sumeyye
Thu 28 April 2011, 02:01 pm GMT +0200
Mekki-Medeni
Hamd da O'nadır. Or, birdir ve ortağı yoktur. Onların niteleme ve uydurmalarından münezzehtir. [271]
«ei-Kehf» sûresine geçerken meseleleri çok kısa geçmek ve birçok yerde sadece işaretle yetinmek mecburiyetindeyiz. Çünkü yüzon âyetten oluşan uzun bir sûre ile karşı karşıyayız. Ayrıca belli bir kaç yer hariç âyetlerinin de uzun olduğuna şahit oluyoruz. Kaldı ki sûrenin baş taraflarında da, ortalarında da ve sonlarında da dinî kıssalar anlatılmaktadır. Bu kıssalar nerdeyse sûrenin üçte ikisini kapsayacaktır. Ayrıca bu kıssalar arasında birtakım yorumlar, ilâve ve açıklamalar da vardır.
Her ne kadar «el-Kehf» sûresi, Kur'an'da dinî kıssanın gayesini etraf-hca anlatma imkânını veren sûrelerden biri ise de, bu konuda tafsilata dalmayacak ve üzerinde durduğumuz temel konudan bizi uzaklaştırmayacak
kadarıyla yetineceğiz. Çünkü burada İslâm davetinin önce Mekke ve sonra Medine'de geçirdiği merhaleler bizi ilgilendirmektedir. Hiç şüphesiz bu mer-hateieri tesbit ederken - tahlilini amaçladığımız sûrelerde bile olsa - bu tür tafsilata girmemize imkân yoktur. Aksi takdirde konuyu dağıtmış olacağız.
«el-Kehfo sûresinin hedefi - diğer Mekkî sûrelerin hepsinde ve özellikle bu son merhaleyi teşkil eden sûreler de - Allah'ın birliğini isbat konusunda sağlıklı akideyi kurmak, yaratıcının zatı ile yaratılanın zatını apaçık bir şekilde biribirinden ayırmak ve vahiy vakıası üe rnûciz sırlarının üzerinden perdeyi aralamaktadır. Burada bu hakikatleri dile getiren sûrenin bölümleri ile âyetleri üzerinde durma ihtiyacını duymuyoruz. Okuyucu sûreyi gözden geçirmekle bunların farkına varacaktır. Sûrenin başında bu Kur'an'ın, muvahhid mü'minleri müjdelemek ve Allah oğul edindi diyenleri [272] korkutmak için eğrisi olmayacak şekilde indirildiğini söylemesi, sûrenin sonunda ise, Muhammed (s.a.v.) in sınırlı beşerî ufukları ile vahyin ufukları arasında nihayetsiz bir farkın bulunduğunu açıklamakla emrolunması bu konuda yeterlidir. Muhammed, diğer insanlar gibi bir beşerden başka blr-şey değildir. Onun diğer insanlardan üstünlüğü, sadece, kalbine peygamberlik nurunu ve hidayetini saçan Rabbinin emirlerini almasıdır. Yine sûrenin ortalarında Ashab-ı Kehfin: «Rabbimiz göklerin ve yerin Rab'bidir. O'nu bırakıp başka bir tanrıya yalvarmayız.» sözleri ile mü'min kişinin, iki bahçe sahibi mağrur ve azgın kişiye söylediği: «İşte O, benim Rabbim olan Allah'tır. Rabbîme kimseyi ortak koşmam.» sözleri ite salih kulun Hz. Musa'ya söylediği: «Rabbinden bir rahmet olarak hazinelerini çıkarmalarını istedi. Ben bunları kendiliğimden yapmadım.» sözleri, evet bütün bu sözler, Allah'ın birliğini, yerde ve gökte en küçük zerreyi bile ihata eden ilmini dite getiren delillerdir.
Sûrede, mü'minin gayb alemiyle ilgili inancım tashih eden, kendi bilgileriyle ve ancak Allah'ın perdeyi kaldırmasıyia ulaşabileceği bilgileri biribi-rinden ayıran üç kıssa anlatılmaktadır: Ashab-s Kehf kıssası, Hz. Musa'nın salih kul ile kıssası ve"üç yolculuğunu, özellikle iki sed arasında Zülkar-neyn'in Ye'cüc ve Me'cucla ilgili kıssa.Ashab-ı Kehf'e gelince, Kur'an-ı Kerim, uzun uykularına varıncaya kadar hareketle dolu üç tablo halinde kıssalarını arzeder: Kur'an'ın o yaratıcı fırçasının - birinci tabloda - o gençleri uykuda oldukları halde uyanık tavsif etmesi ne mükemmeldir! Çünkü üç asrı aşan bu uzun uykuları müdde-tince. [273] uyanık kimseler gibi sağ-sola dönüyorlar ama ne uyanıyor, negözlerini açıyor ve ne de yerlerini terkediyorlar. O sessizlik içerisinde süren ve çok uzun müddet devam eden uykularına rağmen sağa-sola dönmeleri oradan geçenlerin kalblerine korku salıyordu. Bu tablo köpeklerinin dirseklerini eşiğe uzatmasıyla daha bir canlılık ve hareket kazanıyor. Sanki bu haliyle onlara bekçilik yapıyordu. Hele güneşin meyledip mağaranın içine vurmaması bu hareketliliği daha da Sulandırmaktadır. Sanki ışınlarını mağaraya.solıp onları rahatsız etmek istemiyor. Doğduğunda sağ tarcfa meyledip gidiyor ve batmaya doğru giderken de sola meylediyor. Bu, Allah'ın mucizelerinden bir mucizedir. [274]
İki tablo - tabiatı icabı - hayat ve hareketle doludur. Uyuyanlar uyanmış ve yeniden canlılık kazanmışlardır. Gözlerini oğarak biribirlerine garip bir şekiide baktılar. Çünkü uzun bir uykudan uyandıklarının farkındaydılar. Lâkin o mağarada ne kadar kaldıklarını bilmiyorlardı. Onun için biribirlerin-den ne kadar uyuyakaldıklarını sordular. Ne kadar uzun müddet uyumuş-larsa da bunun bir veya iki üc gün olduğunu sanıyorlardı. Sonra bunun bilgisini de Allah'a havale ettiler. Çünkü onlar mü'min gençlerdi, bütün işlerini, kesin olarak bilmedikleri hususları Allah'a havale ederlerdi.
