- Mekki Medeni 3

Adsense kodları


Mekki Medeni 3

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sumeyye
Thu 28 April 2011, 02:06 pm GMT +0200
Mekki-Medeni 3


Peygamber (s.a.v.) bi'setten önce bir ömür boyu kitap ve iman nedir bilmiyordu. Sonra Allah (c.c.) onu, mesajının tebliği İçin seçti; ona vahiy gönderdi. Önce gelip geçmiş peygamberler gibi kırk yaşında ona peygam­berlik verdi ki, fikrî yönden daha olgun, azim, ifade ve kararlılık bakımın­dan daha güçlü ve daha geniş tecrübeli, kalbi daha dayanıklı olsun.

Bazı müfessirler, Peygamberin bi'setten önceki yaşını Kur'an nassla-nndan çıkarmaya koyuldular. Allah Teâlân'm peygamberinin dili üzere söy­lediği; «Daha önce aranızda bir ömür boyu bulundum.» [137] sözünden başkasını bulamayınca âyette geçen «ömür» lafzının kesinlikle kırk yaşla eşanlamlı olduğu sonucuna vardılar. [138] Lugâtın medlulü ile tarih olgu­su arasında bu gibi nice aceleci tefsirleri biribirine karıştırdılar!

«Ömür» kelimesi yalnız başına, onların verdiği hükümden hiç bir şey ifade etmez. Lugavî medlulünde belli bir sayıya açık her hangi bir İşaret 'yoktur. Lâkin- cümle içerisindeki yerinden yahut tarihin akışından- bir ne­vi işaretle bir düşünce verebilir. Kırk yaşının, âyette geçen «ondan önce bir ömür boyu» sözleriyle eşanlamlı olduğuna hüküm verenler haddi za­tında önce Rasulullah'ın hayat hikâyesini göz önünde bulundurmuş sonra Kur'anî ifadeyi bu vakıaya uydurmuşlardır.

Âyetin tefsiri hakkında müsteşriklerin yaydıkları şüphelere gelince, bunlar ya bilen bir kişinin ya da ahmak bir cahilin mugalatalarıdır: Onlar, vahyin başlangıcında Peygamberin yaşını tesbit etmek için araştırmacının dayanabileceği bir delilin bulunmadığını ileri sürerler. [139] Bazıları da ri­vayetlerin biribirlerini tutmamalarından dolayı biryaş belirlemenin mümkün olmadığını söylerler. [140] Kimileri de Arabların ve Sami ırkının büyük ço­ğunluğunun, kırk sayısına sinirsel bir özellik atfettiklerinden dolayı Pey-gamber'e kırk yaşında Peygamberliğin geldiği iddiasının ortaya atıldığı hükmüne varmaktadır. [141]

Mugalataları bilerektir. Rivayetlerin biribirlerini tutmadıkları hususun­daki iddiaların bir yalandan ibaret olduğunu onlar da biliyorlar. Çünkü çe­şitli rivayetlerin bulunması, kesin olarak rivayetlerin biribirlerini tutmadık­ları anlamına gelmez. Rivayetlerin hepsi aynı kuvvette olup aralarında bir tercih yapma mümkün olmadığı zaman rivayetler arası çelişki söz konusu olabilir. Hadis eleştirmenlerinin hassas ilmî İstılahlarında çelişki buna de­nir. [142] Ama bir rivayet diğerine tercih edilebiliyorsa, artık rivayetler ara­sında çelişki vardır denemez. Tarihçiler varsın Peygamberin yaşıyla ilgili onlarca rivayet nakletsin. [143] Tefsir ehlinden muhakkiklerin tercih etti­ği gibi [144] bu rivayetlerin en meşhuru, en sahih olanıdır.

Müsteşriklerin cehaletleri yahut tecâhülleri, Arab ve Sami ırkınca sır­larla dolu tılsımlı sayıyı tesbit karşısında hakiki yahut göstermelik hayret-terindedir. Bu sayı bazen kırk, bazen yedi veya yetmiştir. [145] Bilmiyor­lar ki bazı sayılarda gösterilen mübalağa - her ne kadar gerçek bir vakıa ise de- her zaman için bu sayıların gerçek karşılıklarının var oluşunu en­gellemez ve en güvenilir rivayet gerçek mefhumlarını destekliyorsa, acaba gerçek manaları mı, yoksa mecazi manaiarı mı kastedilmiş şeklinde tered­düt etmeye gerek kalmaz.

O halde bu müsteşriklerin mugalatalarına ve tecahüllerine karşı çıkıp ne âyette geçen «ömür» kelimesine dayanarak ve ne de bu garip rakam hakkındaki Sâmilerin inançlarının etkisinde kalarak, aksine, meşhur vq sahih rivayetlere dayanarak Allah'ın Peygamberine kırk yaşında Peygam­berliği verdiğini söyleyeceğiz. O rivayetler ki, havas ve avam arasındaki yaygınlığıyla nerdeyse tevatür derecesine ulaşmıştır.

Hiç şüphesiz vahyin başlangıcında Peygamberin yaşı hakkında ileri sürülen şüphe, Mekkede İslâmî davetin başlangıcı ve ardından hem Mek-kede ve hem de ondan sonra Medinede vahyin merhaleleriyle ilgili haber­ler hususunda şüpheler saçmak için bir mukaddimedir. Şayet vahyin baş­langıcı kapalı kalır ve bu husus tesbit edilemiyorsa bundan sonraki âyetle­rin İnişleri nasıl tesbit edilebilsin?

Şu anda - vahyin başlangıcı hakkında her türlü şüphe ve kapalilığ! giderip Peygamberlik gelmezden önce Rasuluilah (s.a.v.) in yaşını vuzuha kavuşturduktan sonra - daha önce bu kitapta anlatılanlara; vahiy vakıası­na, ferdî veya içtimaî münasebetlere binaen Kur'an'm parça parça indirilişine, Kur'an'ın toplanması, ezberlenmesi, çoğaltılması ve resmi ile ilgili haberlere, nüzul sebeplerine, âyetler arasındaki münasebetlere güvenle inandığımız gibi muhakkak imamlarımızın başlangıcı, sonucu ve aradaki merhale hakkındaki bize sunduklarını da gönül huzuruyla kabuledebitirîz. Çünkü gerçekten bu âlimlerimizin gösterdiği büyük hassasiyet, Kur'an hakkındaki samimiyet ve endişeleri, tarihî gerçekleri ihmal etmedikleri gi­bi sanat uyumuyla ilgili titiz eleştirileri takdire layıktır.

Kur'an ilimlerini bir değerlendirmeye tabi tutacak olursak Mekkî ve Me­denî âyetlerle sureleri bilmek için rivayetleri tahkike tabi tutma ve sağlıklı tarihe muhtaç olduğumuz hususunda bir şüphemiz olmamalıdır. En azın­dan bu konu, nuzûl sebeplerinden daha çok bunlara muhtaçtır. Çünkü se­bepleri bilmek, ferdî ve içtimaî münasebetlerle ilgili belli bazı cüz'i mese­leler ihtiva eder. Başlangıçta sebeplere mebni olarak inmemiş bulunan di­ğer Kur'anî tafsilattan her hangi bir şeyle ilgilenmez. [146] Ama Mekkî ve Medenî'yi bilme ilmi Kur'an'ın tamamını sûre sûre ve âyet âyet ele almayı gerektirir. Kur'an'daki her sûre ya Mekkî veya Medenîdir. Ayrıca Mekkî olan bir sûrede Medenî âyetler, Medenî olan bir sûrede Mekkî âyetler bulu­nabilir. Kur'an'da her bir âyetin kimliği bellidir, hayatı bellidir. Kendi zümre­sinden başkasına karışırsa, güvenilir âlimler onu öyle hassas ölçülerle eleştiriye tabi tutarlar ki, Mekkî mi yahut Medenî mi olduğunu hemen he­men kesinlik derecesinde tesbit ederler.

O halde Mekkî ve Medenî ilmi kendisini kuşatan büyük ilgiye değer bir bilgi olup İslâm davetinin merhalelerini ve olaylarla tedrici olarak geli­şen hikmet dolu adımlarını tesbit etmek, hem Mekke, hem de Medİnede ve diğer yerlerde, yaşayanlarla ilişkilerini inceleyebilmek ve hem mü'min-lere, hem müşriklere ve hem de ehîi kitaba yapılan çeşitli hitapları zaptede-bilmek İçin gerekli bir ilimdir.

Bu ilmi hakkı ile ihata etmek bu geniş çerçeveli hususları bilmekle mümkün olduğundan konulan ve şekilleri de pek çoktur. O, hem zaman açı­sından bir tertip, hem mekân bakımından bir tahdit, hem konu bakımından bölümlere ayırma ve şahsî bakımdan da bir tayindir. «Mekkî, hicretten sonra da olsa Mekke de nazil olandır.» diyen mekânı göz önünde bulun­durmuştur. «Mekkî, Mekkelilere hitap eden ve Medenî de Medinelilere hitap edendir» diyen, muhatap olan şahısları gözetmiştir. «Mekkî, Mekke dışında nazil olmuş olsa bile Rasululah'ın Medine'ye, hicretinden önce nâ-zil olandır. Medenî İse, Medenî nazil olandır.» diyen, İslâm'ı davet mer­halelerinde zaman sırasını gözetmiştir ki, meşhur olan görüş budur. Biz bu son tarifi alırken diğer tariflerde geçen zaman, mekân ve şahıslara da dikkat çekecek ve onları okuyucudan gizlemeyeceğiz. [147] Hatta dördün­cü bir unsur olan konu unsurunu da ihmal etmeyeceğiz.

İşte el-Mümtehine sûresi, mekân göz önünde bulundurulduğu zaman başından sonuna kadar [148] Medine'de nazil olmuştur. Zamanı göz önün­de bulundurduğumuzda hicretten sonra inmiştir. Şahısları söz konusu etti­ğimiz zaman Mekke ehline hitaptır. Ama konusunu öğrenmek istediğimiz­de mü'minlerin kalblerini temizleyip olgunlaştıran içtimaî bir rehberliği kapsamaktadır. Onun için âlimler onu, «Medine'de nazil olan ve hükmü Mekkî olanlar» arasında mütalaa etmişlerdir. [149]

Yüce Allah'ın «Ey insanlar! Doğrusu biz sizleri bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi milletler ve kabileler haline koyduk ki birbirinizi kolayca ta-nıyasmız.» [150] âyeti. Mekân söz konusu olduğunda Mekke'de ama za­man gözönünde bulundurulsa fetih günü hicretten sonra inmiştir. Konu göz önünde bulundurulduğunda, tanışmaya davet etmekte ve insanların hepsi­nin aslının bir olduğuna dikkati çekmektedir. Şahıslar gözetildiğinde ise, hem Mekke ve hem de Medine ehline hitaptır. Onun için âlimler ona ne Mekkî deyip geçmişler ve ne de kesin olarak Medenî demişlerdir. Aksine onu, «Mekke'de nazil olupta hükmü Medenî olanlar» arasında mütalaa et­mişlerdir.

