- Meşhur Sufiler

Adsense kodları


Meşhur Sufiler

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
derya
Wed 13 January 2010, 08:59 am GMT +0200
MEŞHUR SUFİLER

Kuşeyrî bu bölümde 83 kadar sûfîden bahsederek, bunların ne derece din! hükümlere saygılı ve hürmetkar olduklarını, şeriata ne kadar tazim ettiklerini ifade eden hal, hareket ve sözleri üzerinde durmaktadır. Ricâl-i Kibar İbrahim Ethem hatiften gelen bir ses (2) ona: Ey İbrahim sen bunun için mi yaratıldın?! Bu işi yapmaya mı memur kılındın? diye hitap etmişti. Sonra eğerinin ön kaşından bir ses ona: Vallahi sen ne bunun için yaratıldın, ne de bunu yapmakla emrolundun! dedi. Bunun üzerine atından indi, babasının çobanlarından birine rastladı, çobanın sûftan yapılmış cübbesini aldı, sırtına giydi, atı ile birlikte yanında bulunan her şeyi çobana verdi. Sonra sahranın yolunu tuttu ve Mekke´ye geldi. Burada Süfyan Sevri (öl. 169/785) ve Fudayl b. îyaz (öl. 187/802) gibi zâhidlerle dostluk kurdu, daha sonra Şam´a geldi ve burada vefat etti.

İbrahim b. Edhem, orak biçmek ve bağ bekçiliği yapmak gibi işlerde çalışır ve elinin emeği ile geçinirdi.
Naklederler ki; çölde yolculuk yaparken rastladığı bir adam ona, îsm-i A´zam´ı öğretmiş, O da bu isimle dua edince Hızır (a.s.) ı görmüştü. Hızır O´na, «Allah´ın İsm-i A´zam´ını sana kardeşim Davud talim etmişti,» demişti (3).

4. Hal tercemesi için bk. Sülemî, s. 26; Ebu Nuaym, hilye, VII, 367; VIII, 58; Şa´rani I, 81; Sıfatu´s-safve, IV, 127; Şeceratü´z-zeheb, I, 255; Fevatu´l-vefayet, I, 3; Mir´atu´l-cenan, I, 349; Tezkiretu´l-evliya, s. 102; Ne-fahatu´l-üns tercemesi s. 95; «İbrahim Edhem» İslâm ansiklopedisi; el-Ke-v&kîb. I, 73.
Sûfîlerin biyografilerine dair bilgi veren kaynakların önemli bir kısmı Sülemî´nin Tabakatu´s-sufiyye isimli eserinin Nureddin Şariba neşrinden alınmıştır (Mısır, 1969).

Zünnuni Mısri

Zünnun Mısırda yaşıyordu. Bir gün bazıları onu halifeye gammazlamamaları üzerine Halife onu Mısır´dan Bağdat´a getirtti.

Zunnûn, Halifenin yanına gelince onu ikaz etti. Halife ağlamağa başladı ve ikramda bulunarak onu. Mısır´a geri gönderdi. Mütevekkil, yanında verâ sahibi zikredilince ağlar ve Verâ sahipleri zikredileceği zaman derhal Zunnûn´u anarak işe başlayın» derdi. Zunnün zayıf´ bir adamdı, rengi kırmızıya çalardı. Sakalı ağarmamıştı. Muhammed´in Said b. Osman´dan şunu naklettiğini duymuştum: «Zunnûn derdi ki: Bütün sûfi sözleri şu dört cümle etrafında döner durur: Allah´ı sevmek, dünyanın azından bile nefret etmek,

b.nazil olan Kur´an´a uymak, durum kötüye doğru değişecek diye endişelenmek»
CHubb-i celil, buğz-ı kalil, ittibâ-ı tenzil, havf-i tahvil).

Zunnûn Mısri der ki: «Aziz ve Celil olan Allah´ı seven ve ona âşık olanın alâmetleri, Allah sevgilisine (s.a.) ahlâkında, fiillerinde, emirlerinde ve sünnetlerinde tâbi olmaktır.»

Zunnûn´a, âdi adam kimdir, diye sorulunca, «Allah´a giden yolu bilmeyen ve öğrenmek için de çabalamayandır,» diye cevap vermişti. Yusuf b. Hüseyin diyor ki: «Bir gün Zunnûn´un meclisine gitmiştim, Salim Mağribi de orada idi. Salim: Ey Zunnûn, tevbe edip nefsini ıslâh etmene sebep ne idi, diye sordu. Zunnûn, çok acaib, anlatsam dinlemeye takat yetiremezsin, dedi. Salim ibadet ettiğin Allah´a yemin vererek söylüyorum, durumu bize anlat, dedi. Bunun üzerine Zunnûn dedi ki: Bir kere bir kasabaya gitmek üzere Mısır´dan ayrılmak istemiştim. Sahrada yolculuk yaparken bir yerde uyumuştum. Gözlerimi açınca, altında uyuduğum ağaçta bulunan bir yuvadan kör bir tarla kuşunun düştüğünü görmüştüm. Kuş düşer düşmez yer yarıldı, içinden biri susam, diğeri su dolu iki kavanoz çıktı. Kuş bundan yemeye, ondan içmeye başladı. Bunu görünce bu kadarı bana kâfidir, dedim. Hemen tevbe ettim. Tevbem kabul edilene kadar Kerim olan Allah´ın kapısından ayrılmadım.»

Zunnûn: «Yemekle dolan midede hikmet durmaz,» demiştir. Zunnûn´a, tevbeden sorulunca, «Avam günahtan tevbe eder, seçkinler gaflete düşmekten korkarlar demiştir.

Bişr Hafi (öl. 227/841)

Zâhid sûfîlerden Ebu Nasr Bişr b. Haris Hâfî, aslen Merv´den olup Bağdat´ta yaşamış ve burada vefat etmiştir. Ali b. Haşrem´in kız kardeşinin oğludur. 227 (/841) senesinde vefat etmiştir. Şanı büyük bir zat idi.

Tevbe ve nefis islâhı yapmasının sebebi şu idi: Yolda halk tarafından ayaklar altında çiğnenen ve üzerinde Aziz ve Celîl olan Allah´ın isminin yazılı olduğu bir kâğıda tesadüf etti. Kâğıdı yerden aldı ve bir dirheme satın alıp yanında bulundurduğu misk ile kokulandırdı ve bir duvarın yarığına koydu. Bu hâdise üzerine uyuyan bir insanın rüyada gördüğü bir şekilde birisinin kendisine şöyle dediğini işitti: Ey Bişr, sen ismimi güzel bir koku ile kokulandırdın. Hiç şüphen olmasın ki, ben de senin ismini dünya ve âhirette hoş bir koku ile kokulandıracağım.

Üstad Ebu Ali Dekkak (r.a.) ın şunu anlattığını işitmiştim: «Bişr, bir insan topluluğuna uğradı. Halk Bişr´i birbirine göstererek; Gece ibadet, gündüz oruçla geçiren adam bu dediler.

8. Hal tercümesi için bk. Sülemî, s. 48; Hilye, X, 116; Sıfatu´s-safve, II, 209; Vefeyat, I, 251; Şezerat, II, 127; Nafahat, s. 106; Şa´rani, I, 86; Tezkire, s. 330.
kulun yaptığı ve hak ettiği şeyden fazlasını sırf kendinden lütuf ve ihsan olmak üzere insanların kalbine ilham etmektedir, dedi. Sonra başlangıçta kendisini nasıl düzelttiğini yukarda geçtiği gibi anlattı».

Ebu Hâtem diyor ki: «Bana ulaşan haberlere göre Bişr b. Haris Hafi demiş ki: Rüyada Peygamber (s.a.) i gördüm. Bana dedi ki: Ey Bişr biliyor musun, Allah seni neden emsaline üstün kıldı? Ben: Hayır, Ya Resulallah, bilmiyorum, dedim. Şöyle buyurdu: Sünnetime tâbi oldun, sâlih insanlara hizmet ettin, din kardeşlerine nasihatta bulundun, Ashabımı ve Ehl-i beytimi sevdin de ondan. Seni iyi kulların mertebesine ulaştıran işte bu hareketlerindir.»

Bilal Havvâs diyor ki: «Benî İsrail çölünde yolculuk yaparken aniden bir zatın yanımda yürüdüğünü farkettim; hayrete düştüm, sonra bunun Hızır (a.s.) olabileceği kalbime ilham edildi. Bu zata, Hakk Taâlâ´nın hakkı için söyle, sen kimsin? diye sordum. Ben kardeşin Hızır´ım, dedi. Sana birkaç sualim var, dedim. İstediğini sor, dedi. İmam Şafiî (r.a.) hakkında ne dersin? dedim. O, Evtâd´dandır (doğuda, batıda, kuzeyde ve güneyde bulunan dört büyük veliden biridir) dedi. Peki Ahmed b. Hanbel (r.a.) hakkında ne dersin? dedim. O sıddîk olan bir zattır, dedi. Bişr b. Haris Hafi için ne dersiniz? dedim. Ondan sonra, onun gibisi yaratılmamıştır, dedi. Seni görmeme vesile olan amelim nedir? dedim. Annene yaptığın iyilik, dedi.»

Üstad Ebu Ali Dekkak (r.a.) ın şöyle dediğini işitmiştim: «Bişr Hafi, Muâfi b. İmrân´ın evine gitti ve kapısını çaldı. Kim o? diye sorulunca, Bişr Hafi, diye cevap verdi. Evin içinden bir kızcağız: iki para verip ayağına ayakkabı alsan Hafî (yalınayak) lâkabından kurtulursun,» (meşhur olmaktan uzak kalmış olursun) dedi.

İbn Cellâ diyor ki: «Zunnûn´u gördüm, onun ibaresi (hikmetli sözleri) vardı. Sehl´i gördüm, onun işareti, (ibarenin daha ince şekli) vardı. Bişr Hâris´i gördüm, onun da verâ´ı vardı.» İbn Cellâ´ya: Peki, bunlardan hangisine meyil ediyordun? diye sorulunca, «Üstadımız Bişr b. Hâris´e diye cevap verdi.»
Naklederler ki, Bişr´in canı senelerce bakla yemek istediği halde
onu alacak kadar bir para bulamadım,» demiştir.

Bişr´e sordular: Ekmeği ne ile yersin? Şöyle dedi: «Afiyet sözünü zikrediyor ve onu ekmeğime katık yapıyorum.
Adamın biri yukarda geçen menkıbeyi Bişr´e anlatarak bunun manâsını sordu. Bişr, «Helâl israfı taşımaz» (yani zaruret miktarından fazla yenen yiyeceklerin helâl olması kolay olmaz) dedi.
Bişr rüyada görüldü ve; Allah sana nasıl muamele yaptı, diye soruldu. «Beni affetti. Cennetin yarısını bana helal kıldı ve şöyle buyurdu: Ey Bişr, ateş parçası üzerine secde etsen, senin için kullarımın kalbinde vücuda getirdiğim mevkiin şükrünü edâ edemezsin,» dedi.
Bişr, «Halkın kendisini tanımalarını arzu eden bir kimse, âhire-tin zevkini bulamaz», demiştir (9).