Üçüncü tabloda - ki bu tablo çarçabuk geçivermektedir - gençlerden biri mağaradan ayrılıyor ve ellerinde arta kalan gümüş parayla/uykularından sonra hissettikleri müthiş açlığı gidermek üzere temiz yiyecekler satın-almak için gidiyor: Ama çıkmadan önce, şehrin müşriklerine karşı genci uyarmayı da ihmal etmiyorlar. Tâ ki, saklandıkları yeri öğrenmesinler ve taşlarla onları öldürmesinler, yahut Allah'a kuüuk etmekten onları alıkoymasınlar. [275]
Bu kıssanın bitiminden ve bitimini takip eden uslûbtan anlıyoruz ki o şehir halkı, geçmişlerinin şirkinden sonra iman etmişlerdir. Allah, bu şehir halkını dinlerinden dolayı üç asır önce kaçan bu gençlerle karşılaştırmış ve yiyecek almak üzere çarşıya gelen arkadaşlarından dolayı onları tani-mfş ve onlara izzet ve ikramda bulunmuşlardır. Sonra Allah mağara ehlini eceileriyle öldürür. O zaman vatandaşları ölümlerinden sonra onlara değer verme hususunda yarışa girdiler. -Uzun tartışmadan sonra- o yüce hatıralarını ve hayret verici uykularını ebedîleştirmek için mezarlarının üzerine bir mabed inşâ etmeye karar verdiler. [276]
Bu Kur'anî kıssa - çok garip olmakla biriikte - kâinatta en garip mucize ve olaylardan değildir. Kur'an-ı Kerim üç tablosunu - bütün garip yönleriyle - bu çerçeve dahilinde tasvir etmiştir. O çerçeve ki, İlâhî kudret eli
ona karıştığı müddetçe bütün olayları basitleşir. Bu düşünceyi pekiştirmek için Kur'an-ı Kerim «Yoksa sen ey Muhammedi Mağara ve «Rakîm» [277] ehlini şaşılacak âyetlerimizden mi sandın?» sözüyle bu kıssanın olaylarına zemin hazırlamaktadır. Ayrıca bu sorunun cevabı, bu mağara ehlinin. Allarım en garip mucizesi olmadığını ifade etmektedir. [278] Onlar, Rablerine inanmış gençlerdi, limanlarıyla şeref duymuşlar ve onunla değer kazanmışlardı. Kavimlerini güçiü bir şekilde Allah'ı birleşmeye davet etmişler ve onların Allah'tan başkasına tapmalarına karşı çıkmışlardı. Küfür onları sıkıştırıp zor duruma düşürünce Allah onlara bir sığınak hazırladı. Onlara o mağarayı gösterdi ve orada ecellerini geciktirdi. Uykularını orada uzattı. Allah'ın en büyük mucizelerinden olmasa bile -insanların alışageldiklerinin hilafına- uykularının uzamasını bir mucize kıldı!
Kur'an - bu kıssa vasıtasıyla - mü'minlerin gaybla ilgili inançlarını tashih etmeye büyük önem veriyor: İnsanların bu kıssanın olaylarını nesii ne-siî nasıi büyüttüğüne ve kıssanın kahramanlarının sayıları hakkında nasıl karanlığa taş attıklarına işaret ediyor. Müminler©, bilmedikleri hususlara dalmamalarını ve bu kıssa hususunda ne Ehl-i Kitaptan ve ne de başkalarından soru sormamalarını öğütlüyor. [279] Olayın zaman ve mekânını öğrenmelerine ihtiyaçları yoktur. Olay kahramanlarının şahıs, şekil ve sayılarına da gerek yoktur. Mağarada nasıl korunduklarını bilmek de gerekmiyor. Aksine, Kur'an, bu kıssadan alınacak ibrete yöneliyor. Müminlere, alınacak ibreti özetliyor. Onlar için gerekli olan da budur. Geçmişte vukubulmuş olup bilmedikleri ve şu anda da bilmelerine imkân bulunmayan hususlar üzerinde durmasınlar. Geleceğe gelince, o da gayb âlemindedir. Hiç kimse bu konuda kesin birşey söyliyemez. Onunla ilgili olarak düşünmek ve tedbir almak en güzel davranıştır. «Herhangi bir şey için, Allah'ın dilemesi di-şindc: «Ben yarın onu yapacağım» deme.» [280]
Hz. Musa'nın salih kul ile aralarında geçen kıssaya gelince, bunun gayb İşleriyle irtibatı, Kehf kıssasının irtibatından daha güçlüdür: Bu sûre-da arzedilen dört sahne, insanların eşya ve olayların mantığı diye isimlendirdikleri hususa aykırıdır. İhtiva ettiği garip şeylerle reddetme duygularını harekete getirmektedir. Ancak gaybî alanın ânî olayları, âyet ve mûcizeleriyle arzedildiğinde kabulü kolaylaşır ve çözümünde herhangi bir güçlük çekilmez.
O dört sahneden ilk sahnenin kahramanı Hz. Musa'dır.'Ama bu sahne her ne kadar hayret verici hususlar taşıyorsa da, geri kalan üç sahneye nazaran pek o kadar önemli değildir. Bu son üç sahnenin kahramanı ise, Allah'ın kendi katından kendisine bir rahmet verdiği ve kendisine bir ilim öğrettiği salih bir kuldur.
Birinci sahnede Hz. Musa, yol yıllarca devam etse bite iki denizin birleştiği yere [281] ulaşmaya kararlıdır. Allah onun salih kul ile karşılaşmasını dilemektedir. Allah, yanındaki genç arkadaşının yemek için hazırladığı balığı ona unutturdu. Eelki de o balığı kızartmıştı. Lâkin bu kızartılmış balık tekrar canlanarak denize daldı ve yoluna devam edip gitti. Hz. Musa'nın beraberindeki genç bu garip işe şaşmıştı. Hz. Musa ise, şaşmamış, aksine balığı unuttukları yerin, salih kul ile karşılaşma yeri olduğunu anlamıştı. Onun için geriye dönüp geldikleri yolu takip ettiler ve nihayet aradıkları kişiyi buldular. [282]
ikinci sahnede Hz. Musa'nın genç arkadaşı gizlenir. Hz. Musa yalnız başına Ledünnî ilim sahibi salih kul ile konuşur. Yüce peygamber pâk veliden yolculuğunda onunla beraber olmasını ve onun Ledünnî ilminden Allah'ın kendisine perdeyi kaldırdığı bazt gaybî hakikatleri öğrenmek istediğini belirtir.. Salih kul, Allah'ın peygamberi Musa'dan karşılaşacağı hususları sormadan ve onları reddetmeden tereddütsüz kabul etmesini; sabredip itaat etmesini şart koşar. Beraber gemiye binerler. Denize açıldıktan sonra salîh kul gemiyi delip batırır. Hz. Musa, dayanamayarak bu yaptığına karşı çıkar. Nasıl olur da bir gemiyi batırır ve gemidekileri helak olmakla karşı karşıya bırakır? İkisi arasında tartışma kızışır. Ama sonunda Hz. Musa o salih kula tekrar soru sormayacağına dair söz verir.
