- Mekke döneminde velâ ve berâ

Adsense kodları


Mekke döneminde velâ ve berâ

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafız_32
Wed 29 September 2010, 11:34 am GMT +0200
5. BÖLÜM

MEKKE DÖNEMİNDE VELA ve BERA (ALLAH İÇİN DOSTLUK VE DÜŞMANLIK)


Beşeriyet tarihinin sayfalarım incelerken, önceki bölümde gerçe ten konuya dair çok parlak örnekler vermiştik. Bu örnekler peygamberlerden, Rasûllerden ve salih kullardan oluşmakta idi.

Bu bölümde ise, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a)'in sireti çerçevesinde Velâ ve Berâ' nasıl uygulanmıştı, bunu ele alacak ve bun­dan söz edeceğiz. Bunları anlatırken de iki vahye, yani Kitap ve sün­nete dayanarak konuyu inceleyeceğiz. Bu arada siyer ve meğazî kay­naklarına da başvuracağız tabii.

Biz bu konuda, âyetlerin Mekki ve Medenî taksimatına dayana­rak meseleyi inceledik. Biz de, İslâm alimlerinin tefsir kitaplarında ve Kur'ân ilimleriyle ilgili eserlerde yaygın olan duruma göre, âyetleri ele alış tarzlarına uygun olarak meseleyi ele alıp değerlendirdik, islâm alim­leri hicretten önce inen âyetleri Mekkî âyetler olarak değerlendirmiş­ler ve hicretten sonra inen âyetleri de Medenî âyetler diye adlandır­mışlardır.[229]

Çt Biz daha önce kitabımızın giriş ve hazırlık bölümünde değinmiş­tik. Demiştik ki, müslümanın: "La ilahe illallah Muhammedün Rasûlullah" diye söylediği andan itibaren, vahdaniyette yani bir tek oluşta, ulûhiyette ve Rabûbiyette Allah (c.c)'i bir olarak tanımasıdır. Zira O, her şeyden münezzehtir. Bu kelimeyi söyleyen kişi aynı za­manda, Allah (c.c) dışında herhangi bir ma'bûda veya itaat olunan bir varlığa kulluktan, onlardan korkmaktan, onlara boyun eğmekten, itaatten, onlara dostluktan tümüyle uzaklaşmış ve onlarla her türlü ilgisini kesmiş kimse demektir. Müslüman her halükarda sadece Al­lah'ı sever. O'na ta'zimde bulunur, O'nun dişındakileri reddeder.

Bilindiği gibi Hz. Muhammed (s.a) Efendimize ilk inen vahiy, Hıra mağarasında şu ifadelerle inmişti:

"Yaratan Rabbinin adıyla (besmeleyle) oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku (ve öğren!) İnsana bilmediklerini öğ­reten ve kalemle yazdıran Rabbin vermesi bol olandır/' (Alak, 96/1-5).

Daha sonra şu âyet nazil olmuştur. Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Ey bürünüp sarınan (Rasûlüm)!) Kalk ve (insanları) uyar." (Müddessir, 74/1-2).                                                   

Hz. Mustafa Efendimiz gizli olarak insanları İslama davette bu­lundu. Ancak kendisiyle birlikte olanlar, (müslüman olanlar) pek az sayıda idiler. Bunların başında Ebû Bekîr Sıddîk (r.a), Hz. Ali b. Ebû Talib, peygamberimizin hanımı Huveylid, kızı Hz. Hatice idi. Hz. Pey­gamber (s.a), ashabının kalbine Allah sevgisini, Rasûlünün sevgisini ekmeye başladı. Hepsinin bu esas üzere toplanıp bir araya gelmelerini istedi. Sevgide ihlas ve samimiyet, mü'minlere yardım, kâfirlere, müş-riklere, küfre ve şirke karşı da buğzetmelerini ve bunda samimi olma­larını istedi. Zira tevhid kelimesi olan "La ilahe illallah Muhamme-dün Rasûlullah" kelimesinin manâ ve kavramı bu idi, bu şekilde iman etmek bu kelimenin ayrılmaz bir vasfıdır.

