleri yürür.
Hiç kimse, başkasının suçunu almaz, yükünü yüklenmez… yüklenmez ama yüklenen ben değilim ki, onların yüklerini

alan, onları hafifleten Allah’dır.” dedi.
Civanım, yükü olmayan şeyhtir. Allah onu eldeki yay gibi eline almış, kabul etmiştir.
1790. Şeyh kime derler? İhtiyara, yani saçı sakalı ağarmış adama derler. Fakat ey ümitsiz adam, bunun mânasını bil.
Kara saç, kara sakal, onun varlığıdır. Varlığından tek bir kıl bile kalmamalı.
Birisinin varlığı kalmadı mı pir ona derler. İster saçı sakalı siyah olsun, ister kır.
O kara saç, kara sakal, insanlık sıfatıdır. Söylediğimiz kıl, sakal, bıyık kılları söylediğimiz saç baştaki değildir.
İsa, beşikte “ Genç olmadan şeyhsiz, piriz” diye bağırır.
1795. Oğul, insan, insanlık sıfatlarının bir kısmından kurtuldu mu şeyh olmaz, fakat olgun bir adam olur.
İnsanlık sıfatlarından bir tek kara kıl bile kalmadı mı şeyh olur, Allah’ya makbul bir adam haline gelir.
Fakat bir adam yaşlansa da saçı sakalı ağarsa hakikatte ne pirdir, ne Allah hası!
Varlığında insanlık sıfatlarından bir tek kıl bile kalsa mensub olamaz, âlem halkından birisidir o!
Şeyh’in, oğullarına ağlamadığına özür getirmesi
Şeyh, kendisine bu sözü söyleyen karısına dedi ki: “ Arkadaş, merhametim, şefkatim yok, yüreğim katı sanma,
1800. Biz, kâfirler, Allah’ya küfranı nimette bulunmuş olmakla beraber onlara acırız.
Hattâ halk onları taşlıyor diye köpeklere acırız.
Ben beni ısıran köpeğe de dua eder, Yarabbi sen onu bu huydan vazgeçir,
Adamları ısırmasın da halkın taşını, topacını yemesin derim.
Allah, velîleri âlemlere rahmet olmak üzere yeryüzüne getirmiştir.
1805. Onlar, halkı Allah’nın haremine davet ederler, Hakk’a da “ Yarabbi bunları sen kurtar “ diye dua ederler.
Bu yüzden halka usanmadan öğüt verirler. Halk, öğütlerini kabul etmedi mi, “ Yarabbi, sen bunlara acı sen kapını
kapama “ derler.
Halkın mazhar olduğu rahmet, cüz’i rahmettir. Fakat himmet sahibi er, külli rahmete mazhardır.
Allah’nın cüz’i rahmetine mazhar olan, küllî rahmete ulaştı mı rahmet denizi kesilir, yol gösterici olur.
Ey cüz’i rahmet, külle ulaş… ey külli rahmet sen de yürü, halka yol göster.
1810. Cüz’i rahmete mazhar olan ve o mertebede kalan, denizin yolunu bilmez. Kuyuları da denize benzer sanır!
Denizin yolunu bilmedikçe nasıl yol alır, halkı nasıl denize götürür, denize ulaştırır?
Sel ve nehir gibi denize kadar akıp gitti mi o vakit denize ulaşır, denizle birleşir.
Bundan önce halkı davet etse bile bu daveti taklittir. Yolu, varılacak makamı görerek yahut Allah’dan vahiy ve ilhamla,
Allah kuvvetiyle değil!”
Kadın, “ Peki madem ki herkese acıyorsun, bu sürünün çobanı gibi sürünün etrafında dönüp dolaşıyorsun demektir.
1815. Ecel cellâdı, oğullarını vurup öldürdüğü halde nasıl oluyor da kendi oğluna ağlamıyorsun?
Gözyaşları, merhamete delildir, yürek yanmadıkça göz yaşaramaz, neden gözlerinde yaş yok, niçin ağlamıyorsun ya?”
dedi.
Şeyh kadına yüz çevirip dedi ki. “ Kocakarı, kış mevsimi, temmuz ayına benzemez.
İsterse hepsi ölsün, isterse diri kalsın… gönül gözünden kaybolmuyorlar ki!
Onları gözümün önünde görüp dururken neden senin gibi yüzümü yırtayım?
1820. Zamanın devranından çıktılar… çıktılar ama onlar yine benimle beraber, etrafımda oynayıp duruyorlar!
Ağlayış ya elemden olur, ya ayrılıktan. Halbuki ben aziz sevgililerimle vuslattayım, koşuşup duruyorum.
Halk onları rüyada görür, bense uyanıkken onları apaşikâr görüyorum.
Bu cihandan kendimi gizledim mi, duygu yaprağını varlık ağacından silktim mi onlarla beraberim.
Kadınım, duygu akla esirdir, fakat bil ki akılda ruhun esiridir.
1825. Can, aklın bağlı olan ellerini çözdü mü haline imkân bulunmayan işleri de yapar, düzer.
Duygularla düşünceler, duru suyun yüzünü çer çöp gibi kaplamıştır.
Aklın eli, onları bir tarafa atar, su meydana çıkar.
Çerçöp habbeler gibi suyun yüzünü örter. Fakat bunlar bir tarafa sürüldü mü su görünür.
Allah, aklın elini açmadıkça hava, suyumuzun yüzünü çerçöple, süprüntüyle doldurur.
1830. Suyu daima örter; hava buna güler; akılsa ağlar durur.

Allah korkusu, havanın ellerini bağlarsa Hakk aklın ellerini çözer.
Hizmetkârın âkil olursa sana galip olan duygularda mahkûmun olur.
Gayba mensup sırlar, can âleminden zuhur etsin diye duyguları zâhirî olmayan bir uykuya daldırır da,
İnsan uyanıkken rüyalar da görür, insana gök kapıları da açılır.
Kör Şeyhin Kur’an’ı yüzünden okuması ve Kur’an okurken gözlerinin
görmesi
Yoksul şeyhin biri, bir vakitler kör bir pîrin evinde bir mushaf gördü.
Temmuz ayı idi, ona mihman olmuştu: O iki zâhit, birkaç gün bir araya gelmişlerdi.
Kendi kendisine “ Burada mushafın ne işi var? Bu adam kör” dedi.
Bu düşünceye düştü, huzuru kaçtı; “ Burada bu körden başka kimse de yok, bu ne iş?
Burada yalnız o var, bir de buraya mushaf koymuş. Ben ne bunağım, ne sersem…
1840. Onun için hiçbir şey sormayayım, sabredeyim de sabırla muradıma erişeyim” dedi.
Sabretti, bir müddet gönlü sıkıldı, fakat nihayet meseleyi anladı. Çünkü sabır, genişliğin anahtarıdır.
Lokman’ın Davud aleyhisselâm’ı demir halkalar yaparken görüp merak
etmesi, sabredersem elbette anlarım diye sormayıp sabretmesi
Lokman, tertemiz Davud’un yanına gitmiş, onun demir halkalar yapmakta olduğunu görmüştü.
O yüce padişah demir halkalar yapıyor, halkaları birbirine takıyordu.
Lokman silah yapma sanatını pek görmemişti, şaşırıp kaldı, vesveseleri arttı.
1845. Bu nedir acaba, şunu bir sorsam, bu kat kat halkalarla ne yapıyorsun desem, dedi.
Sonra yine kendi kendisine dedi ki: “ Dur hele sabır daha iyi. Sabır, adamı maksadına çabucak ulaştırır.
Sormazsam iş daha çabuk anlaşılır. Sabırlı kuş, bütün kuşlardan daha iyi uçar.
Fakat sorarsam maksadı daha geç anlarım, kolaycacık anlayacağım şey, bu sorgumla güçleşir.
Lokman, orada bir müddet sabredip durdu. Bu müddet içinde Davud da zırhı yapıp tamamladı.
1850. Kerem ve sabır sahibi Lokman’ın önünde bedenine geçirip giyindi.
“ Civanım, bu, savaşta yaralanmamak için güzel bir elbisedir” dedi.
Lokman dedi ki. “ Sabır da güzel bir iş. Her dertte ona sığınmak gerek, her gamı o giderir.”
A kişi “ Vel asri” suresinin sonunu dikkatlice oku da bak. Allah o surede sabrı hakla beraber andı, sabrı hakka eş etti.
Allah, yüz binlerce kimya yarattı ama insan, sabır gibi bir kimya görmedi.
Körün Mushaf okuması hikâyesinin sonu
1855. Konuk da sabretti. Ansızın müşkül halloldu, anlamak istediğini anladı.
Gece yarısı Kur’an sesini duydu. Uykusundan sıçradı, şu acayip şeyi gördü:
Kör, mushaftan Kur’an okumaktaydı. Hem de doğru olarak okuyordu. Sabırsızlandı, bu hali sordu, dedi ki: “
“Gözün kör olduğu halde şaştım doğrusu, bu satırları nasıl okuyabiliyorsun sen?
Okuduğun satıra bakmakta, elini okuduğun harflerin üstünde gezdirmektesin.
1860. Parmağını satırlar üstünde gezdirişinden anlaşılıyor, mutlaka harfleri görüyorsun.”
Kör dedi ki. “ Ey ten bilgisizliğinden kurtulan, bunu Allah yapamaz mı ki? Neye şaşırıyorsun?
Ben Allah’ya, ey yardımcım olan Allah, ey yardım dilenen Rabbim, adam canına nasıl düşkünse ben de Kur’an
okumaya öyle düşkünüm.
Fakat hafız değilim ki, Yarabbi Kur’an okuyacağım vakit gözlerime illetsiz bir nur ver,
Benim gözlerimi aç da Kur’an’ı elime alıp okuyayım diye dua ettim.
1865. Allah’dan ey Kur’an’a düşkün adam, ey her dertte bize yüz tutan, bizden ümidini kesmeyen kişi,
Senin bize karşı öyle bir hüsnü zan, o ümit, sana daima yücel, yüksel demekte.
Ne vakit Kur’an okumak istersen, ne vakit mushafı eline alırsan,
Ben de o zaman sana gözlerinin nurunu bağışlayacağım ey yaratılışı büyük kişi, diye nida geldi.
Öyle de yaptı Allahm, ben ne vakit okumak üzere mushafı elime alır, açarsam,
1870. Her şeyi bilen, hiçbir işten gafil olmayan o ulu padişah.

O tek Allah, gece çırağı gibi gözlerimin nurunu ihsan etmekte”
Allah, ne alırsa ona karşılık ihsanda bulunur. Velî bu sebeple Allah’ya itiraz etmez.
Bağını mı yaktı? Sana bir bağ dolusu üzüm ihsan eder; yas içinde neşe verir.
O elsiz çolağa da el verir, gamlara maden olan kişiye neşeli, sarhoş bir gönül bağışlar.
1875. Kaybettiğimiz şey büyük ve değerli bir şey bile olsa mademki bize karşılık olarak ihsanlarda bulunuyor, şu halde
itiraz etmemize imkân yok.
Ortada ateş olmadığı halde bana hararet verdikten, beni ısıttıktan sonra ateşimi söndürse de razıyım.
Madem ki mumsuz da aydınlık vermekte, mumun sönüşüne neye feryat ediyorsun?
Bazı velîler, Allah hükümlerine razı olurlar Yarabbi, bu hükmü çevir diye
niyaz etmezler
Şimdi, dünyada hiç itiraz etmeyen yolcuların hallerini işit.
Velîlerden dua edenler, gâh diken, gâh sökenler var. Bunlar başka.
1880. Bir de velîlerden öylelerini tanırım ki ağızları yumulmuştur, hiç dua etmezler.
O, ulular, Allah hükümlerine razı olmuşlardır, takdirin def’ine çalışmak onlara haramdır.
Bunlar, kaza ve kaderde hususi bir zevk bulurlar, bundan kurtulmayı dilemek onlarca küfürdür.
Allah bunların gönlüne öyle bir hüsnü zan vermiştir ki derde düşüp hiç yaslanmazlar, gök renkli yas elbisesi giymezler.
Behlûl’ün dervişe sual sorması
Behlül, dervişin birine “ Derviş, nasılsın? Anlat bakalım?” dedi.
Derviş, Dünyadaki işler daima bir adamın dilediği gibi olur;
Seller, ırmaklar muradınca akar, yıldızlar hükmünce hükmeder;
Hayatla ölüm, ona çavuş olur, emrine uyup dilediği yere gider.
Nereye dilerse baş sağlığı haberi yollar, nereye dilerse kutlu olsun derse…
Yolcuların hepsi, onu izler, yolda kalanlar onun tuzağına tutulursa…
1890. Onun fermanı, onun rızası olmadıkça âlemde hiçbir ağız gülmezse bu adamın hali nasıldır? İşte o haldeyim ben”
dedi.
Behlûl, padişahım doğru söyledin. Bu hale sahip olduğun nurundan da belli, yüzünden de görünüp durmakta.
Böylesin, hatta yüz mislisin... doğru ama bunu bir güzelce anlat.
Öyle bir anlat ki duyunca fazilet sahibi de kabul etsin, bir şeyden anlamaz adam da.
Herkesin aklının ereceği, fikrinin anlayacağı bir tarzda anlat.
1895. Söz söyleyen kemal sahibi olursa söz söyleme sofrasını yaydı mı sofrası, her çeşit aşlarla doludur.
Hiçbir konuk mahrum kalmaz. Herkes o sofrada kendi gıdasını bulur.
O sofra, Kur’an’a benzer; Kur’an’ın da yedi mânası vardır; alelâde halk da ondan doyar, halkın bilgide, irfanda ileri
gelenleri de” dedi.
Derviş dedi ki: “ Herkesçe şu muhakkaktır ki âlem Allah emrine râm olmuştur.
O padişahın kaza ve kaderi olmadıkça ağaçtan yaprak bile düşmez.
1900. Allah lokmaya, gir içeri diye emretmedikçe boğazdan lokma bile geçmez.
İnsanların yuları, dizgini olan, insanları dilediği yere sürüp götüren istekler de o gani Allahnın emriyle meydana gelir.
Yeryüzünde olsun, göklerde olsun… bir zerre bile onun hükmü olmadıkça kanat çırpmaz, harekete gelemez;
Onun yürür ve kadim fermanı olmadıkça kımıldayamaz bile. Bunu anlatmaya imkân da yoktur, bu hususta ısrar da hoş
değil.
Ağaçların yapraklarını kim sayabilir? sonu olmayan şey, nasıl söze sığar?
1905. Sen şu kadar duy, madem ki bütün işler, Allah’nın emrine tabi; Allah’nın emri olmadıkça hiçbir şey olmuyor.
Allah’nın takdiri, kulun rızası olur; kul Allah takdirine rıza verir, onun hükmünü diler, isterse…
Zorla, yahut sevaba girmek için değil de bu razılık, kendiliğinden meydana gelir, ona hoş görünürse,
Artık o kul yaşamayı bu lezzetli hayattan zevk almak için istemez. Hayatı kendisi için istenen bir şey olmaktan çıkar.
Ezelî emir, neyse ona uyarı hayatla ölüm, onun yanında bir olur.
1910. Yaşarsa Allah için yaşar,mal, mülk ve hazine için değil… Ölürse Allah için ölür, korkudan hastalıktan değil!

İmanı, onun dileği, onun rızası içindir, cennet için, ağaçlar, ırmaklar için değil!
Küfrü terk edişi de cehenneme gideceğim diye korkudan değildir, Allah içindir.
Bu ahlâk, ona ezelden verilmiştir; gözü ve sevgilinin cemalinin güzelliğiyle dolmu,ş aydın olmuştur.
Bu çeşit kul, Allah rızasını görünce güler, neşelenir. Kaza, ona şekerle yapılmış helva gibi gelir.
1915. Bu kulun huyu ve yaradılışı böyle olursa âlem, onun emrine, onun fermanına tabi değil de nedir?”
Peki… neden dua edip de Yarabbi, bu takdiri sen tebdil et diye yalvarsın?
İşte şeyhe göre Allah rızası bakımından kendi ölümü de evlâtlarının ölümü de helva gibiydi.
O vefakâr, o yoksul şeyhe evlât ölümü, kadayıf gibi gelmişti.
O halde Allah rızasını, duada görmedikçe neden dua etsin?
1920. Doğru yolu bulan bu çeşit kulun şefaati de acımaktan değildir, duası da.
O, Allah aşkının mumunu yakar yakmaz kendi acımasını da yakmış yandırmıştır.
Onun aşkı, vasıflarına cehennem kesilmiştir O, kendi vasıflarını kıldan kıla tamamıyla yakmıştır.
Fakat geceleyin yol alanlar, bunları nereden anlayacaklar? Bunları Dekukî gibi yalnız bu devlete koşan, devlete ulaşan
kişi bilir!
Dekukî ve kerametleri
Dekukî , iyi bir hale sahipti. Âşık ve keramet sahibi bir zat.
1925. Yeryüzünde gökteki ay gibi seyreder dururdu. Gece yolcularının gönülleri, onunla aydınlanır, nurlanırdı.
Bir yerde az otururdu, bir köyde iki günden fazla kalmazdı.
“ Bir evde iki günden fazla otursam kalbimde oranın sevgisi alevlenir.
Eve barka mağrur olmaktan çekinir, hadi ey nefis zenginleşmek, bir şey elde etmek için sefere düş derim;
İmtihanda muvaffak olması için kalbimi hiçbir yere alıştırmam derdi.
1930. Gündüzleri yol yürür, sefer eder, geceleri ibadette bulunur, namaz kılardı. Gözü açıktı o erin…padişahı görürdü, bir
doğan kuşuna benzerdi.
Halktan çekilmişti, fakat huyunun kötülüğünden değil… Kadından da ayrılmıştı, erkekten de, fakat ikilik korkusuyla
değil!
Halka şefkat gösterirdi, su gibi faydalıydı, onlara güzel bir şefaatçıydı, duası da Allah tarafından kabul edilirdi.
Daima iyiyi de esirgerdi, kötüyü de… herkese karşı anadan daha iyi babadan daha düşkün ve muhabbetliydi.
Peygamber: “ Ey ulular, ben size baba gibi şefkat ederim, sizi babanız gibi severim.
1935. Çünkü siz benim cüz’lerimsiniz. Neden cüz’ü külden ayırırsınız?” demiştir.
Cüz, külden ayrıldı mı bir işe yaramaz. Tenden bir uzuv kesildi mi o uzuv, murdar olur.
Tekrar aslına ulaşmazsa ölür kalır, candan haberi bile olmaz.
Oynasa, hareket etse bile bu, onun diriliğine delil olamaz. Senin kesilen uzvun da bir müddet oynar, hareket eder.
Cüz, külden ayrılırsa bir tarafa gider, kaybolur, kül de noksan kalır. Fakat bu bahsettiğimiz kül o noksan kalan kül
değildir.
1940. O küllün kesilmesi, ulanması söze sığmaz ama misal için ( zaruri olarak) nâkıs bir şey söylüyoruz.
Dekukî hikâyesine dönüş
Peygamber, Ali’ye de temsil yoluyla aslan demiştir. Aslan onun benzeri değildir ama misal bu… böyle demiştir işte…
Sen misalden, benzerden, aralarındaki farktan vazgeç de Dekukî hikâyesine gel civanım.
Dekukî, fetvada âdeta halkın imamıydı, takva topunu meleklerden bile çelmişti.
Bir yerde durup dinlenmede gezip tozmada ayı bile mat etmişti. Dindarlıkta din bile ona haset ederdi.
1945. Bu kadar takva ve ibadetle, bu derece evrada, zikre koyulmuş olmakla beraber yine de daima Allah haslarını
arardı.
Zaten seferden asıl maksadı da buydu, bir an olsun Allah hasına rastlayayım demekteydi.
Yola düştü mü, Yarabbi, beni haslarından birisine ulaştır, ona arkadaş et.
Yarabbi, tanıdığım erlere gönlüm kuldur. Köledir.
Canım Allah’ım, tanımadıklarımı da hicap içinde düşmüş kuluna merhametli kıl, derdi.

1950. Allah ey ulular ulusu, bu ne aşk, bu ne susuzluk? Beni seviyorsun ya… başkasını ne yapacaksın? der;
O da şöyle cevap verirdi! Ey sırları bilen Rabbim, niyaz yolunu gönlüme açan, gösteren sensin.
Denizin ortasındayım ama yine de testideki suya tamahım var.
Ben Davud’a benziyorum, doksan koyunum var ama arkadaşımın bir koyununa da tamah ediyorum.
1955. Senin aşkında haris olmak övülecek bir şeydir, bir yüceliktir.Fakat senden başkasının aşkına düşüp de harislikte
bulunmak ayıptır, ardır.
Erlerin şehveti, erlerin hırsı, önden gelir, puştların hırsıysa ayıp bir şeydir, kötü bir yoldur.
Erkeklerin hırsı öne aittir, puştların hırsı arda ait!
O hırs erliğin kemalidir, bu hırs rezalettir, soğuk ve kötü bir şeydir.
Ah burada pek gizli bir sır var. Öyle bir sır var ki onu anlamak için Musa bir Hızır’a koştu.
1960. Sen de suya kanmamış bir susuz gibi, Allah için olsun, elde ettiğine kanaat etme, durma!
Bu kapıda nihayetsiz makamlar var. Baş köşeyi bırak, senin baş köşen yoldur!
Musa’nın, ulu bir peygamber olduğu, Allah’ya pek yakın bir makamda
bulunduğu halde Hızır’ı arayıp sır öğrenmeye girmesi
Ey kerem sahibi, bunu Musa’dan öğren. Kelîm bile iştiyakından bak, ne diyor:
Bunca makama sahip olduğum, yüce bir peygamber bulunduğum halde kendimi görmüyor, kendime varlık
vermiyorum, Hızır’ı aramaktayım.
Ona, “ Ey Musa, sen kavmini bıraktın, bir izi kutlu kişinin ardına düştün.
1965. Öyle bir ulusun ki korkudan da kurtulmuşsun, ricadan da; niceye dek dönüp dolaşacaksın, ne vakte kadar
arayacaksın?
Aradığın sende… bunu sen de bilirsin. Ey gök, ne vakte dek yerin etrafında dönüp duracaksın? dediler.
Musa “ Beni bu kadar kınamayın, güneşte ayın yolunu kesmeye savaşmayın.
Ben, zamanın padişahıyla sohbet etmek için ta Mecmaal Bahreyn’e kadar gideceğim.
Hakikate ulaşmak için Hızır’ı sebep edecek, ona ulaşıncaya kadar yürüyecek, nice zamanlar sefer edip duracağım.
1970. Yıllarca bu kanatlarımla o uğurda uçacağım. Yıllarda nedir ki? Binlerce yıllar koşacağım.
Bu binlerce yıllar uçup gitmeme değmez mi yoksa? Ben sevgilinin aşkını ekmek aşkından daha âdi görmem!
Bu sözün sonu gelmez. Sen yine Dedukî’nin hikâyesini söyle!
Yine Dekukî hikâyesi
Allah Rahmet etsin, Dedukî dedi ki: Nice zamandır doğuda, batıda sefer edip dururum.
Yıllarca, aylarca bir ay yüzlünün aşkıyla gittim. Ne yoldan haberim vardı, ne belden! Allah kudretlerine hayran bir halde
yürüdüm.
1975. Birisi ona : “ Dikenliklerde, taşlıklarda yalınayak mı gidiyorsun?” dedi. Dekukî dedi ki: “ Ben hayretler içindeyim,
kendimde değilim ki.
Sen bu ayakları yere basıyor sanma, öyle görme. Çünkü âşık şüphe yok ki gönül yurduna sefer eder.
Gönül, sevgilinin sarhoşudur: yoldan, konaktan yolun kısalığından, uzunluğundan ne haberi var”
Yolun uzunluğu, kısalığı, tenin vasıflarıdır. Ruhların gidişi başka çeşit bir gidiştir.
Sen, meni iken akıl âlemine kadar sefer edip geldin. Bu seferinde ne adım attın, ne bir yerde konakladın, ne de bir
yerden bir yere göçtün.
1980. Canın gezip yürümesi, keyfiyetten hariçtir, anlatılamaz. Cismimiz de gezmeyi candan öğrendi.
Dekukî de cisim âleminde olan gezmeyi gayri bıraktı da mânevi bir keyfiyete büründü, gizlice ve keyfiyetsiz olarak
gitmekte.
Dekukî dedi ki: “ Bir gün, sevgilinin nurlarını insanda görmeye iştiyakım arttı.
Katrede bahri muhiti, zerrede güneşi görmek arzusuna düştüm.
Gide gide bir deniz kıyısına vardım. Vakit gecikmişti, akşam olmuştu.
Kıyıda yedi mum görünmesi
1985. Ansızın ta uzaktan o sahilde yedi mum gördüm, mumların bulunduğu yere doğru koşmaya başladım.