Üçüncü sahnede ikisi yollarına devam ederlerken bir çocukla karşılaşırlar. Salih kul o çocuğu öldürür. Hz. Musa tekrar dayanamaz ve karşı çıkar. Masum bir cana bile bile kasdetmesine itiraz eder. Bu sırada salih kul, garip şeylerle karşılaştığında sabredip soru sormayacağına dair verdiği sözü ona hatırlatır. Hz. Musa, tekrar mazur görülmesini ister ve bir daha salih kuldan bir şey sormamaya azmeder.
Dördüncü sahnede ne bir misafiri konuklayan ve ne de bir acı doyuran cimri bîr şehre girerler. Orada yıkılmak üzere bulunan bir duvar görür-
(er. Yabancı adam aç oldukları ve yiyecek aradıkları halde karşılıksız olarak duvarı düzeltir. Bu esrarengiz adama ne oluyor! O cimri kasaba halkından yemek yiyecekleri bir ücret almıyor? [283]
Hz. Musa üçüncü defa müdahale etmek ve yapılanın açıklamasını istemekle o salih kul iie arkadaşlık fırsatını kaçırmış oldu.. Ayrılık zamanı gelmişti. Bu defa da Hz. Musa hayretler içerisinde, salih kulun yaptıklarının sebeplerini dinlemeye başlar.
Gemiyi delmesi aslında geminn selâmeti ve denizcilikle uğraşan fakir kimselerin elinden çıkmaması içindir. Çünkü o sıralarda zalim bir kralları vardı ve o zalim kral, sağlam gemileri sahiplerinin elinden alıyordu. Gemi arızalı olunca zalim kralın müsaderesinden kurtulmuş oldu.
Şer'an öldürülmesini gerektirecek herhangi bir durum sözkonusu olmadan çocuğu öldürmesine gelince, mümin olan ana ve babasına acımaktan dolayı idi. Çünkü Allah Teâlâ o salih kula, çocuk büyüdüğü takdirde azgınlık ve küfründen dolayı ana ve babasını öldüreceğini bildirmişti. O çocuğun karakteri küfür üzere idi. [284] Şayet bu kapalı gaybî hakikati o salih kula öğretmemiş olsaydı, ne o ve ne de başkası haksız yere suçsuz bir cana kıyamazdı.
Karşılıksız olarak yıkılmak üzere bulunan duvarı düzeltmesine gelince, o cimri kasaba halkına bir hizmet değildi. Küçük iki yetim için babaları tarafından duvarın altına saklanmış hazineyi korumak için bir fırsattı. O yetim çocuklar büyüdükten sonra o hazineyi çıkaracaklardı. Şayet salih kul duvarı düzeltmemiş olsaydı, hazine ortaya çıkacaktı ve kasaba halkı hazineye sahip çıkıp onu iki yetim çocuğa vermeyeceklerdi.
Salih kul bu te'villerle gayb ilmine vakıf olduğunu iddia etmiyor, aksine, yaptığının hikmetini Allah'a havale ediyor ve Allah'ın izin vermediği bir işte mutlak aczini itiraf ediyor. Böylece bu salih kul, ledünnî gaybî ilim için bir sembol olmuştur. O gaybî ilim ki, Allah'ın iradesiyle halktan birinin şahsında ortaya çıkmıştır: Bu şahıs ne bilinen bir peygamber ve ne de meşhur bir resuldür. Kur'an-ı Kerim onun kim olduğunu söylememiş ve ismini belirtmemiştir. [285]
Belki de üçüncü kıssa olan Zulkarneyn kıssası - görünürde - Ashab-ı Kehf ve salih ku! kıssalarından daha az gayb işleriyle İlgilidir. O, Zulkar-neyri ismini taşıyan bir adamın üç seyahatini doğuya, batıya ve orta yere yaptığı seyahatleri tavsif etmekten öteye geçmez. Lâkin bu seyahatleri kapsayan kapalı ortam ve kapalılığın Kur'an'ın bir hedefi imiş gibi görünmesi, perde arkasından bir takım gaybî anlamlara işaret etmektedir.. Bu Zulkarneyn denen kişi birinci seyahatinde güneşin battığı yere, ikinci seyahatinde doğduğu yere ulaşmış ve üçüncü yolculuğunda ise, iki sûr arasjn-do kalan bölgeye gitmiştir.
Batıya yaptığı yolculukta güneşin, suyu ve otu bol kara bir balçıkta (yapışkan siyah bir çamurda) battığını buldu. [286] Kur'an-ı Kerim bu yerin adını vermemiş ve bilerek öyle kapalı bir şekilde geçmiştir ki, bu kapalılık neredeyse «gaybî» olarak isimlendirilen işlerin gizliliğinden de ötedir.
Doğu yolculuğunda güneşin, kendilerini ondan örtmeyen bir kavim üzerinde doğduğunu buldu. Bu onların çıplak olduklarını ifade edebildiği gibi, kaldıkları bölgenin açık ve güneş doğarken herhangi bir engeli bulunmadan üzerlerine doğduğunu da ifade ediyor olabilir. Kur'an'ın ifadesinde ne o kavmin ismi geçer ve ne de bulundukları yerin ismi.