Artık burada yepyeni bir bağ ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu bağ mü'minlerin ruhlarında var olan akide ve inanç bağıdır. Artık şu husus kesinleşmekte idi. İnsanlar arasındaki gerçek bağ, akide bağı­dır. Bu, öyle bir bağdır ki mü'minin kalbi huzurla buna yatmakta ve bunda mutluluğu duymakta idi. Bu yeni tohumun gelişmesiyle birlik­te cahiliyenin cahili asabiyet ağacı da kurumaya başlıyordu. Artık tüm cahili rabıtalar ve bağlar çürüyüp kopmakta idi. Bundan böyle bu bağ­lara bakış açısı değişti, bunlar artık önemsenmiyor, giderek küçümse-niyordu. Allah ve Rasûlüne iman edenlerin ruhları ve kalbleri üzerin­de artık bu eski bağların bir önemi kalmıyor, hatta bu önemsizlik ha­disesi inanan kitlenin gönlünde giderek büyüyordu.

 
İlk Birleşmeler Ve En Doğru Adım                            
 

Hz. Muhammed Mustafa (s.a) Efendimiz, bu yeni dinin esasları­nı kendisine iman edenlere telkin etmek için Dâru'l-Erkâm'ı seçti. Ger­çekten bu naşı, ilk önderleri ve liderleri bir arada toplayan, buluşma meclisleri oluyordu. Bu öyle bir meclis idi ki, buradan Allah'ı anmak ve Tevhid inancını yeryüzüne yaymanın ışıkları yayılmaya başladı.

Göreceksin, acaba o günkü müslümanların durumu nasıldı? Bu müslümanlar şehadet kelimesini söyledikten sonra durum ne oldu? Bu soruyu Üstad Seyyid Kutub merhum şöyle cevaplamaktadır: "Doğrusu müslümanların ve İslamın Mekke'de ne bir şeriatleri ne de bir devletleri vardı. Ancak onlar Mekke'de şehadet kelimesini söylüyorlar, komutanlıklarını ve liderliklerini Muhammed (s.a)'in ko­mutasına teslim ediyorlardı, hiç vakit geçirmeksizin ona teslim olmakta idiler. Anında dostlukla ve adlarına yetki kullanımını İslam cemaati­ne ve İslam toplumuna devrediyorlardı. Adam müslüman olur olmaz, geçmişte üzerinde var olan tüm cahili esas ve prensiplerin hepsini bir çırpıda silib atıyordu, yepyeni bir döneme başlıyordu. O cahiliye dö­neminde yaşamakta olduğu tüm hayatı ve yaşantıyı da bırakıyordu, o hayattan büsbütün ilişiğini kesiyordu. O, cahiliye hayatı boyunca alışageldiği her şeyin önünde şüphe duyarak, bunlardan müthiş bir şe­kilde korkup çekinerek uzaklaşıyordu."

"Artık ortada şuurlu bir ayrılış vardı. Müslüman geçmişindeki cahiliye hayatıyla, müslüman olduktan sonraki yeni hayatı öylesine kavramıştı ki, eskiyle hiç bir bağı olmayacak şekilde her türlü bağı kesip atıyordu. Os böyle bir uzlet içerisinde yetişıi. Çevresindeki cahili top­lumla olan ilişkilerde ve onlarla olan sosyal münasebetlerinde İslamın öngördüğü ayrılış kesinlikle göz önünde tutularak sürdürülürdü."

"O, kesin olarak cahili olan toplumla ilişkisini kesti. Aynı kesin­likle de İslam cemiyetine, cemaatine bağlandı. Hatta ticaret hayatı açı­sından ve günlük muameleler bakımından bir takım münasebetleri mec­buren sürdürse de, İslamî noktada kesinlikle taviz vermiyor, müslü-manlardan ayrılmıyordu."

"Müslüman şu hususu çok iyi bilmeli. İslam şuuru ile uzlet,-dü§-mandan ayrılmak ayrı bir şeydir, günlük muameleler ise başka şeylerdir. Bunların birbirleriyle karıştırılmaması gerekir." "Müslüman şirk inancını sırtından silkip atınca ve Tevhid akidesine girince, cahili ta­savvur ve düşüncenin yerini İslamî tasavvur ve düşünce alınca, her türlü cahili bağları bırakıp, onlara duyduğu dostluğu terkedince, bu husus­ta herhangi bir aile, soy, yakınlık ve kabilecilik düşüncesinden soyut­lanınca rahatsızlıklar doğmaya başladı. Müslümanlar bu ve benzeri bağlara hiç önem vermeyip bunları sadece îslamın öngördüğü haki­kat ve gerçek çerçevesinde ele alınca, Kureyş ileri gelenlerini huzursuz eden bu hal olmakta idi."