Kaldı ki Mekkî ve Medenî için yapılan zaman taksimini tercih ederken tereddüt etmiyoruz. Çünkü tarihle sıkı sıkıya ilişkisi bulunan bir konuyla karşı karşıyayiz. Başlangıçta, ara dönemde ve sonda Mekke veya Medine'­de nazil olanı tesbit etmeyi hedef aldığımız müddetçe mekân taksimini se-çemeyiz. Biribirini takipeden bu dönemler, zaman tertibini seçmeyi gerekli kılmaktadır. Şahısların tayini ve konuların tesbitine gelince bunlar ikinci plânda olan hususlar olup olaylarla gelişen zaman tertibi içerisinde müna­sip yerlerini işgal ederler.

Psikolojik dururniarla içtimaî dönemleri göz önünde bulunduran ve çevrenin hayat ve canlılar üzerindeki etkisini de görmemezlikten gelme­yen bu zaman tertibini muhakkik âlimlerimiz bnimsemiş ve ona o derece önem vermişler ki, İslâm davetinin merhalelerini bilmeyen bir kimsenin, Allah'ın Kitabını tefsir ve izaha kalkışmasına karşı çıkmışlardır. Ebu'l Ka­sım el-Hasen b. Muhammed b. Habîb en~Neysâbûrî [151] şöyle demekte­dir: «Kur'an ilimlerinin en yücelerinden biri, onun nüzulünü, nüzul yerini ve hem Mekke'de nemde Medine'de başlangıçta, arada ve sonda inenlerin İniş sırasını, daha sonra Mekke'de nazil olup hükmü Medenî ve Medine'de nazil olup hükmü Mekkî olanı bilme ilmidir. [152]

Burada Ebu'l Kasım el-Neysâbûrî'nin sözlerinden bizi ilgilendiren, Kur'an'ın tamamını zaman açısından açıkça altı merhaleye taksim etmesi­dir: Üçü Mekke'de olup başlangıç, ara ve son merhalelerdir. Ondan sonra da Medine için aynı taksim yapılmıştır. Bazı müsteşriklerin nüzul sebeple­rini temel alarak Kur'an'ı altı veya dört merhaleye taksim etmeleri -az son­ra göreceğimiz gibi- bizatihi zararlı bir şey değildir. Çünkü büyük âlimleri­miz de buna benzer taksimatta bulunmuşlardır. Ama sahih rivayetler bir tarafa atılıp ham ve temelsiz görüşlere dayanarak taksimat yapılırsa, işte o zaman zarar sözkonusu olur.

Ebu'l Kasım en-Neysâbûrî'nin bu konudaki sözlerinin tamamını aldığı­mızda - zaman taksimine bağlılığını ifade ettikten sonra - buna, bizce kü­çük ve basit fakat kendisince çok önemli ve büyük cüz'i meseleler ilave eder. Ona göre Allah'ın Kitabını tefsir ve izah ile ilgilenen herkesin bunla­rı bilmesi farzdır. Muhakkik her müfessirin aynı zamanda «Mekke'de Medi­ne ehli hakkında ve Medine'de Mekke ehli hakkında inenleri, sonra Mede­nî olup Mekkî olana benzeyeni ve Mekkî olup Medenî olana benzeyeni, Cuhfe'de [153] ineni, Beytu'l Makdis, Taif ve Hudeybiye'de nazil olanı, ayrı­ca gece nazil olanla gündüz nazil olanı, Mekkî surelerdeki Medenî âyet­leri ve Medenî surelerdeki Mekkî âyetleri, daha sonra Mekke'den Medine'­ye ve Medine'den Habeşistan'a taşınanı ve ayrıca mücmel olarak inen ile müfesser olarak ineni, bir de hakkında ihtilaf bulunup bazılarının Mekkî dediğine diğer bazılarının Medenîdir dediklerini bilmesi gerekir. Bu yirmi-beş veçhi bilmeyen ve onları biribirlerinden ayırt edemeyen bir kimsenin Allah kitabı hakkında söz söylemesi caiz değildir.»[154]

Bütün bu ihtilafı tam olarak bütün tafsilatıyla anlatabilecek durumda olmadığımızı itiraf edelim. Çünkü bu konulardan her biri büyük bir cildi doldurur. Hatta böyle bir cilt bile maksadı tam anlatamaz ve susuzun su­suzluğunu gideremez. -Vahiy merhalelerini inceleme hususunda âlimleri­mizin sarfettiği gayreti gösterme bakımından - bazı rivayetler üzerinde durmamız yeterli olacaktır. Bu rivayetleri nakledenler, sadece Mekke'de yahut Medine'de veya hicretten önce yahut hicretten sonra inmiştir de­mekle yetinmemiş bu Yüce kitap hakkındaki gayretleri araştırma, inceleme ve tedkiklerin zirvesine ulaşmıştır. En basit tafsilat ve en küçük cüz'iyatı bile zikretmekten geri kalmamışlardır.

Meselâ genel olarak Kur'an'tn çoğunluğu gündüz inmiştir. [155] Ama âlimlerimiz bazı cüz'i durumlarda bu kuralın geçerli olmadığını   gördüler.

Çünkü Meryem sûresi gece inmiştir. Et-Tabarânî'nin [156] Ebu Meryem el-Gassânî'den yaptığı rivayete göre o şöyle demiştir: «Rasûlullah (s.a.v.) e gidip «bu gece bir kızım oldu» dedim. Rasûlullah (s.a.v.): «Bana da bu gece Meryem sûresi indi. Sen de kızına Meryem ismini ver» [157] buyurdu. e!~ Feth sûresinin baş tarafı gece inmiştir. Buhâri'nin Hz. Ömer'den naklettiği­ne göre Rasûlullah (sa.v.): «Bu gece bana öyle bir sûre indi ki o, güneşin üzerinde doğduğu her şeyderr daha sevimlidir» demiş ve sonra dil âyetini okumuştur. [158] Yine el-Hacc sûresinin başındaki âyetleri, Benu Mustalik gazvesi sırasında gece inmiştir. [159]

Kişi -sahih rivayetleri kendisine dayanarak aldığında- Kur'an'dan ine­nin, gecenin hangi bölümünde; ortasında mı yoksa evvelinde veya sonun­da mı indiğini bile bazen tesbit edebilir. Şu anda Rasûlullah (s.a.v.) i sa­bah namazının son rek'atında-Sahih-i Buhârî'de rivayet edildiği gibi-Ailaft Teâlâ'nın « • i^'vt^-.sl^J » [160]sözünün indiği zamanı tahayyül edi­yorum. Sonra Rasûlullah (s.a.v.) in kıldan yapılmış bir çadırda geceleyişini ve ashabtan bazısının çadır önünde ona bekçilik yapmalarını hayalimde canlandırıyorum. Geceden bir miktar geçtikten sonra [161] dU*. Üj » « y-ü'^. âyeti inmiştir. Yine son olarak onu, mü'minlerin anası Ümmü Seleme'nin yanında tahayyül ediyorum. Savaştan geri kalanları söz konu­su eden üç âyet [162] indiğinde gecenin üçte ikisi geçmişti. [163] Gece bir kış gecesi olup hava soğuk olabilir. Ravî, işi sağlama bağlamak için bu zifri karanlık geceyi bile tavsif etmekten geri kalmıyor. En cüz'i bir mese­lenin, bugün bizim için ne kadar basit ve değersiz olursa olsun, ravî için dinî ve içtimaî büyük bir değeri vardır. Onu olduğu gibi tasvir ediyor. Ona ne bir şey ilave ediyor ve ne de eksiltiyor. İşte Ahzâb gecesi herkes dağılmış ve Rasûlullah'ın yanında on iki sahabe vardı ki bunlar arasında değerli sa-habî Huzeyfe de bulunuyordu. Rasûlullah ona: Kalk ve ordu karargahına git, demişti. Huzeyfe Rasûlullah'a: Seni hak ile gönderene yemin ederim ki, senden utandığım için kalkıp gittim. Yoksa bu soğukta gidemezdim, ceva­bını verdi. Bunun üzerine Yüce Allah şu âyeti indirdi: «Ey iman edenler* Size karşı düşman askeri geldiği zaman, Allah'ın size olan nimetini hatırla­yın. Biz, onların üzerine şiddetli bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz askerlergöndermiştik. Allah, işlediğiniz şeyleri görendir.» [164] Buna karşılık Te-bûk gazvesinde nazil olan âyetlerin çok sıcak bir günde indiklerini ve o za­man münafıklardan bir şahsın: «Bu sıcakta savaşa çıkmayın,» dediğini, bunun üzerine Allah'ın: «De ki: Cehennem ateşi daha sıcaktır.» [165] âye­tini indirdiğini görüyoruz.

Kur'an'in çoğunluğu hazarda inmişse de, Rasûlullah {s.a.v.}in davet için buradan oraya gitmesi, kalbini sabit kılmak ve cihadını destekleyip pe­kiştirmek için bazı seferlerinde de inen âyetler olmuştur. Ravîler çoğu za­man bunu: Şu âyet veya âyetler Peygambere bir yolculuğunda indi, gibi ifadelerle anlatırlar. Hatta pek çoğunda bu yolculuğun zaman ve mekânı bile zikredilmektedir. Sahih-i Buharî'de Hz. Ömer'den yapılan rivayete göre: «Bugün size dininizi tamamladım,» [166] âyeti Veda haca yılında cuma gü­nü arife akşamı nazil olmuştur. el-Beyhakî'nin «Delâil» inde anlatıldığına göre en-Nahl sûresinin son âyetleri Uhud savaşında şehid düşen [167]Hz. Hamza'nın cesedi başında durduğu sırada inmiştir.