O yedi mumun her birinin nuru gökyüzüne kadar vurmuştu.
Hayretlere düştüm, hattâ hayret bile hayran oldu. Hayret dalgası aklımın başından aştı!
“ Bu mumlar, ne çeşit mum? Halk nasıl oluyor da bunları görmüyor;
Aydan daha aydın olan mumlar durup dururken başka bir mum arıyor?
1990. Halkın gözünde ne şaşılacak bir bağ var ki bunları görmüyor. Allah doğru yolu dilediğine gösteriyor sahiden”
diyordum.
O yedi mumun bir mum oluşu
Bir de baktım ki o yedi mum bir mum oldu. Nuru, gökyüzünü bile delip geçmekteydi.
Sonra yine o tek mum, yedi mum oldu. Benim sarhoşluğum, hayretim arttı.
O mumların birleşmesini dille anlatmaya imkân yok ki!
Gözün bir an içinde gördüğünü dil, yıllarca söylese anlatamaz.
1995. Kulak idrâkin bir ân içinde gördüğü şeyleri, yıllarca dinlese bitmez.
Mademki bunun sonu yok, hadi, var, yine o hamdinde âciz olduğum şeyi anlat!
O mumlar ulu Allah’dan ne çeşit nişanelerdir diye koşa koşa gidiyordum.
Derken kendimden geçtim, acelemden yere yıkıldım, harap oldum.
Topraklara serildim, bir müddet akılsız, idrâksiz bir halde kaldım.
2000. Sonra kendime gelip yine kalktım, yola düştüm. Fakat bir yere gidiyordum ki ne başım bendeydi ne ayağım!
Mumların yedi adam şeklinde görünmesi
Derken bu yedi mum, nurların ta lâcivert kubbeye kadar yükselen,
Gündüzün nurlarını bile bir karaltı gibi gösteren, aydınlıklarıyla bütün nurları silip süpüren yedi adam şekline girdi.
Mumların yedi tane ağaç olması
Sonra o yedi adam, yedi tane ağaç oldu. İnsan yeşilliklerinden neşeleniyordu.
Yapraklarının çokluğundan dalları görünmemekte, meyvelerinin bolluğundan yaprakları kaybolmaktaydı.
2005. Dallar ta Sidre’ye kadar yükselmiş… hattâ Sidre de ne oluyor? Halâ’yı bile aşmıştı.
Kökleri, yerin dibine kadar girmiş, yayılmış, öküzle balığı bile geçmişti.
Kökleri, dallarından daha taze, daha lâtifti. Bunları seyredenin aklı, hayretlere düşüyor, altüst oluyordu.
Olgunluktan yarılan meyvelerinden su gibi nur şimşekleri fışkırtmaktaydı!
Bu ağaçların halkın gözünden gizli kalması
Asıl şaşılacak şeye gelince: O ovalardan, o çöllerden yüz binlerce adam geçiyor,
2010. Gölgelik için can veriyorlar, başlarını kilimlerle örtüyorlardı da,
Onların gölgesini bile görmüyorlardı. İyi görmeyen çakmaklaşmış gözlere yüzlerce kere tuuh!
Allah’nın kahrı, gözleri bağlanmış yoksa… gözleri bağlı adam, ayı görmez de Sühayı görür!
Güneşi görmez de zerreyi görür. Fakat yine de Allah’nın lûtfundan, kereminden ümit kesilmez ya!
Kervanlar aç susuz ağaçların altına dökülen bu olgun meyveleri görüyorlar. Yarabbi, bu ne sihir?
2015. Halk, çürük meyveleri toplamakta, pisboğaz ve doymaz adamlar, bu pörsümüş meyveleri yağma etmek için
birbirlerine girmekteydi.
O dallar, meyveler, yapraklarsa anbean “ Keşke kavmimiz bizi bilseydi, ne olurdu?” diyorlardı.
Her ağaçtan “ A bahtsız kişiler, bize gelin, bize” diye ses geliyordu.
Fakat Allah’dan da ağaçlara: “ Onların gözlerini bağladık, onlara sığınacak yer yok!” sesi gelmekteydi.
Onlara birisi, “ Bu yana gelin de bu ağaçlardan faydalanın” dese,
2020. Hepsi birden “ Bu sarhoş yoksul, Allah’nın takdiriyle deli olmuş.
Bu yoksulun beyni başa çıkmaz sevdalarla, sonu gelmez riyazatlarla soğan gibi çürümüş kokmuş!” diyorlardı.
Dekukî şaşıp kalıyor, “ Yarabbi bu ne hal? Halka bu perde, bu sapıklık neden geliyor ki?

Çeşit çeşit adamlar, yüzlerce akla, yüzlerce tedbire sahip oldukları halde o tarafa bir adım olsun atamıyorlar.
Akılları, fikirleri de hep birden inkâra düşmüşler. Onların bu azgınlığına, bu isyanına bakıyorum da şüpheleniyorum…
2025. Yoksa ben mi çıldırdım, ben mi sersem oldum? Şeytan, benim kafama mı bir şey vurdu?
Her an gözlerimi ovup duruyorum, bu cihanda rüya mı görüp durmaktayım yoksa?
Fakat bu nasıl rüya olur? İşte ağaçlara doğru gidiyorum, meyvelerini yiyorum. Buna nasıl inanmayayım?
Sonra yine münkirlere bakıyorum; görüyorum ki bu bahçeden haberleri bile yok.
Son derece iştiyaka düşmüşler, fevkalâde ihtiyaçlarından bir yarım koruk için can veriyorlar.
2030. Bu yoksullar, açlıklarından bir yaprak için ah edip duruyorlar!
Sonra yine acaba ben mi kendimden değilim, ben mi hayale düştüm, gözüme görünen muhayyel bir ağacın dalına el
attım? diyorum” demekteydi.
Peygamberler bile ye’se düşünce kendilerine yalan söylendi sandılar âyetini oku da bak.
Bu âyetteki “ Küzzibû-tekzib edildiler, onlara yalan söylüyorsunuz dendi” kelimesini teşditsiz “ Küzibû- Kendilerine
yalan söylüyorlar sandılar” tarzında oku.
Bu takdirde mâna şöyle olur: Peygamberler bile kendilerini aldanmış sandılar.
2035. Peygamberler bile kötü kişilerin ittifakına baktılar da şüpheye düştüler.
“ Bu şüphe ve tereddütten sonra onlara yardım ettik. Neyse, sen bunları bırak da can ağacına gel!
Kısmetin neyse ye, yedir deniyor!” ona, her an vahiyden sihirler öğretiliyordu da,
Halk, “ Şaşılacak şey, bu ses nedir? Sahrada ne ağaç var, ne meyve.
Kara sevdaya tutulmuş olanların yakınınızda bahçe var, sofra var demelerinden âdeta aptallaştık.
2040. Gözümüzü ovuyor, bakıyoruz . Fakat burada bahçe yok ki… önümüzdeki saha ya çöl, yahut aşılması güç bir yol!
Fakat bu kadar uzun uzadıya söylenip duran sözlerde beyhude olmaz ya. Acayip şey, nasıl olurda bu kadar sözün aslı
olmaz. Fakat varsa nerede söyle!” diyordu.
Dekukî, macerasını şöyle anlatır: “ Ben de tıpkı onlar gibi, acayip şey demekteydim, Allah bunların gözlerini ne de sıkı
bağlamış?
Bu kavgalardan, bu aykırı hareketlerden Muhammed’de şaşmaktaydı. Ebu leheb de!
Fakat bu şaşmakla o şaşmak arasında pek büyük fark var.
2045. Dekukî, tez tez yürü sükût et. Ne vakte kadar söylenip duracaksın, ne vakte kadar? Duyup anlayan kulak kıt!
O yedi ağacın bir ağaç olması
Dedukî dedi ki: Bahtım yaver oldu, ileriye doğru yürüdüm, bir de baktım ki o yedi ağaç bir ağaç olmuş.
Her an bir ağaç, yedi ağaç olmakta, yedi ağaç bir ağaç haline gelmekteydi. Hayretten ne hale geldim, bilir misin?
Dondum, kaldım!
Sonra ne göreyim; ağaçlar, cemaat gibi toplanmış, saf düzmüş, namaza durmuşlar!
Bir ağaç, imam gibi önlerine geçmiş, öbürleri de onun ardında kıyamdalar!
2050. Onların kıyamı rükû etmeleri, secdeye varmaları beni büsbütün şaşırttı.
O anda Allah’nın “ Yıldız ve ağaç, Allah’ya secde eder” sözünü hatırladım.
Bu ağaçların ne dizleri vardı, ne belleri! Nasıl rükûa, secdeye varıyorlar, bu ne biçim namaz? derken,
Allah’dan ilham geldi: A nurlu, pirli kişi, hâlâ bizim işimize şaşıyor musun? Bizce bu işler, şaşılacak işler değil ki!
Yedi ağacın yedi adam olması
Bir müddet sonra ağaçlar, yedi tane adam oldu. Hepsi de tek Allah’nın huzurunda ka’dedeydi.
2055. Gözlerini ovuşturup bu yedi aslan kimlerdir, âlemde ne işleri var ki? diye bakmaktaydım.
Yanlarına yaklaşıp onlara uyanık bir gönülle selâm verdim.
Selâmımı alıp “ Ey Dekukî, ey uluların tacı, büyüklerin övündüğü zat” dediler.
Kendi kendime beni nasıl tanıdılar? Bundan önce beni görmemişlerdi dedim.
Hatırımdan geçeni hemencecik anlayıp birbirlerine baktılar.
2060. Gülerek “ Ey aziz, bu sır, şimdi sana gizli mi ki?
Allah’ya ulaşıp hayrete varan bir gönüle solun, sağın sırları gizli kalabilir mi?” dediler.

Yine kendi kendime bunlar hakikatlere ermişler, hakikatler âlemine ulaşmışlar, âlâ… fakat bu surete ait ismi, bu surete
ait harfi nasıl biliyorlar? dedim.
İçlerinden biri “ Velî, bir adı bilmezse bil ki bu istiğraktan ileri gelen bir şeydir, cahillikten değil” dedi.
Ondan sonra bana “ Ey temiz dost, biz namazda sana uymak istiyoruz” dediler.
2065. Peki dedim, fakat bir an müsaade edin zamanın devrine ait müşküllerim var.
Temiz sohbetinizle o müşküller hal olsun. Topraktan üzüm bile sohbetle biter.
İçi dolu olan tane kara toprağa ulaşır, toprakta halvet eder, toprakta sohbet eder,
Kendisini toprakta tamamıyla mahveder; nihayet ne sarı, ne kırmızı rengi kalır, kokusu da mahvolur da,
Tamamıyla mahvolur kabza eriştikten sonra kol kanat açar, basta erişir, atını sürmeye başlar.
2070. Aslının önünde varlığından geçince suret ortadan gider, mânası cilvelenir.
Hüküm senin diye baş eğdiler. Onların bu baş eğmelerinden öyle hararetlendim, gönlümden öyle bir ateş çıktı ki!
Bir zaman o seçilmiş kişilerle mürakabeye daldım, kendimden geçtim.
O zaman canım, zamandan kurtuldu. Zaman insanı gençken kocaltır.
Bütün renkten renge girişler, zamandan meydana gelir. Zamandan kurtulan, renkten renge girmekten de kurtulur.
2075. Bir zaman, zamandan, zaman kaydından kurtuldun mu keyfiyet kalmaz, keyfiyetsiz Allah’ya mahrem olursun.
Zaman zamansızlığı bilmez. Zamansızlık âlemine varmak için hayretten başka yol yoktur.
Bu arayıp tarama âleminde herkesi, zamanın bir hususi tavlasına bağlamışlardır.
Her tavlaya bir memur dikilmiş… oranın ehli olmayan, memurdan izinsiz oraya giremez.
Bir tavlada bağlı olan, hevese düşüp de bağlarını çözdü, başkalarının tavlasına gitti mi,
2085. Hemen ahır memurları onu aramaya koyulur, bulup yularını tutar, çeke çeke yerine getirir!
Seni koruyanları görmüyorsan kendine bak! İhtiyarın elinde mi senin?
Zâhiren ihtiyarın elinde… elin, ayağın bağlı değil… peki, ya neden hapistesin, neden,
Seni koruyan memuru inkâr etmeye yüz tuttun da dilediğin şeylerden seni alıkoyan nefsin tehditleri adını taktın ha!
Dekukî’nin imam olarak öne geçmesi
Dekukî’ye “ Bu sözün sonu yoktur. Namaz vakti, hemencecik öne geç.
2085. Ey tek kişi, bize iki rekât sabah namazı kıldır da zaman seninle bezensin.
Ey gözü aydın imam, bize imamlık et… İmam olanın gözü açık olması lâzım.
Şeriat de körün imamlığı mekruhtur.
Hafız, akıllı ve fakih olsa bile körün imamlığı hoş değil.
Sersem ve suçlu olsa bile gözü açık imam bu çeşit körden iyidir.
Kör, pisliklerden çekinemez. Çekinmenin asıl sebebi, asıl vesilesi gözdür.
2090. Kör yolda yürürken pisliği göremez. Dilerim, hiçbir müminin gözü kör olmasın.
Zâhiri kör, görünen necasetlere bulaşır. Fakat can gözü kör olan kişi gizli olan, görünmeyen pisliklere bulaşır.
Bu görünen pislik bir parça suyla arınır, fakat içte olan pislik, artıkça artar.
İçteki pislikler anlaşıldı mı gözyaşından başka bir şeyle temizlenemez.
Allah, kâfire “ Pis murdar” demiştir. Bu pislik, bu murdarlık, onun dışında değildir.
2095. Kâfirin dışı, pisliklere bulaşmıştır. Pislik onun huyundadır, dinindedir.
Zâhiri pisliğin kokusu yirmi adımlık yerden gelir, bâtıni pisliğin kokusuysa Rey’den tut da Şam’a kadar gider!
Hattâ göklere çıkar, hurilerle Rıdvan’ın burunlarını doldurur!
Bu söylediğin sözler yok mu? Senin anlayışın miktarı ancak… öldüm iyi ve doğru anlayışın hasretinden!
Anlayış sudur, beden testi. Testi kırılınca içindeki su dökülür gider!
2100. Bu testinin beş tane büyük deliği vardır, içinde ne su durur ne kar!
“ Gözlerinizi sımsıkı yumun” emrini duydun da yine ayağını doğru atmadın.
Söz söylemem, mânasız çan çan etmem, ağzından anlayışını alıp götürür. Kulak kuma benzer, anlayışını içiverir!
Öbür deliklerinden de aynı bunun gibidir… o gizli anlayış suyunu çeker, emer.
Denizden bile, yerine koymamak şartıyla su alsan nihayet o denizi kurutur, çöl haline getirirsin.
2105. Neyleyim ki vakit yok… yoksa denizden giden sular, o suların yerine karşılık olan suların ne çeşit ve neden

geldiğini söylerdim;
Denizin suları harcandıktan sonra karşılık olarak yerine gelen suları anlatırdım.
Yüz binlerce canlı mahlûk, denizden su içmekte… bulutlarda ondan su alıyorlar.
Sonra yine deniz, onların karşılığını almakta… nereden alıyor? Bunu akıl ve fikir sahibi olanlar bilir.
Bu kitap da birçok hikâyelere başlayıverdik… fakat onlar noksan kaldı.
2110. Ey Hak ziyası cömert Husameddin, feleklerle unsurlar, senin gibi bir padişah doğurmamıştır.
Sen, cana da nadir gelirsin, gönüle de. Senin kudumuna karşı bir şey yapamadığından can da mahçuptur, gönül de!
Geçmiş kavimleri ne kadar methettim, fakat bütün bunlardan maksadım sensin.
Dua, çıktığı evi bilir, sen kimin adını anarsan an, kimi översen öv!
Övüşleri namahrem olanlardan gizlemek için Allah bile hikâyeler söylemekte, misaller getirmektedir.
2115. O medihler de sana karşı hiçtir, onlar da senden utanıyorlar ama yoksul, elinden ne gelebilirse armağan olarak
onu sunar, Allah, bu armağanı da kabul eder.
Allah, âciz kişinin aczini hoş görür. Körün gözlerindeki iki katra yaşı da kabul eder. Zaten körün gözünde bu iki
katradan başka ne bulunabilir ki?
Ben o güzelim adı pek kısa bir tarzda övdüm; bunu kuş da biliyor, balık da!
Sebebi de şu: Hasetçiler, kıskanıp haset ederek ah etmesinler, hayalini dişleriyle dişlemesinler!
Ama zaten hasetçi, onun hayalini nereden bulacak? Hiç fare deliğinde dudu kuşu oturur mu?
2120. O hasetçinin gördüğü hayal, onun hayali değildir ki… O hilâl değil, onun kendi kaşının kılı!
Ben seni beş duyguyla yedi kat göğe sığmayacak bir şekilde öveceğim. Şimdi yaz bakalım: Dekukî ileri geçip imam
oldu.
Dekukî’nin ileri geçip onlara imam olması
Tahiyatta, salih kişilere selâm verilirken bütün peygamberler methedilmiş olur; hepsinin methi, birbiriyle yoğururlar.
Medihler, birbirine karışır, âdeta testilerdeki sular, bir leğene dökülür.
Çünkü övülen, bir kişiden daha fazla değildir ki. Bundan dolayı dinler,mezhepler, ancak tek bir mezhepten ibarettir.
2125. Bil ki her övüş, Allah nuruna varır, ulaşır; suretlerle şahısları övüşse âriyettir.
Müstahak olmayanı kim metheder ki? Fakat bilmeyenler, şunu bunu methediyor sanırlar da yol azıtırlar.
Bu, şuna benzer: bir duvara herhangi bir nurdur vurur. Duvar o nurun aksetmesine bir vasıtadır.
Fakat ayın aksi aslına ulaştı mı, yol azıtan kişi ayı kaybeder, övüşü terk eder.
Yahut da ay, bir kuyuya akseder, adam da bu aksi görür, başını kuyuya uzatır, bakar durur.
2130. Methe başlarsa hakikatte ayı metheder, isterse bilgisizlikle ayın aksine yüz tutmuş olsun.
Övüşü aya aittir, ayın aksine ait değil. Fakat birisi, Hakk’ı övmez de mahlûku överse yanlış bir iş yapmış olur ki bu,
küfürdür.
Bu işi yapan kötülükten yolunu kaybetmiştir. Ay, gökyüzündeyken o, aşağıda sanmıştır.
Halk bu put gibi güzellere kapılıp perişan olur; şehvete uyup onlara dokunan pişman olur.
Çünkü bir hayale şehvetlenirler, hakikatten çok uzakta kalırlar.
2135. Hayale meylin yok mu? Senin için bir kanada benzer. O kanatla uçar, hakikatte yükselirsin.
Fakat şehvete uydun mu kanadın dökülür, topal kalırsın, o hayal de senden kaçar gider.
Kanadını koru, şehvete kapılma da meyil kanadın seni cennetlere yüceltsin.
Halk kendilerini güzel yaşıyoruz, zevk ve işrette bulunuyoruz sanır ama onlar, bir hayal uğruna kendi kanatlarını
kendileri yolarlar.
Bu nükteyi başka bir yerde anlatmak borcum olsun… şimdi bana mühlet ver, halim yok, susayım.
O kavmin Dekukî’ye uyması
2140. Dekukî, namaz kıldırmak üzere onların önüne geçti, o kadar birleştiler, o kadar kaynaştılar ki sanki onlar atlas bir
kumaştı, Dekukî de o kumaşın sırması, süsü!
O padişahlar, saf olup o ünlü imama uydular.
Tekbir getirince kurbanlık koç gibi âlemden çıktılar.
Ey ulu tekbirin mânası şudur: Yarabbi, huzurunda kurbanız.
Koyun keserken “ Allahu ekber-Allah uludur” dersin ya o geberesi nefsi keserken de bu söz söylenir.

*Allahu ekber de de o şom nefsin başını kes… kes de can, mahvolmaktan kurtulsun.
2145. Ten İsmail’e benzer, can Halil’e, can bu semiz bedeni yaptırdı da tekbir getirdi mi,
Ten kesilir, şehvetlerden hırslardan kurtulur, besmeleyle kesilmiş temiz bir kurban haline gelir.
Kıyamette olduğu gibi Hak huzurunda saf kurulur, hesaba, Allah ile konuşup görüşmeye girişilir.
Allah huzurunda, gözyaşları dökerek ayakta durmak, kıyamet gününde kabirden kalkıp mahşer yerinde dikilmeye
benzer.
Hak, “ Sana bunca zamandır mühlet verdim, bana ne getirdin?
2150. Ömrünü neyle bitirdin, verdiğim gıdayı, ihsan ettiğim kuvveti ne uğruna mahvettin,
Gözünün nurunu nerelerde tükettin, beş duygunu nerelerde yıprattın?
Gözünü, kulağını, aklını, arşa ait bütün cevherlerini harcadın… ferş âleminden bunlara karşılık ne satın aldın?
Sana kazma ve bel gibi el ve ayak verdim. Onları sana bizzat ben bağışlamıştım, ne yaptın onları?” der.
Hak’tan buna benzer seni dertlere uğratan yüz binlerce haberler gelir.
2155. Kıyamdayken kula gelen bu haberlerden kul utanır, iki büklüm olur, rükûa varır.
Utanmadan ayakta durmaya kudreti kalmaz, rükûda Allah’yı tespih eder.
Allah’dan “ Başını kaldır, rükûdan kıyama dön de Allah’nın sorgularına birer birer cevap ver” fermanı gelir.
O utanan kul, rükûdan başını kaldırır. Fakat olgun bir iş yapamamış olduğundan bu sefer yüzüstü düşer.
Yine emir gelir: “ Başını kaldır, secdeden kalk da yaptıklarından haber ver!”
2160. Tekrar utana utana başını kaldırır ama yine yılan gibi yüzüstü düşüverir!
Allah, tekrar “ Başını kaldır da şöyle. Kıldan kıla yaptıklarını araştırmak istiyorum” der.
Artık ayakta durmaya kuvveti kalmadığından, Allah’nın heybetli hitabı, canına tesir etmiş olduğundan,
O ağır yükün altında, yere oturur. Allah “ Söyle bana…
Sana nimet verdim, nasıl şükrettin? Sermaye verdim, hadi, göster kazandığını!” der.
2165. Kul, sağ yanına dönüp peygamberlere, o ululara selâm verir;
“ Padişahlar, bu kötü kişiye şefaat edin… ayağım da balçıkta kaldı, kilimim de” der.
Namazda sağ tarafa selâm vermek, kıyamette Allah’nın hesaba
çekmesinden korkarak peygamberlerden yardım dilemeye, onlardan
şefaat istemeye işarettir
Peygamberler, “ Çareye başvuracak gün geçti.O, orada yapılacak bir şeydi, elde alet oradaydı, orada kaldı!
A bahtsız kişi, git oradan, sen vakitsiz öten bir horozsun. Bırak bizi, kanımıza bulaşma!” derler.
Bunun üzerine sol tarafa baş çevirir, hısımından akrabasından yardım ister. Onlar da “ Sus!”
2170. Allah’ya kendin cevap ver. Bizi kim oluyoruz ki? Bizden el çek!” derler.
Ne bu yandan bir çare olur, ne o yandan. O biçarenin canı da yüz parça olur!
Herkesten ümidini keser de ellerini açar, duaya başlar:
Yarabbi, herkesten ümidim kesildi. Evvel de sensin, âhir de sen; senden başka önü, sonu olmayan yok, diye niyaza
koyulur.
Namazdaki bu hoş işaretleri gör de bunun eninde sonunda böyle olacağını bil!
2175. Namaz yumurtasından civcivi çıkara gör, yerden tane toplayan yolsuz yordamsız kuş gibi yere başvurup durma!
Dekukî’nin namazdayken garkolmak üzere bulunan bir gemideki
halkın feryadını duyması
Dekukî, o kıyıda namaz kıldırmak üzere imam oldu,
Onlar da arkasında saf olup namaza durdular.
İşte güzelim bir cemaat, işte seçilmiş bir imam!
Namazdayken denizden “ İmdat!” seslerini duydu. Ansızın gözüne bir gemi ilişti.
Gemi, dalgalar arasına düşmüş, belâlara uğramış, perişan bir hale gelmişti.
2180. Hem gece, hem bulutlu bir hava, hem de dalga. Bu üç karanlık bir yandan, batma korkusu bir yandan…
Fırtına Azrail gibi saldırıyor, dalgalar sağdan soldan hücum edip duruyordu.

Gemidekiler, korkudan canlarından olmuşlar gibi feryatlarını göklere çıkarıyorlardı.
Bağrışıp çağrışıyorlar, başlarını dövüyorlardı. Kâfir ve mülhit… hepsi de imana gelmişti.
Yüzlerce niyazlarda bulunarak candan ahitler ediyorlar, adaklar adıyorlardı.
2185. Karmakarışık işlere dalmış, yüzleri bir an olsun kıbleye dönmemiş olanlar bile baş açık secdeye kapanmışlardı.
Halbuki evvelce onlar, bu kulluğun faydası yok diyorlardı. Fakat o anda kullukta yüzlerce hayat görüyorlardı.
Dostlardan, dayıdan, amcadan, babadan, anadan, herkesten ümitlerini kesmişlerdi.
Kötü kişinin can verirken Allah’dan korkması gibi zâhit de Allah’dan korkuyordu, fâsik da!
Ne sollarından bir ümit vardı, ne sağlarından. Hileler öldü, bitti mi dua zamanı gelir!
2190. Onlar da ağlayıp inleyerek duaya koyulmuşlardı, gemiden gökyüzüne kadar bir duman yükselmişti.
Şeytan ise o sırada düşmanlığından her birinin karşısına dikilip “ A köpeğe tapanlar, işte size iki illet!
A münkir, münafıklar, hem korkun, hem geberin. Nihayet bu olacaktı zaten.
Kurtulunca yine gözleriniz kurur, yine şehvet için yaratılmış birer şeytan kesilirsiniz.
Allah’nın sizi kazadan kurtarmak üzere elinizden tuttuğu, sizi tehlikeden kurtardığı gün, hatırınıza bile gelmez” diye
bağırmaktaydı.
2195. Şeytan böyle söylüyordu ama can kulağı ile duyanlardan başkası bu sözü duymuyordu ki!
Mustafa, o kutup, o padişahlar padişahı, o temizlik denizi bize ne doğru buyurmuştur:
“ Cahilin sonunda göreceği şeyi akıllılar önce görür.”
İşlerin sonu ilk zamanlarda gizlidir ama akıllı, âkıbeti önce görür; günaha dalıp ısrar edense meydana çıkınca!
Her şeyin sonu, önden belli olmaz, gizlidir. Fakat meydana çıkınca akıllı da görür, cahil de!
2200. Mademki ayıbı görmüyorsun, bari ihtiyatı elden bırakma, sele verme behey inatçı!
İhtiyat nedir? Her an ansızın gelebilecek bir belâyı görmek!
İhtiyatlı adamın düşünceleri
Hani ansızın bir aslan çıkagelir de adamı kapıp ormanlığa götürür ya…
O adam, aslan tarafından götürülürken ne düşünürse sen de ey din üstadı, onu düşün!
Kaza ve kader aslanı, bir işle güçle meşgulken bizim canımızı alır, ormanlara götürüverir.
2205. Bu da şuna benzer: Halk, yoksulluktan korkar, ama boğazlarına kadar acı suya batarlar.
O yoksulluğu yaratandan korksalardı onlara yeryüzünde defineler aşikâr olurdu.
Hepside gam korkusuyla gamın içine batmışlar, varlık kaygısıyla yokluğa düşmüşlerdir!
Dekukî’nin şefaat etmesi ve geminin kurtulmasına duası
Dekukî o kıyameti görünce merhameti coştu, gözyaşları akmaya başladı.
Yarabbi, dedi, onların yaptıklarına bakma, ey lûtuf sahibi padişah, ellerini tut, imdatlarına yetiş.
2210. Ey eli denize de yetişen, karaya da. Onları sağlıkla, selâmetle kıyıya çıkar.
Ey ebedî kerem merhamet sahibi, o kötü kişilerden bu kötülüğü defet!
Bedava olarak insanlara yüzlerce göz, yüzlerce kulak veren, rüşvetsiz akıl, fikir ihsan eden Allah.
Sen, biz hak etmeden lûtuflarda, ihsanlarda bulunursun. Nimetlerine karşı yaptığımız kâfirliklerle hatalarımızı hep
görürsün.
Ey ulu Allah, bizim şanımız ulu ulu günahlarda bulunmaktır. Fakat sen, bunları lûtfunla affetmeye kaadirsin.
2215. Biz, hırstan, şehvetten kendi kendimizi yaktık. Bu duayı da senden öğrendik Yarabbi.
Bize duada bulunmak için müsaade etmen, dua öğretmen, böyle bir karanlığı aydınlatman hürmetine sen bunlara acı.
İhtiyarsız bir surette şefkatli analar gibi dua edip duruyor.
Gözlerinden yaşlar akıyordu. Kendisinde olmaksızın ettiği dua, gökyüzüne yüceltmekteydi.
O ihtiyarsız dua, yok mu… bambaşka bir şeydir. O da, adamın kendisinden değildir, Allah’dandır. Allah ilhamıdır.
2220. O esnada insan, yok olur, o duada bulunan Allah’dır; dua da Allah’dandır, icabette.
Arada vasıta olarak mahlûk yoktur. O niyazdan cismin de haberi yoktur, canın da.
Lûtuf ve merhamet sahibi olan Allah kulları, işleri düzeltmekte Allah huyuna sahiptirler.
Onlar, şiddet zamanı, sıkıntı vakti, rüşvet almaksızın mahlûkata acırlar yardımda bulunurlar.