"Artık müslümanların bir araya gelip güç oluşturmaları, bunları rahatsız etmeye başlamıştı. Kur'ân, huzurlarını kaçırmıştı. Halbuki da­ha önce de Mekke'de Hanif ^ininden olanlar vardı. Ancak müşrikler bunlara karşı hiç de ses çıkarmıyorlardı. Bunlar da müşrikler gibi inan­mıyorlardı, ibadetleri müşriklerden farklı idi. Bir tek Allah'ın Ulûhiyyetine inanıyorlardı. Her türlü dini merasimlerini ve ibadetlerini bir tek Allah'a yapıyorlardı. Fakat Hamilerin bu hali Tağut'un pek umu­runda değildi, önemsemiyorlardı. Aynı zamanda bu hanifler de müş­riklerle bir arada yaşamaktan pek huzursuz olmamakta idiler. Arala­rında bir çekişme de olmuyordu. Tıpkı günümüzdeki bazı dini kurum ve kuruluşların yaptıkları gibi. Çünkü bunlar gerçek anlamda İslamın ne olduğunu ne öğrenmişler, ne de idrakine varabilmişlerdir."

"Ancak İslâm, şehadet kelimesini ifade ile meydana gelen bir ha­reket idi. Bundan sonra cahili toplumdan tümüyle arınmak, cahilî her tür düşünceyi bırakmak, cahilî değerleri bir kenara itmekle işe başlı­yordu. Evet İslâm, cahilî her türlü bağlardan koparak, cahilî hakimi­yete ve yasalara bağlılığı bir kenara iterek tümüyle şehadet kelimesi­nin gösterdiği doğrultuda harekete geçmeyi öngörüyordu. Aynı zaman­da İslâmî davete ve bağlara dostluk göstermeyi, velayeti müslümanlara vermeyi gerektiren bir akideydi bu. Bu öyle bir davetti ki, gerçek yaşamda İslâmin tahakkukunu istiyordu. İşte bu yüzden Kureyş'ten bir topluluk Ve cemaat değişik yollarla ve değişik vasıtalarla bu dave­te karşı koymaya kalkıştılar.[230]

"Mü'minler Allah sevgisi ve Rasûlünün muhabbeti üzerinde bir araya geliyorlardı. Böylece onların bir araya gelip buluşmaları, ger­çekten içten gelen bir buluşma idi. Zira her biri Allah'a ve Rasûlüne geliyor ve alacaklarını O'ndan alıyorlardı. Onun gösterdiği hidayet ve yoldan gidiyorlardı, hep ona yöneliyorlardi. Böylece her biri din kar­deşine karşı yepyeni bir duyguyla, Allah için kardeşlik duygusuyla bağ­lanıyordu. Bu öyle bir sevgi ve bağlılık yumağı idi ki, aynı kabileden ve aynı soydan olmamalarına aralarında herhangi bir kan bağı da ol­mamasına rağmen kalbten gelen samimi bir kardeşlikle insanları bir­birine yaklaştırıyordu. Çünkü bu duygu akideye ve imana dayanıyor­du."[231]

Kur'ân-ı Kerîm, olaylar ve hadiselere göre Allah (c.c), dilediği sü­rece inmeye devam ediyordu. Ümmetin İslam akidesi üzerine eğitil­mesini amaçlıyordu. Müslümanların yükümlülükleri ve sorumluluk­ları çoğaldıkça Velâ ve Bera yani Allah için dostluk ve Allah için karşı koyma da o oranda artıyordu. Kur'ân-ı Kerim getirdiği akideyi sunar­ken kimi zaman darb'ı meseller ve örnekler verme yolunu da seçmiş­tir. Nitekim şöyle bir söz vardır. Söz, verilen örnekle açıklığa kavu­şur. Şurası bilinen bir gerçektir ki, Allah Kelamı gayet açıktır. Ancak örnekler ve darbı mesellerin getirilmesi, insanda bir tür düşünme can­lılığı doğurur, olaylar karşısında ibret alır. Böylece gidilen hatalı yol­dan dönülerek, dosdoğru yola yönelinmiş olur.