İki sed arasına olan yolculuğuna gelince, bu yolculukta anlatılanlar, bazen gayb ve esrarı karşısında düşülen heybet ve dehşetten daha dehşetlidir: Kur'an burada belli bir yeri zikrediyor ve onu «iki sed arası» olarak isimlendiriyor. Ayrıca orada yaşayan kavmin ismini de «Ye'cüc ve Me'-cüc» olarak isimlendirip onları yer yüzünde fesad çıkarmakla niteliyor. [287] Öyle sanıyoruz ki, bu anlatımda bu çeşit kapalılıklar özellikle seçilmiştir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in Zulkarneyn'den bahsetmesi, büyük fetihler başarmış herhangi bir kimsenin tarih kitaplarında sözkonusu edilmesine benzemez - ve benzemesi de Kur'an'ın şanına layık düşmez.- Bu üç yolculuk anlatıfırken, Allah'a son derece bağlı bir kişiye işaretler vardır. O'nun gücü, şahsî bir güç olmayıp aksine yeryüzünde ona bu kudreti veren Al-îoh'tır. Allah, her hususta ona bir yol musahhar kılmıştır. En güzel tavrı takınması için yo! göstermiş, ilham vermiş ya da vahyetmiştir. Öyle ki, güneşin battığı kara balçıklı yere gelince ona şöyle demiştir: «Ey Zulkarneyn, (bu kavmi) azaplandırmakta ya da onlara güzel davranmakta serbestsin.»
Onun Allah'a olan şiddetli bağlılığı, şeddin inşa edilişinde oradaki kavme söylediği: «Rabbimin beni içinde bulundurduğu nimet daha hayırlıdır. Haydi bana yardım edin.» sözü ile inşaat îşi bittikten sonra söylediği: «Bu, Rabbimden bir merhamettir. Fakat Rabbimin va'di gelince, O bunu dümdüz yapar. Rabbimin va'di bir haktır» sözünden anlaşılmaktadır. [288]
Gaybî durumları tedavi etmek ve onları, sırlarla çevreleyen, üzerindeki perdeyi belli bir ölçüde aralayan ve ancak perde arkasında görülmesine izin verene irca' etmek için «el-Kehf» sûresinin bu üç kıssası İşte bu şekilde seçilmiştir.
Mekke müşriklerinin Nasr b. Haris İle Ukbe b. Ebi Muayt'ı, Muhammed (s.a.v.) i zor durumda bırakmak için Medine'deki Yahudi âlimlerden soru bulmak üzere gönderdiklerini ve Yahudi alimlerin Kureyş elçilerine: «Önceki zamanlarda geçmiş yiğit gençleri sorun. Çünkü onların hikâyesi gayet acaiptir. Ayrıca o çok seyahat eden ve yerin doğusu ile batısına gidenin haberini sorun.» [289] dediklerini ileri süren rivayetleri sahih kabul edersek, bu sûrede müminlere yönelen Kur'anî ders ortaya çıkmaktadır. Müminleri, bilmedikleri hususlarda karanlığa taş atmaktan ve sonuçsuz münakaşadan sakındırıyor. Kalblerini, gayb işlerini bilen Allah'a bağlıyor. Sûrenin hedef edindiği konu - birînei plânda - Allah'ın zatı ve Allah'ın ilmine tevdi edilmiş bulunan gayb işleri hakkındaki inaneı sağlıklı bîr şekilde kurmaktır.
Sûrenin geri kalan kısmının bazı bölümlerinde yer yer geçişlerle, maddî değerleri küçümseyen sözler geçmekte, [290] dünyanın fâniliği ve çarçabuk gelip geçeceği [291]anlatılmakta, sabah-akşam Rablerine dua edenlerle beraber olmaya davet edilmekte ve gerçek şerefin iman ve takva iie olacağı ifade edilmektedir. [292] Kâfirler, Rableriyle, karşılaştıklarında
amelleri boşa gidenler olduğu hatırlatılmaktadır. [293] Hio şüphesiz sûre aralarında bu gibi sözlerin serpiştirilmesi, daha önce sözkonusu ettiğimiz sûrenin ana hedefi olan akidenin kurulması konusuna da uygundur. Akide kurulurken, eşyanın değeri iie hayat ölçülerine bakış açısının tashihi de kaçınılmazdır.
«İbrahim» süresiyle birlikte Mekkî sûrelerin son merhalesinden seçtiğimiz son halka bitmiş oluyor. Bize öyle geliyor ki, yukarıda geçen Mekkî sûrelerin ve özellikle ikinci merhalenin sonlarında gördüğümüz hakikatlere benzer hakikatlerin tekrarıyla karşı karşıya geliyoruz. Gözlerimiz, yine yukarda geçen sahnelerin gölgesi mesabesinde olan sahnelerin tekrarını mü-, şahade ediyor: «İbrahim» sûresinin tedavi ettiği hakikatlerin en bariz olanları, peygamberlerin kendisine davet ettikleri dâvanın bir oluşu, Allah'ın her türlü ortaktan tenzihi, müşriklere ölümden sonra dirilişin ve hesap gününün hatırlatılması ve insanoğlunun inkâr ettiği Allah nimetlerinin arzedi-lişidir.
«İbrahim» sûresinin çizdiği tabloların en bariz olanları ise, peygamberleri yalanlayan muannidlerin tutumları, kötülerin cehennemdeki durumları ve gözlerinin önünde serili olan güzel kâinat sayfalarını görmezlikten gelen zalim ve münkir insanların susturulup azarlanmalarıdır. [294]
Bu bakış açısı sathî bir geçiştirme olup ancak her sûrenin yöneldiği özel aydınlatmalardan ve Kur'anî her yeni bölümün kaiblere saçtığı özel mesajlardan gafil olarak Kur'an'ı okuyan, onunla yetinebilir.
Belki de bu sûrenin en önemli vasıflarından biri, bütün bölümlerinde, adını taşıdığı İbrahim (a.s.) in şahsiyetini dile getirmesidir. Onun o yüce daveti arasında bütün nesillerde mesaj birliği ortaya çıkmış, köklü imanının gölgesinde Tevhid düşüncesi yeşermiş, ve Allah'a bağlı kalbinin çerçevesinde güze! kâinatın levhaları çizilmiş, daha sonra da şükür ve inkâr tutumları tasvir edilmiştir.
Unutmayalım ki, İbrahim (a.s.), sûrenin ortalarında Allah'ın sayısız nimetlerinden bahsedilirken zikredilmiştir. Sûrede çizilen portresi çok sabırlı ve çok şükredene müşahhas bir numune ortaya koymuştur. O örnek şahsiyet ki, daima Allah'a yalvarır ve sabah-akşarn onu tesbit eder. Lâkin bu portre anlatımının tamamına hakim bir karakter olup sûrenin her bölümünde İbrahim el-Halil'den bir gölge bırakmıştır.