Ey belâlara uğramış adam, kendine gel de bunları ara… kendine gel de belâ vaktinde onların duasını ganimet bil!
2225. O Allah erinin duasıyla gemi kurtuldu. Gemidekilerse kendi gayretleriyle,
Kendi ihtiyatlarıyla hünerler gösterip oku hedefe attılar, gemiyi kurtardılar zannındaydılar.
Av esnasında tilkiyi ayakları kurtarır da mağrur tilki, kendisini kuyruğu kurtardı sanır.
Canımızı pusudan bu kurtardı diye kuyruğu ile oynar, kuyruğunu sever!
A tilki, ayağını taştan koru… a aç gözlü sersem, ayak olmasa kuyruk ne yapabilir ki?
2230.

armi
Wed 27 January 2010, 04:28 pm GMT +0200
2710. Sebâlılar, “ Ey dâvaya girişenler, doktorluğu bildiğinize, bize fayda vereceğinize deliliniz nerede,
Siz de bizim gibi uyku uyumakta, siz de bizim gibi yemek yemektesiniz. Köylerde, şehirlerde bizim gibi oturup

duruyorsunuz.
Bu su, toprak tuzağındayken nasıl olur da gönül simurgunu avlayabilirsiniz?
Fakat mevki ve reislik sevdası, sizi peygamberlik dâvasına salmış, bu yüzden kendinizi peygamber sanıyorsunuz.
Bu çeşit lâflara, bu çeşit yalanlara kulak bile asmak istemeyiz, ayran kâsesine düşmek dilemeyiz.” dediler.
2715. Peygamberler dediler ki: “ Bu da o illetten, körlüğünüzden, söylediğimiz sözlerin hakikatini göremiyorsunuz.
Dâvamızı duyuruyorsunuz da elimizdeki mücevheri görmüyorsunuz.
Elimizdeki bu mücevher, halka bir imtihandır. Onu gözlerin önünde dolandırıp durmaktayız.
Kim, nerede mücevher? derse bu sözü, körlüğüne, mücevherleri görmediğine şahittir.
Güneş söze gelse de “ Kalk, gündüz oldu, yatıp durma.”
2720. Dese, sen de, “ A güneş, şahidin nerede?” desen güneş “Kör herif, Allah’dan kendine göz iste!
Apaydın gündüz vakti birisi mum arasa onun bu araması körlüğüne tam bir delildir.
Bari görmüyorsan, gündüz olduğundan şüphen varsa, daha sabah olmadı sanıyorsan,
Sus, bir şey söyleme de kör olduğunu meydana vurma, Allah ihsanını bekle!” der.
Gündüzün “ Gündüz nerede” demek kendi kendini rezil etmektir a gündüz arayan!
2725. Sabır ve sükût, Allah rahmetine sebep olur. Bu araştırmaysa hastalık nişanesidir.
“ Susun, dinleyin” emrini canla, başla kabul et de sevgilinin mükâfatına eriş, rahmetine nail ol.
Ey terbiyeli, edepli kişi, illetinin yeniden tazelenmesini istemiyorsan bu doktorun önünde paranı da çıkar, yere koy;
başını da secdeye indir.
Fazla sözü sat da can, mevki ve para pul bağışlamayı satın al.
Bu suretle de Allah seni övsün, rütbene gök bile haset etsin.
2730. Doktorların rızasını elde ederseniz kendinizi görür, halinizi bilir, ayıplarınızı anlar, kendi kendinizden utanırsınız.
Bu körlüğü defetmek halkın elinde değildir; bu, doktorlara Allah tarafından lûtfedilmiş bir hidayettir.
Bu doktorlara candan kul olun da miskle, amberle dolun!”
Halkın peygamberleri itham etmesi
Onlarsa, bunların hepsi riyadan, hileden ibaret dediler; nasıl olur da Allah falanı, filanı kendisine vekil eder?
Padişah elçisinin padişah cinsinden olması lâzım. Suyla toprak nerede, gökleri yaratan nerede,
2735. Kafamızda eşek beyni mi var ki sizin gibi bir sineği hüma kuşuyla bir tutalım?
Hüma nerede, sinek nerede? Toprak nerede, Allah nerede? Gökteki güneşle zerrenin ne münasebeti var?
Bu münasebet, bu alâka, hiç akıllı adamın kabul edeceği şey mi?
Tavşanların, “ Ben ayın elçisiyim; ay, bu çeşmeden vazgeç diyor”
demesi için bir tavşanı elçi olarak file göndermeleri – bu hikâyenin
tamamı Kelile kitabında vardır -
Bu, bir tavşanın “ Ben ayın elçisiyim, onunla eşim” demesine benzer.
Bütün av hayvanları, fil sürüsünün yüzünden suyu güzel kaynağa gidemez olmuşlardı.
2740. Hepsi de korkularından oraya yanaşamıyorlardı. Güçleri, kuvvetleri yoktu, bir düzen düzdüler.
Bir ihtiyar tavşan, ayın ilk gecesi dağın tepesine çıkıp bağırdı:
Ey fil padişahı, ayın on dördüncü gecesi gel de kaynağa bak, sözümün doğruluğunu gör!
Ben elçiyim, elçiye zeval yok… ona ne kızılır, sövülür, ne hapse atılır.
Ay diyor ki : “ Filler, buradan gidin, kaynak bizimdir, dağılın buradan!
2745. Yoksa sizin gözünüzü kör ederim. Ben, onun sözünü söyledim, boynumdan vebali attım.
Bu kaynağı bırakıp gidin de ayın kılıncından emin olun.
Sözümün doğruluğuna nişan de şu: Filler, su içmek için kaynağa geldiler mi ay harekete gelir.
Fil padişahı, filân gece gel de kaynakta bu dediğimi gör!
Ayın yedisi, sekizi olunca fil padişahı su içmek için kaynağa geldi.
2750. O gece vakti hortumunu suya salınca su harekete geldi, ay da hareket etti.
Fil, suyun içinde ayın titrediğini, harekete geldiğini görünce tavşanın sözüne inandı.

Fakat “ Filler, biz o ahmak fillerden değiliz ki ayın hareketi bizi korkutsun” dedi.
Peygamberlerse “ Ah akılsız adamlar ah, size canla, başla verdiğimiz nasihatler, sizin bağınızı kuvvetlendirdi. Vah
yazıklar olsun vah!” dediler.
Onların kınamasına Peygamberlerin cevap vermeleri ve misal
getirmeleri
Ne yazık… derdinize verilen ilâç, can alıca kahır zehir kesildi.
2755. Bir göze Allah, hışım perdesini salınca mum bile aydınlatmaz, karanlığını çoğaltır.
Sizden ne reisliği arayacak, ne gibi bir ululuk isteyeceğiz? Bizim ululuğumuz göklerden bile üstün!
İncilerle dolu olan deniz, gemiden ne şeref bulabilir? Hele o gemi, fışkıyla dolu olursa!
Yazıklar olsun ki o bozarmış kör göze güneş bile bir zerre göründü.
İblis’in gözü, eşsiz, örneksiz Âdem’i topraktan başka bir şey görmedi.
2760. O iblis’e lâyık göz, yurdu olan yerden baktı, kendisine lâyık görüşle gördü de sahibine Âdem’in baharını kış
gösterdi.
Nice devletler vardır ki bazan devletsiz kişiye isabet eder de mal olmaz, geri döner!
Nice sevgili vardır ki bir bahtsızın yanına gelir de o, sevgiliyi tanımaz, onunla aşk oyununu oynamaya girişmez.
Gözü yanıltan da bizim ezelî nasipsizliğimiz. Kalbi çeviren de kötü kaza ve kader!
Taştan yontulup yapılan put, size kıble olduğundan lânetin, körlüğün gölgesine sığındınız, orada yurt edindiniz.
2765. Zannınızca taştan yapılma putlarınız Allah’ya eş oluyor da akılaı can nasıl Allah sırrına sahip olmuyor?
Demek ki bir ölü sinek Allah’ya eş oluyor sizce… peki, o halde diri olan insan neden o padişahlar padişahına sırdaş
olmasın?
Yoksa ölü sineğe benzeyen put, sizin tarafınızdan yapıldığı için mi Allah’ya eş olmaya lâyık? Diri insan, Allah mahlûku
olduğundan mı Allah sırrın mahrem olamıyor?
Siz, kendinize, kendi sanatınıza âşıksınız. Yılanların kuyruklarına lâyık olan elbette yılan başıdır.
Ne o kuyrukta bir devlet, bir nimet vardır, ne o başta bir rahat, bir lezzet!
2770. Yılanın kuyruğu, başının etrafında dönüp dolaşır, kıvrılıp düzelir. Kuyruk ve baş… o iki dost birbirine tam lâyıktır,
tam münasiptir!
İlâhi nâmeyi bir güzelce dinlesen görürsün; Hâkim-i Gaznevî öyle der:
Takdirin hükmüne itiraz edip de boş boğazlıkta bulunma. Tavşana tavşan kulağı münasiptir.
Uzuvlarla bedenler tam uygundur… huylarla canlar, tam birbirine denktir.
Ruha münasip olan her vasfı, şüphe yok ki tam yerli yerinde, tam uygun olarak halk eden Allah’dır.
2775. Allah, madem ki huyu, cana uygun ve eş olarak yarattı, o halde onu gözle kaş gibi yerinde ve birbirine münasip
bil!
Güzeldeki huylar da uygun ve yerinde, çirkindeki huylar da. Allah’nın yazdığı harfler birbirine tam münasip!
Ey Hasancık, yazı yazanın elindeki kalem gibi gözle gönül de Allah’nın iki parmağı arasında!
Gönül kalemi, lûtuf ve kahır parmakları arasında gâh sıkıntıya düşer, gâh feraha çıkar.
Ey kalem, ululuğa lâyıksan kimin parmakları arasındasın, bak da gör!
2780. Senin bütün kastin, bütün hareketin bu parmaklardan meydana geliyor. Başın, dört yol ağzında; kahrın, lûtfun,
doğru yolla sapıklığın birleştiği yeridir.
Bu halden hale giriş harflerin, onun yazıp bozmasından meydana gelmekte… bir işe niyetin, yahut bir şeyden
vazgeçmen de onun iradesiyle, onun takdiriyle!
Niyazdan, yalvarıp yakarmadan başka yol yok… bu değişmeyi, bu halden hale girmeyi her kalem bilmez.
Bilsen bile kendi miktarınca, kendi haddince bilir… iyi de kendi kadrini izhar eder, kötüde de!
Sebâlılar, tavşanla fil hikâyesini misal getirmeye kalkıştılar ama ezelî sırrı hilelerle karıştırmaya yeltendiler.
Herkes, misâl getiremez, hele bu misâl, Allah işine ait olursa
2785. Bu misalleri düzüp koşmak, o tertemiz tapıya affetmeye kalkışmak sizin haddiniz mi,
Misal getirmek, Allah’nın, bir de onun gizli ve aşikâr bilgisine bir delil olan kişinin hakkıdır.
Sen herhangi bir şeyin sırrını ne bilirin? Kafan kel iken saça, yüze ait nasıl misal getirebilirsin?
Musa bile sopayı, alelâde bir sopa gördü ama değildi ki… o, bir ejderhaydı; sırrı, dudağını açtı da hakikatini söyledi.

Öyle bir padişah bile bir sopanın sırrını bilemezse sen, bu tuzakla tanelerin sırrını ne bileceksin?
2790. Musa’nın gözü bile misal hususunda yanılırsa bir fare nasıl olur da hakikate ulaşmaya yol bulur.
O misa,l bir ejderha kesilir de cevabıyla seni paramparça eder!
İblis de bu misali getirdi de kıyamete kadar melûn oldu.
Karun da inat etti, bu misali getirdi de tacıyla, tahtıyla yere geçti.
Sen bu getirdiğin misali kuzgun ve baykuş bil… onların yüzünden yüzlerce ev bark yıkıldı, yerle yeksan oldu!
Nuh, gemi yaparken kavminin misaller getirerek alay etmesi
2795. Nuh ovada gemi yaparken yüzlerce kişi başına üşüşüp misal getirerek alaya kalkıştılar.
“ Kuyu bile bulunmayan bir ovada gemi yapıyor, bu ne bilgisiz aptal!” dediler.
Biri diyordu ki. “ Gemi, hadi yürü koş!” Öbürü diyordu ki: “ Bu gemiye bir de kanat tak!”
Nuh da “ Ben, bunu Allah emriyle yapıyorum, bu alaylarla işime kesat gelmez” demekteydi.
Bir hırsıza “ Gece yarısı bu duvar dibinde ne yapıyorsun?” demeleri,
hırsızın “ Davul çalıyorum demesi
Şu hikâyeyi dinle de bak! Hırsızlığa alışmış herifin biri bir gece bir duvarın dibini delmekteydi.
2800. Hasta ev sahibi, gece yarısı yavaş, yavaş bir tak taktır duydu.
Dama çıkıp aşağıya eğildi, hırsızı görüp “ Baba, ne yapıyorsun?
Hayırdır, inşallah… gece yarısı ne ediyorsun, kim sen” dedi. Hırsız “ Davulcuyum azizim”diye cevap verdi.
Adam “ Peki, burada ne yapıyorsun?” deyince hırsız “ Davul çalıyorum” dedi. Ev sahibi dedi ki: “ Be adam, davul sesi
hani?”
Hırsız “ Dur hele, sesini yarın duyarsın eyvahlar olsun! dediğin zaman kulağına dank eder!”
2805. Kelîle’ de ki o hikâye de yalan, saçma, düzme… fakat o saçma hikâyenin ne demek olduğunu, o hikâyenin
maksadının anlamadın ki!
Münkirlerin söyledikleri tavşanın aya elçilik ederek file haber
getirmesi hikâyesinin hakikatı
A herzevekil, o tavşanın hakikati Şeytan’dır. Senin nefsine elçi olarak geldi de,
Ahmak nefsini, Hızır’ın içtiği Âbıhayattan mahrum eti.
Sen onun mânasını ters anladın. Küfür söyledin, azabına hazırlan!
Arı duru suda ayın hareketini, bununla tavşanın filleri korkuttuğunu anlattın.
2810. Tavşan hikâyesini, fili, suyu, ayın hareketinden fillerin korkmasını söyledin.
Fakat ey ham körler, bu ay, halkı da, halkın ileri gelenlerini de zebun etmiş olan aya nasıl benzer ki?
Ay nerede, güneş nerede, gök nerede akıllar nerede, nefisler nerede, melek nerede?
Hattâ güneşin güneşi nerede? Nasıl söylerim bu sözü, uykuda mıyım, sayıklıyor muyum?
Ey yol sapıtmış kişiler, padişahların hışmı yüz binlerce şehri harap etmiştir.
2815. Dağlar bile, onların hışmından yarılır, yüzlerce parça olur… güneş biel, onların etrafında döner, onları tavaf eder.
Erlerin hışmı, bulutu kurutur, gönüllerinin kızgınlığı âlemleri yakar, yıkar.
Ey kefensiz adamcıklar, ey yıkanmamış ölücükle,. Lût Peygamber’in şehri nasıl yere battı, na hale geldi? Bakın da
görün!
Fil de kim oluyor ki? Üç tane kuşcağız, o fillerin kemiklerini kırdı.
Kuşların en zayıfı Ebabil olduğu halde filleri, bir daha yamanmalarına imkân bulunmayacak bir tarzda yırttı, parçaladı.
2820. Nuh tufanını duymayan, yahut Firavun’la Musa’nın savaşını işitmeyen var mı?
Ruh gibi olan Musa, onları mağlup etti, sulara boğdu; su da bunları zerre, zerre parçaladı.
Semud kavminin ahvalini, kasırganın âd kavmini mahvettiğini duymayan var mı?
Bir defacık olsun gözünü aç da gör: Savaşta filleri yıkıp öldürdüğü halde,
Bu derecede kuvvetli filler, bu kadar zâlim padişahlar bile gönül hışmına uğramışlar, taşlanıp durmaktadırlar.

2825. Ebedîyen zulmetten zulmete gidiyorlar… Ne yardım eden var, ne imdatlarına yetişen!
İyi adla kötü adı duymadınız mı yoksa? Hakikati herkes gördü de siz görmediniz mi yoksa,
Görülmüş şeyi görülmemiş sanırsınız, meydanda olan şeyleri bile görmezsiniz ama ölüm, gözlerinizi adamakıllı açacak
elbet.
Tut ki âlem, güneşle, nurla dopdolu… sen, kör gibi karanlıklara gittikten sonra elbette ondan uzakta kalırsın, mahrum
olursun!
O kerem sahibi aya pencereni kapatırsan o ulu nurdan elbette nasibin olmaz!
2830. Sen köşkten çıkmış, kuyuya girmişsin. Bu geniş âlemlerin ne günahı var?
Kurt huylarıyla huylanmış olan ruh, Yusuf’un yüzünü nasıl görebilir, söyle!
Davud’un sesi dağlara, taşlara ulaştı da yine o taş yüreklilerin kulaklarına girmed!..
Her an akla, insafa aferin! Doğrusunu Allah bilir ya!
Ey Sebâlılar, peygamberleri tasdik edin, Allah’ya olan ruhu tasdik edin!
2835. Tasdik edin; onlar doğmuş güneşlerdir… onlar sizi kıyametin azaplarından kurtarırlar.
Tasdik edin; onlar kıyamet kopmadan önce, oraya varmanızdan evvel sizi de nurlandıran, âlemi de nurlandıran aydın
dolunaydır.
Tasdik edin; onlar karanlıkları aydınlatan ışıklardır… ulu tutun, ağırlayın… onlar, rica ve niyaz anahtarlarıdır.
Hayrınızdan başka bir şey dilemeyenleri tasdik edin… kendinizden başka kimseyi azdırmayın, kimseye tecavüz
etmeyin!
Bırak bu Arapça’yı, Farsça konuşalım. Ey sudan topraktan ibaret insan, o Türk’ün Hindusu ol (o güzelin yanağına bi
siyah ben kesil!)
2840. Kendinize gelin de padişahların seslerini duyun. Onlara gökler bile inandılar, gökler bile.
İhtiyat ve ihtiyatlı adam
Önce gelenlerin hallerine bakın, yahut sonradan gelenlerin tarafına doğru ihtiyatla uçun!
İhtiyat nedir? İki tedbir arasında tereddüde düşmeyip hangisi seni sürçtürmeyecekse onu yapmaktır.
Birisi, “ Bu yedi günlük yolda hiç su yoktur. Bütün yol ayakları yakıp kavuran kumluk” dese,
Öbürü de “ Yalan… yürü de bak, her gece bir akan kaynak görürsün” dese,
2845. İhtiyat kokudan kurtulmak ve doğruya ulaşmak için yanına su alıp yola düşmendir.
Yoksa su varsa, yanına aldığın suyu dök… fakat ya yoksa… o vakit vay susuz yola düşenin haline!
Ey halife oğulları, insaf edin de kıyamet günü için ihtiyatlı davranın!
O düşman yok mu, o düşman? Sizin atanıza da kin güttü de onu İliyyinden zindana attırdı.
Gönül satrancının şahını bile mat etti de cennetten çıkarttı, belâlara uğrattı, maskara etti.
2850. Güreşte onu yere yıkmak, yüzünü saratmak için onunla savaşa girişti, ona ne oyunlar oynadı.
Öyle bir pehlivana bile böyle oyunlar yapan düşmanı sakının, ehemmiyetsiz görmeyin!
O hasetçi, bizim anamızın, babamızın tacını tahtını bile el çabukluğuyla kapıverdi;
Onları, oracıkta, çırılçıplak, ağlayıp inler bir halde hor hakir bırakıverdi. Âdem, yıllarca zarı zarı ağladı.
Neden âsiler defterine kaydedildim diye öyle bir ağladı ki göz yaşlarının aktığı yerlerde nebatlar bitti!
2855. Bir bak da hilebazlığını anla… öyle bir ulu bile, onun hilesi yüzünden saçını, saklını yoldu.
Ey balçığa tapanlar, onun şerrinden amanın aman… onun kafasına “ Lâ havle” kılıcını vurmaya bakın!
Pusudan sizi görüp durur, fakat siz onu görmezsiniz, gaflet etmeyin sakın!
Avcı, daima taneler saçar… saçtığı taneler görünür de yapacağı kötülük görünmez.
Nerede tane görürsen sakın oradan. Sakın da tuzağa düşme, kolun, kanadın bağlanmasın!
2860. Taneyi bırakan kuş, o hilesiz, düzensiz ovanın tanelerini yer, doyar.
Ona kani olduğundan uzaktan kurtulur; hiçbir tuzağa düşmez; kolu kanadı bağlanmaz.
Hırs yüzünden havasına uyan ve ihtiyatı bırakan kuşun âkibeti
Bir kuş, bir duvarın üstüne kondu, tuzaktaki taneleri gördü.
Bir ovaya bakıyordu, gönlü orasını çekmekteydi; bir de tanelere bakıyordu, hırsı kendisini oraya sürüklemekteydi.
Bu iki istek arasında çırpındı, durdu… nihayet aklı başından gitti; tanelere tamah etti, uzağa düştü!

2865. Başka bir kuş da bu tereddüdü bıraktı, tanelere meyletmedi, sahraya uçup gitti.
Neşeli bir surette kol kanat açtı; ne mutlu ona! Bütün hürlerin ulusu, başı oldu.
Onu kendisine baş yapan da kurtuldu, emniyet makamına ulaştı.
Çünkü bu kuşun gönlü, ihtiyata riayet edenlerin padişahı kesildi de konağı, güllükler, çimenlikler dolu!
O ihtiyatından razı, ihtiyatı ondan memnun… işte sen de tedbirde bulunacaksan böyle bir tedbirde bulun, bu işe
sarılacaksan böyle bir işe sarıl!
2870. Nice defalar hırs tuzağına düştün, boğazını kesilmeye teslim ettin!
Tövbeler kabul eden Allah, yine seni azad etti, tövbeni kabul ederek seni neşelendirdi.
“ Tövbenizi bozar, kötülüğe başlarsanız biz de tekrar size azap ederiz. Biz yapılan işlere uygun karşılıkları çift ettik”
dedi.
Bir kadının kocasını, yahut bir kocanın karısını alıp bir yere götürsen eşi de koşa koşa mutlaka onun yanına gelir.
Bu yapılan işleri de eserleriyle çift yarattık… bir amelde bulundun mu mutlaka eşi de zuhur eder.
2875. Birisi gelip bir karının kocasını esir ederek götürse karısı, kocasını araya araya çıkagelir.
Sen de bir kere daha bu tuzağa geldin, bir kere daha tövbenin gözüne toprak serptin!
Tövbeleri kabul eden, suçluları yargılayan Allah, tekrar o düğümü çözdü de “ Kendine gel… bu tarafa yüz tutma” dedi.
Fakat tekrar unutkanlık pervanesi geldi, canınızı ateşe doğru sürükledi!
Ey pervane, öyle çok unutkan olma, öyle pek şüpheye düşme… yanan kanadına bak bir kere!
2880. Ateşten kurtuldun mu bu kurtuluşun şükrü, bir daha tane olan yere hiç uğramamandır.
Uğrama da şükrettikçe Allah sana tuzaksız, düşman korkusundan uzak bir nimet ihsan etsin.
Allah’nın sizi azat etmesine karşılık şükretmeniz, Allah nimetini anmanız gerek.
Nice zahmetlere, nice belâlara düştün de “ Yarabbi, beni bu tuzaktan kurtar…
Sana itaat edeyim, ibadetlerde bulunayım, Şeytan’ın gözüne toprak serpeyim” dedi.
Köpeklerin, her kış mevsimi “ Yaz gelince kışın barınmak için kendimize
bir ev kuralım “ diye ahdetmeleri
2885. Kış geldi mi köpek ezilir, büzülür. Kışın soğuğu onu perişan bir hale kor.
“ Kışa dayanamıyorum sağ olursam taştan bir ev kurmam lazım.
Yaz gelince dişimle tırnağımla çalışıp çabalayayım, kışın barınmak için bir taş ev kurayım” der.
Fakat yaz gelip de ısındı mı kellesi, kemiği yerine geldi mi, ilikleri, kemikleri kızışıp derisi gerildi mi,
Kendisini koskocaman görür de “ İyi ama ben hangi eve sığarım ki?” der.
2890. İrileşir, ayağını çeker… tembel tembel, karnı tok sırtı pek, kendisine güvenmiş bir halde bir gölgeye çekilir.
Gönlü “ Bir ev kur” derse de o, “ Söyle be yahu, ben nasıl olur da bir eve sığarım ki?” diye cevap verir.
Sen de bir belâya, bir musibete düştün mü büzülürsün, hırs kemiklerin bitişir; küçülür, kalırsın.
“ Tövbeden bir ev kurayım, kışın o evceğizde barınayım” dersin.
Fakat dertten kurtuldun da hırsın büyüdü mü köpek gibi ev sevdası geçer gider.
2895. Nimete şükretmek, nimetten daha hoştur. Şükreden kişi, hiç şükretmeyi bırakır da nimet sevdasına düşer mi?
Şükür, nimetin canıdır, nimetse deriye benzer. Çünkü seni sevgiliye kadar ulaştıran şükürdür.
Nimet, insana gaflet verir, şükürse uyandırır. Padişahın şükür tuzağıyla nimet avlamaya gör!
Şükür nimeti, gözünü doyurur, seni bey yapar. Bu suretle de yoksullara yüzlerce nimet bağışlarsın.
Allah yemeğinden ye, doy da senden oburluk, tamah ve şuna buna ihtiyacını arz etme illeti geçsin.
Münkirlerin, Peygamberleri nasihatten menetmeleri ve Cebriler gibi
delil getirmeleri
2900. Onlar dediler ki: “ A öğütçüler, iyi söylüyorsunuz ama bu köyde adam olsa!
Allah, bizim gönlümüzü kilitledi, kimse Allah’dan ileri geçemez ki.
Her şeyi düzüp koşan Allah, bizi de böyle düzdü koştu. Kimse bu dedikoduyla kaderimizi değiştiremez.
Taşa istersen tam yüzyıl boyuna lâl olsana de… eskiye tam yüzyıl yenilen diye söyle dur.
Toprağa yüzyıl su gibi arı duru ol desen, suya bal ol, süt kesil desen ne fayda!