Nitekim konumuzla ilgili olarak bu örneklerden birini verebili­riz. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Allah' dan başka dost edi­nenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir. Halbuki evlerin en çürüğü şüphe­siz örümcek yuvasıdır. Keşke bil­selerdi." (Ankebût, 29/41)

Allah'tan başkasını dost edinenlerin durumu, örümcek ağma ben­zetilmiştir. Âyette geçen ve "ev" manâsına gelen "Beyt" kelimesi ay­nı zamanda aile manâsına da gelir. Buna göre, Allah'tan başkasını dost edinenler, örümcek ailesine benzer. Çünkü örümcekler belli bir yaş­tan sonra yalnız yaşarlar ve aralarında hiç bir bağ kalmaz. Aslında puta tapan veya Allah'a inanmayan bir kâfiri dost edinmek, tıpkı örüm­cekler gibi birbirinden habersiz yaşamaktır. Yani birbirlerine yardımcı olmazlar. Putlar, putperestlere hiç bir hususta yardım edemedikleri gibi, putperest de puta yardım edemez.[232]

"İşte insan ruhunda bu çok büyük gerçeğin yer etmesiyle, mü'min önündeki tüm kuvvetlerden ve güçlerden daha kuvvetli ve güçlü olmuş olur. Yolunda duran tüm engellen aşar. İşte bu güç sayesinde yeryüzünde büyüklük taslayan zalimlerin tüm varlıklarını ayaklar al­tına alabilirler. Çünkü bu sayede kaleleri ve sarayları yerle bir ettiler. Aslında gerçek kuvvet ve güç Allah'ın gücüdür. O halde bir mü'min Allah'ın gücü dışında süper bir güç kabul etmez. Zira diğer tüm güç ve kuvvetler, ilâhî kudret karşısında cüce güçlerdir. Mü'minin sadece Allah'ın velayetini, dostluğunu kabullenmesi gerekir. Çünkü gerçek velayet budur. Bunun dışındaki tüm velayetlerin ve dostlukların hiç bir anlamı yoktur, hepsi de değersiz ve önemsiz, çürük şeylerdir. Bunlar dış görünümleri itibariyle ne kadar yüce ve büyük görünseler de, ne kadar güçlü ve azgın olsalar da, ne kadar imkan sahibi olsalar da hep­si önemsizdir, kof ve geçersizdir. Bunlar ne kadar güç araçlarına, taş­kınlık ve azgınlık yapacak imkanlara, ne kadar başkalarını korkuta­cak şeylere sahip bulunsalar da, tüm bunların hiç bir önemi ve geçer­liliği yoktur.[233]

Mustafa (s.a) Efendimiz, davetini insanlara üç yıl gizli olarak yay­dı. Bu konuyu siyer ve meğazî âlimleri eserlerinde gayet etraflı olarak açıklamışlardır.[234]

Ancak Mekke'de artık İslamm gizlenecek bir yönü kalmayıp, her­kes tarafından bu din öğrenilip konuşulunca, Allah'ın ve Rasûlü Mu-hammed (s.a)'in bu işini herkes konuşur olunca durum değişti. Çün­kü Allah (c.c), Peygamberine verdiği emrin artık açıkça ilanını ve müş­riklerle kâfirlerin kafalarını ve beyinlerini çatlatırcasına açıklamasını istedi. Allah'ın emrini insanlara bildirmeye başlamasını ve insanları buna davet etmesini istiyordu. İşte bunun için Rabbimiz şu âyeti in­dirmişti:

"Sana enırolunanı açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüz çe­vir!” (Hicr, 15/94)

Yine Rabbimiz peygamberine şöyle buyuruyordu:

 "(Önce) en yakın hısımları­nı; uyar. Sana uyan mü'minlere (merhamet) kanadını indir." (Şuarâ, 26/214-215)[235]

Artık bundan itibaren müslümanlar imtihan edilmeye başlandı. Bu imtihan görünürde şiddet, baskı ve zulüm gibiydi. Hakikatte ise bir nimet idi. Çünkü bunun sonucunda kim doğrudur, kim yalancıdır ortaya çıkıyordu. Temiz ile iğrenç ve kirli olan ortaya çıkıyordu. Ni­tekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Elif, Lâm, Mîm. İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "îman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar. Andol-sıın ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya çıkaracaktır." (Ankebût, 29/1-3).