Sûrenin henüz başlangıcında Hz. Musa'dan bahsedilmiş ardından Hz. Nuh'un kavmiyle Âd ve Samud kavimleri zikredilmiştir. Ancak bu büyük isimler - onlara bağlı bazı olayların anlatılması için bir geçiş olmakla birlikte - sûrenin temel hedefi üzerinde herhangi bir yönlendirmeleri, ancak Hz. İbrahim'in kendisine davet ettiği mesajın bütün peygamberlerin davet ettiği mesajın aynısı olduğuna işaret olmasından ibarettir. Âyetler Hz. Musa'dan, onun kavmini karanlıklardan nura kavuşturduğundan ve Hz. Musa'nın kavmine, Firavun ve etbaından onları kurtardığını hatırlatmasından [295] bahsedince bu sebeple bahsetmektedir. Onun için anlatım Hz. Nuh Ad ve Se-mûd'un dili üzere ve onun bir olan Allah'a inanma gerçeğinin hakikattna intikal etmektedir: Çeşitli zamanlarda ve müteaddit yerlerde gelen peygamberlerin hepsi aynı inanç kaidelerini savunmuşlardır. Bu kuralların gerçekleri, kalb ve basiret sahiplerince bilinen bir vakıadır. O seçkin peygam-perlerden her biri, kavimleri Allah'ın gökteki ve yerdeki âyetlerini her görmezlikten geldiklerinde onları bu şüphelerinden dolayı uyarıyordu. Yine onlardan her biri, bir beşer olduğunu ısrarla söylüyor ve muannid kavimlerine şöyle diyordu: «Biz ancak sizin gibi birer insanız ama, Allah, kullarından dilediğine iyilikte bulunur. «O peygamberlerden her biri, kavmi arasında azgınlıklara karşı göğüs geriyor, eziyyetlere sabrediyor ve Allah'a tevekkül ediyordu. Sanki onlardan her biri, ataları İbrahim'in mükerrer bir sureti idi. Ona tabi oluyor ve onun izinden gidiyordu..
Sonra büyük kâinat kitabından, yukarıdan dökülen yağmur, yerden biten meyveler, denizlerde yüzen gemiler, nehirlerde gizli olan nimetler, parlak ışığıyla güneş ve nuruyla karanlığı yaran ay iJe ilgili parlak sayfalar çe-viriliyor. Bu sayfaların her birinde peygamberlerin atası İbrahim (a.s.) i, bu sayfaları düşüne düşüne okuduğunu ve huşu içerisinde ibadet ettiğini görüyoruz. Sanki her bir lisan Allah'a hamd ite kıpırdadığında onun o yakancı duası tekerrür ediyor! Böylece güzel kâinat tabloları onun tevbekâr kalbinin çerçevesinde çizilmiştir. .
Allah bu sûrede «dostunun» gölgesini bütün bu tabloların üzerine uzatmak istiyor. Kendisinden Belde-i Haram'ın emniyetli kılınmasını istediği ve kendisiyle evlatlarını putlara tapmaktan uzak tutmasını dileyip dua ettiği zaman huşu içerisinde yapılan bu duasını gökte- kendisine yükselir olduğu halde tasvir ediyor. Hz. İbrahim bu duasında yine, kendisine tabi olanların, Allah'ın rızasına kavuşacaklarını umuyor ve doğru yoldan ayrılanların azab-landırılması hususunda acele etmiyor. Yaşlandığı sıralarda İsmail ve İshak'ı ona bağışladığından dolayı Allah'a şükrediyor. Duasına içten bir yakarışla
son verirken şöyle diyor: «Rabbimiz! Hesap görülecek günde, beni, anamı babamı ve inananları bağışla.» [296]
Çizilen bu portre karşısında başka bir «Örnek», kâinat kitabım mün-Wr bir dil ile okuyan, kâinatın güzel ufuklarına bitkin ve yorgun bir gözle bcrfcan nankör kâfir insanın portresini çiziyor. Bu nankör kâfir, Allah'ın gökte ve yerde, karayı ve denizi, güneş ve ayı, yıldız ve ağaçlan, gece ve gündüzü kendisine musahhar kılmış olmasına aldırış etmiyor. Kur'an, bu ve benzerlerine, kaibleri titreten ve vicdanı sızlatan azar şamarlarını vurarak şöyfe buyuruyor: «O, size istediğiniz şeylerin hepsinden verdi. Eğer Allah'ın nimetlerini birer birer saymak istersiniz bitiremezsiniz. Doğrusu insan pek zaüm ve çok nankördür.[297]
Nebevî şahsiyeti anlatırken akide esaslarının ve bazı talimatın da dile getirildiği İbrahim, Mekke'de bilinmeyen bîri değildi: Mekkelilerin hepsi İbrahim'i tazim ediyordu. Aslında Medine'de de bilinmeyen değildi. Medine yahudilerinin hepsi onu takdis ediyordu. Ayrıca haberleri, her nerece bulunurlarsa hristiyanlar tarafından da biliniyordu. Onun, kalblerinde öyle bir yeri var,dı ki, diğer peygamberler ona gıbta ediyorlardı. Hz. İbrahim'in şahsiyetinin çevresinden Tevhid akidesine ve peygamberlerin davetine ışık tutulması, bu sûreye öyle bir çeşni katmıştır ki, hem Mekke ehlinin ve hem de Tevhid ehlinin dikkatlerini çekmiş ve Allah'ın dinine girmek için Haleflerin önüne iman kapışım ardına kadar açmıştır. Mekkî vahyin sonlarında bu, Hz. İbrahim'i yücelten ilk Medenî sûreler için bîr hazırlık ve yahudBe-rin kalbini ısındırmak için de bir mukaddime olmuştur. Bu özel aydıniatmo-lanyla «İbrahim» sûresi Tevhid süresinin arzedilişînde yegâne bir model olmuştur. [298]
es-Saffat ve el-Kehf sûrelerinden sonra bu sûreyi tahlil etmekle, Mekke'deki vahyin sonunu da gözden geçirmiş olduk ve yeni bir ortam duymaya başladık. Bu yeni ortam, Mekk? üçüncü merhaleyi, uzun sûreleri ile Mekkî vahiyle Medenî vahiy arasında bir geçiş merhalesi kılıyor. Belki de -bu geçiş merhaiesinde - müfessirlerin Medenî olduklarını zannettikleri ve onları Mekkî sûrelerden istisna ettikleri pek çok âyet ve bölüm üzerinde durduk. Müfessirlerin bu âyetleri Medenî vahiy ile karıştırmaları, zaman faktörünü göz önünde bulundurmayıp bunların bir geçiş merhalesine ait olduklarını hesapfayamamatanndan Heri gelmektedir.