2905. Gökleri ve göklerdeki şeyleri yaratan… suyu, toprağı ve topraktakileri halk eden Allah,
Göğe dönmeyi takdir etmiş, onu sâf bir hale getirtmiş… suyla toprağa da bulanıklık vermiştir.
Gayri nasıl olur da gökyüzü bulanır, suyla balçık durulur?
Allah, hepsine bir şey takdir etmiştir. Bir dağ, çalışmakla saman çöpü olur mu hiç?
Cebrîlerin Peygamberlerin cevabı
Peygamberler dediler ki: “ Evet… Allah, çekinip kurtulmaya imkan bulunmayan sıfatlar yaratmıştır.
2910. Fakat ârızi sıfatlar da yarattı ki onları terk etmek mümkündür; herkesin nefretini kazanan kişi, o sıfatları terk eder,
huylarından vazgeçerse herkesin sevgisini kazanır, herkes ondan razı olur.
Taşa altın ol demek beyhudedir ama bakıra altın ol dersen yeri var; bakır pekâlâ altın olabilir.
Kuma toprak ol dersen âcizdir, toprak olamaz. Fakat toprağa balçık ol desen bu söz yerindedir, toprak, balçık olabilir.
Allah, insana topallık, yassı,burunluluk, körlük gibi çaresiz illetler vermiştir ama,
Ağız, yüz çarpıklığı, yahut baş ağrısı gibi bazı illetler de vermiştir ki bunlara çare vardır.
2915. Allah bu ilâçları, insanlara iyilik vermek için yarattı. Dertler, devalar saçma değil ya!
Hattâ dertlerin çoğunun devası, çaresi vardır. Adamakıllı aradın, üstüne düştün mü ele geçer!”
Kâfirlerin tekrar Cebrîce deliller getirmeleri
Onlarsa “ Bu, bizim derdimiz, deva kabul eder dert değil.
Siz yıllarca öğütler verdiniz, afsunlar okudunuz. Bizim de her lâhza derdimiz arttı, bağımız kuvvetlendi.
Eğer bu hastalık, iyileşecek bir hastalık olsaydı nihayet bir zerresi olsun geçerdi.
2920. İnsan susuzluk hastalığına uğrarsa içtiği su, ciğere gitmez… denizi içse başka bir yere gider.
Nihayet el ayak şişer... su içmek, susuzluğu bir türlü geçirmez” dediler.
Peygamberlerin, tekrar onlara cevap vermeleri
Peygamberler dediler ki: “ Ümitsizliğe düşmek kötüdür. Allah’nın ihsan ve rahmetlerine son yoktur.
Böyle bir ihsan sahibinden ümit kesmek hiç de yaraşmaz. Bu rahmete el atın, yapışın!
Nice işler vardır ki ilk önce güç görünür de sonradan kolaylaşır, o güçlük geçer gider.
2925. Ümitsizlikten sonra nice ümitler var… karanlığın ardında nice güneşler var!
Esasen tutalım yürekleriniz taş kesildi, kulağınıza, gönlünüze kilitler vuruldu.
Sözümüzü kabul edecek yahut etmeyeceksiniz… biz buna aldırış etmeyiz. Aldırış ettiğimiz şey Allah’ya teslim olmak,
fermanını yerine getirmektedir.
Bize o kulluğu o buyurdu… bu söz söylememiz, kendiliğimizden değil ki!
Canımız, onun emrini yerine getirmek için… bunun için yaşıyoruz, bunun için yaratıldık. Kuma tohum ek dese bile biz
ekeriz.
2930. Peygamberin canına Allah’dan başka bir dost yoktur. Halk, sözünü kabul edecekmiş, reddedecekmiş… bununla
hiçbir alışverişi bulunmaz ki!
Allah, emirlerini halka bildirir, bunu için alacağı ücreti de Allah verir. Biz, sevgilinin uğrunda halka çirkin göründük;
yüzümüz, düşman yüzüne benzedi gitti!
Fakat bu kapıdan usanmadık da, usanmayız da. Yol uzun olduğundan her yerde oturup dinleniyoruz.
Sevgiliden ayrılan, hapislere düşen adamın gönlü soğur, o çeşit adam usanır, bıkar.
Halbuki bizim sevgilimiz, bizim dilediğimiz canan, bizimle beraber… rahmetini saçıp durmakta; canımız da ona
şükretmekte.
2935. Bizim gönlümüzde lâlelik var, gül bahçesi var. oraya solmanın, perişan olmanın yolu yok!
Daima terütazeyiz, daima genciz, lâtifiz… daima güzeliz, tatlıyız, daima gülüp durmadayız, zarifiz!..
Bizce yüzyılla bir saat birdir… uzun yol, kısa zaman bize göre değil!
O uzunluk, kısalık cisimlere göredir, cana nasıl sığar.
Eshabı Kehif, üç yüz dokuz yıl yattılar. Uyudular ama bu üç yüz dokuz yıl, onlara bir gün geldi, ne gamlandılar, ne
teessüf ettiler.

2940. Uyandıkları anda uyudukları o uzun yıllar, kendilerine bir gün gibi göründü. Çünkü ruhları, yokluktan tekrar
bedenlerine geldi.
Bu âlemde geceyle gündüz, ayla yıl bile olmazsa usanç, ihtiyarlık, bıkkınlık nasıl olur.
Yokluk gülistanında insan kendisinden geçer… o âlemdeki sarhoşluk, Allah lûtfunun büyük kadehindendir.
Onu içmeyen, tadını tatmayan bilmez, anlamaz. Gül kokusu, bok böceğinin aklına mı gelir ?
Bu zevk mevhum değildir. Mevhum olsaydı da mevhumlar gibi yok olurdu.
2945. Cehennem, nasıl olur da aklına cenneti getirir? Çirkin domuzda güzel yüz ne gezer?
Kendin gel, aklını başına devşir de böyle bir lokma ağzına kadar gelmişken kendi boğazını kendin sıkma a aşağılık kişi!
Biz sarp yolları vardırdık… Bize uyanlara yolu kolaylattık.
Peygamberlerin “ ,imana gelin “ diye ricalarına karşı halkın tekrar
itiraz etmesi
Sebâlılar, “Siz kendinizce yomlu yıldızlarsanız ama bize göre yomsuzsunuz; bizimle zıtsınız, bize aykırısınız siz.
Hiçbir düşüncemiz yokken bizi dertlere, meşakkatlere saldınız.
2950. Biz, birbirimizle uzlaşmış bir topluluk, sizin kötü haberlerinizle aramıza yüzlerce ayrılık düştü.
Biz şekerler yiyen dudu kuşlarıydık… sizin yüzünüzden ölümü düşünen baykuşlara döndük.
Nerede bir gam masalı varsa, nerede bir kötü, bir kabul edilmeyecek ses duyulursa…
Bu âlemde nerede bir kötüye yormak,nerede bir kötü surete dönmek, nerede bir azap varsa,
Hepsi sizin söylediğiniz sözlerde sizin getirdiğiniz misallerde, sizin yormanızda. Bütün hırsınız, zevkiniz, âlemi derde
düşürmek” dediler.
Peygamberlerin cevapları
2955. Peygamberler dediler ki: “ Çirkin ve kötüye yormak, sizin ruhunuzdan meydana gelen bir şey. Bu kabahat biz de
değil, sizde.
Bir tehlikeli yerde uyusan, bir ejderha da baş ucundan sana doğru gelmeye başlasa,
Merhametli birisi “ Çabuk kalk, yoksa ejderha yutacak” diye seni uyandırsa,
“ Neye kötüye yoruyorsun” der misin? Ne yorması, kalk da aydınlık bir bak, gör!
Ben, seni kötü yorumdan kurtarıyor da devlet yurduna götürüyorum.
2960. Çünkü peygamber, gizli şeyi bilip seni de o şeyden agâh eden adamdır. O, cihan halkının örmediği şeyleri
görmüştür.
Bir doktor sana “ Koruk yeme, san şu çeşit kötü bir hastalık verir” dese,
“ Neden kötüye yoruyorsun” der misin? Dersen öğütçüyü suçlu tutuyorsun demektir.
Müneccim “ Bugün sefere çıkma sakın” dese,
Müneccimin yüz kere bile yalanını tutmuş olsan da bir iki kere sözü doğru çıksa yine sözüne uyarsın.
2965. Bizim nücum bilgimize asla yanlış çıkmaz. Böyle olduğu halde nasıl oluyor da doğruluğuna inanmıyorsun,
doğruluğu sence gizli, kapaklı kalıyor?
O doktorla müneccim, sana verdikleri haberi zanla, şüpheyle veriyor. Halbuki biz açıkça görüyor,söylüyoruz.
Cehennemin dumanını, cehennemin ateşini, cehennemin münkirlere saldırdığını uzaktan görüyoruz.
Sense, sus yahu, bırak şu sözü; kötüye yormak, bize ziyan veriyor demektesin.
Ey öğütçülerin öğüdünü dinlemeyen, kötü yoruş, nereye varırsan var, seninledir!
2970. Âdeta ardından bir yılan gidiyor; birisi de damdan görüp haber veriyor.
Ona sus, beni dertlendirme, bana keder verme diyorsun. Adamcağız, peki benden günah gitti diyor.
Fakat yılan seni boynundan sokunca bütün neşen zehir kesilir de o adama,
“ Be adam mademki iş böyleydi, neden yenini yakanı yırtarak feryat etmedin?
Yahut yukardan tepeme bir taş atıp bana işin ciddiyetini, işin vehametini bildirmedin?”dersin.
2975. O adam da iyi ama sen, benim sözümden inciniyordun. Ne faydası var? sana çok söyledim ama kâr etmedi ki.
Ben sana iyilik ettim, seni bu kötü işten kurtarmak için öğütler verdim.
Kötülüğünden bu iyiliğin kadrini bilmedin… öğüdüm, seni büsbütün azdırdı, bana büsbütün cefa etmeye, beni
büsbütün incitmeye başladın der.

Aşağılık, kötü kişilerin huyu budur. Sen ona iyilik ettin mi o, sana kötülük eder.
Sabırla nefsin belini bük. O alçaktır, kötüdür, iyilik etmeye gelmez ona!
2980. Kerem sahibi birisine ihsanda bulunursan değer. Bire karşılık sana yedi yüz verir.
Bu alçağa da cefa eder, onu kahreylersen sana aşırı vefalar gösterir, kulun kölen olur.
Kâfirler, nimete eriştiler mi cefa tohumunu ekerler de sonra cehennemde, aman yarabbi diye bağırıp dururlar.”
Allah’nın ahrette cehennemi, dünyada zindanı yaratmadan maksadı,
kendilerini büyük görenlerin ister istemez Allah’ya kulluk etmeleridir
Alçaklar, cefaya, derde düştüler mi arınır, temizlenirler. Vefa gördüler mi de cefakâr olurlar.
Şu halde onların ibadet edecekleri mescit cehennemdir, yabancı kuşun ayağını bağlayan, tuzaktır.
2985. Zindan da hırsızın, alçak kişinin ibadet yeridir. Orada daima Hakk’ı anar durur.
Mademki insanın yaratılmasında ki maksat, Allah’ya ibadet etmesidi, şu halde ibadetten baş çeken, ibadete
yanaşmayan kişinin ibadet yeri cehennemdir.
İnsan her işi yapabilir, fakat yaratılmasındaki maksat ibadettir.
“ Ben, insanları, cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” Bu âyeti okusana. Âlemin yaratılmasında ki maksat,
ibadetten başka bir şey değil!
Kitaptan maksat, içindeki fendir ama dilersen sen onu yastık da yapabilirsin ya.
2990. Fakat ondan maksat yastık olması değil, bilgi, irfan, irşat ve faydadır.
Kılıcı mıh yaparsan zafere mağlûbiyeti tercih ettin demektir.
İnsandan maksat ilimdir, doğru yolu bulmaktır ama her insanın bir ibadet yeri var.
Kerem sahibine ikramda bulundun mu bu ikram, ona ibadet yeridir, ikrama uğradıkça şükreder. Alçağı da aşağılattın,
alçağa da kötülük ettin mi onu ibadete sevk edersin.
Vur alçakların başına ki yere baş koysunlar… ver kerem sahiplerine ki ihsanına mazhar oldukça şükretsinler!
2995. Hulâsa Allah iki mescid yaratmıştır: Cehennem onların mescidi, cennet bunların!
Musa, o iç ağrısı kavim, başlarını eğsin diye Kudüs’te alçacık bir kapı yaptırdı.
Çünkü onlar cebbar, başı dik kişilerdi. Onlara bu küçücük, bu alçacık kapı, niyaz kapısıdır, cehennemdir!
Allah, padişahların suretini Hakk’a tabi olmayanları yola getirmek için halk
etmiştir. Nitekim Musa aleyhisselâm da Kudüs kalesinin duvarına dik
başlı cebbarlar eğilerek girsinler ve girerken secde ederek, Yarabbi
günahlarımızı al bizden, desinler diye küçücük, alçacık bir kapı yaptı
İyi bak, kendine gel! Allah, padişahları etten, kemikten küçücük bir kapı olarak halk etti ya.
Dünya ehli olanlar, onlara secde ederler. Çünkü Allah’ya secde etmenin düşmanıdır onlar!
3000. Dünya ehline bir fışkı yerceğizini mihrap düzdü… o mihrabın adı da bey, padişah!
Bu tertemiz kapıya lâyık değilsiniz ki… temiz kişiler, şeker kamışıdır, sizse bomboş birer kamıştan ibaretsiniz.
O çeşit köpeklere elbette bu çeşit bayağılık adamlar hürmet ederler. Öyle âdi kişiye hürmet etmek, öyle âdi adama
inanmak, aslana ardır.
Fare huylulara kedi bey olur. Fare kim oluyor ki aslandan korksun?
Fare huyludur, Allah köpeklerinden korkarlar,
3005. Uluların virdi, ( Rabbimiz yücelerin yücedir) sözüdür. Bu aptallara lâyık olan Rab ise kendisinde Allah kuvveti
vehmeden dünya büyükleridir.
Fare, nasıl olurda savaş aslanlarından korkar. Onlardan korkanlar, misk ceylânlarıdır ancak.
Yürü ey çömlek yalayıcı, kâse yalayıcının yanına git… onu kendine Allah say, velinimet say!
Kâfi yeter artık… uzun uzadıya anlatmaya girişsem beyler, padişahlar, hem kızarlar, hem de anlattıklarımın
kendilerinde olduğunu bilirler anlarlar.
Hulâsa ey kerem sahibi, alçak nefse iyilik etme, kötü davran da alçaklarla beraber o da sana boyun eğsin, teslim
olsun.
3010. Alçak nefse ihsanda bulunursa alçaklar gibi nimeti inkâr eder, azgınlaşır.
İşte mihnette, meşakkatte bulunanların şükretmesi, nimet ve devlet sahiplerinin azgın ve hilebaz olmaları bu

yüzdendir.
Altınlarla bezenmiş kaftanlara bürünen beyler, padişahlar azgın kişilerdir. Abaya sarınan yoksul yok mu… şükreden
odur işte.
Mal, mülk, devlet ve nimet sahipleri hiç şükrederler mi? Şükür mihnetten ve meşakkatten biter, gelişir.
Sofinin boş sofraya sevdalanması
Bir sofi bir gün çiviye asılmış bir sofra gördü. Vecde geldi, dönmeye, oynamaya başladı, elbisesini yırtıyor.
3015. İşte azıkların azığı... İşte kıtlıkların, dertlerin devası diye nâralar atıyordu.
Dumanı başından çıkıp neşesi, zevki arttıkça arttı… sofilerde ona uydular, semâa başladılar.
Kih, kih gülmeye, hay huy etmeye koyuldular… defalarca kendilerinden geçip kendilerine geldiler.
Herzevekilin biri, sofiye “ Çiviye asılı ve içinde ekmek olmayan bomboş sofra nedir ki seni bu derece zevke, vecde
getiriyor?” dedi.
Sofi dedi ki: “ Yürü git be… sen mânasız bir suretten ibaretsin… sen varlık peşinde koş, âşık değilsin sen.
3020. Aşığın gıdası, ekmeksiz ekmeğe âşık olmaktır. Aşkında doğru olan kişi. Varlığa bağlanmaz.
Âşıkların varlıkla işi yoktur… âşıklar, kârı sermayesiz elde ederler.
Kanatları yoktur, âlemin etrafında uçarlar… elleri yoktur, topu meydandan kaparlar!
Mâna kokusunu duyan o yoksul da eli kesik olduğu halde zembil örerdi ya!
Âşıklar, yoklukta çadır kurarlar… onlar, yokluk gibi bir renktedirler, bir tek ruhları vardır onların!
3025. Süt emen çocuk yemekten nasıl zevk alabilir? Perinin gıdası kokudan ibarettir.
Fakat insan oğlu perinin kokusundan koku alabilir mi? Huyu, onun huyunun zıddıdır.
Perinin az bir güzel kokudan aldığı zevki, sen yüz batman güzel yemekten bile alamazsın.
Nil ırmağının suyu Mısırlılar’a kan kesildiği halde İsrailoğulları’na sudur.
Deniz, Firavun’u boğduğu halde İsrailoğulları’na bir ana cadde haline gelir.
Allah kadehini Yusuf’un yüzünden içmek, Allah kokusunu Yusuf’un
kokusundan duymak, Yakub aleyhisselâm’a mahsustur. Yusuf’un
kardeşleri de bunlardan mahrumdur başkaları da
3030. Yakub’un, Yusuf’un yüzünde gördüğü nur, ancak Yakub’a mahsustu. Kardeşleri bunu nereden görecekler?
Bu, sevgiliye olan sevdası yüzünden kendini kuyulara atar. Öbürü kininden sevgiliye kuyu kazar!
Sofra, onun önünde ekmeksizdir, bomboştur… fakat Yakub’un önünde nimetlerle dopdoludur, iştahını açar.
Yüzünü yıkamayan, hurilerin yüzünü göremez. Peygamber, “ Namaz, ancak huzur-u kalple kılınır” demiştir.
Canların gıdası aşktır. Bundan dolayı ruhların gıdası, açlıktır.
3035. Yakup, Yusuf’a acıkmıştı, ekmek kokusu ona ta uzaklardan gelmekteydi.
Halbuki Yusuf’un gömleğini alıp koşa koşa Yakub’a getiren o gömleğin kokusunu duymadı bile!
Aradaki mesafe yüzlerce fersahken Yakub, Yakub olduğundan Yusuf’un gömleğinin kokusunu duyuyordu.
Nice âlimler vardır ki hakikî ilimden hakiki irfandan nasipleri yoktur. Bu çeşit âlim, ilim hafızıdır, ilim sevgilisi değil.
Onun sözlerini duyan kişi, alelâde bir adam olsa bile o sözleri anlar, hakikat korkusunu alır.
3040. Çünkü böyle âlimin eline düşen gömlek, eğretidir, bir zaman içindir… esir tellâlının elindeki cariye gibi!
Tellâlın eline düşen cariye, müşteri içindir, tellâla ne fayda var?
Rızık vermek, Allah’nın işidir. Herkes Allah’nın takdirine göre hareket eder, başka türlü hareket etmesine imkân
yoktur.
Güzel bir hayal, ona bağ, bahçe haline gelmiştir… Çirkin bir hayal, bunun yolunu kesmiştir!
Allah öyle bir Allah’dır ki bir hayalden, bağ, bahçe düzmüş, bir hayalide cehennem haline getirmiş, yanıp yakılma yeri
yapmıştır!
3045. Peki… o halde onun gül bahçelerinin yolunu… külhanlarının yerini kim bilebilir ki?
Gönül gözcüsü, bu hayal, canın ne yanından geliyor… fırsat bulup göremez ki.
Bir kolayını bulup da doğduğu yeri, geldiği tarafı görseydi kötü hayallerin yolunu keser, gelmelerine mâni olurdu.
Yokluk geçidine, yokluğun gözetleme yeri olan oraya casus, nasıl ayak atabilir?
Kör gibi onun ihsan eteğine yapış! Padişahım, körün yapışması diye buna derler işte!

3050. Onun eteği, emridir, fermanıdır. Ondan korkmayı, ondan çekinmeyi kendisine can ittihaz eden adam ne iyi bahtlı
bir adamdır!
Birisi çayırlıkta, çimenlikte akar su kıyısında… onun yanı başındaki de âzap içinde!
Azap çeken, öbürüne bakar da “ Bu zevk neden ki?” diye şaşırır kalır… bu da meşakkat çekeni görür de “ Acaba bunu
kim hapsetmiş ki?” diye hayretlere düşer.
Zevk içinde olan azap çekene “ Kendine gel… neden böyle perişansın? Bak, burada ne güzel kaynaklar var. Neden
böyle benzin sararmış? Burada yüzlerce deva var...
Arkadaş, gafil olma, bu çimenliğe gel!” der. Fakat öbürü “ Canım efendim… gelemiyorum ki!” diye cevap verir.
Bir beyle namaza düşkün olan ve namazdan, Allah’ya niyaz
etmeden zevk alan kölesi
3055. Bir bey, hamama gitme lüzumunu duydu… seher çağı, kölesine “ Sungu, uyan başını kaldır.
Hamam tasını, peştamalı, havluyu, kili, Altın’dan al da hamama gidelim, haydi” diye seslendi.
Sungur, hamam tasıyla iyi bir peştamal ve havlu aldı. Beraberce yola düştüler.
Yolda bir mescit vardı. Ezanda okunmaktaydı. Sungur ezan sesini duydu.
Namaza pek düşkündü. Dedi ki: “ Ey kuluna iltifatlarda, ihsanlarda bulunan beyim,
3060. Sen şu dükkanda birazcık otur da ben namazı kılıvereyim.”
Bey, dükkânda oturdu. İmamla cemaat namazı kılıp camiden çıktılar.
Sungur kuşluk çağına kadar içerde kaldı. Bey, bir müddet bekledi.
“ Sungur, neye dışarı çıkmıyorsun?” diye seslendi. Sungur, içerden “ Efendim, koyuvermiyorlar.
Birazcık daha sabret, şimdi geliyorum. Beni beklemekte olduğunu biliyorum, unutmadım” dedi.
3065. Bey, tam yedi kere seslendi, bekledi, bekledi, seslendi. Nihayet Sungur’un bu cilvesinden usandı, âciz kaldı, sabrı
tükendi.
Sungur, beyin her seslenişinde “ Efendim, dışarı çıkacağım ama daha koyuvermiyorlar” diyordu.
Bey “ Yahu, mescitte kimse kalmadı koyvermeyen kim, seni orada kim tutuyor?” diye bağırdı.
Sungur dedi ki: “ Seni dışardan içeriye sokmayan yok mu? İşte beni de içerden dışarıya çıkarmayan o.
Sana içeri girmeye izin vermeyen, benim de dışarı çıkmama mâni olmakta.
3070. Senin bu tarafa adım atmana müsaade etmeyen benim de dışarıya adım atmama mâni oluyor!”
Balıkları karaya çıkarmayan deniz, karadakileri de denize sokmamakta.
Balığın aslı sudan, öbür hayvanların aslı topraktan.
Bu işte hile ve düzene başvurmanın, tedbirlere girişmenin faydası yok ki!
Kilit pek kuvvetli, açıcıda Allah. Teslimiyete yapışa gör, rıza göster!
3075. Tedbirini unuttun mu pirinden o taze bahtı bulur, devlete erişirsin.
Kendini unuttun mu seni anarlar… kul oldun mu azat ederler!
“ Hattâ izistey’ eserrüsül “ hükmünce Peygamberlerin, münkirler,
sözlerimizi kabul etmiyorlar diye ümitsizliğe, yese düşmeleri
Peygamberler bile, “ Şuna buna nasihat edip duruyoruz.
Niceye bir soğuk demiri dövüp duracak, niceye bir kafese üfleyip yatacağız?” diye hatırlarından geçirdiler.
Halkın yaptığı işler, Allah’nın kaza ve kaderiyledir. Dişin keskinliği, midenin hararet ve kuvvetinden ileri gelir.
3080. Nefs-i Kül, insanın cüz’i nefsine tesir etti de olacaklar oldu. Balık baştan kokar, kuyruktan değil!
Bunu böyle bil,bil ama eşeğini de yine ok gibi süre dur. Çünkü Allah, “ Emirlerimi tebliğ et” diye emretmiştir;
emrinden dışarı çıkmaya imkan yok.
( Bir fırka cennetliktir, bir fırka cehennemlik). Bu iki fırkanın hangisindensin, bilemezsin ki. Ne olduğunu görünceye
kadar çalış, çabala!
Gemiye yükünü yükledin mi Allah’ya dayanman gerek.
Yolda gark mı olacaksın, kurtulup sağlıkla, selâmetle gideceğin yere mi varacaksın? Bu ikisinden hangisi başına
gelecek, bilemezsin ki,
3085. Eğer ne olacağım, başına ne gelecek? Bunu bilmedikçe gemiye binmem.
Bu seferden kurtulacak mıyım, yoksa yolda boğulacak mıyım? Ne olacağımı bildir bana.