Rasûlullah (s.a.v.) in hayatı peş peşe devam eden bir cihad silsilesi­dir. Onun için vahiyden bir çoğu savaş sıralarında inmiştir. Bedir Savaşı'-nın sonunda el-Enfâl sûresinin ilk âyetleri inmiştir. [168] Hudeybiye umresinde: «Evlere arkalarından girmeniz iyi değildir, iyi kimse kötü­lükten sakınan kimsedir. Evlere kapılarından girin, Allah'tan sakınınız ki muradınıza eresiniz.» [169] âyeti, Tebük'te de: «Memleketinden çıkarmak için seni neredeyse zorlayacaklardı. O takdirde senin ardından onlar da pek az kalabilirlerdi.» [170] âyeti inmiştir. es-Suyutî buna başka misaller de ss-ralar. Dileyen el-îtkan'a müracaat etsin. [171]

İsrâ ve Miraç gecesi, zaman itibariyle bir geceden başka bir şey de­ğildir. Lâkin o, Allah'ın ilminde uzak ezelden gelen bir parçadır. Kur'an't Kerîmden bazı âyetler bu mukaddes gecede inmiştir. Şayet rivayet sahih ise, Allah Teâlâ'mn: «Ey Muhammedi Senden önce gönderdiğimiz Pey­gamberlere sor, Biz, Rahman olan Allah'tan başka kulluk edilecek tanrılar meşru kılmış mıyız?» [172]âyeti, Allah Teâiâ kulunu gece yürüyüşüne çı­kardığında Beyt'ül Mukaddes'te inmiştir. [173] el-Bakara sûresinin son iki âyeti-îbnul Arabînin de belirttiği gibi- Miraç esnasında Muhamrned Rabbinın büyük âyetlerini gördüğü zaman «Gök İle yer arasında fezada İnmiş-[erdir.» [174]

Bu derîn araştırma ve en cüz'i tafsilatı bile kaçırmama bazılarınca önemsiz karşılanabilir. Ama râvilerle âlimlerin yanında bunun bir yorumu vardır, ve o da: Rivayetin doğruluğu ve Allah'ın Kitabından Mekkî ile Me­denî olanı tesbit için mümkün olabilecek güvenin zirveye ulaşmış olması­dır.

Bu hassas ve derin araştırma temeline dayalı olarak âlimler Mekkî sûrelerde Medenî âyetlere benzeyenlerle Medenî sûrelerde Mekkî âyetlere benziyenleri biribirinden ayırmışlardır. [175] Burada «benzer» ifadesinden gayeleri açıktır. Onlar her sûrenin genel karakterini ve sonra da bu karakte­re benzer karakteri- öyle ki, neredeyse bu, diğerine eklenecek durumda­dır- yakın benzerlikteki karakteri göz önünde bulundururlar. Meselâ Mek­kî olan Hûd sûresinde «Gündüzün iki ucunda namaz kıl.» [176]âyeti mev-cud ise, bu, Medenî âyetlere benzese bile Medenî sayılmasını zarurî kıl­maz. Medenî olan el-Enfal sûresinde: «Allahımız! Eğer bu kitap, gerçekten senin katından ise biz© gökten taş yağdır veya can yakıcı bir azap ver» de^ mislerdi.» [177]âyetini okuyorsan, her ne kadar bunda Mekkî âyetlerden gölge ve alâmetler mevcud ise de onun Mekkî o'duğuna hüküm veremez­sin.

Çoğu zaman belli bazı şartlar, Kur'an'dan inenin bir yerden başka bir yere taşınmasını gerekli kıldığı durumlarda Mekkî ile Medenî arasındaki ye­kin benzerlik yönü aceleci araştırmacıları İslâm davet tarihinde hassas ve değeri büyük bir merhaleyi araştırmaktan yüz çevirmelerine sebep olabi-!ir. Lâkin güvenilir âlimler bu konunun tamamını bize aktarmışlardır. Kur'-an'da her âyetin hatta her lafzın tarihi, hal tercemesi vardır. Müfessir-Eerin pîrs Taberî'den Yüce Allah'ın «Ey Muhammedi Sana hürmetti aydan ye onda savaşmaktan sorarlar...» [178] sözünün Medine'den Mekke'ye tasındığını öğreniyoruz. [179] Kurtubî'den [180] «Ey inananlar! Allah'tan sa­kının, inanmışsanız, faizden, artakalmış hesaptan vazgeçin.» [181] sözünün Berae sûresinin başındaki âyetlerle birlikte Medine'den Mekke'ye taşındı­ğını öğreniyoruz. Hz. Ali daha sonra bu âyeti Kurban günü halka okumuş­tur. [182]

Âlimlerimizin, davetin geçirdiği devreleri îesbit ve en küçük husus­tan bile kaçırmamak için rivayetleri .açıklayıp zaptetme hususunda övgüye değer bunca gayretlerine rağmen, müsteşriklerin râvi ve rivayetlerin doğ­ruluğu hakkında şüpheler yayarak asılsız olduklarını İddia etmeleri karşı­sında hayrete düşmemek elde değildir. [183]

Müsteşriklerin, Kur'an'i iniş sırasına göre tertip edebileceklerini söy­lemekle biriikte bu tertipkonusunda her türlü sahih rivayeti reddetmeleri gerçekten garip ve gülünçtür. Şayet rivayetler konusunda katı davranıp ancak sahih olanları kabul edebileceklerini söyleselerdi mesele basitieşir-di. Çünkü İslâm âlimlerinin kendileri, Mekkî ve Medenî İle Kur'an vahyinin merhalelerine ışık tutan konularda, sûre ve âyetlerin tertibinde, talimat vs irşatlarının tedriciliği meselesinde zayıf rivayetleri reddederler. Kaldı ki müsteşrikler arasında bile bu konuyu bize pek ters düşmeyen çerçeve içe­risinde işleyenler vardır. Nitekim H. Grimme, Kur'an sûrelerinin tertibinde İslâmî rivayet ve senetlere dayanmıştır. [184] Bununla birlikte onun da tenkid edilecek noktaları vardır. Bunlardan biri, rivayetlerin sahihini zayı­fından ayıklayamaması ve sair müsteşriklerde olduğu gibi bu konudaki ac­zi. Onun için Kur'an'ın tertibinde bazen zayıf ve bazen bâtıl rivayetlere dayalı çürük bir temele dayanmaya aldırış etmez. İkinci nokta İse, rivayet­lere saygı konusunda kendisi için tayin etmiş olduğu metoddan ayrılması ve neticede Kur'an'ın vahiy merhaleleri konusunda müsteşrik Noldeke'nin görüşlerini rehber edinmesidir. [185]

Müsteşrik Noldeke, müslümanların takip ettiği metoddan ayrı bîr me-todla Kur'an'ın zaman bakımından bir tertibinin yapılması gerektiğine ina­nıyordu. Onun için kendisine has bir metod tespit etti ve bu metoddan, bir çokları etkilendi. Bunun sonucunda ortaya çıkan tertip bütün müsteş­riklerin kafasını kurcalamaya başladı. Kur'an konusundaki araştırmalar âleminde en tehlikeli sonuçlar bu tertibe dayandırılmaya çalışıldı.

.Ondokuzuncu asrın ortalarında Avrupa'da Kur'an sûrelerinin tertibi ve tarihi merhaleleri inceleme konularında yeni çalışmalar ortaya çıktı. Bu çalışmalardan biri, beşi Mekke'de ve biri Medine'de olmak üzere Kur'-an'ı altı merhaleye taksim eden William Muir'in çalışmasıdır. [186] Bu tak­simi yaparken büyük çapta Rasûlullah'ın hayatı ve hayatı İle ilgili riva­yetlere dayanır. Bu konuda tenkitçi bir çalışmada bulunarak tarihi bir ta­kım malumat toplamıştır. [187] Lâkin - bununla birlikte - birçok hatalara düşmüş ve asılsız rivayetlere dayanmıştır. Bu konuda kendisiyle Grimme arasında bir karşılaştırma yapmak mümkün ve kolay olacaktır.

Diğer bir çalışma ise, VVeil'in 1844 yılında başlattığı ve ancak 1872 yı­lında nihaî şeklini alan çalışmadır ki, bu çalışmada İslâmî rivayet ve senet­lere hiç değer verilmez. [188] BlachĞre'in çalışmayı «gerçekten faydalı ye­gâne metod» [189] olarak nitelendirmesi de bundan dolayıdır. Daha önce de Noldeke'nin nazarında Kur'an'ın tertibi konusunda en cesur çalışmadır. Onun için Noldeke çalışmalarının bir çoğunu ona dayandırır.

Weil ise, Kur'anî merhaleleri üçü Mekke'de ve biri Medine'de olmak üzere dörde ayırmıştır. Noldeke de 1860 yılında yayınladığı «Kur'an Tarihi» [190] kitabında her merhalenin muhteviyatında basit bir takım değişiklik­ler yaparak aynı yolu takip etti. Schvvally'le birlikte kitabı düzeltme ve ilâ­velerle ikinci defa yayınladığında da yine basit-bazı tadilat ile aynı yoldan gitmiştir.

