- Menanîlerin Sözleri Ve Sözlerinin Fasid Olmasının Açıklanması

Adsense kodları


Menanîlerin Sözleri Ve Sözlerinin Fasid Olmasının Açıklanması

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Sun 10 July 2011, 09:32 am GMT +0200
Seneviyyeilerin Sözlerinin Sıfatı Hakkında Mes'ele (Menanîlerin Sözleri Ve Sözlerinin Fasid Olmasının Açıklanması)


Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Menanîler şu iddiada bulun­dular : Gerçekten eşya, bulunduğu hal üzere karanlık ile ziyanın imtizaç etmesinden meydana gelmişlerdir. Halbuki ziya ile karanlık, birbirine zıt ve mütebayindirler. Ziya, yükseklikte doğu, batı, güney, kuzey yönlerin­den dört cihette nihayetsizdirler. Karanlıktaki alçaklıkta, bunun gibidir. Karanlığın iltika cihetinden bir sonucu vardır. Karanlık, ziyaya doğru hareket ederek her ikisi imtizaç etmişlerdir. Âlem, bunların imtizacın­dan hasıl olan imtizaç kadarınca var olmuştur. Ziya ile karanlıktan her birinin beş cinsi vardır. Onlar da : Beyaz, kırmızı, siyah, sarı ve yeşil ol­maktan ibarettir. Herşey ki, bu cinsten olup cevherden gelmiştir; o, ha­yırdır. Karanlık cevherinden olan ise serdir. Yine böylece ziya île karan­lıktan her birinin beş duyusu vardır : İşitme, görme, tadma, koklama ve tutma hassası. Ziya cevherinin bunlara ulaştığı şey hayır olur. Karanlık cevherinin ulaştığı da şer olur. Ziyanın ve karanlığın ruhu vardır. Karan­lığın ruhuna «hemâme» ismi verilir ki, o, diridir. Ziya'yı kendisinde hapsetmek için âleme galebe çalmıştır. Ziya, hassas değildir. Kendisinde bu­lunan şey, tabiatiyle var olmuş olup hepsi hayır olur. «Hemâme» ise, hassastır. Ziya ile karanlığın her biri kendi yerlerinde olurlar. Sonra eş­yanın en yücesi, en temizi olarak; en aşağıda olan da en pisi olarak bu­lundu. Onların tabiatlarında hafiflik ve ağırlık vardır. Bunlar ise bir­birine zattılar. Çünkü hafif olan yukarı doğru yükselir. Ağır olan da aşağı doğru yuvarlanıp iner. Böylece zaman gelir geçer. Zira böylece oldukları için imtizaç ettikleri gibi nihayet bulma hususundan kurtulurlar.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu sözü iyi düşünen kimse, onu tefsir etmekten başka, o sözü iptal etmek için deliller arayıp ortaya koymaksizm hepsinin birbirine zıt ve birbirini nakzeder halde olduğunu görür. Bunun birincisi, o, sana bîr çok yönlerden nihayeti gösterdi ve bir yönden de ispat etti. Sonu olanı sonsuz hale soktu. Çünkü son olma bir sınırdır. Sınırlık ise kendisinden büyük olan şeye nazaran kıya ve küçüktür. Bu ise başkasının kendisinde tedbiri bulunduğunu ifade eder ki, o da onun bir tarafının hadis ve bir cüz olduğuna delildir. Ve mütenâhî olan cüzlerin[96] hepsinin gayri mütenâhî1 olmaları mümkün değildir. Çün­kü bu manâ, nihayete muttasıl olan her cüzde bulunmaktadır. Gerçekten onlardan her biri, nihayetsiz olma yönlerinden ya diğeri nihayette bulu­nur, o zaman onun «zıya ile karanlık bir taraftan imtizaç ettiler» sözü batıl olur. Belki her ikisi de bir taraftan olup sonra imtizaç ettiler. Eğer böyle olmasaydı onlardan her biri diğeri için bulunan dört yönden zail olurlardı. Böylece bütün o yönlerden mütenâhî olur. Tevfik Allah'tandır.