Son Mekkî merhalenin sûreleri, hem kendilerinin ve hem de âyetlerinin uzunluğu bakımından diğer Mekkî surelere nazaran bir farklılık arzetmek-tedirler. Ayrıca bu sûrelerin bir kısmı Huruf-i Mukattaa i!e başlamakta, hitaplar yalnız Mekke ehline değil, bütün İnsanlığa yönelmekte, Medine'de
açıklanacak farzlarla görevlere hazırlık olsun diye Allah'a ve Rasulüne itaat hatırlanmakta, cenneti elde etmek ve cehennemden kurtulmak için ihsana ve sahih amellere çağrıda bulunulmakta ve Allah'ın zat ve sıfatlarım. Meleklerle cinleri, Peygamberlerle Allah'ın velileri ve mucizelerle kerametleri ilgilendiren gaybî meseleler açıklanmakta, hidayetle sapıklığın, insanın hürriyet ve ihtiyarı çerçevesinde tasarruflarının yanında İlah'ın İradesine bağlı olduğu anlatılmakta, Peygamberlerin ve özellikle Hz. İbrahim gibi önderlerinin kıssaları serdedilmekte ve yeni bir üslûp ile Tevhid akidesi tasvir edilmektedir.
Mekkî sûrelerin üç merhalesi hakkında sözü çok uzattık. Onlar üzerinde uzun uzadıya durma maksadımız açıktın Vahyin önce gelenini ve sonra gelenini tesbit etmek için Kur'an'ın tavırlarını tesbit etmek, bir gurup sûre ve âyetlerin indiği zaman dilimini tesbit etmeye yarayan açık alârnetîeri ortaya koymaktır. Az önce Mekkî merhaleleri, özellikle vahyin başlangıcında-kileri kesin olarak tasvir etmenin güçlüğünden ve Medenî merhaleleri, vahyden son anda inene kadar hepsini tayin ve tesbit etmenin kolaylığına işaret etmiş ve bunun sebebinin, Medine döneminde İsiâmın yayılması, yazı ve yaztfanlarm çoğaltılma imkânlarının kolaylaşması olduğunu belirtmiştik.
Medenîliği hususunda ihtilafa düşülen yahut önceliği ve sonraltğı hususunda farklı rivayetfer bulunan ve çok az olan bir miktarı görmezlikten gelirsek, muhakkik rnüfessirlerin. Medenî İİk merhalenin el-Bakara sûresi ile başladığı ve ardından sırasıyla el-Enfal, Âlu îmran, el-Ahzab, el-Müm-tehîne ve el-Hadid sûrelerinin indiği, ikinci merhalenin Muhammed sûresîy-İe başladığı ve ardından sırasıyla et-Talak, el-Haşr, en-Nûr, el-Munafskün, el-Mücadile, el-Hucurâî sûrelerinin geldiği ve sonuncu merhalenin İse, et-Tahrim süresiyle başladığı ve onu takiben sırasıyla el-Cumua, el-Maide, el-Tevbe ve en-Nasr sûrelerinin geldiğine dair görüşlerine katılabiliriz.
Belki de okuyucu, - bu bölümün uzamasına rağmen - Mekkt üç merhalede yaptığımız gibi bu Medenî merhalelerin her birinden bir sûreyi ete alıp tahlil etmemizi bekler burumdadır. Onun için biz de ilk merhaleden «et-Bakara», ikinci merhaleden «en-Nûr» ve üçüncü merhaleden «el-Matde» süresiyle yetinmeliydik. Lâkin bu bölümü okuyan herkese te'kidle - hatta te'kidle ifade etmeye bile ihtiyaç bulunmadığını sanıyoruz - söylüyoruz ki, bu üç örnek sürede mevcut olan belli başfı teşriî hususları anahatlanyia arzetmekle yetinsekbile konu haddinden fazla uzayacak, üslûbumuza usul-cü ve fakihlerin ifadeleri hakim olacak ve neticede kitabımızı kendisi içte te'tif ettiğimiz edebî gayenin dışına çıkmış olacağız: İbadetlerle muamelât, helâl ile haram, şahsî hallerle devletler arast hukuk, siyasî ve iktisadî dorumlarla barış ve savaşı ilgilendiren meseleler ve savaş vakaları gibi pek çok şer'î hakikatler, farklı ölçülerde otea bite Medenî sûrelerin büyük çoğunluğunda tekrar edilmektedir. Her tekrar edilişte de şekil devamîı ote-pak yenilenmekte, öyle ki, bazen yeni şekiller, kendinden öncekileri neshetmekte veya hükümlerini değiştirmektedir. [299] Yahut en azından mücmelini tafsil etmekte, bazı mutlaklarını takyid etmekte ve bazı umumlarını da tahsis etmektedir. Onun için Medenî vahiyde içice bulunan bu meselelere işaret etmenin bile, cüz'iyyat, belli başlı meseleleri arzetme kabilinden olsalar dahi onları açıklamaya ihtiyaç bırakmadığı kanaatındayız.
Ard arda gelen Medenî merhalelerden başlangıç, orta ve son merhaleleri bir tarafa bırakarak, Medenî merhalelerin ilkinden olan el-Enfâl yahut Abduliah b. Abbasın isimlendirişiyle «Bedru'l Kübrâ» [300] sûresinin başlıea meselelerine işaret etmemiz yeterli olacaktır.
Bu sûre Enfâl (savaş ganimetleri) ile söze başlar. Savaş bitmiş olup zafer gerçekleşmiş ve müslümanlar ganimetlerle esirler hakkında ihtilafa düşmüşlerdir. Sûre daha sonra, göz göre göre ölüme sürülüyorlarmışca-sına istemeyerek savaşa katılan mü'minlerden bir gurubu tasvir etmektedir. Sonra mü'minlerin Rablerinden yardım dilemelerini, ve O'nun da melekler, hafif bir uyku ve şeytanın pisliğini üzerlerinden atan yağmur ile onlara yardım ettiği anlatılmaktadır. Sûrenin ibareleri bundan sonra ard arda gelen emirler ve iki ordunun yüz yüze geldiği gün eebheden kaçmayla ilgili askerî hükümler ile doludur. Bu arada Allah, mü'minler üzerindeki zafer minnetini dile getirir. Aslında onlar düşmanlarını öldürmüş değillerdir. Onları öldüren Allah'tır. Zafer, ancak Allah'ın katındandır. Savaştan sonra mü'minler için dinî ve ahlâkî talimatlar sıralanır: Onlar, Allah'a ve Rasu-lüne itaat etsinler. Kötünün iyiyle karıştığı umûmî fitnelerden sakınsınlar. Bile bile Allah'a ve emanetlerine ihanet etmeye sakın ha yanaşmasınlar.