R. Be!!, [191] Rodvvell [192] ve Blachere [193] de bu metoddan etki­lenmiştir. Ancak Biachere'in Kur'an tercemesi, kanaatimizce kendisine ha­kim olan ilmi ruhtan dolayı tercümelerin en üstünüdür. Onun değerini dü­şüren, Kur'an sûreleri için tesbit edilmiş olan zaman tertibidir. Biachere'in kendisi, İslâmî merhaleleri tesbit, sûrelerin tertibi, talimatın tedriei olarak gelişi gibi hususlarda sadece, Kur'an'a dayanmanın bir takım zorlanmalar­dan hali olmadığını belirtir. Yine ona göre Kur'an'ın sustuğu bir şey Rasû-iullah'ın hayatı ye sahabenin ondan rivayet ettikleri haberlerle vuzuha ka­vuşmaz. Bunlar, ancak Kur'an nassında zikredilen ikinci plânda tamam­larlar. [194]

Biz ise, yukarıda anlattıklarımızdan sonra Mekkî ve Medenîyi tesbit huşunda âlimlerimizin sahih rivayeti biricik yol olarak seçmelerini, zayıf rivayetleri reddetmelerini, Kur'an'ın zaman bakımından daha mükemmel ve üstün bir tertibi için bunu kaçınılmaz şart olarak kabul etmelerini tabiî karşılıyoruz. Bu sahadaki rivayetler, ancak vahyin indiği zaman ve mekân­da orada hazır bulunan sahabeden yahut bu konudaki açıklamayı onlardan duymuş olan tabiînden gelebilir. Rasûlullah (s.a.v.) den İse bu kabilden bir rivayet varid değildir. Çünkü o, Kadı Ebu Bekr'in [195] de «el-întişar» da belirttiği gibi, «bununla emrolunmamıştı ve Allah bunun ilmini ümmete de farz kılmamıştır» [196] Hiç şüphesiz sahabeden birçoğu Mekkî ve Medenî hakkında tam bir bilgiye sahipti, Bu sayede rivayet tefsirleri ve Kur'an ilim­leriyle ilgili kitaplar ince teferruat ve cüz'iyatı ihtiva etmektedirler. Misal ve delil bulma kabilinden bir kaç tanesine işaret etmiştik. İbnu Mesud'un: «Ondan başka ilah bulunmayana yemin ederim, Allah'ın Kitabından hiç bir âyet inmemiştir ki, o âyetin kim hakkında ve nerede indiğini bilmeyeyim.» [197] sözünden sahabenin bu konularda bilgilerinin ne kadar derin olduğu­nu anlıyoruz. Lâkin İbni Mesud - geniş malumatıyla bu ilme ne kadar hiz­met etmişse etsin - sahabe arasında bu yemini eden yalnız kendisi değil­dir. Hz. Ali de ona benzer bir yeminde bulunmuştur. Ayrıea sahabe arasın­da bu büyük iki sahabînin şahit olduklarına şahit olma imkanına sahip olanların varlığı şüphesizdir. Belki de, onların gördüklerinden daha fazla­sına şahit olanlar bile vardır. Hatta sahabenin cahilleri arasında, âlimleri­nin ve meşhurlarının gözünden kaçan birşeyi rivayetleriyle bize ulaştıran­ların bulunacağını uzak görmüyoruz. [198]

Onun için sahih rivayete dayanmak, fikir imali ve İçtihatta bulunmaya ters değildir. Özellikle rivayetin sarih nass olmadığı konularda bu durum daha da geçerlidir.. Bu içtihadın Mekkî ve Medenî araştırmasında çeşitli şekilleri ve muhtelif nevileri vardır. Bazı sûrelerin Mekkî mi yoksa Mede­nî mi oluşlarında, Medenî bir sûrede Mekkî âyetlerin veya Mekkî bir sû­rede Medenî âyetlerin istisna edilmesinde, Mekke veya Medinede indirilen­lerin tertibinde ve Mekkî ile Medenilerin her birinde uslûb ve konu özellik­lerinde ihtilaflar olabilir. Bu ihtilafı çözmenin yolu ise, ancak bir nevi icti-had ile mümkün olabilir.

en-Nahhas, [199] «Hiç şüphesiz Allah size emanetleri ehline teslim et­menizi emreder.» [200] âyetine dayanarak en-Nîsa sûresinin Mekkî olduğu-nu oünkü bu âyetin, Kabe'nin anahtarları meselesiyle tam bir uyum içeri­sinde bulunduğunu ileri sürer. es-Suyutî, bu görüşü zayıf bularak ona kar­şı çıkar ve şöyle der: «Bu, çürük bir dayanaktır. Çünkü büyük çoğunluğu Medine'de inen uzun bir sûrenin bir veya bir kaç âyetinin Mekke'de inmiş oiması o sûreyi Mekkî kılmaz. Özellikle, hicretten sonra inen âyetlerin Me­denî olduğu görüşü tercih edildiğine göre en-Nisâ sûresi için Mekkîdir di­yemeyiz. Sûrenin âyetlerinin nuzûl sebeplerine müracaat eden yukardaki görüşün reddedildiğini görecektir. Buhârî'nin Hz. Aişeden naklettiği: «eî-Bakara ve en-Nisa' sûreleri indiğinde Rasûlullah'ın yanındaydım.» sözü  onu reddetmektedir. Çünkü Hz. Aişe'nin hicretten sonra Rasûiullah'n ya­nına geldiği ittifakla kabul edilen bir husustur.» [201]

Gerek Mekkî ve gerek Medenî sûrelerde istisna edilen âyetler rhevcud olduğundan bu istisna hususunda bazı âlimler nakle değil, içtihada dayan­mışlardır. [202] Ayrıca bu, İbni Abbas'tan varid olan: «Bir sûrenin başlan­gıcı Mekkede inmişse, o sûre Mekkî olarak yazılır, sonra Allah dilediğini ona ilave ederdi.» sözlerine ters değildir. Çünkü Mekkînin Medenîye veya Medenînin Mekkîye ilave edilmesinde hikmet yönü içtihat yoluyla bilinir: Meselâ el-İsrâ sûresi Mekkîdir. Ancak: «Ey Muhammedi Seni, sana vahyet-tiğimden ayırıp başka bir şeyi Bize karşı uydurman İçin uğraşırlar.» [203] âyetini ondan istisna ederler. Bunun Mekkî bir âyet olduğunu tercih ederek bu âyet «Sakîf elçileri hakkında inmiştir. Onlar Peygamber (s.a.v.) e, gel­miş ve saçma isteklerde bulunarak: İlahlarımızdan dolayı bizi faydalandır ki onlara hediye edileni alalım. Bu hediyeyi aldık mı, bu putları kırar ve İs-lâmı kabul ederiz. Ayrıca Mekke mukaddes kılındığı gibi vadimizi de mukad­des kıl ki Araplar, onlara karşı üstünlüğümüzü bilsinler» [204] demişlerdi  Kızılelma cad Şair Mehmet Emin sok. no: 35 Meditaş Erdal

Alimler - rivayet ve senetlere dayanarak - Mekkî ve Medenî süreleri tayin ederler [205] Sonra nuzûl sıralarına göre onları tertip ederler. Bunun­la birlikte Kur'andan ilk inen ile son olarak inen hakkında ihtilaf  vardır. [206] Hatta Müslümanların, namazlarının her rekatında okudukları Fati­ha sûresi hakkında bile ihtilaf vardır. Bazılarına göre Fatiha sûresi Mekkî-dir, bazılarına göre de Medenîdir. [207] Başka bir topluluk ise, üçüncü bir görüş ileri sürerek iki defa nazil olduğunu söylemektedir. [208] Yine bazı­larına göre Mekke'de ilk inen o dur. O halde bu görüşe göre Kur'an'dan ilk inen Fatiha olmaktadır. [209] Diğer bazılarına göre ise, ondan önce na­zil olan bir kaç sûre vardır. Bu gibi durumlarda âlimler delil getirme ve görüşlerini isbatlama hususunda yarışırlar. Getirdikleri deliller naklî ol­maktan çok içtihada daha yakındır. Misâl olarak el-Vahidî gibi bir âlim, Rasûlullah (s.a.v.) iri Mekke'de on kusur sene kalarak Fatiha'sız namaz kılmış olmasını garipsiyor. [210] Halbuki -bildiğimiz gibi- el-Vahidî «Esbâ-bun-Nuzul» isimli meşhur kitabında sadece rivayet ve senetlere önem ver­mektedir. Lâkin nakil ve nass sahiblerinin yanında da ictihad ve istinbot kapısı ardına kadar açıktır.

Müsteşrik Blachere, el-Vâhîdî'nin buradaki düşüncesini ictihad ve is-tinbat için bir gayret olarak değerlendireceğine, konuyu çözümlemek için bütün umutlarını yitirmiş âciz kimsenin cahilliğini itiraf etmesi ve kurtulu­şunu bu itirafta bulanın tavrı olarak nitelendirir. [211] Bize göre burada Blachere çok katı ve mübalağacıdır. Âlim olan bir kişi Kür'an vahyinin ter­tibi gibi önemli bir konuda, hemen kesin kararını veremez. el-Vâhİdî'nin yaptığı gibi -bir şeyi diğerine tercih eder. Cehalet her zaman kesin sonuç­larla tedavi olunmaz. Bazan tercih yalnız başına ilim ve marifet tahsili İçin yeterlidir. Burada maksadımız, el-Vâhidî'yi savunmak değildir. Aksine, Mek-kî ve Medenî'nin cüziyyatı hakkında bize ulaşan ilim çoğu zaman İctihad yoluyla bize ulaştığına ve bir şey hakkında ilmin subutu için aklın nakil gi­bi ve kıyasın da sema' gibi olduğuna dikkat çekmek istiyoruz. el-Ca'beri: «Mekkî ve Medenîyi bilmenin iki yolu vardır: Semaî ve kıyası» [212]derken bunu göz önünde bulundurmuştur. Semaîyi tarif ederken onun, «Mekke-de yahut Medinede nazil olduğuna dair bize haber ulaşandır» şeklinde ta­rif eder. Sonra kıyası için misal ve deliller zikreder. Zikrettiği misalleri, Kur'an'ia uğraşan ve ilimleriyle uslûblannın zevkine eren âlimlerin misalle­riyle bir araya getirdiğimizde hepsinden, Mekkî sûreyi Medenîsinden ayıran

kıyası bir ölçüye varabilir ve onunla, onlardan her birinin karakter ve özel­liklerini tesbit edebiliriz. Ayrıca göreceğiz ki bu ölçü uygulanmakta ve ge­çerli olmaktadır. Bu ölçüye göre Mekkî sûrelerin özellikleri şunlardır:

1- içinde secde bulunan her sûre Mekkîdir. [213]

2- İçinde «» lafzı bulunan her sûre Mekkîdir ve bu kelime Kur'-an'ın ancak son yarısında geçmektedir. [214]

3- el-Hacc sûresi hariç hitabını bulundurup hitabını bulundurmayanher sûre Mekkîdir. Ancak el-Hacc sûre­sinin sonlarında [215]âyeti geçmektedir ve bu sûrenin'Mekkî olduğunu bir çok âlim söylemektedir.

4- el-Bakara sûresi hariç Peygamberlerin ve geçmiş kavimlerin kıs­salarını ihtiva eden her sûre Mekkîdir. [216]

5- Yine eİ-Bakara sûresi hariç Hz. Âdem ve Idris Kıssaslannı ihtiva eden her sûre Mekkîdir. [217]

6- «Elif-Lâm-mîm» ve «Elif-Löm-Ra» gibi hece harfleriyle başlayan her sûre Mekkîdir. Ancak ez-Zehrâvân (el-Bakara ve Âİu İmrân) sûreleri bunaan hariçtir. [218]

Bu altı özellik -istisnaları bir tarafa bırakalım- kesin alametlerdir. Ayrı­ca genel Mekkî sûreleri ayıran bazı alametler vardır ki, Mekkî sûrelerde cokca rastlanan ve yaygın olan bu alametler şunlardır:

1- Âyet ve sûrelerin kısalığı, veciz olmaları hareketli bir anlatım ve ses âhengine sahip olmaları.