Sonra süflî olanın alçalması, ulvî olanın da yükselmesi, tabiatla­rından oldu ise -ki, birbirine zıt olmanın manâsı budur ve sonucunun gi­deceği yer de orasıdır- nasıl oluyor da süflî olan yükseğe doğru yükselip çıkıyor? Bu ise safî ve temiz olan yüksekliğin tabîatmdandır. Hayrın manâsı da budur. Süflî olandan her iki emri beraberce var olunca ken­disine iki hususu söylemeği lâzım kılan manâ batıl olur.

Sonra ulvî olandan beklenen yükseklere intikal etmesidir. Bunu ne yerine getirmeğe kalkıştı ve ne de cevherinin aşağı doğru inmesiyle tanı­nan şeyden bu hususu menetti. Hatta o, bunun üzerine yükseldi. Âlemi kendi hükmü ile yarattı. «Hemâmesnin elinden kurtulmayı nasıl arzulu­yor ve istiyorlar? «Hemâme» bununla beraber hassastır, hilelere faal­dir, onu tutup bağladı ve hapsetti. Onun «Hemâme»den kurtulması için hiç bir kuvveti yoktur. Onun yaratılışında hâli kaldığında imtina etme yoktur. Nasıl olur da bağlanıp hapsedildikten sonra kurtulabilir? Ancak şöyle demek müstesna : «Hemâme», onun yolunu serbest bıraktı[97] ve onu hayır faili olarak[98] kılmıştır.

Sonra gerçekten zulmetin cevheri eğer ziyanın görüşü ise ki o, ziya­yı hapsetmek için hükmü altına almıştır[99] onun kendisi ilim ve ru'yetle mevsuftur. Yoksa[100] kendisinden korunması için görmediği ve hükmünden kurtulması için de bilmediği şey değil. Öyle ise ilim, ru'yet, kudretli olma, ganî ve şerefli olmanın hepsi, karanlığın cevherinde bulunmaktadır. Mah­kûm olma, cahil olma, acz ve zillet içinde bulunma ve hafif olma, ziyanın cevherinde bulunsun. Eğer bunun hepsi hayır, evvelkinin de hepsi şer olursa size hayrı ve şerri gösteren nedir?

Ve yine sizin katınızda şu görüş vardır : Gerçekten ziyanın fi'li, tabiî ve yaratılış icabıdır. Karanlığın fi'li ise ihtiyarîdir. Âlemi de karan­lık meydana getirmiştir. Öyle ise, sizin âlemi yaratanın ikiden ibaret olduğu sözünüz batıldır. Bilakis âlemin hepsi «bir»in fi'li ile meydana gelmiştir. Fakat o, birin cüzleri, diğerinin cüzleri ile imtizaç etmiştir. Eğer diğeri, bunun yaptığı fi'li ile olursa bununla da iki aslın âlemi var ettiği sözünü elde etmek için diğeri var olur ise her tabiat sahibi[101] her ta­biat sahibinin kendisi ile olandır. Bunda da âlem bulunur. O zaman söz, adedi sayılmayacak şeyle olmuş olur.

Sonra,, karanlık ziyaya kızıp, galebe çalarak[102] onu hapsettikten son­ra, ziya ondan kurtulmuş[103] idiyse, ondan kurtulması ya cevheriyle olur ki, bu mümkün değildir. Çünkü karanlıktan, ziya imtina etmez. Bununla beraber ziyanın cüzlerinin, karanlığın hapsetmesinden kurtulmasını icabettirir. Ziyanın üstünde karanlıktan ayrılan şeyin gideceği bir yer yoktur. Zira bu tarafın gayri olan sonsuzdur. Halbuki ziya, kurtulmakla sonu olmayan yere gider. Kendisine karar kılacak bir yer bulamaz. Öyle ise karanlıktan kurtulmasının karanlığın onu kendisinden[104] reddetmesin­den[105] başka hiç bir manâsı yoktur. Böylece karanlığın ziyayı reddetmesi, ziya için hayır olan bir iş olur. Çünkü hapsedilmesi şer idi. Oysa ki ziya­nın cüzlerini reddettiği zaman yükselip giden şey, ancak ziyanın cüzleri­dir. O ise bazısına girer ve o da[106] nihayet ve sonuçtur. Fakat karanlık zi­yayı cevherinde tutuklamıştır. Sonra ziyanın tümüne hakim oldu ve kendisini düşmanını hapsedecek bir hapishane yapmıştır. Düşmanı kendi cevheri ile[107] ve kendi nefsinde hapsetmiş olur[108]