Sûre - bu talimatlar arasında yer yer - kâfirlerin hile ve inatlarına dair tablolar sunar. Kâfir gücün çözüntüye uğrayacağı, mallarının bir gün gelip ellerinden çıkacağı, ve bunun onlara yürek acılarını tattıracağına dair genel prensipler tesbit eder. Sonra kâfirleri uyarır, aslında akideyi korumak ve Allah'ın dinini yaymak için savaşmalıydılar. Sûre, daha sonra ganimetlerden ve onların dağıtım ve harcama yerlerinden bahseder. Bedir savaşının bir yönünü tasvir eder. Mü'minler vadinin yakın kıyısında, düşman uzak kıyısında ve kervan da daha aşağılarda sahil tarafında bulunurken bu savaşın bazı vakalarını tafsilatıyla anlatır. Bu sırada bir defa daha'mü'min-lere dönerek, zafere ulaşmış olmaktan dolayı gururlanmaktan ve savaşa azgınlık ve gösteriş için gitmekten onları sakındırır. Ölüm döşeğinde bulunan kâfirlerin tablolarını onlara çizer. Sonra onları barışı korumak için kuvvet hazırlamaya davet eder. Düşman barlşa yanaştığı takdirde ona yanaşmalarını açıkça teşvik eder. Lâkin durmadan da mü'minleri savaşa davet ederek morallerini güçlendirmeye çalışır. Zayıf bulundukları zaman onlardan bir kişiyi iki kişiye, güçlü oldukları zamanda da on kişiye denk sayar. Sonra tekrar Bedir savaşına dönerek fidye karşılığında esirleri serbest bı-
Takmalarından ve geçici dünya malını öhirete tercih etmelerinden dolayı Peygamberi ve ashabını kınar. En sonunda dört dostluk çeşidinden bahseder ve bu tasnife göre hak ve görevlerden bazılarını zikreder. [301] Bu yasaların anlatımında, kanunların anlatımında olduğu gibi kuru bir uslûb kullanmayıp tasvir üslûbu tercih edilmiştir.
Böyle konuların çeşitliliği, Kur'anî üslûbun da çeşitlilik arzetmesinden en önemli sebebtir. Aslında bu çeşitlilik, biribiriyle ilişkisî olmayan ve biri-biriyle çelişki içerisinde bulunan iki üslûp değil, muhatapların durumuna göre yumuşayip sertleşebilen ve açıklayıp özetleyen tek bir üslûptur. Kur"-an-ı Kerîm'i diğer kitaplardan ayıran ieazın sırlarından biri de işte budur. [302]
[271] Dipnotlarda el-Taberî ve İbnu Kesir'in yaptıkları tefsirlere yaptığımız değinmelere ek olarak es-Saffât süresiyle ilgili tefsirler için bk. er-Râzî, 7/118; el-Beyzâvî, 2/167; en-Nesefî, 4/13.
[272] İbnu İshak şöyle demektedir: «Allah oğul edindi» diyenler, Arap müşrikleridir. Çünkü onlar şöyle derler: Bizler
meleklere tapıyoruz ve onlar da Allah'ın kızlarıdır. Bk. İbnu Kesir, 3/71.
[273] Ashab-ı Kehf kıssası, beynelmilel bir kıssadır. Hirisîiyanlık hikayeleriyle onu tanır. Moğol ülkesinin çeşitli bölgelerine kadar yayılması takdir edilmiştir. Miladî beşinci asırda yazılan ve bu kıssayı anlatan hiristiyan rivayete göre bu gençlerin sayısı yedi olup İki osır boyunca mağarada uyuyakalmışlardır. Uyumaya başlamaları İmpara-
tor Dakyamus (249-251) zamanında başlamış ve milâdî 196 yılından sonra Teodisyus zamanında uyanmışlardır. (Bk. Massignon, Recherche sur la valeur eschatologigue des Sept Dormants, dans Actes xxe Cangres des Orientalistes, s. 302.J
[274] Kars. et-Taberî, 15/139.
[275] Kars. İbnu Kesîr, 4/76-77.
[276] Kars. ei-Keşşaf, 2/384.
[277] Tefsir ehü «rakımu den maksadın ne olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Bazılarına göre, bir kasaba veya vadinin ismidir. Bazılarına göre, Ashab-ı Kehfin dağıdır. Başkalarına göre ise, o, Ashab-ı Kehfin kıssasının yazıldığı sonra da mağaranın kapısına konduğu taştan kitabedir. Müfessirlerin imamı et-Taberî, bu son görüşün en doğru görüş olduğunu söyler. (Tefsîru't-Taberî, 15/132.)
[278] Tefsir ehiinin bundan ■anladıkları budur. Bu konudaki rivayetler için bk. et-Taberî, 15/130.
[279] eî-Taberî, «Onlar hakkında bu kısaca anlatılanların dışında, kimseyle tartışma ve onlar hakkında kimseden birşey sorma» âyetini tefsir ederken şöyle demektedri: Aliah. Peygamberine buyuruyor ki: Ey Muhammed mağara ehlinin sayısı hakkında Kitap Ehli ile tartışma.» et-Taberî, 15/150.
[280] Kars, İbnu'Kesîr, 3/79.
[281] Kur'an-ı Kerim İki denizin birleştiği yeri zikretmemîştir. Bu hususa dalmaya da ihtiyaç yoktur. Ancak tarih bilgimizin ışığında burasının, Akabe halici ile Süveyş halicinin birleştiği yer olduğunu çıkarıyoruz. Bu gibi durumlarda tefsirlere müracaat et meye de gerek yoktur. Çünkü bu gibi durumlarda tefsir kitaplarında ileri sürülen görüşlerin çoğu karanlığa taş atmaktır. et-Taberİ'nin tefsirinin kendisini de bunun dışında mutataa edemiyoruz. Misal olarak bk. et-Taberî, 15/176.
[282] Kars. el-Keşşâf, 2/396.