2- Allah'a ve Âhiret gününe davet ve cennetle cehennem tasviri.

3- Üstün ahlâka ve iyilik üzere doğru yolu tutmaya davet.

4- Müşriklerle mücadele ve düşüncelerinin basitliğini ortaya koyma.

5- Arabların üslûbuna uyularak «yemin» in çokça kullanılması. [219]

Medenî sûrelere gelince, onların kesin özelliklen şunlardır:

1- Cihada izin verildiği, cihadın söz konusu edildiği ve   ahkâmının açıklandığı her sûre Medenîdir.

2- Hudud ve miras hükümlerini ihtiva eden, medenî, içtimaî ve dev­letlerarası hukukdan bahseden her sûre Medenîdir. [220]

3- el-Ankebût sGresi hariç münafıklardan bahseden her sûre Mede­nîdir. el-Ankebut sûresi ise, Mekkîdir. [221]Ancak bu sûrenin ilk onbir âye­ti Medenî olup onlarda münafıklardan bahsedilmektedir.

4- Ehl-i Kitapla mücadele edilen ve dinlen hususunda katı olmama­larını öğütleyen her sûre Medenîdir:[222]

Daha çok Medenî sûrelerde görülen genel alâmetler ise, şunlardır:

1- Sûrelerinin çoğu ve bazı âyetleri uzundur. Anlatıma itnab ve hu­kukî meseleleri konu edinen bir durgunluk hakimdir.

2- Dinî hakikatler tafsilatlı delillerle anlatılır.

Bu konu ve uslûb özellikleri ister kesin olsun İster ağlabiyet kabilin­den olsun İslâm'ın emirlerinde takip ettiği tedriç hikmetini tasvir etmekte­dir. Medine ehline yapılan hitabın Mekke ehline yapılanın aynısı olması mümkün değildir. Çünkü Medinedeki yeni çevre teşrî ve yeni toplumun ku­rulmasında açıklamaların yapılmasını gerekli kılıyordu. Daha önce veciz bir anlatım takip edilmişken şimdi İtnaba ve mücmeli tafsile ihtiyaç vardı. Her âyet ve sûrede muhatapların durumu gözetilmeliydi.

Mekke'de azgın ve inatçı bir topluluk vardı. Rasûlullah'a ve mü'minle-re işkence ediyorlardı. Onun için Rasûlullah (s.a.v.) e: «Ey Muhammedi Onların söylediklerinin seni üzeceğini elbette biliyoruz.» [223] «Senden ön­ce nice Peygamberler yalanlandı.» [224] ve «Onlara gökten bir kapı açsak da, oradan çıkmağa koyulsalar: «Gözlerimiz döndü, biz her halde büyülen­dik» derler» [225] gibi âyetlerin inmesi münasipti. Böylece Mekke'de Müş­rikleri kınayan, düşüncelerinin basitliğiyle alay eden ve Rasûlullah'la Mü'-minleri teselli eden, onlara müsamaha ve yumuşak davranmayı öğütleyen âyetlerin inişi çoğaldı,

Medine'ye gelince, hicretten sonra burada üç sınıf insan bulunuyordu: . 

a- Mü'minlerden, Muhacirlerle Ensâr.  Münafıklar.

c- Yahudiler. Kur'an Yahudilerle tartışmaya girerek onları orada eşit olan bir kelimeye davet etti. Münafıkların kötülüklerini ortaya dökerek on­ları rezil ü rüsvay etti. Mü'minlere gelince, doğru yolda devam etmeleri için -bir yandan- onları cesaretlendirdi. -Diğer yandan- barış ve savaşla, fert ve toplumla, siyaset ve iktisatla, ilgili emirleri ve hukukî kuralları izah etti. Misal olarak zekâtı ele alalım. Mekke'de farz kılınmasının bir anlamı yoktu. Çünkü müsiümanların hepsi fakir ve baskı altında bulunuyorlardı. Korku namazını ele alalım?. Bu namaz sadece savaşta kılınan bir namazdır. Bu­nun da Mekke'de teşriî mümkün değildir. Çünkü mü'minlere ancak Medi'-ne'de savaşma İzni verilmiştir. Onun için Mekkî sûrelerde cihada ve cihad-la İlgili hükümlere asla rastlanamaz.

Şayet Ebu'l-Kasım en-Neysâbûrî'nrn Mekkî ve Medenî tertibinde ta­kip ettiği kronolojik tarihî metodu alacak olursak, - onu uygulamanın ve etkisinde kalmanın bir neticesi olarak - gerek Mekkî ve gerek Medenî sû­releri üç merhaleye ayırmamız gerekiyor: Başlangıçta inenler, arada İnen­ler ve sonda inenler. Sahih senetleri ve Hadis eleştirmenlerinin ölçülerini

kendimize rehber edindiğimizde bu merhaleleri tesbit için fazla bir zorluk çekmeyiz. Medenîlerde tereddüdümüz daha da az olacaktır. Hatta anılma­ya değmez bir seviyeye inecektir. Çünkü Medine'de İslâmiyet yayılmış, Kur'an ezberlenmiş, onu okuyan ve yazanlar çoğalmış, rivayet ve dinde bilgi sahibi olma kolaylaşmıştır. Mekkî kısma gelince, olayların kendi man­tığı, merhalelerin tasviri konusunda bir takım tereddütlerin vukuunu gerek­ir kılmaktadır. Özellikle ilk zamanlar için bu durum daha da geçerlidir. Çünkü İslâmiyet Mekke'de garip olarak başlamıştır. Vahyin . ilk yıllarında Rasûlullah (s.a.v.) e inanan aneak bir kaç kişi idi. İslâm'a ilk girenler dışın­da hiç kimse için vahyin merhalelerini ve ilk zamanlardaki durumları kesin olarak tesbit mümkün olmamıştır.

Lâkin kronolojik sıra hususunda muhakkik âlimlerin ihtilaf ettiklerini ve hangisinin daha önce olduğunu tesbit etmekten âciz kaldıklarını bir ta­rafa, bırakarak benzer guruplara parmak basacak olursak, gerek Mekkî ve gerek Medenî olanların ilk, orta ve son merhalelere ait bir takım alametler buluruz ki bunlara dayanarak kesin hükmümüzü verebiliriz.

Tarihçi ve müfessirlerin, ilk inen sûreler, modern ifademizle Mekkî merhalelerin ilk merhalesinde inenler olduklarına dair ittifak ettikleri sûre­ler şunlardır: el-Alak, el-Müddessir, et-Tekvîr, el-Â'lâ, el-Leyl, eş-Şerh, el-Adiyat, et-Tekgsür, ve en-Necm.

Mekke'nin ara merhalesinde inenler: Abese, et-Tîn, el-Karia, el-Kıya-me, el-Mürselat, el-Beled ve el-Hıcr.

Mekke'nin son merhalesinde inenler: es-Saffât, ez-Zuhruf, ed-Duhan, ez-Zarİyâî, el-Kehf, İbrahim ve es-Secde.

Bu üç gurup Mekkî alametleri her ne kabar açıkça taşıyorsa da muh­teva ve uslûb yönünden basit bir takım farklılıklar arzetmektedir. Oysa her gurup,, hatta onlardan.her sûre başlı başına fikrî bir bütünlüğe sahiptir. Özet olarak ve şöyle bir göz atışıyla yapacağımız tahlilde gözümüze çarpa­cak olan, lafızlarında, fasılalarında ve muciz âyetlerinin anlattığı akidele­rinde ortaya çıkan en bariz alâmetlerine işaret etmekten öteye geçmez.

Kur'an'dan ilk inen sûre olan el-Alak sûresinde, insanlığın tarihinde şa­hit olduğu ve insanlığı göğe ve onun sırlarına ulaştıran, yeni bir doğum şeklinde doğan canlı ve büyük bir olayı tasvir ediyor. Sûrenin ilk bölümü Allah'ın elcisi Muhammed'i Yüce Âleme ve Allah'ın adıyla okumaya [226] yöneltiyor. Doğuş da O'ndan, dönüş de O'na. Varlığın sırlarını öğretmekle

insanı yücelten de O. Bu arada «kalem» den bahsedilmesi, ilim ve öğreti­me işarettir. Oysa O, insanı basit bir şeyden, katılaşmış ve korunaklı bir yerde, rahime yapışık bir kandan yaratmıştır. [227]

el-Müddessir sûresinin başlangıcıda -daha önce gördüğümüz gibi va­hiy fetretinden sonra inmiştir- [228] Allah Peygamberini uykusu olmayan bir kalkışa ve tembelliği bulunmayan bir aksiyona çağırmaktadır. Yatağın­dan bîr silkinişte sıçrasın ve sıcak örtüleri bir tarafa atsın. Çünkü Önünde uzun ve ağır bir mücadele vardır. Yakın tehlike, yoldan sapmışları ve gafil­leri kolluyor. Peygamberin, Yüce Rabbini büyük görerek ve bu varlıktaki her türlü komployu küçümseyerek, niyyetinin paklığına alâmet olsun diye elbisesini temizleyerek, her türlü Şirk ve pislikten uzak durarak, azabı ge­rektiren her şeye amansız savaş açarak, minnetsiz ve böbürienmeksizin mücahidlerin ulaşabilecekleri fedakârlığın en âlâsında bulunarak uyuyan­ları uyandırması onun için bir görevdir.[229]

«et-Tekvîr» sûresi akide ve imanla ilişkisi kesik olmayan üç hakikati dile getirmektedir: Kıyamet günü kevnî inkılâb hakikati, ebedî vahiy ve âlem şümul davet hakikati, bir de Alîm ve Hakîm olan Allah'ın meşietine bağlı o-lan İnsanî irade hakikati. [230]

Kevnî inkılâba gelince, sürenin henüz başında dehşet verici bir şekil­de görünmektedir. Soğuyup alevi sönen güneş. Darma dağın olmuş ve par­laklığını yitirmiş yıldızlar. Kökünden sökülen, rüzgarın önünde savrulup se­raba dönüşen ve bulutlar gibi hareket etmeye başlayan dağlar. Onuncu ayına girmiş hamile develer korkudan her yerde yavrularını düşürüyorlar. Oysa bunlar, Arab için ihtimam gösterilmesi gereken en değerli develerdir. Her biri bir vadide dolaşan vahşî hayvanlar korkudan bir araya gelmiş sak­lanacak delik arıyorlar. Suyu alev almış denizler ateş tufanı içerisine giri­yor, alev her tarafı sarıyor. Ruhlar bedenleri buluyor. Katı kalblilikle canlı olarak gömülen kızlar için hesap sorulacak. Henüz hayatın başlangıcında olan bu kızcağızı bir İnsan nasıl olur da diri diri gömebiliyor?