Haris Muhasibi (Öl. 243/857)

Sûfîlerden Ebu Abdullah Haris b. Esed Muhasibi ilim, verâ´, muamele ve hâl bakımından eşi bulunmayan bir zat idi. Aslen Basralı olup 243 (/857) senesinde Bağdat´ta vefat etmiştir.

Derler ki: Kendisine babasından bin dirhem miras kaldığı halde bir kuruş bile almadı. Bunun sebebi olarak babasının kaderi inkâr ettiği gösterilir. Bu sebeple Muhasibi babasının mirasından bir şey almamayı verâ´ın icabı görmüştü. Sahih bir rivayetle Nebi (s.a.) den, «Aralarında din farkı bulunanlar yekdiğerine mirasçı olamaz» (10) hadisi nakledilmiştir.

Muhammed b. Mesrûk diyor ki: «Haris b. Esed Muhasibi vefat ettiğinde bir dirheme bile muhtaç bulunuyordu, halbuki babası ölünce çok mal bırakmıştı.

9. Hal tercemesi için bk. HUye, VIII, 336; Sülemî, s. 39; Şa´ranî, I, 84; Ve-fayâtü´I-a´yân, I. 112; Sıfatü´s-safve, II, 183; Şazerâtti´z-zeheb, H, 460; Mirâ´tü´l-cenân, n, 92; El-Bidâye ve´n-nihâye, X, 297; Tezkiretü´l-evliyâ, s. 128; Nefahat trc. s. 102.

10. Ebu Davııri. Fcraiz, 10: Ibn Arrak, Tpnzttıu´ş-şerî´a (TenzJh), Ferâiz, 16: Ibn Mac Ferâiz, 6; Ibn Hanbel, Tl, 187.

Önüne bir yemek getirildiğinde nerden kazanıldığını sorar açıklamayı tatmin edici bulmazsa o da yemeği yemekten kaçınırdı.»

Ebu Abdullah b. Hafîf; «Şeyhlerimizden beş şahsa uyunuz, geriye kalanların hallerini kendilerine teslim ediniz. Bunlar, Ebu Mu-hammed Ruveym, Ebu´l-Abbas b. Atâ, Haris b. Esed Muhasibi, Cü-neyd b. Muhammed, Amr b. Osman Mekki´dir. Çünkü bunlar ilim ile (marifet ve) hakikatları telif etmişlerdir». (Şeriatla tasavvufu uzlaştırmışlardır).

Haris Muhasibi şöyle demiştir; «Bir kimse bâtınını murakabe ve ihlasla sağlamlaştırırsa Allah onun zahirini mücâhede ve sünnete tâbi olma hâli ile süsler.»

Cüneyd´in şöyle dediği hikâye olunur: «Bir gün Haris Muhasibi bana uğradı, kendisinde açlık alâmeti gördüm. Amca, evimize girip bir şeyler almak istemez misin? dedim. Olur, dedi. Eve girdi. Mutfağa gidip bir şeyler hazırlamak istedim. Evde bir düğünden gönderilen yemek vardı. Getirdim. Kendisine takdim ettim. Bir lokma aldı ve onu ağzında defalarca sağa sola yuvarladı. Nihayet kalktı, lokmayı ağzından çıkardı. Bir deliğe attı ve savuşup gitti. Birkaç gün sonra kendisini görünce, o şekilde hareket etmesinin sebebini sordum. Dedi ki: Tabiî ki, o zaman aç idim. Evinde yemek suretiyle seni memnun etmek, kalbini korumak ve gönlünü almak istedim, fakat benimle Allah Taâlâ arasında bir alâmet (akit) vardır. Bu alâmet, helal olması şüpheli bir yiyeceği boğazımdan geçirmemesi şeklindedir. O gün Allah, o lokmayı yutma imkânını bana vermedi. O yemek size nereden gelmişti?

Yanımızdaki evde düğün olmuştu. Onlar göndermişlerdi, dedim ve ilâve ettim, bugün evimize buyurmaz mısın? Olur, dedi ve içeri girdi. Evde kuru ekmek parçaları vardı. Onları takdim ettim. Yedi ve: Bir fakire (dervişe) bir şey takdim edeceğin zaman böylesini takdim et, dedi» (11). (Sûfîler düğün yemeğini yemeyi takva ve verâa uygun görmezler. Çünkü düğünlerde oyun ve eğlence vardır)

11. Hal tercemesi için bk. Hllye, X, 73; Süleml, s. 56; Şa´ranl, I, 87; Vefa-yâtü´l-a´yân, I, 157; Şezerfttü´z-zeheb, n, 152; Srfatü´s-safve, II, 207; MJrâtü´l-cenân, n, 142; Tezkiretü´l-evllyâ s. 270; Nefahat

Davud Tai

Yusuf b. Esbat diyor ki: «Davud Tâi´ye 20 dinar miras kalmış, bununla yirmi sene geçinmişti.»
Üstad Ebu Ali Dekkâk (r.a.) dan duydum: «Davud Tâî´nin zühd sebebi şu idi. Bağdat´ta gezmek âdeti idi. Bir gün yolda giderken, Emir Hamit Tûsî´nin önünden gidip yol açan polislerin kendisini yolun kenarına ittiklerini gördü. Sağına soluna bakınca Hamid´i gördü. Bunun üzerine, Bir dünya ki; orada Hamid seni geçer, yuh ona, dedi. Sonra evinin bir köşesine çekildi. Bütün vaktini ibadete ve mücâhedeye verdi.»

Bağdat´ta fukaradan birinin, şöyle dediğini işittim: «Davud Tâî´nin zühd sebebi, şu beyti okuyarak ölüsüne ağlayan bir kadını dinlemiş olması idi:

«Şimdi o yanaklarının hangisi çürümede ve o gözlerinden hangisi akmada...»
Derler ki, onun zühd hayatına atılmasının sebebi şu idi: Ebu Hanife (r.a.) nin meclislerine devam ederdi. Bir gün İmam Azam dedi ki: Ey Davud, biz âlet ve edevatı (şer´i ilimleri) muhkem hale getirdik.

Davud sordu: Geriye ne kaldı? Ebu Hanife cevap verdi: Onunla amel etmek. Davud diyor ki: Ebu Hanife´nin bu ikazı üzerine uzlete çekilmem hususunda nefsim benimle çekişmeye başladı. Nefsime, hiç bir meselede konuşmamak şartı ile Ebu Hanife´nin meclislerine devam etmedikçe seni uzlete çekmem, dedim. Kimse ile bir şey konuşmamak şartıyla bu meclislere devam ettim. Bir meseleye cevap vermek durumunda kaldığım olurdu. Ben o mesele hakkında konuşmaya, susuz kalmış bir insanın soğuk suya duyduğu istekten daha şiddetli bir arzu duyar, fakat yine de o konuda konuşmazdım. Bundan sonra Davud Tâî´nin durumu bilinen şekli aldı.

Derler ki: Hacamatçı Cüneyd, Davud Tâî´den kan almıştı. Davud ona ücret olarak bir dinar verdi. Fazla oldu, bu israf değil midir, denilince, «Mürüvveti bulunmayanın ibadeti olgun değildir,» dedi.

Gece yaptığı duada: «İlâhi, senin derdin beni dünyevî dertlerden azâd kılıyor ve uykumla arama giriyor,» derdi.

Davud Tâî´nin vefatını ilân eden halkın feryadının yükseldiğini duymuştu.
Adamın biri: Bana nasihat et, dedi. Davud: «ölüm askeri seni öldürmek için beklemekte,» dedi.
Adamın biri Davud´un yanına girmiş, güneş ışıklarının su testisinin üzerine düştüğünü görünce, müsaade ederseniz testiyi gölgeye koyalım, demiş. Davud bu zata demiş ki: «Bu testiyi buraya koyduğum zaman güneş yoktu, Allah´ın beni nefsimin arzuları peşinde yürürken görmesinden haya ederim.»

" Bir zat Davud´un yanına girmiş ve ona bakmaya başlamıştı. Davud bu zata: «Bilmiyor musun ki, velîler lüzumsuz konuşmalar kadar lüzumsuz bakışlardan da hoşlanmazlardı,» demişti. Ebu Rebi´ Vâsitî, Davud Tâi´ye: «Bana nasihat et,» demiş. O da: «Dünyadan faydalanmamak suretiyle oruç tut, iftarın ölüm olsun, yırtıcı hayvanlardan kaçtığın gibi, insanlardan firar et,» demişti (12).

Şakîk Belhî (öl. 164/780)

Zâhid sûfîlerden Ebu Şakik b. ibrahim Belhi, Horasan şeyhlerindendir. Tevekkül konusunda ayrı bir üslûp sahibiydi. Hâtem Asamın´m üstadıydı. Naklederler ki: Tevbe edip zühde atılışının sebebi şu idi: Şakik, zenginlerden birinin oğluydu. Genç yaşta ticaret için Türk ülkesine gitmişti. Bir puthaneye girdi. Burada putlara hizmetçilik yapan birini gördü. Hizmetçi saçını sakalını traş etmiş, üzerine erguvânî bir elbise giymişti. Şakîk; hizmetçiye, «Şüphe yok ki senin yaratıcı, hayat sahibi, âlim ve kadir bir mabudun var, ona ibadet et, zararı ve faydası olmayan bu putlara ibadet etme,» dedi. Hizmetçi ona şu cevabı verdi: Eğer durum dediğin gibi ise, O Allah kendi memleketinde sana rızk vermeye kadir ise, bunca sıkıntılara katlanarak ticaret için buraya kadar neden geldiniz? Bu söz üzerine
12. Hal tercemesl için bk. Tezkirettt´l-evUyft s. 243; Vefayâtttl-a´yân, Tl, 29; MünavI, Kevakib, I, 103.
senin halkının kuraklıktan ve sıcaktan çektiKleri sıkıntıyı görmüyor musun?» dedi. Hizmetçi: Bundan bana ne? Efendimin hususi bir çiftliği var, muhtaç olduğumuz her şeyi buradan sağlıyorum, dedi.

Bunun üzerine Şakîk intibaha geldi ve: «Bu hizmetçinin beyinin bir köyü var, efendi fakir bir mahlûk iken, köle ona güvenerek rızık kaygısı çekmiyor. Mevlâsı zengin olan bir müslümanın rızık kaygısı çekmesi nasıl uygun olur!» dedi.

Hâtem Asamm anlatıyor: «Şakik b. İbrahim zengin bir^zat idi. Fütüvvet ve mürüvvet gösteriyor, malını cömertçe harcıyor, gençlerle düşüp kalkıyordu. Bu sırada Belh Emiri Ali b. îsâ b. Mânan idi. Emir köpeğini alarak ava gitmekten hoşlanırdı. Bir gün köpeklerinden birini kaybetmişti. Köpeğin bir adam tarafından çalındığı fesatçılar tarafından iddia edildi. Bu adam Şakik´in komşusu idi. Adam aranmakta olduğunu duyunca korktu ve kaçtı. Eman dileyerek Şa-kîk´in evine girdi. Şakik kalktı, Emirin yanına gitti ve: Bu adamın yakasını bırakın, köpek benim yanımdadır, üç güne kadar size teslim edeceğim, dedi. Adamın yakasını bıraktılar. Şakik Emirin yanından ne yapacağını düşüne düşüne ayrıldı. Üçüncü gün olunca Şakîk´in dostlarından olup o sırada seferde bulunan bir zat Belh´e dönmüş, yolda boynunda halka bulunan bir av köpeği bulmuş, bunu Şakik´e hediye etmeliyim, zira o gençlerle düşüp kalkıyor, diye düşünmüş, köpeği almış ve Şakik´e getirmişti. Şakik köpeği görünce bunun kaybolan köpek olduğunu anladı ve memnun oldu, köpeği aldı, Emire götürdü ve taahhüdünden kurtuldu. Bu hadise üzerine Allah, Şakik´e bir uyanış nasib etti, yaptıklarına tevbe etti ve zühd yolunu tuttu.