[283] İbnu Kesîr, Yüce Allah'ın Hz. Musa'nın dili üzere söylediği: «Diieseydin buna karşı bir ücret alırdın» sözünün tefsirinde şöyle der: Yani bu işi bizi misafir etmeleri karşılığında yapmalıydın, onlara bedava bu işi yapmamalıydın. (Bk. İbnu Kesîr, 3/98.)
[284] Bk. Tarafımızdan tahkik ediisn İbnu'I-Kayyım'in Ahkâmu Ehli'z-Zimme isimli kitabı, s. 531. Ayrıca karş. Ibnu'l-Kayyim, Şifau'l-AİÎI, s. 284.
[285] Lâkin müfessirler temini susarak geçiştirmemiş ve ana «Hızır» ismini vermişlerdir. Bu isimlendirme, insanların nesilden nesile aktordığt ve olaylarını gittikçe büyüttüğü hikâyelere dayanarak verilmiştir. Halk arasında Hızır kıssasının naşı! büyütüldüğüyle ilgili müsteşrik VVensinck'in güze! bir araştırması vardır. (Bk. wensirtck, Encycl, de l'lslöm, 2/912).
[286] Bu açıklama, hemzeli olarak «> kıraatine uygun düşebilir. Lâkin bazı bölgeler tyas lı olarak s ^L »şeklinde okumuşlar ki, bu, sıcak anlamına gelir. Müfessirle-rin önderi et-Taberî her iki kıraetin sahih olduğuna işaret eder ve sebep olarak şunu ileri sürer: «Güneşin, sıcak ve siyah yapışkan çamuru bulunan bir kaynar suda batması caizdir. Böylece okuyucu « demekle o kaynar suya ait olan sıcaklıkla onu tavsif etmiş olur. Böylece hem sıcak ve hem de çamurlu olduğu anlaşılmaktadır. et-Taberî, daha sonra her iki kıraatle İlgili rivayetleri zikreder. (Tefsîru't-Taberî, 16/10.)
[287] Onun için bu lafızlarla ne murad edildiği hususunda tefsir kitaplarına müracat etmo ihtiyacinı duymuyoruz.
[288] Bununla birlikte bazı cahil müfessirler bu mü'min ve mütedeyyin Zulkarneyn ile Makedonyalı Putperest meşhur İskenderi biribirine karıştırmışlardır. Ayrıca bu karıştırmaları, bazı müsteşriklerin araştırmalarında İleri-geri konuşmalarına fırsat vermiştir. Misal olarak bk. Decourdemanche kJ.A.b La leğende d'Alexandre enez les Musul-mans, dans la Revue de l'HIstoir© des Religions, 4/1882, 98.
[289] Karş-İbnu Kesîr, 3/71.
[290]İki adamdan ve iki bahçeden sözeden âyetler bunu gayet beliğ bir uslûbla tasvir etmektedir. İnanmış fakir kişi İki bahçe sahibi mağrur kişiye şöyle diyor: «Malca ve evlatça beni kendinden aşağı görüyorsan, Rabbimin bana senin bağından daha hayırlısını vermesi, (seninkinin) üstüne ise, gökten yıldırımlar göndererek (bağının) kaypak (yalçın) bir toprak haline gelmesi, beklenen birşeydir.» Nihayet o mağrurun bol meyve veren bahçesi bozulmuş, çardakları yere çökmüştür. (Bk. e!-Keşsâf, 2/389).
[291] Yüce Allah'ın şu sözünde dünya hayatı İçin verilen şu darbı meselde olduğu gibi: «Onlara dünya hayatının misalinin tıpkı şöyle olduğunu anlat: Gökten indirdiğimiz su ile yeryüzünde yetişen bitkiler birbirine karışır, ama sonunda, rüzgârın savuracağı çerçöpe döner.» Bu âyetlerin tefsirine bk. el-Kessâf, 2/392.
[292] Sûrede buna en açık misal. Yüce Allah'ın şu sözüdür: eSabah akşam Rablerlnin rızasını dileyerek O'na yalvaranlarla beraber sen de sabret.» Bu Rabbânî hitabta zikir ehliyle oturup kalkmak emredilmektedir. Çünkü hak dâvası, onlar gibilerin omuzlarında yükselir, ister fakir olsunlar, ister zengin olsunlar ve ister güçlü olsunlar, İster zayıf olsunlar farketmez. (Kars. Ibnu Kesîr, 3/80.)
[293] «Ey Muhammedi «Size, amelce en cok kayıpta bulunanları haber verelim mi?» de. Dünya hayatında, çalışmaları boşa gitmiştir. Oysa onlar güzel iş yaptıklarını sanırlar.» âyetinin tefsirinde et-Taberi şöyle demektedir: «Bu sözle, isabetli davrandığını ve davranışıyla Allah'a itaat ettiğini ve O'nun rızasını kazandığını sanan, halbuki o davranışıyla Allah'ı kızdıran ve iman ehlinden uzaklaşan kimse kastedilmiştir.» {Bk. et-Taberi, 16/28}.
[294] Bu sûrenin belli başlı meseleleri için bk. Tefsîru'r-Râzî, 5/213.
[295] Bu, şu âyetlerde dile getirilmektedir. «And olsun ki Musa'yı âyetlerimize. «Milletini karanlıklardan aydınlığa çıkar ve Allah'ın günlerini oniara hatırlat» diye göndermiştik, Bunlarda, çokça sabreden ve şükreden herkes için dersler vardır» «Allah'ın günlerini onlara hatırlat.» sözünden.ne kasdedildiğî hususunda bk. et-Taberi, 13/122. ' İbrahim (a.s.)
[296] Kars. İbnu Kesîr, 2/540.
[297] Kars. el'Kesşâf. 2/303.
[298] ibrahim sûresinin tefeiriyto Hgffi atrfta butunctuğurauz tefsir kitaptanna ek otarctk bk. el-Beyz&vî, 485; en-Nesefî, 2/195.
[299] Bu konular için «Nasih ve Mensuh» diye isimlendirdiğimiz müstakil bir koflu ayırdı.
[300] Kars. Tefsîru'r-Râzî, 4/346.
[301] Bu sûrenin tefşiriyie ilgili olarak bk: et-Taberi, 9/114, en-Nosefî, 2/71; el-Beyzâvî, s..
[302] Dr. Subhi es-Salih, Kur’an İlimleri, Hibaş Yayınları: 133-185.