Bu kevnî inkılâb yine amel defterlerinin açılmasını içeriyor. Tâ ki gizli olan hiç bir şey kalmasın hepsi açığa çıksın. Mavi gök kubbe yerinden ka-yıyot*. Cehennem alevlendiriliyor, insan ve taşlardan oluşan yakıtıyla alevi daha da büyüyor. Cennet, damadı kendisine cezbeden gelin gibi süsleniyor ve ehline yaklaşıyor. Neredeyse kollarına atılacak. İşte o zaman insanoğlu önceden kendisine ne hazırladığını görecektir. Azabını hafifletecek azığı da yoktur.Vahiy ve onun karakteriyle ilgili ikinci hakikate hazırlık olsun diye, an­latım, kâinat tablolarından kendisine hayat verilen ve ruh üflenen parlak ve mükemmel tablolara yemin edilerek bir geçiş yapılıyor. Ceylanların sü­züle süzüle dolaşıp daha sonra saklanmak ve yorucu koşudan sonra din­lenmek için yuvasına dönüşü gibi gökte dolaşan ve yörüngesinde gizlen-.mek için dönen gezegenlere, kâinatı karanliğıyla kaplayan ve ne kendisini, ne de önünü gören, körün sağa sola çarpması ve yolunu bulması için bas­tonuyla tecessüste bulunan geceye, gecenin gidişinden sonra doğan, ay­dınlığı görüp harekete geçen, kalbi hayata açılıp çarpmaya ve nefes alıp vermeye başlayan sabaha yemin ediliyor. Allah, bu canlı tablolara yemin ederek: Vahye Muhammed'in her hangi bir müdahalesinin bulunmadığını, göğün emanetini insanlara getirebilecek durumda olan yüce bir meleğin. Arş'm sahibinden aldığı telkinatıyla hareket ettiğini belirtiyor.

Yine Allah bu canlı tablolara yemin ederek: Muhammed'in vahiy hu­susunda güvenilir olduğunu, üstün bir akla sahip bulunduğunu, kendisine Peygamberlik gelmeden önce Mekke'liler arasında kırk yi! yaşadığını ve bu hayat dönemi içerisinde kendisine es-Sâdıkul -Emîn (güvenilir doğru) ismi­ni verdiklerini, işte o güvenilirliğiyle, aralarında şöhret bulan Muhammed'in kendi gözleriyle, gözün kaymadığı apaçık ufukta vahyi gördüğünü söyledi­ğini belirtiyor. Nasıl olur da şimdi ondan şüpheleniyor ve bir takım zanlar ileri sürüyorlar? Nasıl oluyor da onun bîr deli olduğunu ve bu vahyi kendi­sine şeytanların getirdiğini söyleyebiliyorlar?

Bu bölümün kendisinde Allah, Mekke'lüere bu vahyin sadece onlara hitap etmediğini, aksine âlemşümul bir davet olduğunu [231] hatırlatarak bugün için ona ne kadar karşı koysalar da, mü'minleri kovsalar da er geç başarıya ulaşacağını bildiriyor. Hakkı ve hidayeti bulmak isteyene bu dâ­vanın kapısı ardına kadar açıktır.

Üçüncü hakikate gelince, «et-Tekvîr» sûresi tek, kesin ve son bir âyet­le izah ediliyor. Bu âyet kat'î bir şekilde gerçek iradenin, Allah'ın iradesi olduğunu belirtiyor. Her şeyi bilen ve her şeyden haberdar olan Allah'ın iradesinden ayrı hiç kimsenin iradesi yoktur. Takdir eden ve doğru   yola

ulaştıran sadece O'dur. İnsana irade veren de O'dur. İnsanoğlu kendisine verilen bu irade olmasaydı teklif ile şereflenmezdi.

«el-A'lâ» sûresinde [232] herşeyi yerli yerinde yaratan, ona yol çizen ve varlığının sebebini bulmayı ona bahşedenin ismini yüceltmekten yeryü­zünde her canlıya yeşil ottan ve siyaha çalan kurumuş ottan rızkını takdir ederken yaratıklarındaki bazı eserlerini arzetme, Kur'an'ı Peygambere ez­berletme ve Peygamberden bir çaba olmadan hiç bir harfi yitirmeksizin, hiç unutmaksızin onu kalbine nakşetme hususundaki Rabbânî kefaletten bahsedilmektedir. Çünkü ezberlemek de unutmak gibidir. Her ikisi de hiç bir şeyle kayıtlı olmayan İlâhî meşiete bağlıdır. Her zaman yanılma ve unut­maya maruz olan insana bağlı değildir. Ayrıca bu kolay daveti taşımak için Peygambere ve mü'minlere kolaylık gösterileceği, bu büyük emaneti yerine getirebilecekleri müjdesinden söz edilmektedir. Yine bu mukaddes dâva karşısında insanların takınacağı değişik tavırlar anlatılmaktadır: Onlardan bir kısmı Allah'a inanıyor, O'nun rahmetini diliyor ve azabından korkuyor. Bir kısmı bu dünyada kendi kendisine kötülük ederek bedbahtlaşıyor, âhi-rette şiddetli ve acıklı azaba çarptırılmasına sebep oluyor: Cehennemde ne öiüp rahatlayacak ve ne de huzur ve güven içerisinde yaşayacaktır. Sure­de ayrıca selim her fıtrat sahibine, kurtuluşun temizlikte, hüsranın da pis­likte olduğu ifade edilmekte ve dünyanın geçiciliğiyle âhiretin ebedîliği ko­nusunda insanlar uyarılmaktadır. Sûrenin sonunda ise, dinin birliği hatır­latılmaktadır. Onu Muhammed'în kalbine indiren Yüce Yaratıcı daha önce Peygamberlerin atası Hz. İbrahim ve Kelîmullah Hz. Musa'ya da benzerini indirmişti. Hepsinde akide ve talimat birliği vardır. Kaynakları da birdir ve âlemlerin Rabbı Allah'tır. [233]

«el-Leyl» sûresinde [234] Allah, gece ve gündüzün değişmesine ve erkekle dişinin yaratılmasına yemin etmektedir. İnsanların hayatta tuttuk­ları yollar değişik olduğundan varacakları yerler de değişik olacaktır. Nasıl aydınlık olan gündüz.karanlık olan gecenin karşıtı ise ve lâtîf dişinin karak­teri katı erkeğin karakterine ters düşüyorsa, müttakîlerin hareketleri de kötülerin hareketine ve mükâfatları da onların cezalarına terstir. Allah an­cak O'nun yolunda infâk edip O'ndan sakınan kalbten razı olur.

«el-înşirah» sûresinde ince ve tatlı bir münacat vardır. Onda Allah Peygamberinin içinde bulunduğu ve belini çökertip nerdeyse altında ezileceğî yükü gideriyor. Bu sıkıntıların son bulacağına, işinin kolaylaşacağına, yer ve gökte şanının yüceltileceğine, sabah-akşam adının kendi adıyla be­raber anılacağına dair müjde veriyor, dünya meşgalelerinden her uzak kal­dığında uzun davet yolunda kendisine ibadet etmesini öğütlüyor, [235]

«el-Âdiyat» sûresinde [236] Ailah, savaş sahasında kişneyerek saldı­ran, nalından ateş kıvılcımları sıçrayan, düşman saflarına yaklaşırken tozu dumana katan, savaş sahasında sağa sola koşan ve savaş saflarında korku salıp onları kaçmaya zorlayan atlara yemin etmektedir. İşte Allah, insanın, Rabbının nimetini inkâr ettiğini ve bu inkârına dair insanın kendisinden şa­hit getirip kişneyerek saldıran coşmuş atlara yemin ediyor. İnsanı nimetin küîranına sevkeden ise, üzerinde yaratılmış oiduğu mal ve dünya metai sevgisıdir. O halde insan kendisini bunun zincirinden kurtarmalı, hayaliyle varacağı kesin sonuca seyahat etmeli, kendisinin ve insanoğlu kardeşleri­nin mezarlarından kalkışlarını seyretmelidir. Kabirleri açılmış, kalblerindeki sırlar açığa vurulmuştur. Rableri, gizlediklerini ve inkârlarını yüzlerine vur­maktadır. Artık daha önce yaptıklarından dolayı kötü azap ile cezalandı­rılmaktadırlar.     ..

«et-Tekâsûr» sûresinde mal ve çocukların çokluğuyla övünen, nihayet dar mezarlara giderek oradakileri de sayıp sayılarını çoğaltmaya çalışan gafillere dehşet verici bir uyarı vaVdir. Ama kabirlerin o karanlık çukurla­rında yarışma fırsatını bulamazlar. Bu boş şeylerle uğraşmalarından ve uzun süren bu sarhoşluklarından sonra bu korku onları yakalayacak ve uyanacaklardır. Ama iş işten geçmiştir. Kendi gözleri ile cehennem azabını göreceklerdir. -Bu acıklı ve kalıcı azabı bekliyor oldukları halde- ellerine geçen türlü türlü nimetleri küçümsüyorlar. [237]

«en-IMecm» sûresinde de [238] vahyin hakikati, alınış şekli, vahiy mele­ğinin hakikati ve iniş üslûbu hakkında mükemmel bir tasvir vardır. Putpe­restlerle ve putlarıyla alay edilmektedir. Melekler hakkında Arapların İnançları tashih edilmekte ve bütün Peygamberlerin aynı inanç kurallarıy­la gönderildiklerine dikkat çekilmektedir. Hepsi aynı mesuliyet ve ceza ku­rallarına davet etmiştir. Ayrıca başı boş bir hayat yaşayan ve herşeye gü­lüp geçenler uyarılmakta ve bu dünya hayatının geçiciliği hatırlatılmakta­dır. Kendilerinden her İnatçı zalim göçüp gittiği gibi onlar da gideceklerdir.