Hâtem Asamın şöyle dediği hikâye edilir: «Cephede Türklere karşı Şakik ile birlikte savaşıyorduk: O gün, vücuttan ayrılıp düşen başlar, kırılan mızraklar ve parçalanan kılıçlardan başka bir şey görünmüyordu, Şakik bana dedi ki: Ey Hâtem, bugün kendini nasıl buluyorsun, eşinle zifafa girdiğin gece gibi bulabiliyor musun? Vallahi, böyle bulamıyorum kendimi, dedim. Bunun üzerine: Vallahi ben bugün gerdek gecesinde olduğum gibiyim, dedi. Sonra kalkanını başının altına koyup saflar arasında uyudu, hatta horultusunu bile duymuştum.» insanınasıl tanırsınız diye sorulduğunda salih doğru söyler ve doğru yaşar derdi.

Bayezid Bistamî (Öl. 234/848 veya 261/874)

Sûfîlerden Ebu Yezîd Tayfur b. îsâ Bistâmi (sultanu´l-ârifîn) Mecûsî iken müslüman olan bir şahın torunudur. Üç kardeş idiler. Adem, Tayfur (Bayezid) ve Ali. Hepsi de abid ve zâhid insanlar olmakla beraber Ebu Yezid hal bakımından bunların en ulusu idi.

Bayezid´e, bu marifeti hangi şeyle buldun, diye sorulmuş, o da, «Aç karın ve çıplak bedenle,» diye cevap vermişti.

Bayezid demiştir ki: «Otuz senemi mücâhede ile geçirdim. Bu müddet esnasında ilimden ve ilme tâbi olmaktan daha çetin bir şeye rastlamadım. Ulemanın ihtilâfı olmasaydı tek içtihat üzre kalırdım. Mücerret ve saf tevhid hariç, diğer hususlarda âlimlerin ihtilâf etmesi rahmettir.»

Bayezid´in vefat etmeden evvel Kur´an´ı baştan sona kadar ezberlediği, nakledilir.

Ümmî Bistamî: «Babamın şöyle dediğini işitmiştim: Bir gün Bayezid bana; kalk, kendi veliliğini teşhir eden falan adama gidelim ve haline bakalım, dedi. Zühd ile meşhur olan bu zatın yanına vardık, adam evinden çıktı, mescide geldi ve kıble cihetine tükürdü. Bunu gören Bayezid, adama selâm bile vermeden derhal geri döndü ve Resûlüllah (s.a.) in riayet ettiği edeplerden bir edep konusunda bile bu kişiye güvenilemezken iddia ettiği velilik meselesinde nasıl güvenilir, dedi.»

Bayezid demiştir ki: «Yemek külfetinden ve kadın sıkıntısından beni kurtarmasını Allah Taâlâ´dan niyaz etmek istemiştim. Sonra kendi kendime, Resûlüllah (s.a.) bile Allah´tan böyle bir şey istemediği halde benim istemem nasıl caiz olur? dedim ve bu yolda dua etmekten vazgeçtim. Sonra Hakk Sübhanehü ve Taâlâ kadın sıkıntısından beni kurtardı.

13. Hal tercemesi için bk. Hilye, Vin, 58; Süleml, s. 61; Şa´rânî, I, 88; Tezkiretü´l-evliyâ, s. 232; Nefahât trc., s. 103; Sıfatti´s-safve, IV, 133; Vefa-yatü´l-a´yan, I, 240; Mir&ttt´l-cen&n, I, 445; ŞezeratU´z-zeheb, I, 341.

Bir gün Beyazide zühdden soruldu. O bu sualin hiç menzili yoktur ki, bir tek cevap vereyim, demiş: Niçin? sorusuna ise şu cevabı vermişti: Çünkü ben zühdde üç gün kaldım, dördüncü gün zühdden çıktım: ilk gün dünya ve dünyada olan şeylere karşı zâhid (ilgisiz, değer vermeyen, isteksiz) oldum. İkinci gün âhirete ve orada bulunan şeylere karşı zâhid oldum. Üçüncü gün Allah´tan başka ne varsa hepsine karşı zâhid oldum. Dördüncü gün olunca bana Allah´tan başka bir şey kalmadı, ilâhî aşk beni şaşkına döndürdü. O zaman hatiften gelen bir sesin bana: Ey Bayezid, bizimle birlikte bulunmaya takatin yetmez, dediğini işittim ve maksadım işte bu idi, dedim. Aynı ses bu sefer: Maksadına eriştin, istediğini buldun, diye hitap etti.»

Bayezid´e soruldu: Allah yolunda karşılaştığın en çetin şey ne oldu? «Tasviri mümkün değil,» dedi. Nefsine reva gördüğün muamelenin en kolayı ne oldu, diye soruldu, «işte bunu izah edeyim» dedi: «Bir kere nefsimi taata ve ibadete davet ettim. Fakat davetimi kabul etmedi, bunun üzerine onu bir sene su içmekten men eyledim.»
Bayezid diyor ki: «Otuz seneden beridir her namaz kılışımda, belime sardığım zünnarı koparıp atmak isteyen bir Mecusiyim, itikadı içinde olduğum halde namaz kılmaktayım.»

Musa b. Isâ diyor ki: «Bayezid´in şunu söylediğini bana babam anlatmıştı. Bir adamın havada bağdaş kurup oturacak kadar kerametlere sahip olduğunu gözlerinizle görseniz, o adamın Allah´ın emirlerini, nehiylerini ve hudutlarını muhafaza ve şeriate riayet hususunda nasıl hareket ettiğini tetkik edene kadar ona aldanmayınız.»

Ummi Bistamî babasının şöyle dediğini hikâye eder: «Kalenin duvarlarının dibinde Hakk Sübhanehü ve Taâlâ´yı zikretmek için Bayezid bir defa serhaddaki kaleye gitmiş, fakat zikir yapmadan sabaha kadar orada kalmıştı. Bunun sebebini sorunca dedi ki: Çocukluğumda ağzımdan çıkan hoş olmayan bir kelimeyi hatırladım da onun için (böyle bir dille) Hakk Sübhanehü ve Taâlâ´yı zikretmekten haya ettim» (14).

14. Hal tercemesi için bk. HUye, X, 33; Sülemt, s. 67; Şa´rânî, I, 89; Tezkire-tü´1-evliym s. 160; Nefahat trc., s. 109; Stfatii´s-safve, IV, 89; Şezeratü´z-zeheb, II, 143; Mirâtii´l-cenân, II, s. 173; Vefayâtü´l-a´yân, I, 301.

Sehl b. Abdullah

Sûfüerden Ebu Muhammed Sehl b. Abdullah vera ve muamele sahalarında sûfiler zümresinin zamanında benzeri bulunmayan imamlarındandır. Birçok kerametleri vardı. Hacca gittiği sene Mekke´de Zunnûn Mısri ile görüşmüştü.

Sehl diyor ki: «Daha üç yaşımda iken kalkar ve sabaha kadar uyumıyan dayım Muhammed b. Süvâr´ın nasıl namaz kıldığına bakardım. Dayım bana, git, uyu, çünkü kalbimi meşgul ediyorsun, derdi.»
Ömer b. Vâsıl Basri, Sehl b. Abdullah´tan şunu nakletmiştir: «Bir gün dayım bana: Seni yaratan

Allah´ı zikretmek istemez misin? diye sordu. İsterim ama onu nasıl zikredeyim, dedim. Dedi ki: Yatağına girdiğin zaman dilini oynatmaksızın kalb ile üç kere: Allah beni ve davranışlarımı görmektedir, de. Buna üç gün devam ettim, sonra durumu kendisine arzettim. Bu sefer bana, bunu her gece yedi kere söyle, dedi. Yedi gece bunları söyledim, sonra durumu kendisine bildirdim. Bu defa bana, bunu her gece on bir kere söyle, dedi. Dediğini yaptım. Bunun neticesi olarak kalbim bu işten zevk almaya başladı. Bir sene sonra, dayım bana, öğrettiğimi iyi muhafaza et ve kabre girene kadar buna devam et, çünkü bu dünya ve âhirette senin için faydalıdır, dedi. Buna senelerce devam ettim. Bunun neticesi olarak sırrım (ruhum) bu işten haz almaya başladı. Sonra bir gün dayım bana: Ey Sehl, Allah bir kimse ile birlikte bulunur, ona nazar kılar ve onun yaptıklarına şâhid olursa, acaba o kimse Hakk Taâlâ´ya âsi olur mu? Günahtan sakın, dedi. Issız sada-sız yerlerde halvete çekilmeye başladım. Sonra beni mektebe gönderdiler, fakat ben himmet ve gayretimin dağılmasından endişe ettiğim için muallime, her gün bir saat ders aldıktan sonra geri dönmemi şart koşun, dedim. Mektebe bu şekilde devam ettim ve altı veya yedi yaşımda iken Kur´an´ı ezberledim.

Oniki yaşıma ayak basıncaya kadar sadece arpa ekmeği yiyerek oruç tuttum. Sonra onüç yaşımda
iken kafam bir meseleye takıldı kaldı. Aileme, bu meseleyi halletmek için beni Basra´ya gönderin, diye yalvardım. Basra´ya geldim, buranın âlimlerine meseleyi sordum. Fakat hiç biri beni tatmin edici bir şey söyleyemedi. Ebu Habib Hamza b. Abdullah Abadânî adiyle tanınan bir zât ile görüşmek için Basra´dan Abadân´a geldim. Sorumu sordum, cevabını aldım. Âdabı ile edeplenmek ve sözlerinden istifade etmekle kemale erdim.

vaktiyle bir ukiyye katıksız saf arpa ekmeği ile tuzsuz ve katıksız iftar ederdim. Bu bir dirhem bana bir sene kâfi gelirdi. Sonra üç, daha sonra beş, ondan sonra yedi, ondan sonra onbeş ve en sonra yirmi günde sadece bir iftar yapmaya azmettim. Bundan sonra seyahata çıktım, senelerce diyar diyar dolaştıktan sonra Tûster´e döndüm ve geceleri sabaha kadar ibadetle ihya ettim.

Sehl b. Abdullah demiştir ki: «ister günah, ister sevap olsun kulun şeriata uymadan işlediği fiiller nefsin arzusunu tatminden başka netice vermez. Şeriate uyularak işlenen fiiller nefs için azab-tır» (15).