Ben, başkaları gibi kuru bir ümide kapılıp şüpheyle yola düşmem dersen,
Hiçbir ticarette bulunamazsın. Çünkü bu ikisi de gaybdadır , sırdır.
Pul şişe gibi ruhu incecik olan, cüz’i bir şeyden kırılıveren korkak tacir, ticaretinden ne fayda görür, ne ziyan eder.
3090. Hattâ fayda şöyle dursun ziyan eder, mahrum kalır, hor olur. Kimde yanış varsa nuru o bulur.
Çünkü bütün işler, ihtimalle yapılır. Sen de din işini üstün ve ön planda tut da kurtul.
Bu kapıyı ümitten başka bir şeyle açmaya izin yok… Allah, doğrusunu daha iyi bilir.
Mukallidin imanı korku ve ümittir
Çalışanların boyunları iğ gibi incelse de yine insanı her sanata sevk eden ümittir, ihtimaldir.
Sabahleyin dükkânına giden rızık elde etmek ümidiyle koşar gider.
3095. Rızık ümidi olmasa nasıl olur da gidersin? Mahrumiyet korkusu olursa nasıl olur da kuvvet bulursun?
Belki ezelde sana bir rızık verilmemiştir. Bu ezeli mahrumiyet korkusu, nasıl oluyor da yiyeceğini, içeceğini elde etmek
için çalışıp çabalamanda, arayıp taramanda seni âciz, kuvvetsiz bir hale sokmuyor?
Deseler, dersin ki: “ Çalıştığım halde bir şey elde edememek korkusu da var. Var ama bu korku tembellikte daha
fazla.
Çalışırsam belki kazanırım; bunda ümidim daha çok… Tembellikte daha fazla zarar var.
Peki a kötü zanna düşen, ya neden din işinde bu ziyan korkusu eteğini tutuyor öyleyse?
3100. Yoksa bu bizim pazarımızın tacirleri olan peygamberlerle velîlerin ne kârlar elde ettiklerini görmedin mi ki?
Onlara bu dükkânı terk etmekle neler yüz gösterdi… bu pazarda nasıl kârlar ettiler… haberin yok mu ki?
Ateş onlara halhal gibi râm oldu, deniz, onların emrine uydu, onları baş üstüne taşıdı.
Demir, onlara râm oldu, mum kesildi… rüzgâr, onlara kul oldu, hükümlerine girdi!
Resulullâh sallallâhu aleyhi ve selem, “ Şüphe yok ki Allah’nın gizli
velîleri var “ buyurdu
(Peygamberlerden başka) bir taife daha vardır ki bunlar pek gizlidirler. Bu zâhir halkına nereden meşhur olacaklar?
3105. Bunca kerametleri vardır da yine ululuklarını hiç kimsenin gözü görmez!
Hem uludurlar, kerametleri vardır… hem Allah hareminde gizlenmişlerdir. Onların adlarını Abdâl bile işitmemiştir.
Sen yoksa Allah’nın keremlerini bilmiyor musun ki… seni “ Gel” diye onların bulunduğu tarafa çağırıp duruyor.
Âlemin altı ciheti de onun keremleriyle dolu… nereye baksan onun bayrakları orada dikildi!
Bir kerem sahibi, sana gel, ateşe gir dese hemencecik atıl ateşe… beni yakar mı deme bile!
Allah razı olsun, Enes’in peşkirini ateşe atması ve peşkirin yanmaması
3110. Malik oğlu Enes’ten rivayet edilmiştir. Birisi ona konuk olmuştu.
O hikâye eder: Yemekten sonra, peşkirini sararmış,
Kirlenmiş, yemeğe bulaşmış gören Enes, hizmetçi kadına: “ Bunu al da tandıra at, bir müddet kalsın” dedi.
Enes’in sırlarına vâkıf olan o hizmetçi de peşkiri ateşle dopdolu olan tandıra atıverdi.
Bütün konuklar, şaşırıp kaldılar, peşkirden duman çıkacağını kavrulup yanacağını umuyorlardı.
3115. Derken bir müddet sonra hizmetçi, peşkiri arınmış temizlenmiş, tertemiz olarak getirdi.
Oradakiler, “ Ey Peygamber’le görüşüp konuşmuş olan aziz zat, peşkir nasıl oldu da hem yanmadı, hem de
temizlendi?” dediler.
Enes dedi ki. “ Mustafa, bu peşkire elini, ağzını silmişti; onun için!”
Ey ateşten, azaptan korkan gönül, böyle bir ele, böyle bir ağıza yaklaş!
Bu el, bu ağız, cansız bir şeye böyle bir yücelik verirse âşığın ruhuna neler açmaz, neler yapmaz?
3120. Kâbe’nin taşını kerpicini öptü, Kâbe ( puthaneyken) kıble oldu. Ey can, sen de çalış, çabala da erlere karşı toprak
ol ( erler seni de putlardan arıtsınlar!)
Sonra o hizmetçi kadına dediler ki: “ Peki biz bu ahvali gördük, sen de bize halini söylemez misin?
O söyler söylemez nasıl oldu da hemencecik peşkiri tandıra attın? Tutalım o sırlara erişmiş…
Ya sen, bu derecede değerli bir peşkiri nasıl ateşe fırlatıp attın a hanım?”
Hizmetçi, “ Ben kerem sahiplerine itimat ederim. Onların keremlerinden ümitsiz değilim ki.

3125. Peşkir de ne oluyor? Bana bile düşünmeden hemen ateşe atıl dese,
Ona olan itimadımın bütünlüğünden derhal ateşe atılırım. Benim, Allah kullarından ümidim çoktur.
Her kerem sahibi, her sır bilir ere itimadım var. Bu yüzden değil peşkiri, başımı bile atarım” dedi.
Kardeş sen de kendini bu iksire vur, erkeğin himmeti, erkeğin sadakati, kadından aşağı değil ya!
Bir erkeğin gönlü, kadının gönlünden aşağıysa o gönül, işkembeden de bayağıdır gayrı.
Rasûl aleyhisselâm’ın susuzluktan bunalmış, su bulamadıklarından âciz
bir hale düşmüş, adamların da, develerin de dilleri, ağzlarından çıkmış
olan bir Arap kervanının imdadına erişmeleri
3130. Çölde bir Arap kervanı susuz kalmış, yağmursuzluktan kırbalarında bir damlacık olsun su kalmamıştı.
Bütün kervan, o çöl ortasında bunalmış, ölüm haline gelmişti.
Ansızın o iki dünyanın imdadına yetişen Mustafa, onların imdadına erişmek üzere yoldan çıkageldi.
Çölde, o sarp ve sonsuz yolda, o kızgın kumların üstünde bunalıp kalmış olan o kalabalık kervanı gördü.
Develerinin dilleri, ağızlarından çıkmış; adamlar, taraf taraf kumlara serilmiş kalmıştı!
3135. Bu hali görünce acıdı, “ Kalkın, bir kaçınız derhal o kum yığınına doğru koşun!
Orada zenci bir köle kırbayla beyine su götürüyor.
O zenci deveciyi devesiyle beraber ister istemez tutup bana getirin “ dedi.
Birkaç kişi, kalkıp kum tepesine doğru koştular. Bir müddet sonra hakikaten dediği gibi,
Zenci bir kul gördüler, kırbasını doldurmuş, devesine binmiş, beyine su götürüyordu.
3140. Zenciye “ Şu tarafta insanların iftihar edecekleri zat, Kâinatın hayırlısı olan Peygamber seni çağırıyor “ dediler.
Adam, “ Ben onu tanımıyorum, o da kim?” dedi. “ Ay yüzlü, şeker huylu Muhammed “ dediler,
Nasılsa öylece anlattılar, öylece övdüler. Zenci, “ O galiba bir şair olacak.
Bir kısmı halkı sihirle zebun etmiş… ona yarım arşın bile yaklaşmam ben “ dedi.
Nihayet herifi yakalayıp zorla, çeke çeke o tarafa sürüklemeye başladılar. Zenci, bağırıp çağırıyor, sövüp sayıyordu !
3145. Zenciyi Azizin yanına getirdikleri zaman Peygamber, “ Su için, mataralarınızı, kırbalarınızı da doldurun “ dedi.
Hepsini o bir tek kırbadan kandıra kandıra suvardı. Hem adamlar, hem develer o kırbadan kana kana su içtiler,
Kölenin kırbasından herkes kırbasını, matarasını doldurur. Gökyüzündeki bulut bile hasedinden şaşırıp kaldı !
Bunu kim görmüştür? Bir tek kırbadan bunca cehennemin harareti sönsün?
Kim görmüştür bunu ? Su dolu bir tek kırbadan bunca kırba ağzına kadar dolsun!
3150. Kölenin kırbası zaten vesileden, hakikatı örten bir sebepten ibaretti. Peygamberin emriyle ihsan dalgaları, aslî
denizden coşup köpürmekte, kopup gelmekteydi!..
Su kaynayınca buhar haline gelir, havaya çıkar…havadaki buhar da soğuyunca su olur, öyle mi ?
Doğrusu şu: yaradılış bu hükümlerden hariç olarak sebepsiz, illetsiz yokluktan sular coşturmada.
Sen çocukluğundan sebepleri görüyor, bilgisizliğinden sebeplere yapışıyorsun.
Sebepleri görüyor da müsebbipten gaflet ediyorsun. Bu hakikati örten, müsebbibin yüzünü gizleyen sebeplere ondan
meyletmektesin sen.
3155. Sebepler gitti mi başına vurmağa başlar, aman Yarabbi demeye koyulursun.
Tanra da sana “ Hadi, yürü, sebepe git… ne acayip şey, sen, beni, yarattığım sebepler için andın ha !” der.
O vakit kul “ Bundan böyle hep seni göreceğim, sebebe, o lâftan ibaret saçma şeye bakmayacağım artık “ der ama,
Allah “ Seni tekrar sebep âlemine göndersem yine sebebe yapışırsın. Senin için bu, a tövbesinden durmayan ahdi
çürük adam!
Fakat ben bu işe bakmam, rahmetim boldur. Rahmer etrafında dönüp dolaşırım, herkese rahmet ederim ben!
3160. Senin kötü ahdine bakmam, madem ki şimdi bana niyaz ediyorsun, keremimden sana ihsan eder, muradını
veririm “ der.
Evet…kafile halkı Peygamberi’in mucizesine hayran oldu… “ Ya Muhammed, ey deniz huylu Peygamber, bu ne?
Küçücük bir kırbayı sebep ittihaz ettin, Arab’ıda suya gark ettin. Kürdü de!
O kölenin kırbasının gaybdan suyla dolması ve kara yüzünün ulu
Allah’nın izniyle ağarması

Ey köle, şimdi kırbanın dolu olduğunu da gör de şikâyet edip iyi, kötü söylenme “ dediler.
O zenci köle, Peygamber’in, bu mucizesine hayran oldu, imanı Lâmekân âleminden doğmaktaydı.
3165. Gökten akan bir çeşme gördü o… kırbası onun coşkunluğuna bir vesile, onun hakikatine bir örtüydü!
Gözünden bütün örtüler, bütün sebebler yırtılıp sıyrıldı. Böylece gayb çeşmesini görmeğe başladı.
Göz pınarları doldu, efendini de unuttu, durağını da!
Elsiz, ayaksız kaldı, yola gitmeye ne eli vardı artık, ne ayağı… Allah, ruhuna bir titremedir saldı!
Mustafa, iş görmesi için tekrar onu o âlemden çekti de dedi ki: “ Kendine gel… ey faydalanmak isteyen, yürü…
3170. Şaşırıp kalacak zaman değil. Asıl şaşılacak şey daha ileride.
Şimdi öyle durma; davranıver bakalım, çevik bir halde yola düş! “
Mübarek eliyle kölenin yüzünü sıvazladı, onu kutlu bir hale getirdi.
O kölenin, o Habeş oğlunun yüzü bembeyaz oldu; gecesi, ayın on dördü gibi aydınlandı, gündüz gibi nurlandı!
Güzellikte, işvede bir Yusuf kesildi. Peygamber ona “ Hadi şimdi git de hali anlat “ dedi.
3175. Köle elsiz, ayaksız sarhoş bir halde geldi, elden çıktı, ayağını tanımaz oldu!
Kervan halkından ayrıldı, suyla dolu iki kırbasını aldı, yola düştü.
Efendinin, kölesini bembeyaz görüp tanımaması, “ Benim kölemi
öldürdün, seni kan tuttu, Allah seni benim elime düşürdü “ demesi
Efendi, köleyi uzaktan görüp şaşırdı. Şaşkınlıkla o köy halkını çağırdı.
“ Bu kırba bizim kırbamız, deve de bizim devemiz. Fakat Zenci köle ne oldu ki?
Bu uzaktan gelen, ay’ın on dördü gibi bir delikanlı… Yüzünün nuru, balkıyıp durmakta… gündüzü bile nursuz
bırakmakta.
3180. Kölemiz nerede? Acaba birisi mi öldürdü, yoksa kurt mu paraladı da öldü?” dmeye başladı.
Köle yanına gelince “ Sen kimsin?” Yemenli misin, Türk müsün?
Söyle, doğru söyle…kölemi ne yaptın? Öldürdüysen gizleme, hileye sapma!” dedi.
Köle dedi ki: “ Öldürmüş olsam yanına nasıl gelirim,
Kendi ayağımla kanımı döktürmeye gelir miyim hiç?
3185. Bey, “ Hey ne söylüyorsun, kölem nerede benim? Doğruyu söylemekten başka çare yok, kurtulamazsın elimden “
dedi.
Köle dedi ki: “ Köleyle arandaki sırları birer birer tamamıyla söyleyeyim…
Beni satın aldığın zamandan şimdiye kadar ne gelmiş geçmişse anlatayım da,
Kapkara vücudumdan bir sabah açılmış olmakla beraber senin kölen olduğumu anla!”
Kölenin rengi değişti ama tertemiz ruhun rengi yoktur ki… ruhun ne rengi vardır, ne unsurlara bağlıdır, ne toprağa
mensuptur!
3190. Yalnız teni tanıyanlar, bizi çabucak kaybederler… su içenler, tulumu da bırakırlar, küpü de!
Fakat canı tanıyanların sayılarla işleri yoktur. Onlar, keyfiyetsiz ve kemiyetsiz olan denize gark olmuşlardır!
Can ol da can yoluyla canı tanı! Görüş dostu ol, kıyas oğlanı değil!
Melekle akıl, aynı yaradılıştadır hikmeti var da iki suret oldu.
Melek, kuş gibi kanatlı olmuş; akıl, kanadı bırakmış, nura bürünmüştür.
3195. Hulâsa ikisinide mânası aynı olduğundan, ikisinin de hakikati bir olduğundan o iki güzel, birbirlerine arka
olmuşlar, birbirlerine yardımcı kesilmişlerdir.
Melek de Hakk’ı bulmuştur, akıl da. Her ikisi de Âdem’ yardımda bulunmuş, her ikisi de Âdem’e secde etmiştir.
Nefisle Şeytan’sa ezelden bir olduğundan Âdem’e düşmandır, ona hased edip durur.
Âdem’i bedenden ibaret gören ondan kaçmış ona secde etmemiştir. Fakat onu emniyete mahzar olmuş bir nur olarak
gören, karşısında eğildi, secde etti.
Melekle aklın… o ikisinin gözleri Âdem’i görüp nurlandı. Şeytan’la nefsin… bu ikisinin gözleri, Âdem’i ancak toprak
olarak gördü.
3200. Bu anlatışım da işte kara saplanmış eşek gibi kalakaldı. Yahudiye’ye İncil okunamaz ki!
Şia’ya Ömer’den bahsedilebilir mi? Sağırın yanında kopuz çalınabilir mi?
Fakat köyün bir bucağında tek bir adam bile varsa bu hayhuyum kâfidir, o anlatmıştır ya, yeter!

Anlatılması icabeden şeyi taşlar, kerpiçler bile dile gelir de anlayana adamakıllı anlatır!
Allah, göklerden, yerlerden, ârazdan, âyandan ne verdi ve ne
yarattıysa hepsini de ihtiyaca karşılık olarak vermiş, yaratmıştır. Bir
şeye muhtaç olmalı, o ihtiyacı elde etmeli ki Allah ihsan etsin. “ Allah,
bunalan kişinin duasını kabul eder. “ Bunalma, bir şeye hak kazanmış
olmaya şahittir.
Küçücük bir çocuk olan İsa’yı dile getirip konuşturan, Meryem’in derde düşüp niyaz etmesidir.
3205. Meryem’in cüz’ü olan İsa, Meryem’in diliyle değil, kendi diliyle onun yerine söz söyledi. Senin cüz’ünün cüz’ü de
gizlice söz söyler durur.
A kişi, elin, ayağın sana şahit olur. Niceye bir münkirliğe el sunacak, ayak atacaksın?
Anlatılanı anlamaya, söyleneni dinlemeye liyakatin yoksa söz söyleyenin söyleme kabiliyeti seni görür anlar… yatar,
uyur!
Arayan, aradığını bulsun diye yerden ne biterse ihtiyaç sahibi için biter
Allah, gökleri yarattıysa ihtiyaçları gidersin diye yarattı.
3210. Nerede dert varsa deva oraya gider, nerde yoksulluk varsa nimet oraya varır.
Müşkül neredeyse cevap oradadır, gemi neredeyse su orada!
Suyu az ara, susuzluğu elde et de sular yukardan da coşsun, aşağıdan da fışkırsın!
Boğazcağızı nazik yavrucak doğmasaydı onu besleyecek süt nasıl olur da memeden akardı?
Yürü, bu inişlerde, bu yokuşlarda koş da susa hararetlen!
3215. Ey ulu er, ondan sonra havadaki arı(gibi) bulutlardaki ırmakların sesini iç!
İhtiyacın, otlardan, sebzelerden az mı ki suyun önünü keser, sebzelere akıtırsın…
Suyun kulağını çeker, kurumuş nebatlar yeşersin, gelişsin diye o tarafa yürütürsün.
Cevherleri gizli olan can ekinleri için de Kevser suyuyla dolu rahmet bulutları var. Susuz kal, susa da sana “ Onları
Rableri sular “ hitabı gelsin…
Allah, doğrusunu daha iyi bilir!
Kâfir karısının, süt emer çucuğuyla Mustafa aleyhisselâm’ın yanına
gelmesi ve çocuğun, Rasûl sallallâhu aleyhi vesellem’in mucizesiyle
İsa gibi dile gelip konuşması
3220. Yine o köyden bir kâfir karısı Peygamber’i sınamak için koşa koşa,
Eşeğiyle beraber yanına geldi, kucağında da iki aylık bir çocuk vardı.
Çocuk, Peygamber’ee “ Allah, sana selâm söyledi Ya Rasûllâllah, sana geldik işte “ dedi.
Anası kızgınlıkla “ Sus be, bu şahadeti kulağına kim üfürdü?
A yumurcak, bunu sana kim söyledi de böyle dilin açıldı, söyleyip duruyorsun? “ dedi.
3225. Çocuk dedi ki: “ Evvelâ Allah, sonra da Cebrail! Ben, bu sözde Cebrail’e ahenk uyduruyorum. “
Kadın “ Nerede Cebrail? “ deyince çocuk dedi ki: “ Nah; başının üstünde. Görmüyor musun? Kafanı kaldır da bir
yukarıya bak!
Cebrail, başının üstünde duruyor; bana yüz çeşit delil olmakta! “
Kadın, “ Sahi görüyor musun ? “ dedi. Çocuk dedi ki: “ Evet, başının üstünde ayın on dördü gibi durmakta.
Bana Peygamber’i vasfediyor. Beni, bu suretle bu aşağılıklardan yüceltmede!
3230. Sonra Peygamber, “ Ey süt emer yavru, adın ne? Hadi bunu da söyle de sonra ananın isteğine uy, sus “ dedi.
Çocuk, “ Adım, Allah yanında Abdülâziz, fakat bu bir avuç edepsize göre Abdül Uzzâ!
Halbuki ben sana bu peygamberliği veren Allah hakkı için Uzzâ’dan usanmışım, berîyim! “ dedi.
İki aylık, çocuk, ayın on dördü gibi parlamış, baş köşeye geçen bilgi sahipleri gibi yetişmiş kişilere ders veriyordu.
Bu sırada çocuğun burnuna da, anasının burnuna da cennetten kâfuru kokusu geldi.
3235. Her ikisi de yaşarsak yine bu mertebeden düşer, kâfir oluruz korkusuyla bunu söylediler ve bu kokuyu duya duya
can verdiler.
Birisini, Allah överse ona cansızlar da yüzlerce kere doğrudur, haktır der, canlılar da!
Birisini koruyan Allah olursa ona kuş da gözcü, bekçi kesilir, balık da!

Tavşancıl kuşunun Mustafa Aleyhisselâm’ın pabucunu kapıp
havalanması ve havada pabucu ters çevirmesi, içindeki kara yılanın
düşmesi
Tam bu sırada Mustafa, yücelerden ezan sesini duydu.
Abdest tazelemek üzere su istedi. O soğuk suyla elini, yüzünü yıkadı.
3240. Ayaklarını da yıkayıp pabuçlarını giymek üzereyken bir kuş gelip pabucunun bir tekini kapıverdi.
O güzel sözlü Peygamber, tam pabucu eline almışken tavşancıl pabucunu elinden kapıvermişti.
Kuş, yel gibi havalandı, pabucu, tersine çevirdi, içinden bir yılan düştü.
Kapkara bir yılandı o… tavşancıl, bu hareketiyle Peygamber’e iyilik etmek istemiş, Allah inayetine sebep olmuştu.
Kuş, sonra pabucu getirip “ Buyur, namaza git “ diye Peygamber’in önüne koydu.
3245. Âdeta “ Bu küstahlığı zoraki yaptım, yoksa benim de edep ağacından bir dalcağızım var, ben de haddimce edep
erkân nedir, bilirim “ diyordu.
Vay o kişiye ki küstahça adım atar, nefsine uyar da lüzumsuz fetvalar verir!
Peygamber, şükretti de dedi ki: “ Biz, bunu cefa sanıyorduk, halbuki vefanın ta kendisiymiş! “
Pabucumu kaptın, aklım karıştı, canım sıkıldı, sen beni gamdan kurtarıyormuşsun, bense gama düşmüştüm!
Allah, bize bütün gaypları gösterdi ama o sırada gönlüm, kendimle meşguldü! “
3250. Tavşancıl, “ Sen, gafil olmazsın, bu, senden uzak. Ey Mustafa, benim gaybı görmem de sendeki bilginin
aksinden !
Havadayken pabucun içindeki yılanı görmem, kendimden değil, senden aksetti bu bana “ dedi.
Nurlu kişinin aksi de aydındır. Zulmette kalanın aksiyse baştanbaşa külhan kesilir.
Allah kulunun aksi tamamıyla nurdur, yabancının aksiyse tamamıyla körlük!
Ey can, herkesin aksi nedir, bunu bil… dilediğin kişinin yanında otur!..
Bu hikâyeden ibret alış şüphesiz olarak her güçlüğün bir kolaylığı
olduğunu biliş
3255. Ey can o hikâye, Allah hükmüne razı olasın diye sana ibrettir.
İbret al da kötü bir işe düşünce aklını başına devşir, ye’se düşme, hüsnü zanda bulun!
Başkaları, o hâdiseden korkup sapsarı kesilse bile sen aldırış etme. Fayda, zamanında da, ziyan zamanında da gül gibi
gülmeye bak!
Gülün yapraklarını birer birer koparsan da yine gülmeyi bırakmaz, yine solup gamlanmaz.
Bir dikenden niçin gama düşeyim? Zaten bu gülmeyi diken yüzünden buldum der.
3260. Takdir yüzünden kaybettiğin şeyler, muhakkak senden belâyı giderir… bunu böyle bil!
Tasavvuf nedir diye bir uluya sordular da dedi ki: Sıkıntı zamanı, gönülde neşe, ferah bulmak!
Allah’nın verdiği mihnet ve cefayı da Peygamber’in pabucunu kapan tavşancıl say.
Tavşancıl, Peygamber’in ayağını yılan sokmasın diye pabucu kaptı, toza, toprağa bulanmamış akla ne mutlu!
Allah, “ Kaybettiğiniz şeylere eseflenmeyin, hattâ kurt gelse de keçinizi yese bile “ buyurdu.
3265. O belâ, daha büyük belâları defetmek, o ziyan daha dehşetli ziyanları menetmek içindir.
Bir adamın, Musa’dan hayvanların, kuşların dillerini öğrenmeyi istemesi
Musa’ya bir delikanlı dedi ki: “ Hayvanların dillerini öğrenmek istiyorum.
Bu suretle kurdun, kuşun sözlerini duyayım da dinime ait işlerde ibret sahibi olayım.
Çünkü Âdemoğulları’nın bütün sözleri, suya, ekmeğe, şana, şerefe ait.
Belki hayvanların bu dünyadan göçme zamanındaki tedbirleri, bu tedbirler yüzünden başka bir dertleri var! “
3270. Musa, “ Hadi efendim, hadi… vazgeç bu hevesten… bunun önünde, sonunda pek çok tehlikesi var.
İbret almayı, uyanmayı Allah’dan dile… kitaptan, sözden, harften, duraktan değil! “ dedi.
Adam, Musa menettikçe kızıştı, üstüne düştü. Zaten insan, bir şey menedildi mi, o şeye haris olur, büsbütün üstüne
düşer!
dedi ki: “ Ya Musa, nurun parlayınca her şey, kadrini, kıymetini, senin sayende buldu.

Beni bu muradımdan mahrum etmek lûtfuna düşmez ey cömert er!
3275. Bu zamanda Allah’nın vekili sensin. Muradımı vermezsen beni meyus edersin. “
Musa, “ Yarabbi, taşlanmış Şeytan, bu sâf adamla alay mı ediyor?
Öğretsem ziyankârlardan olacak, öğretmesem gönlüme bir kötülük gelecek “ dedi.
Allah dedi ki: “ Ya Musa, öğret… çünkü biz, keremimizden hiçbir duayı asla redetmeyiz.
Musa dedi ki: “ Yarabbi, sonra pişman olacak, elini dişleyecek, elbiselerini yırtacak.
3280. Kudret, herkesin harcı değil… aciz, Allah’dan çekinen kişiye sermayedir.
Eli bir şeye erişmeyen, Allah’dan korktu, çekindi, kendisini ibadete verdi… yoksulluk, işte yüzden daima övünülecek
bir şeydir!
Zengin zenginliği yüzünden Allah tapısından rededildi. Çünkü kudreti var; sabrı terk etti, dilediğini yapıverdi!..
Âcizlik, yoksulluk, insana hırslarla, gamlarla dolu olan nefis belâsından aman verir.
Gam, olmayacak dileklerden meydana gelir. Çünkü gulyabanilere avlanmış olan insan, o olmayacak dileklere alışmış,
onlarla huylanmıştır.
3285. Toprak yiyen, toprak ister; o biçare gülbeşekerden hoşlanmaz, gülbeşekeri hazmedemez! ”
Ulu Allah’dan, Musa’ya dileğinden bir kısmını olsun öğret… diye
vahiy gelmesi
Allah, Musa’ya “ Ya Musa, sen onun dileğini verde elini aç, dilediğini yapsın! “ dedi.
Dileğini yapmak kudreti, ibadetin tuzudur, lezzetidir. Yoksa bu gökyüzü de ihtiyarsız dönüp durmada.
Fakat düşünüşünden dolayı ne bir sevaba girer, ne bir günaha. Çünkü hesap vakti sevap ta ihtiyarî olarak yapılan işe
verilir, azap da!
Zaten bütün âlem Allah’yı tesbik eder… fakat bu zoraki tesbihten, bir sevap elde edilemez.
3290. Erin eline kılıcı ver, onu âcizlikten kurtar, onu kudret sahibi yap da ya gazi olsun, ya yol kesici eşkıya!
Âdem, “ Keremnâ “ sırrına, dilediğini yapabilme kudretiyle erişti… insanların yarısı bal arısı oldu, yarısı yılan!
Müminler, bal arısı gibi bal madeni oldular… kâfirler, yılan gibi zehir madeni!
Çünkü mümin, seçilmiş, helâl otlar yer, tükrüğü bile bal arısı gibi hayat verir!
Kâfire gelince, irin şerbeti içer, gıdasından da zehir meydana gelir!
3295. Allah ilhamına erenler, hayatın ta kendisi kesilirler, hava ve hevesle süslenenler ise ölüm zehiri!
İyilik edenler, ihtiyarlarıyla iyilik ederler, uyanık hareketleriyle kendilerini korurlar da o yüzden övülürler, takdir
edilirler. Cihandaki bu medihler, bu takdirler, hep ihtiyar yüzünden meydana gelir.
Külhaniler, zindanda oldukça Allah’dan çekinirler, zâhit olurlar, Allah’yı anarlar!
Fakar kudret gitti mi amel kesada uğrar… kendine gel de ecel, sermayeyi elden almasın!
Kendine gel… kudretin, kâr elde etmek için bir sermayedir. Kudret zamanını kaçırma, kıymetini bil!
3300. İnsan, “ Kerremna “ kır atına binmiş, ihtiyar dizginini de akıl eline vermiştir.
Musa, tekrar ona şefkatle öğüt vererek “

armi
Wed 27 January 2010, 04:30 pm GMT +0200
3785. Nil gibi akıp duran şu lûtuf, biz firavun muyuz… kan kesilir bize!
Kan, aklını başını al, ben suyum, dökme beni… ben Yusuf’um fakat sana kurt gibi görünüyorum a savaşçı der.