Allah, Muhammed'in Rabbından qldıklannı tebliğ ettiğine, sapık yolla­rı değil doğru yolu gösterdiğine, dosdoğru olup aldatma yollarını bilmedi­ğine dair, parladıktan sonra battığı zaman yıldıza yemin etmektedir. Aksine, bu vahiy kendisine gelmeden önce kavmi arasında bir hayat boyu geçirdi.

Onun ne bir kötülüğüne şahit oldular, ve ne de bir yalanına. O halde ken­disine inen vahiyden de şüphelenmenin anlamı yoktur. Kendisine vahyi ta­şıyan melek ise, çetin kuvvetlere sahiptir. O heybetli görünüşüyle ufku kaplamıştır. [239] Bu ümmî Peygambere onunla karşılaşma müyesser kı­lınmıştır. İki defa onu asıl sureti üzere görmüştür. Bunlardan biri, vahyin ilk başlangıcında vukubulmuştur. Diğeri ise, onunla gerçek bir seyahatte bu­lunduğu İsrâ ve Miraç gecesi vukubulmuştur. Peygamber (s.a.v.) bu seya­hat esnasında Rabbinin büyük âyetlerine şahit olmuş ve Sidretu'l Muntehâ (sınırın sonu) ya kadar varmıştır. [240] O Sidretu'l Muntehâ ki, mahlukatın varabileceği son sınırdır. Evvelkilerin ve sonrakilerin ilmi onda son bulur. O halde orası sıddıkların, meleklerin ve mukarrabîn'in ruhlarının barındığr müttakîler cenneti Firdevs'İn derecesine yakın bir derecededir. [241] Artık gördükleri hususunda Muhammed'e kim karşı koyabilir? Onun gözü oradan ne kaydı ve ne de aştı..

Vahiy sabit ve görünen bir hakikat ise de, Arapların Lât, Menât, Uzza vesair putları vehim ve efsaneden başka bir şey değildir: Bu putların Me­lek olduklarını ve Meleklerin de Allah'ın kızları olduklarını ileri sürerken sa­dece ve sadece zanlarına dayanıyorlardı. Bu ayırımda zulümden başka bir şey bilmezler. Onlar haddi zatında kızlardan hoşlanmadıkları halde sev­mediklerini Allah'a nisbet ettiler; Allah'ın kulları oian meleklerini dişi kıldilar.

Lâkin bazen putlarına ve bazen de meleklere verdikleri bu isimlerin ardında hiç bir anlam yoktur. Onları destekleyecek ne bir mantık ve ne de bir delil vardır. Peygamberin bu cahillerden yüz çevirmesi ve kale alma­ması, yüzünü, yeri ve göğü yaratana yöneltmesi ne kadar da yerindedir, iyilik eden iyiliğinin karşılığını, kötülük eden de kötülüğünün karşılığını gö­recektir.

Mesuliyet ve ceza mefhumları, Allah, Peygamberleri müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdiği günden beri eski ve köklü mefhumlardır. Hepsi aynı inanç kurallarını tebliğ etmiş ve insanları, sorumluluklarını bizzat yük­lenmeye çağırmışlardır. Her şey eninde-sonunda Allah'a dönecektir. Her­kes onun huzurunda hesap verecek ve savunmasını yapacaktır. Hz. İbra­him ve Musa'nın sahifeleri bütün bunları anlattığı gibi İnsanın yaratılışı, ha­yatı, ölümü, ölümden sonraki dirilişi hususlarında iki çelişkiyi bir araya getirmeye Allah'ın kadir olduğunu da ifade etmişlerdir. Allah insanda gül­me istek ve sebeplerini de ağlama istek ve sebeplerini de yaratmıştır. Onu hayata hazırladıktan sonra ölümü de hazırlamıştın Atan menide erkek özel­liklerini yarattığı gibi kadın özelliklerini de yaratmıştır. İkinci diriliş O'nun İçin, birinci dirilişten daha kolay değil midir?

O halde müşrikler güçlerinin sınırlarını bilsinler ve sapıklıklarından vaz geçsinler. Allah'ın yalancı münkirleri nasıl helak ettiğini hatırlasınlar. Bil­sinler ki tehlike, yakındadır. Hakkı batıllarına galib kılmadan Allah'a secde etsinler. Yoksa, kâfir oldukları halde can vereceklerdir.

İlk merhalede inen Mekkî sûreler hakkında söylenebilecek pek çok şey arasından naklettiğimiz bu küçük miktarı aktarırken -muhakkik âlimier-ce sabit olduktan sonra- bizce de sabit olandan özet mahiyetinde düşün­celer, inanç meseleleri ve bazı talimatı zikretmekle yetindik. İlk merhalede İnenler hakkındaki bu tahlilimiz kısa ve seri bir şekilde ise de - arzedilen konular, tasvir edilen tablolara ışık tutmak için yeterlidir. Ayrıca Kur'an'-daki bu sûreleri üslûp özellikleri yönüyle, Mekkî diğer iki zümre ve Mede­nî üç zümredeki sûrelerden temyiz edebilmek için de kâfidir.

Bu merhalenin bütün sûrelerinde vahiy ve din, AHah'ın kudreti ve rah­metinin eserleri, birinci dirilişe kıyasla ikinci dirilişin deiitlendirilmesi, kıya­met sahnelerinin tasvirleri, daha önceki yalancıların uğradıkları musibetlere benzer musibetlerle müşriklerin uyarılması, mesuliyet, sevap ve ceza dü-

şüncesinin pekiştirilmesi. Peygamber ve mü'mînlerin karşılaştıkları musî-betve belâlar karşısında önceki kardeş Peygamberlerin uğradığı sıkıntılar anlatılarak teselli edilmeleri, inanç kurallarında din birliği açıklanarak bu mübarek dâvanın âlemşumulluğuna işaret edilmesi gibi konuları rahatlıkla gözlemleyebiliriz. İlk merhalede inen sûrelerde anlatılan bu konular her ne kadar çeşitli usiûblarîa ve farklı mûsikî âhengiyle, anlatılmışsa da en bariz olanlarıdır.

Şayet bu sûrelerin kendilerine dönüp teker teker okuyacak olursak hepsinin âyetlerinin kısa ve son derece veciz olduklarını, kâinatın'çeşitli görüntülerine sık sık yemin edildiğini, emir, nehiy, istifham, temennî ve di­leğin coşkulu ve etkili bir anlatımla anlatıldığını görürüz. Kullanılan keli­melerin parlak ve özenle seçildiğine, musikînin bazen sessiz harflerinde bazen de sesli harflerinde tam bir mükemmeliyetle hakim olduğuna şahit oluruz. Ölçülü kafiyeleri -dehşet verici âhengiyle- bazen hareketli ve dal­galı, bazen de durgun ve şakin. Bazen kökten sökücü ve devirici, bazen bağına ve bazen fısıldayıcı. Mânâların muşahhaslaştırılması ve cansızların canhymış gibi onlara hareket, ve hayat verilerek konuşturulması, onları, renklerle zengin canlı tablolar haline sokmuştur.

Mekkî sûrelerin orta merhalesinde olduklarına kanaat getirdiğimiz sû­relerden tahlilini yapmak istediklerimiz de bu konu ve üslûp özelliklerine sa­hiptir. Hepsinde bu fikir ve talimatların benzerleri vardır. Her sûrede bu se­kil ve gölgelerin, bu nağme ve musikînin benzerlerine rastlanır. Ancak ba­zı inanç kuralları arttırılmış ve bazı hakikatler daha ilâve edilmiştir. Öyle ki, neredeyse sûre, kalb ve kulakları doyuran ulvî bir manzumedir.

. Misal olarak «Abese» sûresini ele alalım. Mekkî orta merhaleden bir sûre. Henüz başından itibaren kalbleri gerçek değerlere, insanlığın kıya­met günü büyük korku ve hakikatına yöneltmekle Rasûlullah döneminin olaylarından birini tedavi ediyor. Sûre bu büyük hakikatleri, güçlü etkilere sahip işaretlerle derinlere etki eden değinmelerle, uzun gölgeli resimler ve vurgulu fasılalarla tedavi ediyor.

İnanmış biri olan, fakat gözlerinden âmâ ve fakir bulunan İbnu Ummi Mektum peygambere gelerek ondan Allah'ın kendisine öğrettiklerinden ona da öğretmesini istemiş ama Peygamber yüzünü ekşiterek başka tara­fa çevirmişti. Kur'an-ı Kerim bu ferdî olayı ele alıyor ve şiddetli bir; şekilde Peygamberi kınıyor. [242] Onu yeryüzünün değerleri yerine semavî değer­leri ve haksız beşeri ölçüler yerine âdil şeriat ölçülerini almaya davet edi­yor. Allah bu olayı Peygambere ve mü'minlere unutulmaz bir ders kılıyor; «Sakın (ha bir daha böyle yapmasın.) Çünkü o bir öğüttür. Dileyen onu öğüt olarak alır.»

Peygamber bu âmâdan yüz çevirip yüzünü ekşitmemeliydi. Çünkü bu âmâ kişi, takvası sayesinde Allah'ın yanında soy, güç ve şöhret sahiplerin­den daha değerlidir. İmandan ve takvadan uzak hayat değerlerinin hepsi­nin hiç bir ağırlığı yoktur.                  '                                              ,

Değerlerin hakikati işte budur. Hayatın hakikatma gelince onun mer­hale ve böiümleri vardır. Bölümlerin her birinde, gerek insan, gerek hay­van âleminden canlıların işlerini düzenleyen şefkatli bir el görülür. Bu el, hayatlarını devam ettirmeleri için gıdalarını veriyor. Sağlıklarını koruyor. Üzerlerine bol bol yağmur yağdırıyor. Bu yağmur toprak arasından süzü­lür ve toprağı gevşeterek bitek olmasını sağlar. Bitki için gerekli nemi sağ­lar ve toprağı yarıp çıkmasına, uzayıp yükselmesine yardımcı olur. Bir ba­karsın o bitki öğütülen tane, sıkılan üzüm, taptaze yenen meyve, yağın kendisinden yapıldığı zeytin veya saklanabilen kaliteli hurma olmuştur. Ve bakarsın bitkinin yeşerdiği bahçelerde, ağaçlar biribirierine sarmaş-dotaş olmuş, dallar biribirine karışmış ve insanın zevkle yiyeceği meyvelerle, hayvanın otlayacağı ve açlığını gidereceği otlarla dolmuştur.