Rasûlullah (s.a)'ın ashabı sırf akideleri yüzünden bir çok sıkıntı­lara, şiddete maruz kaldılar, bir çok şeylerle imtihandan geçtiler. Hatta bunlar gittiği yerlerde kendi kavimleri tarafından kıldıkları namaz ile alayla karşılanıyorlardı.[236]

 
Yapılanlara Karşı Müslümanların Cevabın (Davada Samimiyet)
 

Acaba, Allah düşmanlarının mü'minlere tattırdıkları azab ve iş­kence karşısında müslümanlar nasıl karşı koydular, müslümanlann bunlara cevabı nasıl oldu? Genel olarak müslümanlar kendilerine karşı işlenen cinayetlere, Bilal Habeşî'ye yapılanlara, Yasir ailesinin başına gelenlere, kısaca özellikle adı geçen bu ve benzeri mustazaflara yapı­lanlara nasıl cevap verdiler.

Gerçekten de yapılan bunca işkencelere karşı güzel bir sabır, iyi bir katlanma ve bir ayrılış. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Onların (müşriklerin) söy­lediklerine sabret (katlan) ve on­lardan güzellikle ayrıl. Nimet İçin­de yüzen o yalanlayıcılan bana bı­rak ve onlara biraz mühlet ver." (Müzzemmil, 73/10-11)

Hz. Mustafa Efendimiz sadece dayanıp sabretti. Çünkü onun eği­timi ve terbiyesi, kendisiyle birlikte olan mü'minlerin ruhlarını temiz­leyip arıtmaya kefil idi. Bundan böyle hergün ruhça güçleniyorlar, kal­ben arınıyorlar ve ahlak açısından da tertemiz oluyorlardı. Böylece maddî saltanatı ve gücü bırakıp gerçek hürriyete, şehevî bir çok şeyi terkedip asıl özgürlüğe kavuşuyorlardı. "Hz. Peygamber (s.a), onları sabretmeye, yapılan işkencelere dayanmaya, iyi bir şekilde onları ba­ğışlamaya çağırıyordu. Hz. Peygamber (s.a) kendilerine karşı koyma­malarını söylüyordu.

Halbuki bunlar savaşçı bir toplum idiler, sanki bunlar doğarken beraberlerinde kılıçla doğmuşlardı. Bilindiği gibi, İslam'dan önce Besûs, Dahis ve Gabrâ savaşları meşhurdur. Bu arada Ficar savaşını da unutmamak gerekir."[237]

Ancak bunların savaşçı karakterlerini Rasûlullah (s.a) engelledi. Onların araplık damarını engelledi ve hepsini kendi emrine boyun eğ­dirdi. Hepsi böylece ellerini savaştan geri çektiler. Bu arada Kureyşlilerin tahrik edici davranışlarına rağmen daima dayandılar. Hiç bir kor­kaklık ve acizlik göstermeden dayandılar.[238] İşte Mekke'de müslümanların düşmanları karşısındaki durumu bu idi.   

Ancak müslümanların kendi aralarındaki dostluk ve bağlılıkları­na gelince şunu belirtmek isteriz: Bu hususta Hz. Mustafa (s.a) Efen­dimiz iki önemli temel noktayı, müslümanların ve inananların kalbi­ne yerleştirmek için çok titiz davrandı. Bu iki önemli temel husus şu idi:

1- Allah'a iman. Bu her şeyden münezzeh ve yüce olan Allah'ı tanımaktan doğan bir iman idi. Kalblerde o imanın tüm nitelikleri, takvası, murakabesi pek uyanık ve hassas bir şekilde beliriyordu. Bu öyle bir iman bağı idi ki, ruhların derinliğine çok az durumlarda gö­rülebilen hassasiyette erişen bir iman idi ve bunun tarifi de hiç bir za­man yapılamaz.