Sonra karanlığın imtizaç etmeden başka hiç bir had ve sınırı yok­tur. Ziya kurtulmakla, sonra ne olur ve nereye varır? Bu husus kurtul­manın hiç bir manâsı bulunmadığım açıklıyor. Kuvvet ancak Allah'tan­dır.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Sonra onların sarfettikleri söz­lerden şu husus şayan-i taaccüptür : Gerçekten âlemde bulunan hayrın hepsi ziyanın cevherindedir diyorlar; öyle ise, ziya mahkûm ve mahpus olduğu halde hayır onun neresinden hasıl olur? Fi'lin hepsi onun hapse­dilmesi için diğerinden, yani karanlıktan vukubulmaktadır. Ziyanın ka­ranlığın zindanında tutsak olarak baki kalmasından başka bir durumu yoktur. Mahkûm olan kimseden hayır olur mu? O, kendisini istemeyen diğer cüzlerde görülmüyor mu ki, cüzlerini başkasının hapsine bırakıp terketmîş bulunmaktadır. îşte o, şerrin ta kendisidir. Hayır onun nere­sinde bulunur? Onun hepsi kurtulmaktan ibarettir ki, bu da kendisin­den menedilmis, değildir.

Sonra onların söz ve görüşlerinde tenakuz vardır. Zira onlar, teba-yünün cevherle olduğunu öne sürdüler. Onların cevherlere, birbirine mti-tebayin oldukları için imtizaç edip bağdaşmaları mümkün değildir. O da kendi hali ile kaimdir. Zira onlar, imtizacı başka bir varlık olarak kabul ediyorlar. Bu hususta onlara şöyle denmesi gerekir :

îmtizae, yok olduktan sonra[109] tekrar var olunca meydana gelmiş değil midir? Bu soruya mutlaka «evet» demesi lâzımdır. Bunun yerine sorup denir ki : O imtizaç, ziya mı idi; yoksa karanlık mı idi; yoksa her ikisin­den gayri mi idi? Eğer, ziya ile karanlık idi derse, bunların mümkün ol­madığım ifade etmiş olur. Çünkü onun kendisinde, hem imtizacı ve hem de tebayünü ispat etmiş oluyor. Eğer öyle olması caiz olsaydı, her iki­sinin beraber bulunması caiz olurdu. Bu husus açıkça anlaşılmaktadır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Sonra, karşılaşmak, buluşmak bakımından bir sınır ispat etmeleri, ya ezelde birbiriyle ilişkili bir halde idiler, veyahut değildiler.[110] Eğer birbirlerinden ayrı ve mütebayin idilerse, birbirleriyle temas edip ilişki kurulunca her ikisi de hadis olur. Cüz'ün hadis olması görülen âlemdeki varlıklarla görüîmiyen âleme istidlal etme hakkı ile, kiil'ün hadis olma­sını icabettirir. Eğer birbirleriyle temas halinde idiyseler, her ikisinden birinin mutlaka çoğalması lâzımdır. Tâ ki, diğeri ile imtizaç etsin. Yahut kendi nefsine girebilmesi için diğerinden ayrı kalsın. Bu ikisinden han­gisi olursa kendisinde, olmayan bir ziyadelik bulunur. Yahut diğerinden alâkayı kesip cevhere girme olur. Bunun üzerine onun sonsuz olduğunu söylemek bâtıl ve faşid olur. Çünkü cüzlerinin sonu olmadığı zaman, ken­disiyle imtizaç etmesi için diğerinin kendisine girmesi yoktur, imtizacın ihtimali bulunduğunda onun sonu olduğu sabit olur. Bununla beraber ka­ranlığın yoğun olmasıyla, yoğun olmiyan ziyanın üzerinde baki kalması, ziyanın kendisinden bir parça olması çok uzaktır. Zira eşyadan her lâtif olan şeyle dolu bulunan da eşyadan yoğun olanmm bulunup yerleşmesi mümkün değildir. Eğer o husus ziyadan olmuş olsa kendisi muhakkak şerri iktisap etmiş olup keyfiyetin bir cevherde sabit olmasıyla kendi­sini hapsetmiş olur. Ancak lâtif olan, aralarında bir delik[111] kalan muhte­lif cevherlerden olduğu zaman yoğun olandan bir çıkacak yer bulur. Amma zikrolunan hususla yolu olamn vukubulması ise, o mümkün de­ğildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Eğer yok olduktan sonra imtizaçtan hadis olana sebkat ederse, bir veya ikisinden biri ile olur, yahut ikisi ile olur. Onda ise hadis olma ihti­mali vardır. Kül için de onun gibisi vuku bulur. Veya her ikisi ile olmaz. Bunda ise üçüncü bir varlık olduğu tesbit edilir. Yahut kendi nefisleri ile olurlar, bu sefer tebayünün nefyedilmesi lâzım gelir. Veyahut da karanlık, kendi nefsi ile kalır. Böyle olunca o zamanın kendisinden önce olan vakitten evlâ olması düşünülemez. Bir şeyde imtizaç etmeyen iki cüz var olmadığı zaman -halbuki bu husus vukubulmuştur-, niçin kül de böyle olmasın? Bununla beraber ayrılmaktan hâli kalmaz. Çünkü[112] imtizacın tabiatiyle olması gerekir. Tabiatler ise değişikliğe uğramaz. Bunun için ebediyyen böyle olması vacip olur. Tabiatlerin nevinden uzun uzun ko­nuşmuştur. Fakat gerçekten karanlığın kendi ihtiyarı ile faal olduğu ri­vayet edilmiştir. Tabiatler hakkında böyle söylemek ise fasittir. Onlar­dan şu haber de nakledilmiştir. Karanlık, ziyaya kavuşuncaya kadar20 hareket eder. Ziyaya kavuşunca ona girer. Eğer onlar, bu hususun ebedî ve devamlı olduğunu söylerlerse, kendilerine, zaman hakkında ge­çen mevzularda ileri sürülen fikir ve sözlerle cevap verilir. Hayır, böyle demeyip bir başlangıcın olduğunu ileri sürerlerse, o zaman hadis olduğu­nu kabul etmek lâzım gelir. Tevfik Allah'tandır.