Ebu Süleyman Darânî (Öl. 215/830)

Sûfî zâhidlerden Ebu Süleyman Abdurrahman b. Atiyye Darâni Şam´ın köylerinden Darrânlı olup 215 (/830) senesinde vefat etmiştir.

Ebu Süleyman demiştir ki: «Gündüz iyi amel eden geceleyin, gece iyi amel eden gündüzleyin yaptığının mükâfatını görür. Nefsanî bir arzuyu samimi olarak terkedenin gönlünden Allah bu arzudan dolayı kulunu cezalandırmayacak kadar kerem sahibidir.»

Yine nakledildiğine göre Ebu Süleyman, «Bir kalbe dünya gelip yerleşirse, âhiret oradan göç edip gider,» demiştir.

Ebu Süleyman Darânî der ki: «Nice defalar sûfiler taifesine mahsus bir nükte ve hikmet kalbime düşer de Kitap ve Sünnetten iki âdil şahit bunun doğruluğuna şahitlik etmedikçe, bunları günlerce kabul etmem.» (Sûfilerden bir söz ve bir hikmet işitirim, bu çok hoşuma gider, fakat nefsim beni aldatır, diye âyet ve hadisten iki âdil şahit bulmadıkça bu sözü kabul etmem.)

Ebu Süleyman, «Amellerin en faziletlisi nefsin zıddına hareket etmektir.» demiştir.
Ebu Süleyman, «Her şeyin bir alâmeti vardır, ilâhî inayetten feyz almanın alameti kalbin gayriden ilgiyi kesmesidir. İlahi nurun pası olan aile veya mal veya çocuk gibi şeylerin hepsi senin için uğursuzluk ve talihsizliktir.»

15. Hal tercemesi için bk. Hilye, X, 189; Sülemî, s. 206; Şa´rânî, I, 90; Tezkir*tü´l-evüya, s. 204; Nefahât trc, s. 119; Sıfatü´s-safve, IV, 46; Ve-layâtü´l-a´yân, I, 273; Miratü´l-cenân, II, 148; Şezeratti´z-zeheb, II. 182.

Ebu Süleyman diyor ki: «Soğuk bir gece mihrabda bulunuyordum, soğuk beni muzdarip kılmıştı, bir elimi ısıtmak için koynuma soktum, diğeri dua için uzatılmış halde açıkta kaldı. Gözüme uyku bastırmıştı. Hatiften bir ses: Ey Ebu Süleyman; şu uzanan ele nasibini koyduk, öbürü de uzanmış olsaydı, o da kısmetini alırdı, dedi. Bunun üzerine hava ister soğuk olsun, ister sıcak olsun iki elimi çıkarmadan dua etmiyeceğime nefsime karşı and içtim.»
Ebu Süleyman demiştir ki: «Bir gece uyku bastırdığı için virdimi terkederek uyumuştum, rüyada âhu gözlü bir huri bana: Sen uyuyorsun, halbuki beş yüz seneden beri ben senin için yetiştiriliyorum, dedi.»

Ahmed b. Ebi´l-Havarî diyor ki: «Bir defa Ebu Süleyman´ın yanına gittim, onu ağlar vaziyette buldum. Neden ağlıyorsun? deyince, Şöyle dedi: Ey Ahmed, niçin ağlamayayım, karanlık ortalığı kaplıyor, mahabbet ehli dizleri üzere çöküyor, yanakları üzere ve secde-gâha göz yaşları damlıyor. Bunlar böyle olduğu zaman Hakk Sübha-nehü ve Taâlâ Hazretleri tecelli ederek şöyle nida eder.- Ey Cebrail, kullarımı murakabe etme sıfatıma yemin ederim ki, kim kelâmım Kur´an´dan zevk alır, rahat ve huzurunu beni zikretmede bulursa, ben onların halvette yaptıkları bu hallere vâkıf olurum, iniltilerini işitirim, ağlamalarını görürüm. Ey Cebrail, bu haldeki kullarıma neden, bu ağlama nedir? Sevenin sevdiklerine eza ve cefa verdiğini hiç gördünüz mü?, diye nida etmiyorsun. Gece karanlığı bastırdığı zaman inleyerek bana sığınan bir zümreyi azaba ve hesaba çekmem nasıl yakışık alır? Zatım´a yemin ederek diyorum ki, kıyamet günü bana geldikleri gün, Kerîm (asîl) olan yüzümden perdeyi kaldıracağım. Böylece onlar beni, ben de onları temaşa edeceğim» (16).

16. Hal tercemesi için bk. Hilye, I, 87; Sülemî, s. 91; Şa´rânî, I, 93; Tezklre-tü´I-evliya, s. 276; Nefahât trc, s. 116; Sıfatü´s-safve, IV, 134; Şezerâtü´z-zeheb, n, 87; Mirâtü´l-cenân, II, 118; Tarihü Bağ dad, Vnt,Stt

Hatemi Asam

Horasan şeyhlerinin büyüklerinden olup Hatim b. Yusuf Asamm adı ile de tanınmaktadır. Şakîk´in talebesi, Ahmed b. Had-reveyh´in üstadı idi. Derler ki: O Asamm (sağır) değil idi, bir kere sağır imiş gibi hareket etmiş, onun için sağır adını almıştı.

Üstad Ebu Ali Dekkak (r.a.) in şöyle dediğini işittim: «Bir kadın geldi ve Hâtem´den bir mesele sordu, kazara o sırada kadın yellenmiş ve bundan dolayı da çok mahcup olmuştu. Hâtem kadına, yüksek sesle konuş, zira ben çok ağır işitiyorum, demiş ve kadına sağır olduğu kanaatini vermiş, kadın da bu işe memnun olmuş ve kendi kendine: Muhakkak ki, yellendiğimi duymamıştır, demişti. Bu hadiseden sonra Hâtem´in adı sağıra (asamm) çıkmıştı.»

Hâtem diyor ki: «Hiç bir sabah yoktur ki, Şeytan bana ne yiyeceksin, ne giyineceksin, nerede ikâmet edeceksin? dememiş ve benden şu cevabı almamış olsun: ölümü yiyeceğim, kefeni giyeceğim, mezarı mesken edineceğim!»
Aynı senedle nakledildiğine göre, Hâtem´e: Ne istersin? diye sorulmuş. «Akşama kadar afiyette olmak isterim,» demiş. Her gün afiyette değil misin? denilmiş. O da: «Afiyette olduğum gün, günâh işlemediğim gündür,» demişti.

Hâtemu´l-Asamın şöyle dediği nakledilmiştir: «Bir gaza esnasında düşmandan bir şahıs beni yakaladı, boğazlamak için yere yatırdı. Böyle iken bile gönlüm onunla meşgul olmadı. Tersine Allah Taâlâ´nın hakkımdaki .hükmünün ne olacağını düşünmekte idim. Düşman beni kesmek için çizmesinden bıçağını çekmeye uğraşırken birden serseri bir ok boğazına saplandı, onu öldürdü.»

Hâtem´in şöyle dediği rivayet edilir: «Bizim bu (tasavvuf) mezhebimize giren, ölümün şu dört nevini kendine mal etsin-. Beyaz ölüm, bu açlıktır; kara ölüm, bu halkın eza ve cefasına tahammüldür; kızıl ölüm, bu heva ve hevese karşı koyarken her nevi şaibeden uzak halis ameldir; yeşil ölüm, bu yama üzerine yama atılmış hırka giymektir» (17).

17. Hal teicemesi için bk. Hilye, X, 51; Şa´rânî, I, 94; Sülemî, s. 107; Tezki-retü´l-evliya, s. 285; Nefahât trc., s. 108; Vefayâtu´l-a´yftn, II, 296; Şeze-râttt´z-zeheb, II, 138; Sıfatu´s-safve, IV, 71; Tarihu Bagdad, XIV, 208.

Yahya b. Muaz Razı

Zamanında eşi bulunmayan yegâne bir velî idi. Recâ konusunda özel bir üslûb ile konuşmuştur. Marifet hakkında sözleri vardır. Belh´e gitmiş, bir müddet orada ikâmet ettikten sonra Nişabur´a dönmüş ve 258 (/871) senesinde vefat etmiştir.

Yahya b. Muaz: «Verâ´ sahibi olmayan nasıl zâhid olur? önce sana ait olmayan şeye karşı verâ´ sahibi ol, sonra sana ait olan şeyde zühd göster,» demiştir.

Yine bu senedle Yahya b. Muaz der ki: «Çok tevbe edenlere (tevvâbîn) aç kalmaları, bir tecrübedir. Zâhidlerin aç kalmaları, nefislerine tatbik ettikleri bir siyasettir. Sıddîk olanların aç kalmaları, Allah´tan kendilerine bir ihsan ve ikramdır.»

Yahya Râzî, «Fevt (dinî ve ahlâkî bir şeyi ifa etmeyi elden kaçırmak, fırsatı kaybetmek), mevtten daha zordur. Çünkü fevt Hakk´-tan ayrı düşmek, mevt (ölüm) halktan ayrılmaktır,» demiştir.
Yahya der ki: «Nefsi her zaman, o zamana ait en faydalı ve en uygun şeyle meşgul etmekten daha büyük kazanç olamaz.»

Derler ki: Yahya b. Muaz Belh´te zenginliğin fakirlikten üstün olduğu konusunda konuşmuş, bundan dolayı kendisine otuz bin dirhem ihsan olunmuş, bunun üzerine şeyhlerden biri kendisine: Allah bu malı sana mübarek kılmasın, demiş. Sonra Nişabur´a gitmek üzere oradan ayrılmış. Yolda soyguncuların eline düşmüş ve parayı bunlara kaptırmıştı. Böylece ilâhî bir ihtarla fakirliğin zenginlikten üstün olduğunu idrâk etmiş, şeyhin duası bu şekilde tecelli etmişti.

Yahya b. Muaz: «Bir kimse açıkça değil de içinden ve gizlice Allah´a hıyanet ederse, Allah onun ar ve namus perdesini yırtar ve kendisini rezil eder,» demiştir.

Yahya b. Muâz Râzi der ki: «Şerli insanların seni tezkiye etmeleri, senin için bir kusurdur. Seni sevmeleri ise, senin için bir ayıptır. Sana muhtaç olan senin nezdinde zelil olur.» (Şu halde zelil olmamak için zâhid olmak icabeder) (18).

18. Hal tercemesi için bk. Hilye, X, 61; Sülemî s. 107; Şa´rânl, I, 94; Tezkire-tü´1-evliya, s. 377; Nefahât trc, s. 108; Sıfatü´s-safve, IV, 71; Tariho´ Bağdad, XIV, 207; Vefayâtü´l-a´yân, II, 296; Şezeratü´st-zeheb, II, 138.

Ebu Ahmed Hadraveyh

Ebu Türab Nahşabî´nin sohbetinde bulunmuş olan Horasan şeyhlerinin büyüklerindendir. Ebu Hafs´ı ziyaret için Nişabur´a gelmiş, sonra Bayezid Bistâmî´nin ziyaretine Bistâm´a gitmiştir. Fütüvvette şanı yüce idi. Ebu Hafs onun hakkında, «Ahmed b. Hadraveyh´ten daha büyük bir himmete, daha doğru bir hale sahip olan birini görmedim,» demiştir. Bayezid Bistâmi, «Üstadımız Ahmed´dir,» derdi.