İnsan, hayatın ve değerlerin hakikatini bilmeliydi. Çünkü o, hayatın tüm sebepleriyle ,mücehhez olarak yaratılmıştır. Ama o, zalim ve cahildir. Nimetleri inkâr edendir. Basit ve kokmuş bir sudan yaratılışını unutmuştur. Hayat yolculuğunda sıkıntılarını gidererek yolunu kolaylaştıran Allah'ın ni­metlerini görmezlikten gelmiştir.. Ölümden sonra toprağın altına gireceğini hatırlamaz olmuştur. Sorumluluklarını yerine getirmemiş ve başı boş bı­rakılıp hesaba çekilmeyecekmiş gibi inkârına devam etmiştir. İnsanın haki­kati ve onun küfrü ne de hayret vericidir!

Lâkin büyük ve korkunç bir hakikat insanı bekliyor. Büyük korku ve dehşet günü, kıyametin kopacağı gün. Kulakların zarları patlayacak, insan onun etkili sesinden başka bir ses duymayacaktır. Vereceği dehşetten en yakın akrabalarını bırakıp oraya-buraya koşuşacaktır. Kendi geleceğinden başka hiç bir şeyle ilgilenmeyecektir. O gün insanlar yüzleri açısından iki sınıftır: Mutlu olanların yüzü gülecek, neşe ve mutluluktan pırıl pırıl parla­yacak. Bedbahtların yüzü ise, hüzün ve kederlerinden mosmor kesilecek. Ne mutlu inananlara! Kâfir zalimlerin sonucu İse ne kötüdür, [243]

Kur'an-ı Kerîm selim ve bozulmamış olduğu haldeki insan fıtratıma hakikati ile doğru yoldan saptıktan sonraki hakikatini arzetmek ister. Bu­nu «et-Tîn» sûresinde, ve bazı mübarek meyvelere, mukaddes yerlere ye­min etme çerçevesi içerisinde anlatır, [244] Allah/insanı şereflendirmek, onu düzenli yaratmış olmak, bedenî azalarını en mükemmel şekilde dü­zenlemek ve hem ceset, hem de ruh yönünden üstün kılmakla  kendisine

yaptığı İyiliği hatırlatır. Sonra ruhî yönden ne kadar aiçalabileceğini, aşağı­ların aşağısına nasıl düşeceğini ortaya koyar. Ancak fıtrat ona hayat yol­larını aydınlatır, ona iman hakikatini gösterir ve onu iyi davranışlara teş­vik ederek nihayet kemale ulaştırır ve onu nâîm cennetlerine kavuşturur­sa o başka. Artık insanın hakikati idrak ettikten sonra fıtrat nurunu sön­dürerek Allah'ın dinini yalanlaması, O'nun hikmetini görmezlikten gelmesi ve hevâ ile hevesine uyması yakışır mı? [245]

Kur'an, kıyamet sahnelerinden birini tedâvî edici ve kalbe korku salan dehşet verici âyetlerle izah edip ardından ceza ve hesap sahnesini tasvir etmektedir. Bu, heybeliyle her şeyi sarsan «el-Karia» sûresinde, cereyan eder. Öyle ki, insanlar onun şiddeti karşısında, hangi tarafa uçacağını bil­meyen ve sağa- sola çarpan bir kelebek gibi şaşkınSaşır ve küçülürler. Köklü dağlar, savrulan ve uçuşan yün gibi darmadağın olur. Ama kişinin ameli iyi ise, bu korkunç ortam içerisinde mutlu bir hayat ümidi içerisinde bulunsun. Ya ameli kötü ise, cayır cayır yanan ateşi ve ebedî helaki bekle­sin. İnsan, küçük kelebekler gibi sağa-sola savurulmaması için kendisini sağlam kılacak ağırlıklara ne kadar da muhtaçtır.




[137] Yunus: 16.

[138] Kars. Tefsîru't-Taberî, 1/671, Rivayet Katade'den yapılmıştır.

[139] BlachĞre, Kur'an'ı Kerime yaptığı tercümenin mukaddimesinde bu görüşü ileri sü­rer Bk. Blachere, Traducti on, t. II, P. 1.

[140] Bk. Lammens, l'Age de Mahomet et la Chronologie   de la Sira, (Journal Âsiatiq'.(c, 1911).

[141] Blachere, Almanyada neşredilen Zeitschrift der Deutschen Morgen! Ândischen Ge-sellschaft dergisinde

yayınlanan iki makaleye dayanarak bunu söyler.

[142] Bk. es-Suyutî, Tedrîbu'r-Râvî, s. 93; es-San'ânî, Tevzîhu'l-Efkâr, 2/47; Subhî es-Salih, Ulûmu'l-Hadîs, s. 193.

[143] Bu rivayetlerin en önemlileri İçin bk. İbnu Sa'd, eî-Tabakatu'1-Kubrâ 2/82.

[144] Misal olarak bk. İbnu Kesir, 2/410. İbnu Kesir burada, Peygamber (s.a.v.) İn Pey­gamberlikten önce kırk yıl kaldığını söyleyen meşhur görüşü nakletmekle başlar. Sonra otuzüç sene kaldığını bildiren Saîd b. el-Müseyyeb'in görüşünü nakleder ve birinci görüşün sahih olduğunu belirtir.

[145] Daha önce yedi harfle ilgili söylediklerimize bak.

[146] Bir önceki bölümdeki açıklamalara bak.

[147] Bu tarifler için bk. el-Burhan, 1/187, el-ltkan, 1/13-14.

[148] Bu sûrenin iniş kıssası için bk. İbnu Hİşam, Sîretur-Rasû!, s. 16-17.

[149] ei-Burhan, 1/195.

[150] ei-Burhan, 1/195.

[151] Nahivci ve Müfessir olup kıraat ilminde çağının imamıdır. H. 406 yılında vefat etmiş­tir. (Buğyetu'l-Vuât, s. 227.)

[152] el-Burhan, 1/192; el-ltkan, 1/12-13.

[153] Cühfe: Medine yolunda bir köy olup Mekke'den dört konak uzaktır.

[154] el-Burhan. 1/192.

[155] Bu söz Hz. Aişe'ye nisbet edilir.  (Bk. el-Burhan,  1/198)  es-Suyûtî    İse    «el-ltkan, 1/34 de) şöyle demektedir: «Gündüz inene misal pek çoktur. Ibnu Hubeyb diyor ki:

. Kur'anın çoğunluğu gündüz inmiştir.» O halde es-Suyûtî bu sözü Hubeyb'e nisbet et­mektedir. Bu zat, yukarıda adı geçen Ebu'l-Kasım el-Hasen b. Muhammed b. Hu­beyb en-Neysâbûrî'dir.

[156] et-Tabarânî Hafız olup çokça hadis rivayet edenlerdendir. Faydalı telifleri vardır. En meşhurları el-Kebîr, es-Sağîr ve el-Evsaf isimli üç lügattir. H. 350 yılında vefat et­miştir. (Bk. el-Kettânî. Muhammed b. Ca'fer er-Rîso!etu'l-Mustatrafe, s. 30).

[157] el-ltkan, 1/35.

[158] Sahihu'l-Buharî, 6/135.

[159] el-Burhan, 1/198.

[160] Âlu İmrân: 128 {Bk. el-ltkan. 1/36.

[161] el-Maide: 67.

[162] et-Tevbe: 118.

[163] Sahıhu Müslim, (el-ltkan, 1/38).

[164] el-Ahzâb: 9. Hadisi. el-Beyhakî «Delâilu'n-Nûbuvve'de zikreder. (Bk. ~el-ltkan, 1/37).

[165] et-Tevbe: 81. (Bk. el-ltkan, 1/31).

[166] el-Maide: 3. (Bk. el-ltkan, 1/31).

[167] el-ltkan. 1/32.

[168] el-ltkan, 1/32.

[169] el-Bakara: 189. (Bk. el-ltkan, 1/30). Bazılarına göre ise fetih savaşında ya da veda haccında inmiştir.

[170] el-İsrâ: 76. (Bk. el-ltkan, 1/32).

[171] el-ltkan, 1/30-34

[172] ez-Zuhruf; 45

[173] el-Burhan, 1/197.

[174] el-ltkan, 1/38.

[175] Bk. el-Burhan, 1/196.

[176] Tefsîru'i-Kurtubî'de (9/110-111)  bu âyetin Ebu'l-Yusr b. Amr İsminde Ensördan biri hakkında indiği söylenmektedir. el-Burhan'da (1/196) ise, Ebu Mukbil el-Huseyn    b. Ömer b. Kays ile ondan hurma satın alan kadın hakkında İndiği ifade edilir. Ayet, Hud: 114.

[177] el-Enfâl: 32. (Bk. el-Burhan, 1/197). Bazı âlimler de Medenî olan el-Enfâl sûresinde ki: «İnkâr edenler, seni bağlayıp bir yere kapamaK veya öldürmek, ya   da sürtneK İçin düzen kuruyorlardı.» (Âyet 30) âyetinin Mekkî olduğunu söylerler. Lâkin Suyûtî eel-ltkanda 1/24» bunu doğru bulmaz ve der ki: tlbnü Abbas'tan yapılan ve bizzat bu âyetin - Esbabu'n-Nu2ÛI'da belirttiğimiz gibi - Medine'de indiğini bildiren   Sahih rivayet bu görüşü reddetmektedir.

[178] el-Bakara: 217.

[179] Tefsîru't-Taberi, 2/201-206; el-Burhan, 1/203-204.

[180] Ebu Abdtllah Muhammed b. Ahmed b. Ebİ Bekr b. Ferec el-Ensarî el-Harrecî el-En* delûsî: Kurtubî lakabıyla şöhret bulmuştur, «el-câmt' li Ahkâm i'I-Kur'an» isimli tefsk. rin müellifi olup H. 671 yılında vefat etmiştir.

[181] e!-Bakara: 278.

e!-Bakara: 278.

[182] Tefsîru'l-Kurtubî, 3/363-364.                                                                                    -

[183] Misal olarak bk. Blachere, Intro., Cor., s. 252.

[184] Bk. H. Grimme, Mohammed, 2e partie (Münster-1895); cf. BlachĞre, Intro., s. 250.

[185] Noldeke'nin Görüşleriyle uyuştuğu noktalardan bazıları İçin bk. Geschicte des Qo-rane, s. 73.                                                                                 

[186] Bu görüşleri Muİr'in şu İki kitabında müşahede e