Sonra onların öne attıkları gu sözlerinde cehaletin tamamı bulun­maktadır. Zira onlar, diyorlar ki; ağır olanın tabiatında agağı dü§me, ha­fif olanın tabiatında ise yukarı yükselme bulunmasından her ikisi birbi­rinden kurtulurlar. Sonra bu tabiatle beraber başlangıçta imtizaç ettik­lerini öne sürüyorlar. Eğer onlardan her birinin ayrılık ve ağırlık ve ha-fiflikde, diğerinin tabiatinde, olsaydı, imtizaç etme ihtimalleri bulunmaz­dı, îmtizac etme ihtimali bulununca iki tabiatın ne her brinde bulunmuş olduğuna delâlet etmektedir. Birisi her iki hususa muhtemel olduğu za­man hayır ve şerre de ihtimali bulunur. Bunun içindir ki, ikincisi batıl olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Gerçekten lâzım olan, onların ziya ile karanlığı, tabiatta birbirine zıt kılmaları ve onlardan birisinin imtizaca yararlı, diğerinin de uyum­suzluğa yararlı kılmaları gerekmeğidir ki, bunlardan birinin diğeri üze­rine galebe çalmış olsun. Sonra onlar diyorlar ki: Ziya ile karanlık ay­rıldıkları vakitte sonradan bir daha imtizaç etmezler. Onlara bu hususu bildiren nedir? Biz yakmen biliyoruz ki, onların içtimâ etmeleri müm­kün değildir. Nasıl oluyor da çalışmakla birbirinden ayrılma vücut buluyor? Onların ebediyyen içtima ve ayrılık üzerine olduklarını kendile­rine bildiren nedir? Ezeldeki durumları da böyledir. Öyle ise ziya ile ka­ranlığın iki asıl olarak kabul edilmesi fikri batıldır.

Sonra gerçekten onların verdikleri bu hüküm, çok acayip bir hüküm­dür. Çünkü onlar, evvelden var olan hallerinden haber almıyorlar[113]. Bu iki cevherden imtizaçtan önce bir ilimleri yok iken ve birbirlerinden ay­rılma keyfiyeti hakkında malûmatları yok iken bu iki cevherden onların katında, ne gibi haberler ve malûmat olur ki hüküm versinler. Tevfik Al­lah'tandır.