Muhammed b. Hâmid anlatıyor: «Çan çekişirken Ahmed b. Had-raveyh´in başucunda oturuyordum. Yaşı doksan beşi bulmuştu. Müridlerden biri ona bir sual sordu. Gözleri buğulanan Ahmed dedi ki: Evlâdım, doksan beş seneden beri çaldığım şu kapı işte açılmak üzere, ama bilmiyorum kapının açılması bana bahtiyarlık mı yoksa bedbahtlık mı getirecek! Şu durumda ben senin soruna nasıl cevap verebilirim?»

Ahmed b. Hadraveyh´in yediyüz dirhem borcu vardı. Alacaklılar yanında bulunuyorlardı. Yüzlerine baktı ve: «Allahım! Sen mal sahipleri için rehini bir teminat kıldın. Şu anda ruhumu almak suretiyle onların teminatını ellerinden alıyorsun, o halde benim namıma borcu Sen öde,» dedi. Tam bu sırada birisi kapıyı çaldı ve: Ahmed´den alacağı olanlar nerede? dedi ve borcu tamamen ödedi. Bunu takiben Ahmed b. Hadraveyh ruhunu teslim etti (r.a.).

Ahmed b. Hadraveyh: «Gafletten ağır bir uyku yoktur, insana en çok mâlik olan ve onu kul olarak kullanan nefsânî arzulardır. Üzerinde gafletin ağırlığı olmasaydı nefsânî arzular sana karşı zafer kazanamazdı,» demiştir (19).

Sûfî zâhidlerden Ebu´l-Hüseyn Ahmed b. Ebi´l-Havâri Şamlıdır. Ebu Süleyman Darani ve daha başkalarının sohbetlerinde bulunmuş olup, (230/844) senesinde vefat etmiştir. Güneyd onun hakkında, «Ahmed b. Ebi´l-Havâri Şam´ın güzel kokan çiçeğidir,» demiştir. .

16. Ahmed b. Ebi´l-Havârî (Öl. 230/844) Sûfi zâhidlerden Ebu´l-Hüseyn Ahmed b. Ebi´l-Havârî Şamlıdır.
19. Hal tercemeai için bk. Hilye, X, 42; Sülemt. s. 103; Şa´ranî, I, 95; Tezki-retü´I-evliya, s» 348; Nefahât trc, s. 119; Sıfattt´s-safve, IV, 137; Şezera-tü´E-zeheb, II, 11; Tarihli Bagdad, IV, 137.

Yine Ahmed b. Ebi´l-Havârî, «Ağlamanın en faziletlisi ve iyisi, şeriata uygun olmayan amellerle tüketilen ömür üzerine kulun ağlamasıdır.» demiştir.

Yine o, «Allah bir kulunu gaflet içinde bulunmak ve taş kalpli olmaktan daha beter bir şeyle imtihan etmemiştir,» demiştir.

17. Ebu Hafs Haddâd (Öl. 260/883)
Sûfî zâhidlerden Ebu Hafs Ömer b. Mesleme Haddâd, Nişabur´un Buhara yolu üzerindeki kapısı yakınında bulunan ve «Kurdâbâd» adı verilen bir köye mensuptur. Sûfîlerin imamlarından ve ulularından bir zattır. 260/883) küsur senesinde vefat etmiştir.

Ebu Hafs: «Humma ölümün habercisi olduğu gibi günahlar da küfrün habercisidir,» der.

Ebu Hafs, «Semâ seven bir mürid gördün mü, bil ki onda tenbellik kalıntıları vardır (da ondan dolayı amel etmek için semâ gibi bir tarik ve teşvik âmiline ihtiyaç duymaktadır)», demiştir.
Ebu Hafs der ki: «(Bedene ait) dış terbiyedeki güzellik, (ruha ait) iç terbiyedeki güzelliğin aynasıdır.» (Dış, içi aksettirir, küpten içindeki madde sızar).

Yine o demiştir ki: «Fütüvvet, başkasına adalet ve insafla muamele etmek, fakat onlardan adalet ve insafla muamele etmelerini istememektir» (iyilik yapmak, karşılık beklememektir).

Ebu Hafs der ki: «Bir kimse her zaman hallerini ve fiillerini Kitap ve Sünnetle ölçmez ve aklına gelen düşünceleri (havâtır) itham etmezse, onun adını defterin (Allah) adamları hanesine kaydetmezler» (21).
20. Hal tercemesi için bk. Hllye, X, 5; Süleml s. 98; Şa´ranî, I, 96; Sıfatü´s-safve, IV, 212; Şezeratti´s-zeheb, II, 11; Mirfttü´l-cenân, II, 153; Tezkire-tti´l-evliya s. 345; Nefahât trc., s. 117.
21. Hal tercemesi için bk. Hilye, X, 229; Sülemî, s. 115; Srfatü´s-safve IV, 98; Şa´ranî, I, 96; Tezkiretü´l-evUya, s. 401; Nefahât trc., s. 111; Miratü´1-ce- / nan, II, 179; Şeaeratü´z-zeheb, II, 150.

Ebu Turab Nahşebi

Çölde vefat ettiği ve vücudu yırtıcı hayvanlar tarafından parçalandığı da söylenir.
Îbnü´l-Cellâ, «Altı yüz şeyhin sohbetinde bulunmuş, fakat dördü gibisini görmemiştim; bunlardan birincisi Ebu Türâb idi,» demişti. Ebu Türâb, «Fakirin gıdası, bulduğu, elbisesi vücudunu örten, meskeni konakladığı yerdir,» demiştir.

Ebu Türâb, «Kul bir amelde samimi (ve sâdık) olursa daha onu işlemeden zevkini tadar, bu amelde bir de ihlâslı oldu mu onu işlerken de zevk ve lezzet bulur,» demiştir.

Ebu Türâb Nahşebî, «Müridlerinde hoşa gitmeyen bir hâl gördü mü, derhal cehd ve gayretini artırır, tevbesini yeniler ve: Bunlar hoş olmayan bu duruma benim uğursuzluğum sebebiyle, sürüklendiler.

Çünkü, Aziz ve Celîl olan Allah, şüphe yok ki: ´Bir kavim kendinde bulunan meziyetleri değiştirmedikçe Allah onları değiştirmez.´ (Ra´d, 13/14 buyurmuştur,» demiştir.

Ebu Türâb; müridlerine, «Sizden hanginiz yamalı hırka giyer ve Mescidde ve tekkede işsiz güçsüz oturursa dilencilik yapmış olur. Mushafı yüzünden okuyan veya halk işitsin, diye Kur´an okuyanlar da dilencilik yapmış olur,» (dilencilik ise iyi bir şey değildir) derdi. Yine Ebu Türâb derdi ki: «Benimle Allah arasında bir ahid var, buna göre elimi harama uzatmayacağım, uzattığım zaman elim kısalacak ve harama ulaşmayacaktır.»

Ebu Türâb, üç günden beri aç olan müridlerinden bir sûfînin karpuzun kabuğuna el uzattığını gördü ve; «Nasıl olur da elini karpuz kabuğuna uzatırsın? Artık senin tasavvuf yolunda bulunman uygun olmaz, git pazarda para kazan, oradan ayrılma,» dedi.

Ebu Türâb Nahşebî anlatıyor: «Bir defa hariç, nefsimin hiç bir arzusu olmamıştı. Sefer esnasında bir kere canım ekmek ve yumurta istemişti Orada bulunan bir köye saptım, adamın biri aniden üzerime atıldı ve yakama yapışarak; soyguncularla bu da vardı, dedi. Sonra beni yere yatırdılar ve yetmiş kırbaç vurdular. O sırada halime vâkıf olan bir sûfî feryad etmeye başladı: Ne yapıyorsunuz? Bu Ebu Türâb Nahşebî´dir, dedi. Bunun üzerine beni salıverdiler ve özür dilediler. İçlerinden bir zat beni evine götürdü ve (tesadüf bu ya) sofraya ekmek ve yumurta getirdi. Nefsime dedim ki: Yetmiş sopa yedikten sonraarzuna nail oldun.

Abdullah b. Hubeyk

Sufi zâhidlerden Ebu Muhammed Abdullah b. Hubeyk, Yusuf b. Esbat´ın sohbetinde bulunmuştu. Aslen Kûfeli idi ama Antakya´da ikâmet ederdi,

Feth b. Şahraf anlatıyor: «Abdullah b. Hubeyk´e ilk rastladığımda bana dedi ki: Ey Horasanlı! Ekseriya insanın başını derde sokan şu dört şeydir: Gözün, dilin, kalbin, arzun. Gözüne sahip çık, onunla helal olmayan şeye bakma. Diline sahip ol, Allah Taâlâ´nın kalbinde olduğunu bildiği şeyin aksini söyleme. Kalbine dikkat et, gönlünde hiç bir Müslüman için kin ve hased hissi bulunmasın. Arzuna malik ol, şer olan bir şeyi arzu etmiş olmıyasın. Şu dört husus sende mevcut olmazsa toprak başına, muhakkak ki bedbaht bir insansın.»

İbn Hubeyk, «Sadece yarın (âhirette) sana zararı dokunacak olan şeye üzül, sadece yarın seni memnun edecek şeye sevin,» demiştir.

İbn Hubeyk, «İnsanların Hakk´dan ve Hakk´a ibadetten sıkılmaları, diğer insanların kalblerinin onlardan sıkılmalarına sebep olmuştur. İnsanlar Rableri ile yakınlık kursalardı, herkes kendileri ile yakınlık kurarlardı,» demiştir.

Ibn Hubeyk, «(Allah) korkusunun en faydalısı, günah işlemene mani olan, elden kaçırdığın fırsatlar için uzun uzun üzülmene sebep olan ve geriye kalan ömür hususunda seni devamlı olarak düşündüren korkudur. Recâ (ümitinn en faydalısı ise, amel etmeni kolaylaştıran ümittir,» demiştir.

İbn Hubeyk: «Bâtıl olan şeylere fazla kulak vermek kalbin ibadetlerden tad almasını engeller demiştir.

Ahmed b. Asım

Ahmet b. Asım dilini tutmaya çok dikkat ederdi. ona, «Kalb casusu» adını vermiştir.
Ahmed b. Âsim, «Kalbinin salâh içinde olmasını istersen dilini korumak suretiyle ona yardımcı ol,» demiştir.

Ahmed b. Âsim, «Allah Taâlâ: ´Mallarınız ve evlâdlarınız sadece bir fitnedir (Tegâbün, 64/15) buyurmuş olduğu halde biz durmadan fitnenin artmasını istiyoruz,» demiştir (24).

Mansur b. Ammar (Öl. ? )

Sûfî zâhidlerden Ebu´s-Serî Mansur b. Ammar aslen Merv´in «Yerânkân» denilen köyündendir. Bûşencli olduğu ve Basra´da ikâmet ettiği de söylenir. Büyük vaiz hocalardan idi.

Mansur b. Ammar, «Bir kimse başına gelen dünyevî musibetlerden dolayı sızlanırsa, musibet dinine intikal eder,» demiştir.