Sen görmüyorsun yoksa… halim, selim sevgili, onunla zıt oldun mu yılanlaşır.
Halbuki ne eti başkalaştı, ne yağı… sen onu kötü gördün de ondan kötüleşti!”
Vekilin aşk yüzünden hiçbir şeye aldırış etmeyerek Buhara’ya dönmesi
Meryem’in mumunu bırak, yana dursun…. Evet… o yanıp yakılan âşık, Buhara ya dönüyordu.
3790. Gönül, ne de sabırsızsın, ateşler içindesin. Yürü, Sadr-ı Cihan’a doğru kaç!
Şu Buhara ok mu… bilgi kaynağıdır. Kimde ateş varsa Buhara’lıdır zaten!
Şeyhin huzurunda oldukça Buhara’dasın, sakın Buhara’yı hor görme!
Şeyhin denize benzeyen gönlü taşar çekilir, taşar çekilir… Bu med ve cezir, o Buhara’ya horluktan başka bir surette
gidene yol vermez.
Ne mutlu kişiye ki nefsini aşağılatmıştır. Vay o kişiye ki nefsinin tekmesi altında kalmıştır!
3795. Sadr-ı Cihan’ın ayrılığı, o âşıkın canına tesir etmiş, varlığını parçalamış gitmişti.
Diyordu ki, yine oraya gideyim, kâfir olmuşsam bile tekrar imana geleyim.
Oraya varayım da yerlere döşeneyim; o iyi düşünceli Sadr’ın huzurunda kendimi yerlere atayım.
Diyeyim ki: İşte canımı önüne attım. İster dirilt, ister koyun gibi kes başımı!
Ey ay yüzlü, senin huzurunda kesilip ölmek, başka yerde dirilere padişah olmaktan yeğ.
3800. Ben bin kere, hattâ daha da fazla sınadım, anladım: sensiz yaşamam pek acı, tahammül edilir şey değil!
Ey emelim, maksadım sevgili, sur üfürür gibi nağmelerle terennüm et de beni dirilt… ey devem, çök artık… neşe
tamamlandı!
Ey yeryüzü, göz yaşlarımı em, yeter gayri… ey nefis, iç o tatlı suyu, bulanıklığı geçti, duruldu artık!
Ey yeryüzü, göz yaşlarımı em, yeter gayri… merhaba ey seher yeli! Bize dostun kokusunu getirdin, ne güzel de estin
ya!
Dostlar, dedi, ben gidiyorum, elveda. Ben o emîre, o emrine itaat edilen Sadr-ı Cihan’a gidiyorum.
3805. Anbean onun aşkıyla, onun ayrılığıyla yanmaktayım… artık ne olursa olsun, gidiyorum ben!
Sevgilinin gönlü mermerler gibi katı bir hale gelse bile ruhum yine Buhara’ya gitmek istiyor.
Orası sevgilimin konağı, padişahımın şehri; benim vatanım orası…. âşıklara vatan sevgisi budur!
Bir mâşukun, garip âşığına “ Şehirlerden hangi şehri daha güzel
buldun, Hangi şehir daha kalabalık, daha büyük? Hangi şehrin
nimetleri daha bol, hangi şehir daha ziyade iç açıcı “ diye sorması
Bir güzel, âşığına dedi ki: Yiğidim, gurbette birçok şehirler gördün.
Hangi şehir daha ziyade hoşuna gitti. Âşık, “ Sevgilinin oturduğu şehir”
3810. Padişahımız, nereye yaygısını yayar, oturursa orası, iğne deliği kadar dar bile olsa bize sahra gelir.
Ay gibi Yusuf neredeyse orası, kuyunun dibi bile olsa cennettir.” dedi.
Dostlarının, Buhara’ya gitme diye âşığı menetmeleri ve hiçbir şeye
aldırış etmeksizin ulu orta sözler söyleme diyerek tehdit eylemeleri
O âşığa da öğütçünün biri dedi ki: “ Ey bihaber, aklın varsa işin sonunu düşün.
Aklını başına devşir de işin önüne, sonuna dikkat et. Pervane gibi kendini yakıp yandırma!
Delicesine Buhara’ya gidersen zincire vurulmaya, hapishaneye atılmaya lâyıksın.
3815. Sadr-ı Cihan, sana kızgın… âdeta demir çiğnemede, dişlerini gıcırdatıp durmada. Seni yirmi gözle bekliyor.
Senin için bıçak bileyip duruyor. O âdeta kırlıkta kalmış bir köpek, sense unla dolu dağarcıksın!
Allah, bir fırsat verdi, kurtuldun… sonra da zindana gidiyorsun ha…. ne oldu sana?
Sana on çeşit memur dikseler bile onlardan kaçıp gizlenmen lazım; akıl, bunu emreder.
Halbuki senin başında tek bir memur bile yok. Neden böyle önden, arttan yolun bağlandı?”
3820. Gizli aşk, onu esir etmişti. O öğütçü, o korkutucu o gizli memuru görmüyordu ki!
Her memurun başında gizli bir memur var. Böyle değil de o memur, neden köpeğe benzeyen tabiatına esir. Neden
onun bağlarıyla bağlı?

Padişahın kızgınlığı ruhuna tesir etmiş, onu memurluğa, kara yüzlülüğe bağlamış.
Hadi vur şu adamı diye onu dövüp duruyor! Benim feryadım, işte o gizli memurlardan!
Kimi ziyanda görürsen bil ki görünüşte yapayalnız bile olsa hakikatte o ziyana bir memurla sürüklenir, gider.
3825. Bu hali bilseydin feryad eder, o padişahlar padişahına sığınırdın.
Padişahın huzurunda başına topraklar saçar da o korkunç Şeytan’dan kurtulurdun.
A karıncadan daha aşağı, daha kuvvetsiz ve ehemmiyetsiz adam, kendini bey görüyorsun ha… sen körsün de ondan
başına dikilmiş olan o memuru görmüyorsun.
Bu yalancı kanatlarla gururlandın ha... adamı suça, ziyankârlığa çeken kol kanat, ama da kol kanattır ya!
Kanat dediğin adamı yücelere çeker… topraklara bulandı mı da ağırlaşır, adam uçamaz gayrı!
Âşığın, aşk sırrını anlamayan öğütçüye ulu orta cevabı
3830. Âşık dedi ki: “ Ey öğütçü, sus… niceye bir öğüt vereceksin, niceye bir? Vazgeç bu öğütten; bağ, pek kuvvetli.
Senin öğüdünden daha da kuvvetlendi. Senin âlimin aşk nedir, tanımadı ki!
Bir yerde aşk fazlalaştı, derdi arttırdı mı orada ne Ebû Hanîfe bir ders verebilir, ne Şâfiî!”
Beni ölümle tehdit etme... kendi kanıma susamış birisiyim ben zaten!
Âşıklara her an bir ölüm var… âşıkların ölümü bir çeşit değil!
3835. Âşık, doğru yolun ruhunu bulmuş, o ruhla iki yüz cana sahip olmuştur da her an iki yüzünü de feda edip
durmadadır.
Feda ettiği her cana karşılık da on tana ecir alır. Kur’an’dan “ Kim bir iyilik yaparsa on mislini bulur” âyetini okusan a!
O güzel yüzlü sevgili, kanımı dökerse neşeyle dönerek, zevkimden ayaklarımı yerlere vurarak canımı saçarım!
Ben sınadım, benim hayatım ölümümde. Bu hayattan kurtuldum mu ebediyete erişeceğim.
Ey inanılacak, güvenilecek kişiler, beni öldürün, öldürülmemde hayat içinde hayat var.
3840. Ey aydın yüzlü, ey daimî varlığın ruhu, ruhumu kendine çek, bana vuslatınla cömertlik et!
Öyle bir sevgilim var ki sevgisi kalbimi yakıp kavurmada. Dilerse gözlerimin üstünde yürür!
Arapça daha hoş ama Farsça söyle. Zaten aşkın bunlardan başka daha yüzlerce dili var ama,
Sevgilisinin kokusu uçup geldi mi o dillerin hepside şaşırır, lâl olur kalır.
Artık ben susayım, kâfi… sevgili söylemeye başladı. Dinle, kulak kesil…. Allah, doğruyu daha iyi bilir.
3845. Âşık tövbe etti mi… işte o zaman kork. Çünkü âşık, ayyarlar gibi daracığında ders verir!
Bu âşık, Buhara’ya gidiyor ama ders okumaya, üstada hizmet etmeye değil.
Âşıklara dostun güzelliği müderristir… defterleri, dersleri, meşkleri de onun yüzü!
Susarlar ama tekrar tekrar attıkları nâralar sevgilinin arşına, tahtına kadar ulaşır.
Dersleri fitne, oyun, dönüş ve titreyiştir. Onlar ne Ziyadat okurlar, ne Silsile.
3850. Bu kavmin silsilesi, sevgilinin simsiyah ve kıvırcık saçlarıdır. Onlarda devir meselesinden bahsederler ama
sevgilinin devrinden.
Eğer birisi sana kese meselesini sorarsa ona de ki: “ Allah hazinesi keselere sığmaz ki!
Âşıklara aralarında Hul’ ve Mübara’dan dem vururlarsa hoş gör. Hakikatte Buhara’yı anıyorlar demektir.
Her şeyi anış, başka bir hassa verir… her sıfatın başka bir mahiyeti var.
Buhara’da her hünere ermiş, olgun bir hale gelmişsin ama horluğa yüz kodun mu hepsinden vazgeçer, her şeyi
unutursun.
3855. O Buhara’lı âşık da bilgi derdinde değildi… gözünü görüş güneşine dikmişti o.
Kim, halvette görüşe yol bulur, hakikati görürse artık bilgilerle yücelmeyi dilemez.
Can güzelliğiyle bir kâseden şarap içen, ağızdan duyulma haberlerle bilgilerden tasalanmaz.
Görüş, ekseriyetle bilgiden üstündür, bilgiye galebe eder. Bu yüzden halk nazarında dünya galiptir, sevimlidir.
Çünkü dünyayı gözler görür; bu, eldeki matahtır… ahireti ise verilmesi va’dedilen borç bilirler.
O âşık kulun Buhara’ya yüz tutması
3860. Kanlı göz yaşları döken o âşık yüreği çarpa çarpa hararetle, iştiyakla koşarak Buhara’ya yüz tuttu.
İştiyakından çölün kumları, ona ipek geliyor, Ceyhun’un suyu küçücük bir şey görünüyordu!
Çöl önünde gül bahçesi kesilmekte, gül gibi gülerek düşe kalka, yuvarlanarak koşup gitmekteydi!
Şeker, Semerkant’tedir ama o, şekeri Buhara’da bulmuş Buhara yolunu tutmuştu.

“ Ey Buhara, sen akıllara akıl katardın ama benim aklımı da aldın dinimi de!
3865. Ben bir tolunay aramaktaydım, o yüzden hilâle döndüm. Kapı dibinde Sadr-ı ( baş köşeyi) istiyorum!” demekteydi.
Buhara’nın karaltısını görünce gam karanlığında bir beyazlıktır göründü.
Yere yığıldı, uzun bir müddet kendisinden geçti. Aklı, sır bahçesine uçup gitti.
Onu ayıltacak, aşk gül suyuydu, bunu bilmediklerinden başına, yüzüne gül suları serptiler.
O gizli gül bahçesi görmüştü… aşk, onu yakalamış kendisinden geçirmiş gitmişti.
3870. Sen donmuş, taş kesilmiş birisin; bu söze, bu nefese lâyık değilsin… evet, sen de kamışsın ama içinde şeker yok!
Aklın başında, akıllısın sen. “ Görmediğiniz askerleri yolladı” âyetinden gafilsin!
O sallapati âşığın Buhara’ya gelmesi, dostlarının onu meydana
çıkarmamaya çalışmaları
Sevine, sevine o emniyet şehrine sevgilisinin bulunduğu yere, Buhara’ya geldi.
Gökyüzünde uçan, ay tarafından kucaklandığını, kendisine sen de beni kucaklasana dendiğini sanan sarhoşa
benziyordu.
Onu Buhara’da her gören “ Durma, görünmeden hemen bir tarafa sıvış!
3875. Padişah gazap etmiş, tam on yıllık öcünü almak için seni arayıp duruyor.
Allah aşkına olsun kendi kanına girme… kendine pek o kadar güvenme!
Sadr-ı Cihan’ın Şahnesiydin, itimadına mazhar olmuş üstat bir mühendistin.
Ona hıyanette bulundun, cezadan da kaçtın… neyse, bu suretle kurtulduğun halde şimdi nasıl oldu da tekrar geldin?
Yüzlerce hileyle belâdan kurtulmuştun, seni buraya aptallığın mı getirdi, ecelin mi?
3880. Aklın Utaridi bile beğenmez, kınardı… fakat kaza ve kader, aklı da ahmak bir hale sokuyor, akıllıyı da!
Sen, aslanı arayan talihsiz tavşansın. Nerede aklın, nerede bilgin, nerede çevikliğin, çabuk anlayışın?
Kaza ve kaderin böyle yüzlerce afsunları vardır. Kaza geldi mi âlem daralır derler.
Sağda, solda yüzlerce yol, yüzlerce kaçıp kurtulunacak yer vardır da kaza ve kader, gelince hepsi bağlanır, kapanır;
kaza ve kader bir ejderhadır” diyordu.
Âşığın, kendisini kınayan ve tehdit edenlere cevap vermesi
Âşık dedi ki. “ Ben, susuzluk hastalığına tutulmuş birisiyim. Biliyorum da… su beni öldürür.
3885. Fakat bu hastalığa tutulan, sudan kaçamaz ki… isterse su onu yüzlerce defa öldürsün, harap etsin!
Elim, karnım şişse bile suya olan aşkım azalmıyor.
Karnımı görüp bu ne diye sordukları zaman keşke bütün deniz, karnıma aksaydı diyorum.
Bir tuluma benzeyen karnım, isterse su dalgalarından yırtılsın… ölsem bile ne mutlu bir ölüm!
Ben, nerede bir ırmak görsem ah, o ırmak ben olsam diye haset etmekteyim.
3890. Elim defe benzese; karnım davul gibi şişse yine gül gibi neşeyle onun sevda davulunu döver dururum.
O, Ruhulemin, kanımı dökse yer gibi yudum, yudum kan içerim.
Ben yer gibi, karnındaki çocuk gibi kanlar içiyorum… âşık oldum olalı işim gücüm bu!
Geceleri tencere gibi ateş üstünde kaynamakta… gündüzleri kum gibi akşamlara kadar kan içmekteyim.
Hileye saptım, o bana kızmıştı, yapmak istediğim şeye mâni oldum, hışmından kaçtım diye nadimim.
3895. Söyleyin… kızgınlıkla bana ne yapmak istiyorsa yapsın. O kurban bayramıdır, âşık da kurbanlık!
Öküz uyur, istirahat eder, bir şey yerse kurban bayramı için besleniyor demektir.
Beni Musa’nın kurban edilerek ölüyü dirilten öküzü bil. Cüz’lerimin cüz’ü bile hür kişinin hasredilmesine sebeptir.
Musa’nın öküzü de kurban olmuştu. En küçük cüz’ ü bile bir öldürülmüşe hayat verdi.
Öküzün bazı yerleriyle ölüye vurun hitabı geldi; vurdular. O öldürülmüş adam dirildi, fırlayıp kalktı.
3900. Eğer şu ruhların haşredilmesini istiyorsanız ey ulu kişilerim, bu sözü kesin!
Ben cemaattandım… öldüm, yetişip gelişen bir varlık, nebat oldum. Nebatken öldüm, hayvan suretinde zuhur ettim.
Hayvanlıktan da geçtim, hayvanken de öldüm de insan oldum. Artık ölüp de yok olmaktan ne korkayım?
Bir hamle daha edeyim, insanken öleyim de melekler âlemine geçip kol kanat açayım.
Melek olduktan sonra da ırmağı atlamak, melek sıfatını da terk etmek gerek, “Her, şey fanidir, helâk olur… ancak onun

hakikati bakidir.”
3905. Bir kere daha melekken kurban olur da o vehme gelmeyen yok mu… işte o olurum.
Yok olurum, suretlerin hepsini terk ederim de erganun gibi “ Biz, mutlaka geri dönenleriz, ona ulaşanlarız” derim…
Ümmet, bunda ittifak etmiştir. Karanlıklarda gizli olan Âbıhayat yok mu… ölümdür o.
Nilüfer gibi ırmağın bu tarafında bit… susama hastalığına uğrayan adam gibi haris ol, ölümü ara!
Susama hastalığına uğrayanın ölümü sudur da yine su arar, su içer durur. Allah, doğrusunu daha iyi bilir.
3910. Ey ayıp ve ar hırkasını giyinen donmuş, üşümüş âşık sen can korkusuyla candan kaçıyorsun.
Ey karılara bile ayıp ve ar olan kişi, hele bak… onun aşk kılıcının önünde yüz binlerce can, elceğizlerini çırparak ölüme
müştak!
Irmağı gördün ya… testideki suyu ırmağa döküver. Su, hiç ırmaktan kaçar, çekinir mi?
Testideki su, ırmağa döküldü mü ırmakta mahvolur, ırmak kesilir.
Vasfı yok olur da zatı kalır… Artık bundan böyle ne kaybolur, ne kötüleşir, pislenir!
3915. Ben de ondan kaçtığım için pişmanım, özürümü bildirmek üzere kendimi onun fidanına astım!”
Canından el yıkayan o âşığın mâşukuna ulaşması
Top gibi başının, yüzünün üstüne kapanıp secdeler ederek gözleri yaşlı bir halde Sad-ı Cihan’ın huzuruna gitti.
Herkes, acaba onu yakacak mı, asacak mı diye başını havaya dikmiş bekliyordu.
Sadr-ı Cihan, işte o vakit zaman, talihsiz kişilere ne gösterirse bu bir avuç ahmağa onu gösterdi.
İşten anlamayan ahmak, pervane gibi alevi nur sandı, ahmakçasına aleve atıldı, canından oldu.
3920. Fakat aşk mumu, o muma benzemez ki. Aşk, aydınlıklar içindeki aydınlıklar aydınlığıdır.
O ateşli mumların aksine bir şeydir. Ateş gibi görünür ama baştanbaşa nurdur, güzellikten, hoşluktan ibarettir.
Âşık öldüren mescidle ölümünü arayıp hiçbir şeye aldırış etmeyerek
orada konuklayan âşık
Ey izi, tozu güzel, bir hikâye söyleyeyim, dinle:
Rey şehrinin kıyısında bir mescit vardı.
Hiç kimse yoktu ki orada gecelesin, yatsın da korkudan ödü patlayıp ölmesin; oğlu o gece yetim kalmasın.
Ona nice aç, çıplak garip gitti… hepsi de sabah çağı yıldızlar gibi battı, mezara girdi!
3925. Sen de bunu iyice anla, kendine gel. Sabah geldi çattı, uykuyu bırak artık!
Herkes, orada kuvvetli periler var, orada konaklayanları kör kılıçla kesip öldürüyorlar derdi.
Bazıları sihir ve tılsım var. Düşmanın canını almak için gözetip durmada diyordu.
Bazı kimseler, kapısına açıkça “ Ey konuk, burada kalma. Canına kastın yoksa geceyi burada geçirme, burada yatıp
uyuma. Yoksa ölüm sana pusu kurar” diye yazalım demekteydi.
3930. Bir diğeri de derdi ki. “ Geceleri kilitleyin de bilmeyen bir adam girip kalmasın!”
Mescide konuk gelmesi
Nihayet bir gece vakti mescide bir konuk geldi… mescidin o aşılacak şöhretini o da duymuştu.
Bir tecrübe etmek istiyordu. Çünkü hem pek yiğitti, hem de canından bezmişti, hayatına doymuştu.
Dedi ki: “ Bu başa, bu gövdeye pek o kadar aldırış etmem… tut ki can hazinesi için bir habbe gitmiş.. ne çıkar?
Ten sureti gidiversin, ben o suretten ibaret değilim ya. Ben baki oldukça suret eksik olmaz elbet.
3935. Allah lûtfuyla “ Ben insana ruhumdan ruh üfürdüm” sırrına mazharım… kamış gibi olan tenden ayrılırsam yalnız
Allah nefesi olarak kalırım.
Allah’nın nefesi, bu tene gelmesin de inci de bu dar sedeften kurtulsun artık.
Allah “ Ey doğru kişiler, ölümü dinleyin” dedi. Ben de doğrucuyum, bu söze canımı veririm!”
Mescid halkının o âşık konuğu, gceleyin mescide konaklama niyetinden
dolayı kınamaları, burada kalma diye tehdit etmeleri

Halk, “ Sakın burada geceleme. Yoksa can alıcı, seni posa gibi eziverir!
Sen garipsin, bunu bilmezsin… burada kim yattı, uyuduysa mahvoldu.
3940. Bu bir tesadüf değil. Bunu biz de nice defalar gördük, akıllı bilgiler kişiler de.
Kim bu mescitte konakladıysa gece yarısı müthiş bir zehirle zehirlendi gitti.
Bir kişiden yüz kişiye kadar nice ölenleri gördük. Birisinden duyup da rivayet etmiyoruz.
Peygamber “ Din nasihattir” dedi. Nasihat, lûgatte hıyanetin zıddıdır.
Bu nasihatte dostlukta doğruluktan ibarettir. Doğru söylemez, aldatırsan, hainsin, köpek postuna bürünmüşsün,
köpeksin!
3945. Sana bu nasihati muhabbetimizden veriyoruz. Sakın akıldan, insaftan ayrılma!” dedi.
Âşığın, kendisini menedenlere cevabı
Âşık dedi ki: “ Ey öğüt verenler, ben yaptığım dan nâdim değilim. Hayata doydum.
Ben yaralanmayı isteyen, arayan bir tembelim. Tembelden yola gitmeyi umma!..
Ama yiyecek, içecek tembeli değilim ben… hiçbir şeye aldırış etmeyen, ölümünü arayan bir tembelim!
Âleme el avuç açan, kendisine para pul toplayan tembel değilim, bu köprüden çevikçe geçen bir tembelim.
3950. Her dükkâna başvuran, halini söyleyen tembel değilim. Varlıktan sıçrayıp kurtulan ve bir madene ulaşan tembelim.
Kuşa, kafesi bırakıp uçmak nasıl hoş, tatlı gelirse bana da ölmek ve bu yurttan göçmek öyle hoş, öyle tatlı geliyor.
Bahçeye konan kafesteki kuş, gülleri, ağaçları görür.
Dışarıda, kafesin çevresinde ötüşen kuşlar, hürriyete ait güzel, güzel hikâyeler söylerler.
Kafesteki kuş, onları duyar, o yeşilliği görürde ne iştahı kalır, ne sabrı, ne kararı!
3955. Başını kafesin her deliğinden çıkarır durur. Ayağındaki bağdan kurtulmak ister.
O kuşun gönlü de dışarıdadır, canı da… böyleyken kafesi açıversen ne yapar?
O kuş, kafese kapanmış kafesin etrafında da kediler birkaç halka olmuş kuşa benzemez ki.
Bu çeşit kuş korkuya, vehme düşer, hiç kafesten çıkmayı ister mi o ?
Hattâ o kötülükler yüzünden kafesin etrafında daha yüz tane kafes olmasını ister.
Calinus bu dünya yaşayışına âşıktı, çünkü hüneri, ancak burada geçerdi,
o pazarda bir işe yaramazdı. O yüzden kendisini o âlemde halkla bir
görürdü
3960. Bu şuna benzer: Akıl ve hikmette üstün olan Calinus da bu dünyanın havasına kapılmış, dünya muradına gönül
vermiş olduğundan,
“ Yarı canlı bir halde dünyayı bir katır götünden görmeye bile razıyım, tek ölmeyeyim” dedi.
Kafes etrafında kedilerin toplanmış olduğunu görmüş, bir kuşa benzeyen ruhu, uçmaktan meyus olmuştu.
Yahut da bu cihandan başka her şeyi yok görmüş, yokluktaki haşri görmemişti.
Ana karnındaki çocuk gibi hani. Allah’nın keremi, onu rahimden dışarı çeker de o yine rahme doğru kaçar durur.
3965. Allah’nın lûtfu, onun yüzünü bu âleme çıkacağı tarafa döndürür, o yine büzülüp ana karnına sokulur.
Bu şehirden, bu yurttan dışarı çıkarsam acaba bir daha burasını görebilir miyim?
Rahimde bir kapı olsaydı da o havası ufunetli şehir görünseydi.
Yahut da bir iğne yordamı kadar delik bulunsaydı da dışarısını bir görseydim der!
Ana karnındaki çocuk da rahmin dışında bir âlem olduğundan gafildir, o da Calinus gibi nâmahremdir.
3970. Bilmez ki rahimdeki yaşlıklarda dışarıdaki âlemin feyziyledir.
Dünyadaki dört unsur da kendilerine Lâmekân âleminden yüzlerce yardım geldiğini bilmezler.
Kuş, kafeste su ve tane buluyor ama su da kafesin dışındaki bağdan, bahçeden gelmede, tane de!
Peygamberlerin canları bu âlemden göçer, bu âlemden kurtulurken o bağı, o bahçeyi görür de
Bu yüzden onlar, Calinus’a da aldırış etmezler, âleme de… ay gibi göklerde doğar, göklere ışık saçarlar.
3975. Eğer bu söz, Calinus’a iftira ise cevabım Calinus’a değil…
Bunu söylemiş olan kişiye. Çünkü bunu söyleyen nurlarla dolu gönüle eş olmamıştır.
Can kuşu, kedilerden “ Hele durun bakalım” sesini duyunca delik arayan fareye dönmüştür.