Sonra onların nihayetin kesilmesinden ve nihayetsiz âlemin «seri üzere bir âlem olmadan âlemin başlangıcı hakkında ileri sürdükleri fikir ve sözlerinin her bölümünden delil getirmeleri istenir. Çünkü bunların hepsi delil ile olur. üntizac etme ve ayrılma da delil ile sabit olur. Onlar­dan davalarını ispat etmek için delil istenir ki ne derece sözlerinde inath olduklarını bilsinler. Bu hususta onlara şöyle denir : Onlar, hayır ve serden imtizaç ettiğini müşahede etmemişlerdir. Size gerçek ve doğru olan bir haber de[114] gelmemiştir. Eğer «biz eşyanın yaratılışının ayrılık icabettirdîğini delillerle bildik» derse, her şey asıl cevherine rücu eder dîye cevap verilir.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki: Onlara şöyle denir; bilakis eş­yanın yaratılışındaki karakteri içtimadir. Her birinin sonu cevherinin aslına varır. Bu vaki olduğu zaman içtima da gerçekten tahakkuk eder. Onu sen daima böyle olduğunu kabul edersin. Ve yine denir ki; zira bir­birinden ayrılma, parçalanmadır. İçtima ise, kenetleşme ve kuvvetleş-medir[115]. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Eğer, görünen âlemde şahidi bulunmayan şeyin tesbit edilmesi cev­herinden olması ile beraber caiz olsaydı maruf olan havasın fi'lini veya­hut kendisinde ulaşma bulunan şeyin zıttı ile idrâkin vukubulmasım söy­lemek caiz olurdu. Onların şu sözüne itiraz olundu; ziyada, hayırdan başka bir şey olmaz. Karanlıktan da serden başka bir şey beklenmez. Bir adam kati işini işleyip sonra ikrar ettiği zaman eğer ikrar eden, öldüre­nin kendisi ise o, sözünde sadıktır ve doğruyu söylediği için de gerçekten serden sonra hayır işlemiştir. Eğer ikrar eden öldürenin kendisi de­ğil ise o, yalan söylemiştir ve serdir. Ondan hayır da vukubulmuştu ki, o da öldürmeyi terketmektir.

Onların şu aşağıdaki sözleri de böyledir : Gerçekten her hasse, di­ğerinin idrak ettiğini idrak etmez. Sonra işittiği şey hakkında «işittim» dedi veyahut gördüğü şey hakkında da «gördüm» dedi. Gördüm ve işit­tim dediği şey, işitmiş ve görmüş olduğunun gayri değildir. îşte bu, idrak olunmayan gey ile verilen cevaptır.

Sonra karanlığın karanlığı, ziyanın karanlığına fazla olarak akset­tiği vakitte ondan soruldular : Karanlığa bir şey, ziyade olmuş mudur? Eğer hayır, derseler, çoğalmayan şeyi çoğalmış bir hale sokmuş olurlar. Eğer ziyadeleşti derlerse, kendilerine o ziyadeleşen ziya mıdır; yahut karanlık mıdır; veyahut her ikisi midir? diye sorulur. Eğer ziya ve ka­ranlıktır derlerse, ya ziyaya fazlalık gelir veyahut da karanlığa kî, bu da çok uzaktır. Çünkü onlardan her biri diğerinin cevheri ile ziyadeleş-miş olur. Eğer ziya ve karanlığın gayri ziyadeleşti derlerse, her iki hu­susa[116] başka bir varlık ispat etmiş olurlar. Halbuki onlar, her birinin ni­hayeti olmıyan şeyle cinslerin bütün cüzlerini bilmiyorlar. Eğer görü­nen âlemdeki varlıklarla, görülmeyen âleme delil getirdiğini iddia ederse ayrılma, nihayet ortadan kalkması hususunda söylediği sözü iptal etmiş olur. Çünkü o bunları görmemiştir.