Mansur b. Ammar, «Kul için en güzel elbise tevazu ve inkisar, (Mevlâya karşı boynu bükük olma) elbisesidir. Onun için Allah Taâlâ, ´Takva elbisesi daha hayırlıdır.´ (A´raf, 7/26) buyurmuştur,» demiştir.
Derler ki: Tevbe edip zühde dönüşünün sebebi şu idi: Bir kere yolda giderken üzerinde «Bismillahi´r-Rahmanî´r-Rahim» yazılı olan bir kâğıt bulmuş, bu kâğıdı koyacak uygun bir yer bulamadığı için yutmuştu. Bunun üzerine rüyasında birinin.- «O kâğıda hürmet ettiğin için Allah, senin üzerine kapalı olan hikmet kapısını açtı,» dediğini işitti ve zühde intisab etti.

Ebu´l-Hasan Şa´râni diyor ki: «Bir kere Mansur b. Ammar´ı rüyamda gördüm ve: Allah sana nasıl muamele yaptı? diye sordum.

22. Hal tercemesi için bk. Hilye, , 45; Sülemî, s. 146; Şarani, I, 966; Tezkireti´l-evliya, s. 361; Nefehât fere* s. 104; Sıfatü´s-safve, IV, 145; Şeze-rAtü´z-zeheb, II, 108.
23. Hal tercemesi için bk. HUye, X, 280; Sülemî, s. 137; Şa´rani, I, .97; Tez-İdretti´l-evliya, s. 414; Nefahât trc., s. 115; Sıfatü´s-safve, IV, 252.
24. Hal tercemesi için bk. HUye, XI, 325; Sülemî, s. 130; Şa´ranî, I, 97; Tez-kiretü´l-evliya, s. 410; Nefehât trc., s. 134.

Şöyle cevap verdi: Önce Allaha hamdü sena etmeden, ikinci olarak Peygamberlerine (s.a.) salât ve selâm getirmeden, üçüncü olarak da kullarına samimi surette nasihat etmeden açıp kapadığım hiç bir oturum düzenlemedim, dedim. Bunun üzerine Mevlâyı Müteâl (meleklere): Doğru söyledi, onun için bir kürsü kurun, üzerine çıksın, arzda kullarım arasında şan ve şerefinin yüceliğini ilân ettiği gibi, bu defa da semâda meleklerin arasında şan ve şerefimin yüceliğini ilân etsin, dedi» (25).

Hamdun Kassâr (Öl. 271/884)

Sûfî zâhidlerden Ebu Salih Hamdun b. Ahmed b. Ammar Kassâr, Nişaburludur. Melâmet Nişabur´da onun vasıtasıyla yayılmıştır. Süleyman Bârûsî ve Ebu Türab Nahşebî´nin sohbetinde bulunmuş, 271 (/884) senesinde vefat etmiştir.

Hamdun´a, Bir kimsenin halka öğüt vermesi ne zaman caiz olur. diye soruldu. O da, «(irşad görevini yapacak başka biri bulunmayıp) Allah Taâlâ´nın farz kıldığı hususlardan bir farzı kendisinin yerine getirmesi gerektiği kanaatına vardığı veya bid´atta mahvolacağından endişe ettiği bir kimseyi Allah Taâlâ´nın kendisi vasıtasıyla bu durumdan kurtaracağını ümit ettiği zaman,» diye cevap vermiştir.

Hamdun, «Bir kimse; nefsinin, Firavn´ın nefsinden daha hayırlı olduğunu zannederse, kibir veya gurur göstermiş olur,» der.

Hamdun, «Şerli insanlar hakkında Padişah (Allah) firaset sahibidir, kanaatına vardığımdan beridir ki, Padişahın korkusu kalbimden çıkmış değildir,» demiştir.

Hamdun, «Bir sarhoş gördüğün zaman, kendine dön ki, aleyhinde bulunup onun gibi günaha dalmayasın.» der.

Abdullah b. Münazil, Hamdun´a: «Bana bir tavsiyede bulun,» demiş, O da: «Gücün yettiği müddetçe dünyevî bir şeye kızmamaya gayret et,», demişti.

25. Hal tercemesi için bk. Hilye, X, 325; Sülemî, s. 130; Şa´rânî, I, 97; Tez-kiretü´l-evliya, s. 405; Nefahât trc., s. 114.

Hamdun, «Selefin gidişatına bakanlar kendi kusurlarını ve Allah adamlarının mertebelerinden ne kadar geride bulunduklarını anlarlar,» derdi.
Hamdun der ki: «Kendine ait olduğu takdirde gizli kalmasını arzu ettiğin bir şeyi başkasına ait olunca ifşa etme» (26).

Cüneyd Bağdadi (Öl. 297/909)

Sûfî zâhidlerden Ebu´l-Kasım Cüneyd b. Muhammed, mutasavvıfların beyi ve imamıdır (Seyyidü´t-tâîfe). Doğduğu ve yetiştiği yer Irak´tır. Fakat aslen Nihavendlidir. Babası cam tüccarı olduğu için Kavarîrî denirdi. Ebu Sevr mezhebinin fakihlerinden idi. Daha yirmi yaşında iken Ebu Sevr´in ders halkasında ve onun huzurunda fetva verirdi. Dayısı Sırrî, Haris Muhasibi ve Muhammed b. Ali Kas-sab´ın sohbetinde bulunmuş, 297 (/909) senesinde vefat etmişti.

Arif kimdir? diye sorana Cüneyd, «Sen sükût ettiğin halde, sana sırrını anlatan (ve ruhunu okuyan) kimsedir,» demiştir.

Cüneyd der ki: «Biz şu tasavvufu dedikodu ile tahsil etmedik, aç kalmak, dünyayı terketmek, hoşa giden ve alışılan şeyleri kesinlikle bırakmak suretiyle tahsil ettik.»

Cüneyd, marifetten bahsederek: «Allah hakkında marifet sahibi olanla^ (arif billah) iyilik ve ibadet gibi amelleri terketme ve Aziz ve Celil olan Allah´a yaklaşma derecesine ulaşan kimselerdir, diyen bir adam görmüş ve şöyle demişti: Bu, amellerin lüzumsuzluğuna inanan bir topluluğun lâfıdır. Bana göre bu büyük bir hatadır. Hırsızlık ve zina yapanın durumu bu sözü söyleyenin halinden daha iyidir.

Şüphe yok ki, Allah Taâlâ hakkında marifet sahibi olan arifler, amelleri Allah Taâlâ´dan alırlar ve bu amellere göre hareket etmek suretiyle yine ona dönerler, amelle arama bir maninin (şer´î bir mazeretin) girmesi hali müstesna, bin sene ömrüm olsa, iyi amellerimden zerre kadar eksiltmezdim.»
26. Hal tercemesi için bk. Hilye, X, 231; Sülemî, s. 123; Şa´rânî, I, 98; Tez-kiretil´l-evllya, s. 401; Stfatü´s safve, IV, 100; Nefahât trc., s. 113.

Cüneyd, «Peygamber (s.a.) in izini takibedenlerden başkası için Allah´a giden bütün yollar insanların yüzüne kapatılmıştır,» der.

Cüneyd diyor ki: «Allah´a vâsıl olmak için bir milyon sene bu hedef istikâmetinde yürüyen sâdık (ve veli), bir an için geri dönse kaybı kazancından fazla olur.»

Cüneyd der ki: «Kur´an ezberlemeyen ve. hadis yazmayan kimselere tasavvuf yolunda tâbi olunmaz. Çünkü bizim bu ilmimiz kitap ve sünnetle mukayyettir.»

Cüneyd der ki: «Bizim bu mezhebimiz Resûlüllah (s.a.) in hadisi ile tahkim edilmiştir.»

Ebu´l-Hüseyn Ali b. İbrahim Haddad diyor ki: «Bir kere Kadı Ebu´l-Abbas b. Şureyh´in meclisinde bulunmuştum. Furû´ ve usûl konularında o kadar güzel bir ifade ile konuşuyordu ki, hayran kaldım-, hayranlığımı görünce-. Bu bilgiler bana nereden geliyor, biliyor musun? diye sordu. Kadı îbn Şureyh´in söylemesi daha uygun olur, diye cevap verdim. Bunun üzerine: Ebu Kasım Cüneyd´in sohbet meclislerine devam etmiş olmamın bereketidir bu ilim, dedi.»

Cüneyd´e, Bu ilmi nereden tahsil ettin? diye sorulduğunda, evinin merdivenlerine işaret ederek, «Şu basamakların altında (halvet-hânede) otuz yıl Allah´ın huzurunda oturarak,» diye cevap vermişti. Bu menkıbeyi üstad Ebu Ali´nin naklettiğini ve şunu eklediğini dinlemiştim: «Cüneyd elinde tesbih bulunduğu halde görülmüş ve: Bu kadar şerefli olduğun halde elde tesbih mi taşıyorsun, denilmiş. O da, «Beni Rabbıma ulaştıran bu tesbih çekme yolundan ayrılmam,» (vasıtayı terketmem) demişti.

Yine üstad Ebu Ali (r.a.) nin şunu anlattığını işitmiştim.: «Cüneyd her gün dükkânına girer, perde ile ayırdığı bir köşede dört yüz rekât namaz kılar, sonra evine dönerdi.»

Ebu Bekr Atavî, diyor ki: «Vefat ettiği an Cüneyd´in başucunda idim. Kur´an´ı hatmettiğini, sonra yeni bir hatme başlayarak Bakara suresinden yetmiş âyet kadar okuduktan sonra vefat ettiğini —Allah rahmet eylesin— gördüm» (27).

27. Hal tercemesi için bk. Hilye, X, 225; Süleml, s. 155; Şa´r&nî, I, 98; Tex-klretü´l-eviiya, s. 416; Nefahât trc, s. 131; Sıfattı´s-safve, II, 235; Mir´a-tül-cenân, II, 231.
Sûfi zâhidlerden Ebu Osman Said b. İsmail Hirî Nişabur´da ikâmet ederdi. Aslen Rey´li idi. Şah Şucâ Kirmanı ve Yahya b. Muaz Râzî´nin sohbetinde bulunmuş, sonra bildiklerini dinletmek için Şah Kirmânî ile birlikte Ebu Hafs Haddad´ı ziyaret için Nişabur´a gelmiş. Ebu Hafs´dan İcazetname almış ve kızı ile evlenmiş, kayınpederinden sonra otuz küsur sene yaşamış ve 298 (/910) senesinde vefat etmişti.

Ebu Osman der ki: «Şu dört şey bir adamın kalbinde eşit olmadıkça o kimsenin imanı kemâl bulmaz: Men-atâ, izzet-zillet» (bir ihsana nail olma veya ihsanın engellenmesi, izzetli olmakla zelil olmak hali yekdiğerine müsavi olmalı).

Ebu Osman demiştir ki: «Gençliğimde bir müddet Ebu Hafs´ın sohbetinde bulundum. Bir keresinde beni meclisinden kovmuş ve yanımda oturma, demişti. Yerimden kalktım, arkamı ona çevirmeden, yüzüm yüzüne baka baka geri geri gittim, beni görmeyecek kadar uzaklaştım. İçimden, kapısının eşiğinde bir kuyu kazsam, içine girsem ve emir vermedikçe çukurdan çıkmasam,» dedim. Bu halimi gören Ebu Hafs beni kendisine yaklaştırdı ve has dostları arasına aldı.»