O yüzden canı, fare gibi bu dünya deliğini vatan tutmuş, yurt edinmiştir.
Bu delikte yapılar yapmaya girişmiş, bu deliğe lâyık bilgilere sahip olmuştur.
3980. Ona bu delikte yarayacak onu burada yüceltecek sanatları seçti de diğerlerini bıraktı.
Çünkü dışarı çıkmadan ümidini kesti, bedenden kurtulma yolu kapandı.
Örümcekte Anka tabiatı olsaydı tükürüğüyle çadır kurar mıydı hiç?
Kedi pençesini kafese de atar. Pençesinin adı derttir, elemdir, ıstıraptır.
Kedi ölümdür, pençesi de hastalık, kuşu da, kuşun kanadını da pençeler.
3985. Kuş, bucak bucak ilâç bulmaya koşar. Ölüm kadıya benzer, hastalık şahide.
Bu şahit, kadıdan gelen adam gibidir. “ Gel kadı, seni mahkemeye istiyor” der.
Ondan kaçıp kurtulmak için bir mühlet istersin. Verirse ne âlâ… vermezse “ Olmaz, hadi kalk” diye emreder.
Mühlet istemen, mühlet alman ilâçlardır, tedavidir. Âdeta ten hırkasını yamalarla yamarsın!
Fakat nihayet bir sabah kızgın bir hale gelir. “ Bu mühlet niceye bir sürecek? Utan artık!” der.
3990. Ey hasetlerle dopdolu adam, o gün gelmeden önce davran da padişahtan özür iste!
Atını karanlıklara süren adam, gönlünü o nurdan tamamıyla ayırır.
Şahdan da kaçar, şahitten de, götürmek istediği yerden de. Çünkü o şahit, onu kazaya, hükme davet etmektedir.
*Bu sözü bırak da o gece mescide konuk olan adamın ahvalini anlat!
Mescid halkının bir kere daha geceleyin o mescide kalmak istemesini
kınamaları
Ahali dedi ki: “ Babayiğitlik satma, yürü… bu sevdadan vazgeç de elbisen de burada rehin kalmasın, canın da!
Burada gecelemek, uzaktan kolay görünür ama bu geçit sonunda güçleşir!
3995. Nice kişiler vardır ki kasınır, böbürlenir... fakat elem ve ıstırap zamanında yapışacak, el atacak bir şey arar!
Savaştan önce halkın gönlüne iyi ve kötü hayal kolay görünür.
Fakat adam savaşa girdi mi iş o zaman sarpa sarar!
Madem ki aslan değilsin, ileriye ayak atma. Çünkü ecel kurttur, canınsa koyun!
Yok… eğer Abdal’dan olmuşsan, koyunun aslan haline gelmişse korkma, emin bir halde gel ileri… ölümün sana mağlûp
olur, bir şey yapamaz!
4000. Abdal kimdir? Varlığı değişmiş olan, Allah’nın değiştirmesiyle şarabı sirke kesilen!
Fakat sarhoşsan kendini aslanları bile tutarım, emrime ram ederim sanıyor, sarhoşlukla aslan olduğunu zannediyorsan
kendine gel, sakın ileri atılma!
Allah, doğru yolu bulmamış kötü münafıklar hakkında “ Onların savaşmaları, kendi aralarında şiddetlenir” dedi.
Kendi kendilerine kaldılar mı er kesilirler. Fakat savaşta evdeki karılara dönerler.
O gayp askerinin başbuğu Peygamber dedi ki: “ Ey yiğit, savaştan önce yiğitlik olamaz!”
4005. Sarhoşlar, savaş lâfına kalkıştılar mı ağızlarından köpük saçarlar ama savaş kızışınca köpük gibi kalırlar, hiçbir işe
yaramazlar.
Bu çeşit adamın kılıcı savaş sözü olunca, uzar. Asıl savaştaysa soğan gibi kat, kat kınlara gömülür!
Savaşı düşündüğü zaman gönlü, yaraları arar, saflara dalar, erlikler gösterir. Savaş zamanındaysa bucak bucak kaçar?
Cefaya uğrayıp cilâlanacağı zaman kaçan, sonra da safa dileyen kişiye şaşarım doğrusu.
Aşk dâvaya benzer, cefa çekmek de şahide. Şahidin yoksa dâvayı kazanamazsın ki!
4010. Kadı, senden şahit isterse incinme. Yılanı öp ki hazineyi elde edesin!
Zaten o cefa sana değildir ki ey oğu…l sendeki kötü hulyadır.
Sopayla kilime vuran, kilimi dövmez, tozlarını silker!
Kızıp atı döven, hakikatte atı dövmez, aksak yürüyüşünü döver.
Bu yürüyüşü bıraksın da iyi yürüsün, rahvanlaşsın der. Üzüm suyunu şarap olsun diye hapis edersin ya…
4015. Birisi bir yetimi dövse gören der ki: O yetimceğizi neye dövüyorsun. Allah’dan korkmuyor musun?
Döven de “ Canım, dostum, ben onu ne vakit dövdüm ki? Ben, ondaki Şeytan’ı dövüyorum” der.
Annen, sana “ geber” dese bu sözüyle kötü huyunun, kötülüğünün gebermesini ister.
Edebden, terbiyeden kaçanlar, erliğin yüz suyunu da dökerler, erlerin yüz suyunu da!
Bunlar, kendilerini kınayanları da savaştan döndürürler… nihayet böyle rezil ve kahpe bir halde kala kaldılar.

4020. Herzevekillerin herzelerini, manasız sözlerini saçma gururlarını az dinle, bu çeşit adamlarla savaş safına girme.
Allah, bunlar hakkında “ Onlar size uyunca sayınızı çoğaltmazlar, ancak aranıza nifak sokar, hile ve fesadı çoğaltırlar”
dedi.
Er olmayan kaypak arkadaşlara uyma, çevir onların yaprağını!
Çünkü onlar sizinle yoldaş olurlarsa gaziler de saman gibi içsiz bir hale düşerler.
Size uymuş görünür, sizinle beraber safa girerler ama sonra kaçarlar, safı da bozar perişan ederler.
Bu çeşit adamdansa… münafıklardan pek kalabalık kişinin size uymadansa azlık asker daha iyi.
4025. Az, fakat adamakıllı olmuş güzel badem, acımış, kötü fakat çok bademden iyidir elbette.
Suret bakımından acı da birdir, tatlı da… fakat hakikatte bunlar birbirine zıtdır, ikidir.
Kâfir, o âlemin varlığından şüphe eder, dirileceğini ummaz. Bu yüzden gönlünde korku vardır.
Yola düşüp gider ama bir konak bile bilmez. Gönlü kör olan adam, korka korka adım atar.
Yolcu, yol bilmezse nasıl gider? Tereddütlerle, gönlü kanlarla dolu olarak!
4030. Birisi “ Hay adam hay… yol, burası değil ki!” dese korkusundan hemen oracıkta duruverir.
Fakat gönlüyle hakikati duyan, yolu bilen kişinin kulağına hiç öyle hay huylar girer mi?
Şu halde bu deve yüreklilerle yoldaş olma. Çünkü onlar, darlık ve korku zamanında kayboluverirler.
Onlar, lâf da Bâbil sihrine maliktirler, her şeyi yapar, çatarlar ama iş dara geldi mi kaçar, seni yapayalnız bırakıverirler!
Kendine gel ve züppelerden savaş umma. Tavus kuşlarından av avlama hünerini bekleme!
4035. Tabiat tavus kuşuna benzer, sana vesveseler verir, saçma sapan söylenir durur; nihayet seni yerinden yurdundan
eder.
Şeytan’ın, Kureyş kabîlesine “ Ahmed’le savaşa girişin, ben de yardım
eder, size yardım etmek üzere kabîlemi getiririm “ demesi, iki saf
karşılaşınca da onları bırakıp kaçması
Şeytan gibi… o da asker içine girdi, yüzün biri oldu, “ Ben size yardımcıyım” dedi, onlara afsun okudu, onları aldattı.
Fakat Kureyş, onun sözüne uyup hazırlanarak iki ordu karşılaşınca,
Müminlerin saflarında melek askerlerini gördü…
Sizin görmediğiniz o gayp askerlerinin saf kurduklarını görünce canı, korkudan bir ateşgede kesildi.
4040. Ayağını gerisin geriye çekmeye başladı. “ Ben pek kalabalık bir ordu görüyorum.
Allah’dan korkarım ben, o bana yardım etmez. Çekilin gidin… ben, sizin görmediğinizi görüyorum” dedi.
Hâris dedi ki: “ Ey Suraka, neden dün böyle söylemiyordun?”
Suraka şekline girmiş olan Şeytan “ Şimdi savaşın başlamak üzere olduğunu görüyorum” dedi. Hâris, “ Sen, ancak
Arapların hor hakir bir topluluğunu görmektesin.
Bundan başka bir şey görmüyorsun ama ey aşağılık herif, o zaman lâf zamanıydı, şimdi savaş zamanı.
4045. Dün ben dayanır, ayak direrim, size yardımda bulunurum, bu suretle de üst gelirsiniz diyordun.
A melûn, dün ordu kumandanı kesilmiştin, şimdi namertleştin, bayağılaştın, korkaklaştın.
Senin sözüne kandık da geldik… bu belâ tuzağına düştük” dedi.
Hâris, bu sözleri söyleyince o melûn bu azardan kızdı, hiddetlendi.
Bu sözlerden gönlü dertlendi, kızgınlıkla elini, Hâris’in elinden çekti.
4050. Göğsünü döverek kaçıp gitti; o biçarelerin kanını da bu hileyle döktü.
O, bunca âlemi yıktı, harap etti de sonra “ Ben sizden değilim” dedi.
Meleklerin heybetini görünce Hâris’in göğsüne bir yumruk aşk edip yere yıktı, kaçıverdi!
Nefisle Şeytan, ikisi de birdir… surette kendisini iki gösterdi.
Melekle akıl da birdir, himmeti var da onun için iki suret oldu.
4055. İçinde, aklı alan, cana da düşman, dine de düşman olan böyle bir düşmanın var.
Bir an kertenkele gibi saldırır… derken hemencecik bir deliğe kaçıverir.
Gönlün de nice delikler var. Her delikten baş çıkarıp durmada!
Şeytanın insanlardan gizlenmesine, bir deliğe girip saklanmasına “ Hunus” derler.
Onun gizlenmesi de kirpinin büzülüp gizlenmesine benzer. Kirpi büzülür de kafasını çıkarır, tekrar gizler ya… o da öyle

işte.
4060. Allah, Şeytan’a “ Hannâs” dedi. Şeytan, kirpinin kafasına benzer.
Kirpi, kötü avcıdan ürker de büzülür, başını gizler.
Fırsatını bulunca başını çıkarır… bu hileyle yılanı bile zebun eder.
Nefis senin iç âleminde yolunu kesmeseydi bu yol kesiciler, sana el atabilirler miydi?
Seni kötü şeylere sevkeden şehvetten, o gizli memur yüzünden gönül, hırsa tamaha, âfete esir olmuştur.
4065. O gizli memur yüzünden hırsız oldun, kendini berbat ettin de nihayet bu görünen memurlar, seni kahretmek için
yol buldular.
Hadisteki şu güzel öğüdü duy; Düşmanlarınızın en kuvvetlisi, içinizdedir!
Bu düşmanın palavrasını dinleme kaç ondan… çünkü o da inatta İblis’e benzer.
Dünya sevgisi, dünya geçimine savaşma yüzünden sana o ebedî azabı ehemmiyetsiz gösterir.
Ölümü bile ehemmiyetsiz bir hale getirirse bunda şaşılacak ne var ki? O, sihriyle bunun gibi yüzlerce iş yapar!..
4070. Sihir, bazen sanatla samanı dağ gösterir…bazen dağı saman!
Gözbağcılıkla çirkinleri güzelleştirir, güzelleri, çirkin bir şekle sokar.
Sihrin hali budur; afsunlar, üfürür, her an hakikatleri başka bir şekle çevirir.
Bir an gelir, insanı eşek gösterir… bir an gelir eşeği şaşılacak bir adam şekline bürür!
İşte senin içinde böyle bir sihirbaz gizlidir. Vesveselerde daimî bir sihir kudreti vardır!
4075. Fakat bu sihirlerin hüküm sürdüğü âlemde öyle sihirbazlar da var ki sihirlerin hükmünü gideriverirler.
Bu kuvvetli zehrin bittiği ovada tiryak da bitmiştir ey oğul!
Tiryak, sana “ Gel, beni kendine siper et… ben, sana zehirden daha yakınım.
Onun sözü sihirdir, seni yıkar harap eder… benim sözüm de sihir ama onun sihrini defeder” der!
Konuk öldüren mescide konuklamak isteyeni menetmeye kalkışanların
tekrar ona öğüt vermeleri
“ O güzel yiğit, o Peygamber “ Sözde sihir hassası var” dedi, doğru da söyledi.
4080. Ey kerem sahib,i kendine gel, yiğitlik taslama, mescidimizi de töhmet altında bırakma, bizi de!
Bir düşman düşmanlığından bir söz söyler… bir alçak, yarın bize bir ateştir salar…
Onu zalimin birisi boğdu, mescidi de kurtulmak için bahane etti.
Mescidin adı çıkmış zaten. O da konuk, mescitte konukladı da öldü derler, ben de kurtulurum dedi, diyebilir.
Ey canı pek adam, bizi töhmet altında bırakma… zaten düşmanların hilelerinden emin değiliz.
4085. Hadi yürü, yiğitliğini bırak, bu ham sevdayı pişirmeye kalkışma. Zuhal yıldızı arşınla ölçülemez!
Senin gibi çokları bahttan, talihten dem vurdular ama sonunda birer birer, tutam tutam sakallarını yoldular!
Aklını başına al da bu dedikoduyu kısa kes, yürü git… kendini de vebale sokma, bizi de!”
Konuğun, onlara sırtına Sultan Mahmud’un davulu konmuş ve nöbet
vurulması âdet olmuş deveyi bile defle kuşları kaçıran ekin bekçisinin
kaçırdığını anlatarak misal getirmek suretiyle cevap vermesi
Dedi ki: “ Dostlar, ben bir Lâhavle’yle ürküp kaçacak şeytanlardan değilim.
Bir çocuk, ekin bekçiliği yapar ve yanındaki defi çalarak kuşları kaçırırdı.
4090. Kuşlar, o küçücük defin sesini duyup tarladan kaçarlar, ekinler de zararlı kuşlardan kurtulurdu.
Kerem sahibi Sultan Mahmud’un yolu, o taraflara düştü, koca otağı o civara kuruldu.
Gökteki yıldızlar kadar çok , talihleri aydın, saflar yaran, ülkeler alan ordusuyla oraya kondu.
Bir de horoz gibi önde giden esrik bir deve vardı ki nöbet davulunu sırtına yüklemişlerdi.
Nöbet, gidişte de onun sırtında vurulurdu, gelişe de.
4095. O deve, tarlaya giriverdi. Çocuk, ekinleri korumak için o küçücük defi çalmaya başladı.
Bir akıllı kişi, çocuğa dedi ki: “ Def çalıp durma. O esrik deve, zaten davul taşıyan deve… o sese alışmış.
A çocuk senin bu defceğizin ona vız gelir. O, bu defin yirmisi kadar olan koskocaman nöbet davulunu taşıyor!
Ben de Lâ kılıcıyla kurban olmuş bir âşığım. Canım, belâ davulunun nöbet vurulduğu yer!

Sizin bu tehditleriniz yok mu… bu gözlerin gördüğü şeylere karşı ancak bir defceğizin gümbürtüsünden ibaret!
4100. Erler, ben, hayallere kapılıp bu yolda duracaklardan değilim.
Ben, İsmail Peygambere mensup olanlardanım, öldürülmeden çekinmem yok… Hattâ İsmail gibi başından geçmiş bir
adamım ben!
Gösterişlerden de geçmişim, riyadan da “ Söyle geliniz” emri canıma gel demiştir.
Peygamber dedi ki: İhsan edilen şeye verilecek karşılığı iyice bilen bu dünyada ihsanda bulunur.
Verilen şeye verilecek yüzlerce karşılığı gören derhal cömertliğe ihsana başlar.
4105. Herkes, kâr elde etmek için malını vermek üzere pazara, çarşıya bağlanmıştır.
Dağarcıktaki altın sahibi bir kâr elde etsin de onu yoksullara versin diye ısrarla oturmuş beklemektedir.
Satıcı, elindeki kumaşın fazla para ettiğini gördü mü ona olan aşkı soğuyuverir.
Kumaşların fazla bir kâr getirdiğini görmez de o yüzden onlara ısınır, onları elden çıkarmaz.
Bilgi, hüner ve sanatlarda böyledir. Bunlara sahip olanlar, bunlardan daha şerefli, daha üstün bir şey görmezler de o
yüzden ehemmiyet verirler.
4110. İnsan için candan iyi bir şey yoksa can azizdir. Fakat candan iyi bir şeye sahip oldu mu, canın adı hor, hakir olur
gider.
Çocuğun canı, çocuk kaldıkça, büyümedikçe oyun için yapılan bebeciktir.
Bu düşünceler bu hayallenmeler de bebeciklerdir. Sen çocuk kaldıkça onlara ihtiyacın vardır.
Fakat çocuk, çocukluktan kurtuldu da kemale erişti mi, adam oldu mu artık duygulardan da vazgeçer, düşüncelerden
de, hayallerden de!
Mahrem yok ki açıkça söyleyeyim… sükût ettim; Allah hakikate uygun olanı daha iyi bilir.
4115. Malla beden, hemencecik eriyip giden kardır. Fakat satılığa çıkarılınca onların alıcısı Allah’dır.
Bu kar, sana neden paradan daha iyi geliyor, bilir misin? Şüphedesin, yakinin yok da ondan.
Behey aşağılık adam, bu sendeki zan, ne acayip zan ki yakin bahçesinde hiç uçmuyor.
Oğul, her şüphe, yakına susamıştır. Şüphe arttıkça yakına ulaşmak için daha ziyade çırpınır, kol kanat açar, uçmaya
çalışır...
İlim mertebesine ulaştı mı kanadı ayak kesilir, gayri uçmaya ihtiyacı kalmaz. Çünkü bilgisi yakın kokusunu almaya
başlamıştır.
4120. Çünkü bu sınanmış yolda ilim yakından aşağıdır, şüphe yukarı.
Bil ki ilim, yakını arar. Yakin de apaçık görüşü…
Elhâkümü suresinde “ Kellâ lev ta’lemune” den sonrasını oku da bunu ara, bul, anla.
Ey bilgi sahibi, bilgi insanı görüşe götürür. Dünyadakiler yakin sahibi olsalardı cehennemi gözleriyle görürlerdi.
Görüş, şüphe yok ki yakinden doğar; nitekim hayal de zandan doğmaktadır.
4125. Elhâkümü suresinde bu anlatılmıştır. İlm-el Yakin olur, bak da gör!
Bana gelince; Ben, şüpheden de yüceldim, yakinden de… kınanmadan başım dönmüyor.
Onun helvasını yedim; gözüm aydınlandı, onu gördüm gayri. Şu halde evime gidiyorum demektir, elbette ayağımı
küstahça basarım… ayağım titremez, körcesine gitmem ki!
Allah, güle bir söyledi de gülü güldürdü ya… gönlüme de onu söyledi de gülden yüz kat fazla güldürdü.
4130. Selviye bir şey yaptı. Boyunu dümdüz etti… nerkisle ağustos gülü de ondan feyz aldı, güzelleşti…
Bir tecellisiyle kamışı, canı da tatlı, gönlü de tatlı bir hale getirdi… Toprağa mensup insan, onun lûtfuyla Çigil güzeli
oldu.
Kaşı o dertçe fitneci, işveci bir hale getirdi; yüzü gül ve nar gibi kıpkırmızı bir renge boyadı…
Dile yüzlerce sihirbazlık öğretti; madene Caferi altın hassasını ihsan etti.
Silâh deposunun kapısını açınca güzellerin bakışları âşıkları koklamaya başladı…
4135. Bu tecelli ile, bu feyz ile benim gönlüme de ok attı, beni de sevdalara saldı… Beni şükre de âşık etti, şekere de!
Öyle bir sevgiliye âşıkım ki her alım, onun alımıdır. Akıl da onun bir kuluna kuludur, can da!
Ben kuru lâf etmem; bir söz söylesem bile su gibi söylerim de ateşi söndürmede hiçbir ıstırabım olmaz.
Ben nasıl bir şey çalabilirim? Hazinedar o… nasıl kuvvetlenmem arkam o…
Kimin arkası güneşten kızar, ısınırsa yüzü pek olur, kuvvetlenir… artık ona ne korku vardır, ne utanma!
4140. Yüzü, hiçbir şeye aldırış etmeyen güneş gibi düşmanı yakar, perdeleri yırtar.

Her peygamberin dünyada yüzü pektir, bir tek binici olduğu halde padişahların ordularına saldırır, onları ezer, bozar!
Bir şeyden korkmaz, gamlanmaz; bu yüzden de hiçbir şeyden yüz çevirmez… tek başına bütün dünyayı mağlûp eder.
Taşın yüzü pektir, gözü tok… dünya dolusu kerpiç olsa korkmaz.
Çünkü kerpiç, kerpiççi tarafından o hale konmuştur, taşıysa Allah yapmıştır, ondan dolayı serttir, katıdır!
4145. Koyunlar, sayıya sığmayacak kadar çok olsa kasap, onların çokluğundan korkar mı hiç?
Hepiniz de çobansınız… peygamber de çobandır. Halka gelince sürüye benzer… peygamber, onların çobanıdır, onları
sürer durur.
Çoban koyunlarla savaşa girişmekten korkmaz… bilâkis onları soğuktan, sıcaktan korur.
Kızar, kahreder de koyunlara bağırırsa bu bağırışı sevgisindendir, hepsini de sever de ondan bağırır!
Her an yeni bir talih kulağıma söyleyip duruyor: Seni gamlandırsam bile gamlanma!
4150. Ben, seni kötü gözlerden gizlemek için gamlandırırım.
Kötü gözler, yüzünden ırak olsun diye kederlendirir, ahlâkını acı bir hale getiririm.
Sen, benim avcım değil misin, beni aramıyor musun? Benim kulum, emrime tabi değil misin?
Bana kavuşmak için tedbirler kurmadasın… benim ayrılığımla herkesten ayrılmış, beni arayıp durmaktasın, kimsesiz bir
hale gelmişsin!
Dertlere düşmüş, izimi bulmak için çarelere başvurmuşsun… dün senin yanık yanık ah ettiğini duydum.
4155. Seni bekletmeksizin de kendime kavuşturmaya, sana yol gösterip kendime almaya kaadirim ben…
Bu suretle bu devranın girdabından kurtulur, vuslat hazineme ayak basarsın.
Fakat varılan yerin tatlılığı, lezzetleri, seferde çekilen zahmetlerle ölçülür.
Ne kadar gurbet çeker, mihnetler, zahmetlere uğrarsan, şehrinden, akrabandan o derece lezzet alır, zevk bulursun!
Müminin bir belâya uğrayınca sabırsızlık edip kaçması, nohudun ve
sair yiyecek şeylerin tencerede kaynarken sıçrayıp dışarı çıkmaya
çalışmalarına benzer
Bir bak… nohut tencerede ateşten zebun oldu mu yukarıya doğru sıçramaya başlar.
4160. Tencere kaynamaya başlayınca nohut, tencerenin üstüne fırlamaya, yüzlerce coşkunluk göstermeye koyulur.
“ Neden beni ateşe attın, kaynatıyorsun…. madem ki satın aldın, neye bu hallere uğratıyorsun” der.
Nohut pişiren kadın da nohuda kepçeyle vurup der ki. “ Yok… güzelce kayna, tencereden çıkmaya kalkışma.
Seni sevmediğimden senden hoşlanmadığımdan kaynatmıyorum seni ki… bir zevkle, bir çeşniye sahip ol da.
Gıda haline gel, yen, cana karış diye kaynatıyorum. Bu imtihan, seni horlamak için değil!
4165. Bostanda sular içtin, yeşerdin, terü taze bir hale geldin ya… İşte o su içiş, bu ateşe düşmen içindi.
Allah’nın rahmeti, kahrından ileridir, kahrından fazladır ve ezelîdir. Bu yüzden de bir kimseyi belâlara uğratması,
rahmetindendir.
Varlık sermayesi elde edilsin diye rahmeti, kahrından ileridir, üstündür.
Etle deri lezzetsiz meydana gelmez. Fakat onlar meydana gelmedikçe sevgilinin aşkı, onları nasıl eritebilir?
İşte bu takdir neticesi olarak sen de kahırlara uğrarsan eseflenme… bu kahırlar yüzünden elindeki sermayeyi sevgiliye
bağışlarsın.
4170. Sonra bunun özrü olarak tekrar lûtuf eder, yıkanıp arındın, dereden atladın, artık o mihnetler geçti der.
Der ki: Ey nohut , baharın otladın, yeştin… şimdi zahmet ve eziyet, sana konuk oldu, hoş tut da
Konuk, şükürler ederek minnetler duyarak geri dönsün, padişaha gidip senin ikramını, ihsanını anlatsın.
İkram ettiğin şeylere karşılık olarak da sana o nimetleri veren gelsin… bütün nimetler sana haset etsinler!
Ben Halil’im, sen de bıçağım önündeki oğlum… başını koy, rüyada seni kestiğimi gördüm!
4175. Gönlünü bozma, başını kahır önüne koy da İsmail gibi boğazını keseyim,
Başını kopartayım. Fakat bu baş, zâhiri kesilmekten, koparılmaktan münezzeh olan baştır.
Ancak ezelî maksat, senin teslim olmandır. Ey müslüman teslim olmayı araman, dinlemen gerek!
Ey nohut, belâlara düş, kayna, piş de ne varlığın kalsın, ne sen kal!
O bostanda güldüyse can ve göz bostanının gülü olduğundan güldün.
4190. Su ve toprak bahçesinden ayrıldıysan lokma oldun, dirilerin vücuduna girdin.
Gıda ol, kuvvet ol, düşünce ol… evvelce süttün, şimdi ormanlarda aslan kesil!