Eğer biz, peygamberlerle bildik derse, kendisine denir kî : Eğer peygamberler ziyanın cüzlerinden olursa karanlık onu meneder. Karan­lığın beş duyu organının dışında kendilerinde bulunan başkalarını men-edip örtmüş olduğunu size bildiren nedir? Bunlar bilinmez. Eğer ilkinde her hassa, gayri ile idrak olunan şey idrak olunur diye iddia ederse, on­ların «duyu organları beştir» demeleri batıl olur ve bir olan hasıl olmuş olur. Sonra işitmekle beraber aczin mevcudiyeti de ortaya çıkar. Onların gayri olanları da böyledir. Bunun üzerine ihtilâfın bulunduğu sabit olur. Sonra karanlığın hasseleri ile itiraz olundu; gerçekten karanlık, ziyanın hasselerinin idrak etmiş olduğu şeyi idrak ettiği ve her şeyin olduğu hâli üzerine idrak ettiği zaman her iki idrâkin birisinin hayır, diğerinin şer olması nasıl olur? Sonra zemmi af etmek kimin fi'lidir? diye sorularak kendisine itiraz olundu. Eğer zemmi affetmek, ziyanın fi'lidir derse bu, düşmanının yararınadır ve o da gerdir. Eğer, karanlıktandır derse, karanlık affetmiştir ve hayır olur. Biz, gerçekten görünen âlemde, cahil olup, bileni, hata edip pişman olanı, söyleyip sözünden döneni görüyoruz. Amma eğer ikinci olanın kendisi, birincisi olursa; birbirine zıt olan her iki fi'lin birden ve birin gayrinden vukubuiması sabit olmuş olur. Böyle­ce üç yönden de hayırın yalan olduğu sabit olmuştur. Tevfik Allah'tan­dır. [117]



[96] Kitabın aslında «gayre mûtenâhiyetin. kelimesi «gayrî mütenâhin» olarak yazılmıştır.

[97] Kitabın aslında bu  «fâilete*  kelime noktasızdır.

[98] Kitabın  aslında   «fâilete»   kelimesi   .faile»   olarak  yazılmıştır.

[99] Kitabın aslında «âyisen» kelimesi böylece noktasız olarak yazılmıştır. Biz musanni­fin   «eyese.   kelimesi   ile   «kahera»   mânâsını   kasdettiğine  inanıyoruz.   Kamusta   da gerçekten   «el'eysu»   kelimesinin   mânâsı   «el'kahru»   olduğu   yazılmaktadır.   Bunun mânâsı doğrudur.

[100] Kitabın aslında  «lâ*  edatı  «illâ.   olarak varid olmuştur.

[101] Kitabın  aslında  «zî»   kelimesi   «ev zî»   olarak yazılmıştır-

[102] Kitabın   aslında   «beğat»   kelimesi   noktasızdır.

[103] Kitabın aslında •minhâ.  kelimesi «minhu»  olarak yazılmıştır.

[104] Kitabın aslında  «tedfeuhû»  kelimesi  «yedfeuhû»   şeklinde  varid  olmuştur.

[105] Kitabın  aslında   «nefsini,   kelimesi   «nefsihû   olarak yazılmıştır.

[106] Kitabın   aslında   «lizâlike»   kelimesi   cvezâlike»   olarak   yazılmıştır.

[107] Kitabın   aslında   «bicevherihî»   kelimesi  «bicevherin»   olarak   yazılmıştır.

[108] Kitabın aslında kelime noktasız  olarak varid  olmuştur.

[109] Kitabın  aslında   «eleyse ba'du»   ibaresi   «eleyse küllü  ba'de»   olarak  yazılmıştır.

[110] Kitabın aslında  «ev mütemâssîne»  ibaresi  dip not halinde yazılmıştır.

[111] Kitabın  aslında «el'fecru»   kelimesi  noktasız   «ha»  harfi  ile  yazılmıştır.

[112] Kitabın aslında   «iz»  kelimesi  *izâ>   olarak  yazılmıştır.

[113] Kitabın aslında   «yuhbirûne» kelimesi .mın» harfinden başkası noktasız olarak ya­zılmıştır.

[114] Kitabın  aslında   «haberun»   kelimesi  «lıayrun»   olarak  yazılmıştır.

[115] Kitabın  aslında   «vukuunu»   kelimesi   «ve  kuvvetlin»   olarak  yazılmıştır.

[116] Kitabın aslında   «el'âmireyni» kelimesi  «el'emreyni»   olarak yazılmıştır.

[117] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 276-284.