Derler ki: Dünyada dördüncüsü olmayan üç kişi vardır. Nişabur´da Ebu Osman, Bağdat´ta Cüneyd, Şam´da Ebu Abdullah b. Cellâ.

Ebu Osman der ki: «Kırk seneden beridir Allah Taâlâ´nın beni içinde bulundurduğu herhangi bir hâlden hoşnutsuz olmadım, bir halden başka bir hale nakledince de gadablanmadım» (rızâ halini muhafaza ettim).

Ebu Osman ölüm yatağında iken hali değişti ve bayıldı. Babasının ruhunu teslim ettiğini zanneden oğlu Ebu Bekir üzüntüsünden gömleğini parçaladı. Bunun üzerine Ebu Osman gözünü açtı ve: «Yavrucuğum, bu hareketin zahir itibariyle sünnete aykırıdır, bâtınî itibariyle de riya alâmetidir,» dedi.

Ebu Osman der ki: «Allah´la sohbet (ve dostluk); güzel edeb, korku ve murakabe hâlini devam ettirmekle olur. Resûlüllah (s.a.) la sohbet sünnetine tâbi olmak ve zahirî ilme dört elle sarılmakla olur. Allah Taâlâ´nın evliyası ile sohbet; hürmet ve hizmet esasına dayanır. Ev halkı ile sohbet iyi ahlâkla olur. Dostlarla sohbet, günah olmamak şartıyle onlara daima müjdeler vermek ve güler yüz göstermekle olur.).

Nuri (Öl. 295/907)

Sûfî zâhidlerden Ebu´l-Hasan (veya Hüseyn) Ahmed b. Muham-med Nuri aslen Bağavlı olup Bağdat´ta doğmuş, orada yetişmiştir. Cüneyd´in akranı olup Seriyyu´s-Sakatî ve Ibn Ebi´l-Havari´nin sohbetinde bulunmuş, 295 (/907) senesinde vefat etmiştir. Şanı yüce, dili tatlı, merhametli ve muamelesi güzel bir sûfi idi.

Nuri (r.a.) der ki: «Tasavvuf nefsin tüm haz ve arzularını ter-ketmektir. Zamanımızda en aziz olan (ve çok ender bulunan) iki şey var. İlmi ile amel eden âlim, hakikati anlatan arif.»

Nuri diyor ki: «Benim Allah ile öyle bir hâlim var ki; o beni şeriat ilminin hududunun haricine çıkarıyor, iddiasında bulunan birini gördün mü, sakın ona yaklaşma!..»

Cüneyd şöyle der: «Nuri vefat ettikten sonra sıdkın hakikatini haber veren başka kimse kalmadı.»
Ebu Ahmed Megâzilî, «Nuri´den daha çok ibadet eden birini görmedim, demiş. Cüneyd de mi ondan âbid değildi? diye sorulunca: Evet, diye cevap vermişti.»

Nuri der ki: «Yamalı elbise (eskiden hırka) incileri örterdi (içinde cevher bulunan sûfînin sırtında yamalı elbise bulunurdu). Bugün ise mezbeleliklerdeki leş örtüsü haline geldi.»

Derler ki: Nuri her gün yanına ekmek alarak evinden çıkar, yolda ekmeği sadaka olarak verir, mescide girer, öğle yaklaşana kadar orda ibadet eder, sonra mescidden çıkar, dükkânına gelir ve böylece oruç tutardı. Ev halkı onun çarşıda, çarşı halkı da evde yemek yediğini zannederdi. Başlangıç halinden itibaren yirmi sene bu şekilde devam etmiştir.

28. Hal tercemesl için bk. Hilye, X, 244; Sülemî, s. 170; Şa´rânî, I, 101; Tez-kiretü´I-evUya, s. 475; Nefahât trc, s. 138; Sıfatti´s-safve, IV, 85; Mira-ttt´l-cenan, II, 236.

Sûfi zâhidlerden Ebu Abdullah Ahmed b. Yahya Cellâ, aslen Bağdatlı olup Remele ve Şam´da ikamet etmiştir. Şam´ın büyük şeyhlerindendir. Ebu Türab, Zunnûn, Ebu Ubeyde Busrî ve babası Yahya Cellâ´nın sohbetinde bulunmuştur.

İbnü´l-Cellâ anlatıyor: «Anne ve babama, beni Aziz ve Celil olan Allah´a hibe etmeyi arzu eder misiniz? dedim. Onlar da: Seni İzzet ve Celâl sahibi olan Allah´a hibe eyledik, dediler. Bunun üzerine memleketi terkettim ve bir müddet onlara görünmedim. Karanlık bir gece vakti memlekete döndüm. Kapıyı çaldım. Babam: Kim o? diye içerden seslendi. Oğlun Ahmed, dedim. Babam: Bizim bir oğlumuz vardı. Onu da Allah Taâlâ´ya bağışlamıştık. Biz Arabız, verdiğimiz şeyi geri almayız, dedi ve bana kapıyı açmadı.»

İbnu´l-Cellâ der ki: Katında yerme ile övme eşit olan zâhîd; farzları ilk vaktinde kılan âbid, bütün fiilleri Allah´tan gören ve ondan başka fail görmeyen kimse muvahhid adını alır. Muvahhid, vâhid olan Allah´tan başkasını görmemektedir.

İbnu´l-Cellâ, vefat edince baktılar ki, gülüyor. Doktor bu zat henüz sağdır, dedi. "Nabzına baktı, ölmüş, dedi. Sonra açtı yüzüne baktı. Sağ mı, ölü mü bilemiyorum, dedi. Cildinin altında «Allah» (veya lillâh, Allah için) kelimesi şeklinde bir damarı vardı.

İbnu´l-Cellâ (r.a.) diyor ki: «Üstadımla giderken güzel bir oğlan gördüm ve: Üstad, Allah bu endama azap eder mi dersiniz, dedim. Dedi ki: Nasıl olur da bu oğlana bakarsın! Yakında akıbetini göreceksin. Gerçekten de bu hadise üzerine ezberlediğim Kur´an´ı yirmi sene unuttum» (30).

27. Rüveym (Öl. 330/941) Sûfî zâhidlerden Ebu Muhammed Rüveym b. Ahmed, Bağdatlıdır.
29. Hal tercemesi için bk. Hilye, X, 249; Sülemî, s. 164; Şa´rânî, I, 26; Tezklretti´l-evUya, s. 464; Nefahât trc., s. 130; Sıfatü´s-safve, II, 294; Tarihu Bagdad, V, 135.
30. Hal tercemesi için bk. Hilye, X, 296; Sülemî, s. 180; Sıfatü´s-safve, II, 249; Şa´rânt, I, 103; Tezkiretti´l-evliya, s. 497; Nefahât trc, s. 162.

Şeriatın hükümlerini tatbik ederken sıkı davranır. Müslümanlara kolaylık ve genişlik göstermek, ilme tâbi olmak, kendini baskı altında tutmak, verâın hükmüne riayet etmek, demektir. diye açıklardı.
Ebu Abdullah b. Hafif diyor ki: «Bir defa Rüveym´e: Bana nasihat et, diye ricada bulundum. Dedi ki: Bu iş (tasavvuf) can feda etmekle elde edilir. Eğer bu şartla bu yola girersen gir, aksi halde sûfilerin saçma sözleri ile meşgul olma.»

Rüveym der ki: «Hangisi olursa olsun halktan bir tabaka ile düşüp kalkman, sûfilerle düşüp kalkmandan daha az mahzurludur. Çünkü bütün insanlar, şekilcilikle meşgul iken, sûfiler hakikatlarla meşgul olurlar. Bütün halk şeriatın zahiri ile amel etmekle iktifa ederken, sûfiler verâın hakikatini ve doğruluğa devam etmeyi nefislerinden istemişlerdir. Bunlarla beraber bulunup da elde ettikleri hakikatlara aykırı hareket edenlerin kalbinden, Allah imanın nurunu çıkarır. Tehlike buradadır.»

Rüveym şöyle der: «öğle sıcağının bastırdığı bir sırada Bağdat´ın sokaklarından susamış bir halde geçerken bir evden su istedim. Elinde bir testi bulunan küçük bir kız kapıyı açtı. Beni görünce: Aaa!.. Sûfi gündüzleyin su içiyor! dedi. Bu hadiseden sonra bir daha gündüz su içmedim, yemek yemedim.» (Hep oruç tuttum).

Rüveym diyor ki: «Allah sana söz (ilim ve ta´lim) ile amel na-sibeder de sonra sözü alır, ameli bırakırsa, bu senin için bir nimettir. Fakat ameli alır da sözü bırakırsa, bu senin için musibet olur. Şayet her ikisini alırsa, bu büyük bir felâket ve cezalandırma olur» (31).

Muhammed b. Fazl (Öl. 329/940)

Sûfi zâhidlerden Ebu Abdullah Muhammed b. Fazl Belhî, aslen Belhli olup Semerkand´da ikamet etmiştir. Belh´ten kovulunca Semerkand´a gelmiş ve orada vefat etmiştir. Ahmed b. Hadraveyh
31. Hal tercemesi için bk. Hilye, X, 296; Süleml, s. 180; Şa´rânl, I, 103; Sı-fatü´s-safve, II, 249; Tezkiretü´l-evliya, s. 488; Nefahât trc, s. 130.

Ona elindeki fırsatı kaçıranlar kimlerdir diye sormuş, O da şu cevabı vermişti: «Üç şey: İlim nasib olur, fakat amelden mahrum kalınır. Amel nasib olur, fakat ihlâstan mahrum kalınır. Salih insanların sohbetinde bulunmak nasib olur, fakat onlara hürmet etmekten mahrum kalınır.» Ebu Osman Hîrî, «Muhammed b. Fazl, insanların dinî durumunu ve değerini bilen bir sarraftır,» derdi.

Muhammed b. Fazl, «Zindan (dünya) da rahat bulunacağını sanmak nefislerin hülyasıdır.» demişti.
Muhammed b. Fazl, «Şu dört çeşit insan yüzünden İslâm mahvolmuştur: İlmi ile amel etmeyenler, bilmedikleri şeyle amel edenler, bilmediklerini öğrenmeyenler, halkı öğrenmekten men edenler.»

Yine bu senedle Muhammed b. Fazl der ki: «Şaşılır o kimseye ki, Peygamberliğin eser ve hatıralarını görmek için ıssız bucaksız çölleri aşarak, Ka´be´ye gelir de Aziz ve Celîl olan Rabbının eser ve tecellilerini müşahede etmek için, nefis, hevâ ve hevesde sefer yapıp buradaki engelleri aşmaz!» (Afakî seferlerde uzun mesafeler kateder de enfüsî seferde mesafe almaz).

Yine o: «Dünyasını arttırmaya çalışan bir mürid gördün mü, bunun bedbahtlığının alâmeti olduğuna hükmet,» demiştir.