Vallahi sen, önce onun sıfatlarından ayrıldın da geldin.. tekrar çevikçe acele et, yine onun sıfatların ulaş!
Buluttan, güneşten, gökten geldin… yine Allah sıfatları haline döndün mü göklere gidersin.
Yağmur ve ışık suretinde geldin, Allah’nın tertemiz sıfatları suretine bürünüp gidiyorsun.
4185. Güneşin, bulutun, yıldızın cüzüydün… nefis, iş, söz ve düşünceler oldun.
Nebatın ölümü, hayvanın varlığı oldu; bu suretle de “ Ey güvendiğim, inandığım kişiler, beni öldürün” sözü doğru
çıktı.
Madem ki ölümden sonra bize böyle bir hayat var, “ Şüphe yok ki ölümümde hayat vardır” sözü doğru.
İş, söz ve doğruluk, meleğin gıdasıdır. Melek, bunlarla göğe ağar.
Nitekim o yemek de insana gıda olunca cemadat halinden yücelir, o canlı bir hale gelir.
4190. Bunu, adamakıllı, etraflıca anlattık… başka bir yerde gelecek.
Kervan, daima göklerden gelmekte, alışverişte bulunup yine göklere gitmekte.
Şu halde hırsız gibi acılıkla zorla değil de istekle tatlı tatlı, güzel güzel git!
Seni acılıklardan yıkayıp arıtmak için acı söylüyorum.
Donmuş, soğuk çalmış üzümü donukluğu gitsin diye soğuk suya atarlar.
4195. Seni de acılıklarla gönlün kanlara bulanırsa içindeki bütün acılıklar gider.
Hayır ve belânın sırrını bilen mümin sabreder
Av köpeği olmayan köpeğin boynunda tasma yoktur. Ham ve kaynamamış şey, mutlaka lezzetsizdir.”
Nohut, bu sözleri duyunca “ Mademki iş böyledir hanımcığım, güzel güzel kaynarım, sen de bana yardım et ama.
Sen, bu kaynatmada beni yapıp yoğuran bir mimara benziyorsun. Vur bana kepçeyle… ne de güzel vuruyorsun.
Ben fil gibiyim, vur başıma, yarala beni… vur, yarala da Hindistan’ı, Hindistan bahçelerini görmeyeyim.
4200. Bu suretle de kendimi kaynamaya, vereyim de onun kucağına ulaşayım, ona kavuşmaya bir yol bulayım!
Çünkü insan, zenginlikte azgın olur. Rüyasında Hindistan’ı gören fil gibi azar, kudurur.
Fil, rüyada Hindistan’ı gördü mü filciyi dinlemez, azgın bir hale gelir.
Hanımın nohuda özürler getirmesi ve nohudu kaynatmasındaki hikmet
Hanım, nohuda der ki: “ Ben de bundan önce senin gibi yeryüzü cüz’ülerindenim.
Ateş gibi mücadeleyi içercesine tadınca makbul oldum.
4205. Bir müddet yeryüzünde kaynadım, bir müddet de ten tenceresinin içinde.
Bu iki kaynayışla duygulara kuvvet oldum, ruh kesildim de sonra seni pişiriyorum.
Cematken, bu sıfattan koşar, geçersen bilgi olur, mânevî sıfatlar haline gelirsin, derdim.
Ruh sahibi oldum ama bu sefer de diyorum ki: Bir kere daha coş, kayna da bu canlı suretten de geç!
Allah’dan inayet iste… bu ince bahislerde ayağın sürçmesin, mânanın künhüne, işin tâ sonuna eriş!
4210. Çünkü çok kişiler Kur’an’ı anlayamadılar da yol azıttılar… bazı kişilerse o ipe sarıldılar ama kuyunun dibine gittiler.
A inatçı, yücelere çıkmak sevdasında değilsen ipin ne suçu var?
Konuk öldüren mescide konuklayan adam hikâyesinin sonu ve o
konuğun niyetindeki doğruluk
O himmeti yüce garip dedi ki: “Ben, bu mescitte kalacak, bu mescitte uyuyacağım.
Ey mescit, bana Kerbelâ olsan yine aldırış etmem. (zaten yok olmayı, zaten ölmeyi istiyorum).
Sen beni muradıma eriştiren bir Kâbe olacaksın!
Ey seçilmiş ev, aman beni kurtar da Mansur gibi ipimle oynayayım.
4215. Size gelince: Öğüt vermede Cebrail bile olsanız Halil, ateş içinde medet istemez ki.
Ey Cebrail, git… ben tutuşmuş yanmaktayım; amber ve öd ağacı gibi yanmakta, bana daha hoş geliyor.
Ey Cebrail, sen bana yardım ediyorsun, kardeş gibi beni görüp gözetiyorsun ama,
Ben ateşe atılmada pek çeviğim… yanmakla azalacak, yanmakla çoğalacak, yaşayacak can değilim ki!
Ot yemekle artan, gelişen can hayvan canıdır… O can, ateşe mensuptur, odun gibi de telef olur gider.

4220. Odun olmasaydı meyve verir, ebediyen mamur bir halde kalır, her şeyi de mamurlaştırırdı.
Bu ateş, bil ki yakıcı bir yelden ibarettir… asıl ateşin ışığıdır, kendisi değil!
Asıl ateş, esîrdedir. Yeryüzündeki onun ışığı, onun gölgesidir.
Hulâsa ışık ve gölge, daima oynar durur, bakî kalmaz… yine koşa koşa madenine gider, aslına kavuşur.
Boyun daima olduğu gibidir de gölgesi bir an kısalır bir an uzar.
4225. Çünkü ışıkların hiç kimse sebat ettiğini görmemiştir; akisler yine döner; asıllarına, analarına giderler.
Kendine gel… ağzını yum; fitne, dudaklarını açtı… kuru sözlere giriş, doğrusunu Allah daha iyi bilir!
İyi anlayanları kötü hayallere düşmeleri
Bu hikâye sone ermeden hasetçilerden bir kötü dumandır geldi.
Ben, bundan korkmam ama bu tekme, belki bir gönlü sâf kişinin ayağını çeler.
O Hakîmi Gaznevî, perde ardında kalanlara ne güzel mânevi bir misal getirdi.
4230. Sapıklar, Kur’an’da sözden, lâftan başka bir şey görmezlerse şaşılmaz ki
Körün gözüne, nurlarla dolu güneşin ışıkları gelmez de yalnız bir hararet gelir.
Göbekli biri, ansızın eşek yurdundan şunu, bunu kınayan karılar gibi baş çıkararak,
“ Bu söz, yani Mesnevi, aşağılık bir söz…Peygamber’in hikâyesi ona uymayı anlatıp durmakta.
Bunda öyle velîlerin at koşturdukları makamlara ait yüce bahisler, yüksek şeyler yok…
4235. Dünyadan ve Allah’dan başka her şeyden kesilmeden tut da yokluk makamına kadar derece derece, mertebe
mertebe Allah’ya ulaşıncaya kadar
Her durağın, her konağın şehri de yok ki bir gönül sahibi onunla kanatlanıp uçsun” dedi.
O kâfirler Allah’nın kitabını da bu çeşit kınadılar.
“ Bu esatirden eski masallardan ibaret… öyle derin bahisler, yüce hakikatleri eşelemeler yok, bunda.
Bunu küçücük çocuklar bile anlar. Kabul edilecek, yahut edilmeyecek emirlerden nehiylerden ibaret.
4240. Yusuf, Yusuf’un büklüm, büklüm zülüfleri… Yakub, Zeliha,Zeliha’nın derdi…
Hep bunlar değil mi? Bunları herkes anlar, bilir. Nerede bir söz ki akıl, onu idrak edemesin de hayretlere düşsün”
dediler.
Allah’da dedi ki: “ Eğer bu sana kolay görünüyorsa bu çeşit kolay, basit bir sure söyleyiver.
Cinlerinize, insanlarınıza kudret ve sanat sahibi olanlarınıza söyleyin de ehemmiyetsiz gördüğünüz âyetler gibi bir âyet
meydana getirsinler!”
Mustafa aleyhisselâm’ın “ Kur’an’ın zâhiri var, bâtını var, bâtının da
yedinci bâtına kadar bâtını var “ hadîsinin tefsiri
Bil ki Kur’an’ın bir zâhiri var… zâhirin de gizli ve pek kuvvetli bir de içyüzü var.
4245. O bâtının bir bâtını, onun da bir üçüncü bâtını var ki onu akıllar anlayamaz, hayran kalır.
Kur’an’ın dördüncü bâtınıysa eşsiz, örneksiz Allah’dan başka kimse görmemiş, kimse bilmemiştir.
Oğul, sen Kur’an’ın dış yüzüne bakma… Şeytan da Âdem’in topraktan ibaret gördü, hakikatine eremedi!
Kur’an’ın zâhiri, insana benzer… sureti görünür, meydandadır da canı gizli!
İnsanın amcası, dayısı bile insana o kadar yakın olduğu halde yüzyıl beraber yaşasalar halini bir kıl ucu olsun göremez,
anlayamaz.
Peygamberlerle velîlerin – aleyhimüsselâm – dağlara, mağaralara
gitmeleri, gizlenmek için olmadığı gibi halkta korkularından da değildir.
Onlar, mümkün olduğu kadar halkın dünyadan alâkasının kesmek ve bu
suretle insanları irşad etmek için bu işi yaparlar
4250. Veliler, halkın gözünden gizlenmek için dağlara giderler derler ya…
Hakikatte zaten halka nazaran bunlar yüz tane dağın tepesine çıkmışlar, ayaklarını yedinci kat göğün üstüne
atmışlardır.
Onla, halka nazaran yüzlerce denizden yüzlerce dağdan ötedeyken neden dağlara giderler de gizlenirler?
Velinin dağa kaçmaya ihtiyacı yoktur ki… gök tayı bile onun ardından koşar, ayağından yüzlerce nal sökülür, düşer de
yine de izine yetişemez!

Gök yüzü bile döndü dolaştı da o canın tozuna erişemedi… bu yüzden de yaslandı, gök elbiselere büründü!
4255. Hani zâhiren peri gözden gizlidir ya… insan, perilerden daha gizlidir.
Akıllıya göre insan, gizli olan periye nazaran yüz kat daha gizli!
Akıllıya nazaran insan bu kadar gizli olunca gayb âlemindeki seçilmiş insan nasıl olur?
Velîlerle velîlerin sözleri Musa’nın asâsıyla isa’nın afsununa benzer
İnsan, Musa’nın asâsına benzer, İsa’nın afsunu gibidir.
Müminin kalbi, adalet sahibi olan ve yardım dilenen Allah elindedir. Allah’nın iki parmağı arasındadır.
4260. Asâ, görünüşte bir sopadan ibarettir ama ağzını açtı mı bütün varlık, ona bir lokmadır.
İsa’nın afsunundaki harfe, sese bakma. Ondan, ölüm bile kaçıyor, sen ona bak!
Afsunda ki o ehemmiyetsiz, o değersiz sözlere bakma, o afsunla ölünün sıçrayıp oturuşunu seyret.
O sopayı ehemmiyetsiz görme… yemyeşil denizi nasıl böldü, onu gör!
Uzaktasın da yalnız birer kara çadırdır görüyorsun… bir adım ilerle de orduyu gör!
4265. Uzak olduğundan yalnız bir toz dumandır görüyorum ama birazcık yaklaş, ileri var da topun içindeki adama bak!
Onun tozu, gözleri aydın eder… onun erliği, dağları yerinden söker!
Musa, çölün bir ucundan kalkıp gelince Tur dağı, onun gelişinden neşelendi, rakkas kesildi!
“ Ey dağlar, Davud’la beraber okuyun dedik; kuşları da ona teshir ettik “
âyetinin tefsiri
Davud’un yüzü Allah nuruyla parladı… dağlar, onunla beraber feryada geldiler.
Dağ Davud’a yoldaş oldu… her iki çalgıcıda bir padişahın aşkıyla sarhoş oldu!
4270. “ Dağlar Davud’un sesine ses verin, onunla beraber ırlayın” diye emir geldi. Dağla Davud… ikisi de bir sesle
seslendi, bir perdeden okudu.
Allah dedi ki: “ Ey Davud, sen yerinden, yurdundan ayrıldın… benim için hemdemlerinden cüda düştün.
Ey garip olmuş, tek ve muinsiz kalmış olan Davud, iştiyak ateşi, gönlünden şule vermekte.
Çalgıcılar, hanendeler, arkadaşlar istersin. O Kadîm Allah dağları senin huzuruna getirir.
Dağlar, sana çalgı çalarlar, şarkı okurlar, zurnacılık ederler. Hepsi de huzurunda yel gibi ses çıkarır, sesine ses verirler.!

4275. Dudağı, dişi yokken dağın ses vermesi, feryat etmesi caiz oluyor ya… bil ki velînin de ağızsız, dudaksız sözleri,
feryatları var!
O her şeyden arınmış mescidin cüzülerinden her an nağmeler çıkar. O nağmelerde her an, velinin can kulağına ulaşır.
Yanında oturanlar duymazlar, işitmezlerde o duyar, işitir. Ne mutlu o cana ki gayba inanmıştır!
Velî, kendi kendine yüzlerce söz söyler, dinler de yanında oturan kokusunu bile alamaz!
Lâmekân âleminden gönlüne yüzlerce sual, yüzlerce cevap gelir, menziline kadar erişir!
4280. Bunları sen duyarsında başkaları kulaklarını ağızlarına kadar yaklaştırsalar yine duymazlar!
Tutalım, velîlerin sessiz, harfsiz sözlerini duymuyor, işitmiyorsun; işte gördün ya… misli sende de var; neden
inanmıyorsun a sağır!
Kendi anlayışındaki kusur yüzünden Mesnevî’yi kınamaya kalkışana
cevap
Ey kınayan köpek, sen hav hav edip duruyor da Kur’an’ı kınamakla hükmünden kendimi kurtarırım mı sanıyorsun?
Bu o aslan değil ki ondan canını halâs etmeğe muvaffak olasın, yahut kahrının pençesinden imanını kurtarasın!
Kur’an, kıyamete kadar, ey kendilerini bilgisizliğe feda edenler, diye nida eder.
4285. Der ki: “ Siz, beni masal sandınız da kınama ve kâfirlik tohumunu ektiniz!
Fakat kınayıp da aslı yok, masaldan ibaret dediniz ama gördünüz ya… siz yok oldunuz, siz masal oldunuz.
Ben Allah’nın kelâmıyım, Allah’yla kaimim. Canın canına gıdayım; arı duru, parlak bir yakutum.
Ben, güneşin nuruyum… sizin üstünüze vurdum, sizi aydınlattım; fakat güneşten ayrılmış değilim.
Bakın, ben âşıkları ölümden kurtarmak için buracıkta akıp duran bir âbıhayatım.

4290. Hırsınız, hasediniz bu kötü kokuyu salmasaydı Allah, sizin mezarlarınıza da bundan bir katrecik saçardı.
O, Hakîm’in sözünü, o Hakîm’in öğüdünü tutmaz mıyım hiç? Her kötü ve yanlış kınama yüzünden gönlümü bozmam,
işimden, sözümden kalmam.
Seyislerin ıslık çalmaları yüzünden tayın ürküp su içmemesi
Hakîm-i Gaznevî, buyurmuştur ki: tayla anası su içerlerken,
Seyisler, atlar gelsinler, su içsinler diye ıslık çalıyorlardı.
Tay ıslık sesini duyunca başını kaldırdı, ürküp su içmekten vazgeçti.
4295. Anası“Yavrucuğum, neye ürküyor suiçmiyorsun?” diye sordu.
Tay dedi ki: “ Bunlar ıslık çalıyorlar. Hep birden ıslık çalmalarından korktum.
Yüreğim titredi, yerinden oynadı. Hep birden ıslık çalıp bağırmaları beni korkuttu.”
Anası “Dünya kurulalı abes işler de bulunanlar vardır… bu dünya böyle kurulmuş, böyle gider!
Benim akıllı yavrucuğum,sen işine bak… onların kendi saçlarını, sakallarını yolmaları yakındır!” dedi.
4300. Vakit var, tertemiz ve gür su da akıp gidiyor. Sudan ayrılırsın, ayrılık seni şahrem şahrem eder…bundan önce
davran da,
Âbıhayat’la dolu olan ırmaktan su içmeye bak…iç de senden nebatlar bitsin!
Ey gafil susuz, biz velilerin sözlerinden Hızır’ın Âbıhayat’ını içmekteyiz, gel!
Bu gür suyu görmüyorsan bari körler gibi gel de testini suya daldır.
Bu ırmakta su var, bunu duydun ya… köre, taklitle iş yapmak gerek!
4305. Suyu sayıklayıp duran testini ırmağa daldır… daldırınca ağırlaştığını anlarsın…
Anlarsın da su olduğuna inanırsın, gönlün o zaman bu kuru taklitten kurtulur.
Kör, ırmak suyunu açıkça göremez ama testinin ağırlaştığını anlayınca su olduğunu bilir.
Çünkü testi önce hafift,i ırmağa daldırılınca ağırlaştı, içi hayli suyla doldu.
Evvelce her yel beni kapıp beni götürürdü, fakat şimdi ağırlaştım” beni yel kapamaz artık.
4310. Akılsız kişileri her türlü yel kapıp gider. Çünkü onların kuvvetleri sağlam değildir.
Kötü ve hayırsız adam, lengersiz gemidir; ne demir atmıştır, ne bir yere bağlıdır; deli rüzgârlardan kurtulamaz ki.
Akıllıya emniyet ve huzur veren akıl lengeridir… akıllılardan bir lenger dilen!
İnsan, o cömertlik denizinin inci hazinesinden akıl, fikir kazanırsa
Bunların yardımıyla gönlü marifetler elde eder, gönüllükten çıkar, yücelir… gözleri de nurlanır.
4315. Çünkü nur, gönülden doğar da bu göze vurur. Gönül olmasa gözün hiç bir şey göremez.
Gönül, akıl nurlarıyla nurlanırsa o nurlardan göze de bir pay verir.
Bil ki gökten inen mübarek su, gönüllere gelen vahiydir, dillere gelen doğru sözlülüktür.
Biz de tay gibi ırmaktan su içelim de bizi kınayan vesveseciye bakmayalım, aldırış etmeyelim.
Peygamberlerin izini izliyorsan yola düş, halkın bütün kınamalarını hava say!
4320. Yol aşan, menzil alan yol erleri ne vakit köpeklerin havlamasına kulak astılar?
Konuk öldüren mescit hikâyesinin sonu
O tertemiz aslan adama mescitte neler göründü? Sen onu söyle yine!
Mescitte, suya gark olmuş adam nasıl uyursa öyle uyudu.
Gam denizine batmış âşıkların uykusu, daima kuş ve balık uykusudur.
Gece yarısı korkunç bir sestir geldi:” Ey kendisine fayda dileyen, geleyim mi, geleyim mi?
4325. Bu şiddetli ses tam beş kere geldi, korkudan adamın yüreği çatlıyor, paramparça oluyordu.
“ Onları atlı, yaya askerlerinle çağır “ âyetinin tefsiri
Sen de din yoluna girmeyi, o yolda çalışmayı kurarsın ama şeytan, içinden seslenir:
“ A sapık, o yola gitme, eziyetlere düşer, yoksul olur, kalırsın.
Dostlarından ayrı düşer, hor hakir bir hale gelir, pişman olursun!”

Sen de o melun Şeytan’ın sesinden korkar, yakinden kaçar, sapıklığa düşersin.
4330. “ Hele yarın, hele öbür gün din yoluna girer, koşar, yürürüm… daha önümüzde vakit var” dersin.
Sağdan, soldan ölümün gelip çattığını görürsün… komşuların ölür, evlerinden feryatlar yücelir.
Derken yine can korkusuyla din yoluna girmeye niyetlenir, bir an olsun kendini adam edersin.
Ben korkup ayağımı geri çekmem diye ilimden, hikmetten silahlar kuşanırsın.
Bu sırada şeytan yine hileye sapar, seslenir:” Bu kulluk kılıcından kork, geri dön! “
4335. Yine korkar, aydın yoldan kaçar, o ilim ve hüner silâhlarını atarsın.
Yıllardır bir ses, bir bağırış yüzünden ona kulsun… hırkanı böyle bir karanlığa atmışsın.
Şeytanların bağırışlarındaki heybet, halkı kıskıvrak bağlamış, boğazlarını sıkmıştır.
Onların canları, nura kavuşmaktan öyle meyus olmuştur ki kâfirlerin ruhları da kabirdekilerin dirilmesinden ancak o
kadar meyustur.
O melunun sesinin heybeti bu olursa gayrı Allah’nın sesindeki heybet ne olur?
4340. Doğandan aslı, nesli belli olan keklik korkar. Sineğe o korkudan pay yoktur.
Çünkü doğan, sinek avlamaz ki… sinekleri ancak örümcekler avlar.
Şeytan örümcek, senin gibi sineğe galiptir. Keklikle, karakuşla işi yok!
Şeytanların bağırışları, kötü kişilere çobanlık eder. Padişahın sesiyse velîlerin bekçisidir.
Bu suretle birbirinden uzak olan bu iki ses birbirine karışmaz… tatlı denizden bir katra bile acı denize taşmaz.
Gece yarısı mescitteki konuğa tılsım sesinin gelmesi
4345. Şimdi o şiddetli ses hikâyesini dinle. O iyi bahtlı konuk, sesi duyunca yerinden bile kıpırdamadı.
Dedi ki: “ Bu ses, bayram davulu sesi… neden korkacakmışım? Tokmağı yiyen davul; o korksun!
Ey kalbi olmayan boş davullar, can bayramınızdan kısmetiniz, tokmaktan ibaret.
Kıyamet bayramında dinsizler davul… bizse gül gibi gülmekteyiz, bayrama erişenlere benziyoruz.
Şimdi duy da bak, bu davul nasıl ses vermekte… devlet tenceresi nasıl kaynamakta*
4350. O er, davulun sesini duyunca “ Gönlüm, bayram davulundan nasıl olur da korkar?” dedi.
Kendi kendisine dedi ki: “ Gönül, titreme, korkma… yakine erişmiş kötü gönüllülerin canları öldü gitti.
Haydar gibi ya ülkeyi zaptederim ya canım bedenimden gider.”
Yerinden fırladı bağırdı: “ Ey ulu adam, işte buracıkta hazırım; hadi, ersen gel!”
Tılsım, hemencecik bozuldu, her taraftan ulam ulam altın dökülmeye başladı.
4355. Öyle altın döküldü ki oğlancağız, kapının bile kapanıp açılmayacağından korktu.
Ondan sonra o kuvvetli aslan kalktı, ta seher çağına kadar altını dışarıya taşımakla uğraştı.
Altınları gömmekte, sonra yine gelip çuvallara, torbalara doldurarak dışarıya götürmekteydi.
O canıyla oynayan er, gerisin geriye çekilip kaçan korkakların rağmine definelerine sahip oldu.
Her kör ve hakikatten uzak kalmış altına tapan kişinin hatırına bu hikâyeyi duyunca derhal zâhiri altın gelir.
4360. Çocuklar saksıları kırar, o kırık parçalara altın adını takar eteklerine koyarlar.
Oyun oynarken o parçalara altın adını taktın ya… artık ne vakit altın desen çocuğun aklına saksı kırıkları gelir.
Fakat erlerin kastettikleri altın ne o altındır, ne bu altın.
Onlar üstüne, Allah’nın adı basılmış hakikî altını kastederler. O altın, ne kesada uğrar, ne ziyana… ebedî ve daimîdir.
O altın, öyle bir altındır ki bu zâhirî altın, parlaklığını ondan almış, kadir ve kıymeti ondan bulmuştur.
Gönül, o altından ganileşir… parlaklık ve aydınlıkta aydan bile üstündür.
4365. O mescit, bir mumdu, adamda pervane… o pervane huylu, âdeta canıyla oynamaktaydı.
Ateş, kanadını yaktı ama daha güzel kanat ihsan etti. O ateşe atılma, âşıka pek kutlu geldi, pek!
O bahtı kutlu, Musa’ya benziyordu. Ağacın civarında bir ateştir, görmüştü.
Allah, ona birçok inayetlerde bulunmuştu… o, gördüğünü ateş sanıyordu ama nurdu.
Oğul, sen de Allah erini görünce ondan insanlık ateşi var sanıyor, onu insan görüyorsun.
4370. Sen, onu kendiliğinden insan görüyorsun, halbuki o sıfat sende… bâtıl zannın ateşi de bu tarafta, dikeni de!
O, Musa’nın ağacıdır; o, ışıklarla dopdoludur. Bir kerecik olsun ona ateş deme de nur de!
Bu dünyadan vazgeçmek de ateş görünmedi mi? Fakat salikler o makama gittiler, bu âlemi terk ettiler de anladılar ki
nurdan ibaretmiş!

Bil ki din mumu yücedir, ateşten ibaret olan mumlara benzemez.
Bu zâhirî mum nur görünür, fakat sevgiliyi yakar… din mumuysa sureta ateş görünür, fakat ziyaretçilere gül kesilir!
4375. Bu zâhirî mum çok işler bitirir, fakat hakikatte adamı yakar. Din mumuysa vuslat zamanı gönül aydınlatır.
Allah’ya lâyık olan pak nurun şulesi, ona ulaşanlara nur görünür ama ondan uzak kalanlara ateş gibidir.
O âşıkın Sadr-ı Cihan’la buluşması
O Buhara’lı âşık da kendisini muma atmıştı. O zahmet, aşkı yüzünden kendine kolay gelmekteydi.
Her şeyi yakıp yandıran ahı, göklere yüceliyordu. Sadr-ı Cihan’ın gönlüne merhamet gelmişti.
4380. O bir suç işledi, biz de o suçu gördük. Fakat “ Ey Allah, acaba o avaremizin hali nasıl?
Bir seher vakti kendi kendisine diyordu ki merhametimizi adamakıllı bilmiyordu ki.
Suçlu kişinin gönlüne bizden bir korkudur var… fakat korkusunda yüzlerce ümit gizli.
Ben utanmayan ve korkmayan kişiyi korkuturum. Zaten benden korkanı neye korkutayım.
Ateş, soğuk tencerenin altına konur; kaynayan coşkunluğundan baştan çıkan tencerenin altına değil!
Benden emin olanları bilgimle korkuturum; korkanlarınsa korkularını teskin ederim.
4385. Ben yamacıyım, yamanması icap eden yeri yamarım. Herkese nabzına göre şerbet veririm.
Kişinin sırrı ağacın köküne benzer. Yaprakları, o kökten feyz alırda kupkuru gövdesinden çıkar, yeşerir.
Yapraklar, köke göredir. Ağaçta böyle olduğu gibi nefislerle akıllarda da böyledir.
Vefa ağaçlarından göklere yücelmiş kollar, kanatlar var... kökleri yerli yerinde de ferileri gökte.
Aşk yüzünden gökte kollar, kanatlar meydana gelirde Sadr-ı Cihan’ın gönlüne nasıl merhamet gelmez.
4390. Gönlünde o suçu affetme denizi dalgalanmaya başladı…zaten gönülden gönüle pencere vardır!
Gönülden gönüle pencere olduğu muhakkak. İki gönül iki ten gibi birbirinden ayrı ve uzak kalamaz.
İki kandilin yağ konan kapları birbirine bitişik değildir ama ışıkları katışmış birleşmiştir.
Hiçbir âşık yoktur ki sevgilisinin vuslatını arasın. Dilesin de sevgilisi onu aramasın, dilemesin!
Fakat aşk, âşıkların vücutlarını inceltir, zayıflatır… sevgililerin vücutlarını ise güzelleştirir, semirtir.
4395. Bu gönülden sev