Zühdün ne olduğu sorulunca: «Kendini aziz, şerefli ve haysiyetli bilen bir insanın dünyanın adi bir şey olduğunu görerek ondan yüz çevirmesidir.» demiştir (32).

Zekkâk ( ? )

Ebu Bekr Ahmed b. Nasr Zekkâk Kebîr, Cüneyd´in akranı olup Mısır´ın büyük sûfî zâhidlerindendir.
Kettânî diyor ki: «Zekkâk´ın vefatı ile dervişlerin Mısır´a girişleri için delil olan şey ortadan kalkmış oldu.» (O sağ iken dervişler Mısır´a ilim için geliyor, denilirdi, o vefat edince bu delil ortadan kalkmış oldu).
32. Hal tercemesi için bk. Hilye, X, 232; Sülemî, s. 212; Sifatti´s-safve, IV, 138; Şa´rânl, I, 106; Şezerattt´z-zeheb, H, 282; Miratü´i-ccnan, II, 278; Ne~ fab&t trc., s. 168; Tezkire, s. 518.

Amr b. Osman Mekkî ( 291/903)

Sûfi zâhidlerden Ebu Abdullah Amr b. Osman Mekkî, Ebu Abdullah Nebâci ile görüşmüş, Ebu Said Harraz ve daha başkalarının sohbetinde bulunmuştu. Tarikat ve usûl Cakâid) konularında sûfiler zümresinin şeyhi ve bu taifenin imamı idi.

Amr b. Osman Mekkî der ki: «Güzellik, cazibe, ünsiyet, göz alıcılık, ışık, şekil, nur, şahsiyet ve haya nevinden kalbine ne arız olursa olsun, aklına ne doğarsa doğsun, gönlüne hangi vehim (tasavvur) gelirse gelsin bil ki, Allah Taâlâ ondan pek çok uzaktır. ´Allah Taâlâ´nın mislinin benzeri hiç bir şey yoktur. O işiten ve görendir.´ (Şûra´, 42/11) ´O doğurmadı, doğrulmadı. Hiç bir şey O*na denk olmadı.1 (îhlâs suresi) hitabına kulak vermiyor musunuz?»

Yine Mekki demiştir ki: «ilim yeticidir. Allah korkusu sevkedicidir. Nefis ise itaatsizdir, serkeştir. Muradını eksiksiz eline geçirmen ve hedefine ulaşman) için nefs atını ilim siyasetiyle idare et. Korku ile tehdit ederek sür».

Yine o der ki: «Vecd, sözle anlatılamaz. O Allah´ın mü´minler nezdinde bulunan bir sırrıdır» (34).
Sûfi zâhidlerden Ebu Osman Said b. İsmail Hirî Nişabur´da ikâmet ederdi. Aslen Rey´li idi. Şah Şucâ Kirmanı ve Yahya b. Muaz Râzî´nin sohbetinde bulunmuş, sonra bildiklerini dinletmek için Şah Kirmânî ile birlikte Ebu Hafs Haddad´ı ziyaret için Nişabur´a gelmiş. Ebu Hafs´dan İcazetname almış ve kızı ile evlenmiş, kayınpederinden sonra otuz küsur sene yaşamış ve 298 (/910) senesinde vefat etmişti.

Ebu Osman der ki: «Şu dört şey bir adamın kalbinde eşit olmadıkça o kimsenin imanı kemâl bulmaz: Men-atâ, izzet-zillet» (bir ihsana nail olma veya ihsanın engellenmesi, izzetli olmakla zelil olmak hali yekdiğerine müsavi olmalı).

Ebu Osman demiştir ki: «Gençliğimde bir müddet Ebu Hafs´ın sohbetinde bulundum. Bir keresinde beni meclisinden kovmuş ve yanımda oturma, demişti. Yerimden kalktım, arkamı ona çevirmeden, yüzüm yüzüne baka baka geri geri gittim, beni görmeyecek kadar uzaklaştım. İçimden, kapısının eşiğinde bir kuyu kazsam, içine girsem ve emir vermedikçe çukurdan çıkmasam,» dedim. Bu halimi gören Ebu Hafs beni kendisine yaklaştırdı ve has dostları arasına aldı.»

Derler ki: Dünyada dördüncüsü olmayan üç kişi vardır. Nişabur´da Ebu Osman, Bağdat´ta Cüneyd, Şam´da Ebu Abdullah b. Cellâ.

Ebu Osman der ki: «Kırk seneden beridir Allah Taâlâ´nın beni içinde bulundurduğu herhangi bir hâlden hoşnutsuz olmadım, bir halden başka bir hale nakledince de gadablanmadım» (rızâ halini muhafaza ettim).

Ebu Osman ölüm yatağında iken hali değişti ve bayıldı. Babasının ruhunu teslim ettiğini zanneden oğlu Ebu Bekir üzüntüsünden gömleğini parçaladı. Bunun üzerine Ebu Osman gözünü açtı ve: «Yavrucuğum, bu hareketin zahir itibariyle sünnete aykırıdır, bâtınî itibariyle de riya alâmetidir,» dedi.

Ebu Osman der ki: «Allah´la sohbet (ve dostluk); güzel edeb, korku ve murakabe hâlini devam ettirmekle olur. Resûlüllah (s.a.) la sohbet sünnetine tâbi olmak ve zahirî ilme dört elle sarılmakla olur. Allah Taâlâ´nın evliyası ile sohbet; hürmet ve hizmet esasına dayanır. Ev halkı ile sohbet iyi ahlâkla olur. Dostlarla sohbet, günah olmamak şartıyle onlara daima müjdeler vermek ve güler yüz göstermekle olur.).

Nuri (Öl. 295/907)

Sûfî zâhidlerden Ebu´l-Hasan (veya Hüseyn) Ahmed b. Muham-med Nuri aslen Bağavlı olup Bağdat´ta doğmuş, orada yetişmiştir. Cüneyd´in akranı olup Seriyyu´s-Sakatî ve Ibn Ebi´l-Havari´nin sohbetinde bulunmuş, 295 (/907) senesinde vefat etmiştir. Şanı yüce, dili tatlı, merhametli ve muamelesi güzel bir sûfi idi.

Nuri (r.a.) der ki: «Tasavvuf nefsin tüm haz ve arzularını ter-ketmektir. Zamanımızda en aziz olan (ve çok ender bulunan) iki şey var. İlmi ile amel eden âlim, hakikati anlatan arif.»
Nuri diyor ki: «Benim Allah ile öyle bir hâlim var ki; o beni şeriat ilminin hududunun haricine çıkarıyor, iddiasında bulunan birini gördün mü, sakın ona yaklaşma!..»

Cüneyd şöyle der: «Nuri vefat ettikten sonra sıdkın hakikatini haber veren başka kimse kalmadı.»
Ebu Ahmed Megâzilî, «Nuri´den daha çok ibadet eden birini görmedim, demiş. Cüneyd de mi ondan âbid değildi? diye sorulunca: Evet, diye cevap vermişti.»

Nuri der ki: «Yamalı elbise (eskiden hırka) incileri örterdi (içinde cevher bulunan sûfînin sırtında yamalı elbise bulunurdu). Bugün ise mezbeleliklerdeki leş örtüsü haline geldi.»

Derler ki: Nuri her gün yanına ekmek alarak evinden çıkar, yolda ekmeği sadaka olarak verir, mescide girer, öğle yaklaşana kadar orda ibadet eder, sonra mescidden çıkar, dükkânına gelir ve böylece oruç tutardı. Ev halkı onun çarşıda, çarşı halkı da evde yemek yediğini zannederdi. Başlangıç halinden itibaren yirmi sene bu şekilde devam etmiştir.

28. Hal tercemesl için bk. Hilye, X, 244; Sülemî, s. 170; Şa´rânî, I, 101; Tez-kiretü´I-evUya, s. 475; Nefahât trc, s. 138; Sıfatti´s-safve, IV, 85; Mira-ttt´l-cenan, II, 236.

Sûfi zâhidlerden Ebu Abdullah Ahmed b. Yahya Cellâ, aslen Bağdatlı olup Remele ve Şam´da ikamet etmiştir. Şam´ın büyük şeyhlerindendir. Ebu Türab, Zunnûn, Ebu Ubeyde Busrî ve babası Yahya Cellâ´nın sohbetinde bulunmuştur.

İbnü´l-Cellâ anlatıyor: «Anne ve babama, beni Aziz ve Celil olan Allah´a hibe etmeyi arzu eder misiniz? dedim. Onlar da: Seni İzzet ve Celâl sahibi olan Allah´a hibe eyledik, dediler. Bunun üzerine memleketi terkettim ve bir müddet onlara görünmedim. Karanlık bir gece vakti memlekete döndüm. Kapıyı çaldım. Babam: Kim o? diye içerden seslendi. Oğlun Ahmed, dedim. Babam: Bizim bir oğlumuz vardı. Onu da Allah Taâlâ´ya bağışlamıştık. Biz Arabız, verdiğimiz şeyi geri almayız, dedi ve bana kapıyı açmadı.»

İbnu´l-Cellâ der ki: Katında yerme ile övme eşit olan zâhîd; farzları ilk vaktinde kılan âbid, bütün fiilleri Allah´tan gören ve ondan başka fail görmeyen kimse muvahhid adını alır. Muvahhid, vâhid olan Allah´tan başkasını görmemektedir.

İbnu´l-Cellâ, vefat edince baktılar ki, gülüyor. Doktor bu zat henüz sağdır, dedi. "Nabzına baktı, ölmüş, dedi. Sonra açtı yüzüne baktı. Sağ mı, ölü mü bilemiyorum, dedi. Cildinin altında «Allah» (veya lillâh, Allah için) kelimesi şeklinde bir damarı vardı.

İbnu´l-Cellâ (r.a.) diyor ki: «Üstadımla giderken güzel bir oğlan gördüm ve: Üstad, Allah bu endama azap eder mi dersiniz, dedim. Dedi ki: Nasıl olur da bu oğlana bakarsın! Yakında akıbetini göreceksin. Gerçekten de bu hadise üzerine ezberlediğim Kur´an´ı yirmi sene unuttum» (30).

27. Rüveym (Öl. 330/941) Sûfî zâhidlerden Ebu Muhammed Rüveym b. Ahmed, Bağdatlıdır.
29. Hal tercemesi için bk. Hilye, X, 249; Sülemî, s. 164; Şa´rânî, I, 26; Tezklretti´l-evUya, s. 464; Nefahât trc., s. 130; Sıfatü´s-safve, II, 294; Tarihu Bagdad, V, 135.
30. Hal tercemesi için bk. Hilye, X, 296; Sülemî, s. 180; Sıfatü´s-safve, II, 249; Şa´rânt, I, 103;

Tezkiretti´l-evliya, s. 497; Nefahât trc, s. 162.

Şeriatın hükümlerini tatbik ederken sıkı davranır. Müslümanlara kolaylık ve genişlik göstermek, ilme tâbi olmak, kendini baskı altında tutmak, verâın hükmüne riayet etmek, demektir. diye açıklardı.

Ebu Abdullah b. Hafif diyor ki: «Bir defa Rüveym´e: Bana nasihat et, diye ricada bulundum. Dedi ki: Bu iş (tasavvuf) can feda etmekle elde edi