2- Son derece yüksek bir sevgi ve muhabbet. Ruhların derinliğine nüfuz eden bir sevgi idi ve bu sevgi karşılıklı olarak böylece sürüp gi­diyordu. İslâm cemaati öyle bir duruma gelmiş oluyorlardı ki, şayet bu manâda bir gerçekleşme olmamış olsaydı, bu, adeta rüyalarda var olan bir sevgi sayılırdı, fakat bu, bir rüya değildi, gerçekler aleminde süre gelen bir olaydı.[239]

Doğrusu Allah için sevmek noktası var ya, mü'minler işte bü sevgi üzerine birleşip bir araya geliyorlardı. Aynı zamanda bir araya gelip birleşmelerinin bir başka nedeni, bu davete tabi olurlarken ya bir gay­retten ötürü tabi oluyorlardı veya içteki bir aşk ve sevgiden ve aynı zamanda sıkıntıya ve işkenceye maruz kalmalarından ötürü bir araya geliyorlardı. Buna bağlı olarak her türlü elem, acı, keder veya sevinç ve mutluluk onları birleştiriyordu. İnsanî şefkat ve acıma duygusu, müslümanların karşılaşmış oldukları kötülükler veya iyiliklere bağlı olarak kişide ya sevgi oluşturuyordu veyr* buğz ve kin...[240]

Ebû Bekir Sıddîk (r.a), müslüman olduktan sonra, bir gün Mek­ke'de inancı yüzünden ayaklar altına alınıp dövüldü, çiğnenerek ve tek­melenerek zulm edildi. Şimdi müslümanların başlarına gelenlere bir örnek olsun diye ve bu arada “Daru'l-Erkam"da bir araya gelmenin eğitici sonucunu görelim diye bir tek örnek sunalım. O örnek yukarı­da adı geçen ve bu ümmetin Sıddîkî olarak bilinen tek insan Hz. Ebû Bekir (r.a)'dir.

Evet Hz. Ebû Bekir müslürnan olmasından sonra, kendisine iş­kence yapıldığı bir sırada müşriklerin önde gelenlerinden Utbe'b. Re-bia, ona yaklaşıp, Hz. Ebû Bekir (r.a)'i, ayağındaki bir ayakkabıyla tekmelemeye girişti. Bu sert ayakkabıyla Hz. Ebû Bekrin yüzüne yü­züne vuruyordu. Hıncını alamayınca bu defa, Hz. Ebû Bekr'in üzeri­ne çıktı, onu ayakları altına alıp, neredeyse tamnamayacak şekilde döv­dü, yüzünü gözünü adeta birbirine geçirdi.

Benû Teym, Hz. Ebû Bekr'i bir yaygının üzerine koyarak, alıp evine götürdüler. Artık ona kesin öldü gözüyle bakıyorlardı. Nihayet akşama doğru konuşmaya başladı. İlk konuştuğu sözler, "Rasûlullah (s.a) ne yapıyor? O nasıldır." oldu? Hemen onu yeniden dil uzatma­ya ve.kınamaya başladılar. Sonra da kalktılar ve Hz, Ebû Bekr'in an­nesi Ümmülhayr'a şöyle dediler:

- Hele bir bakıver, acaba bir şey yer veya içer mi. Ancak Hz. Ebû Bekr (r.a) annesiyle başbaşa kalınca, annesine yaklaşıp şöyle konuştu:

"- Rasûlullah ne yapıyor? O nasıldır?" Annesi bunun üzerine oğ­luna şöyle cevap veriyordu:

- Allah'a yemin ederim ki, ben senin arkadaşının ne durumda ol­duğu hususunda bir bilgiye sahip değilim.

Hz. Ebû Bekir (r.a), annesinden arzu ettiği cevabı alamayınca, annesine:

"- Hattab'ın kızı ÜmmücemîIMn yanına var, ondan Rasûlullah (s.a)'m ne durumda olduğunu sor ve öğren" dedi. Annesi hemen Üm-müçemil'in yanına vardı ve:

-  Ebû Bekir, senden Abdullah oğlu Muhammed'in ne durumda olduğunu soruyor? dedi. Ümmücemîl:

"Ben ne Ebû Bekr'i tanırım, ne de Abdullah oğlu Muhammed'i" ancak sen istersen, seninle birlikte oğlunun yanına kadar gidebilirim" dedi. O da bu teklifi kabul etti. Hemen birlikte kalkıp Hz. Ebû Bekr'­in yanına vardılar, Hz. Ebû Bekr'in gerçekten ağır bir şekilde yara­landığını ve adeta yerinden bile kıpırdayacak durumunun bile olma­dığını görünce, Ümmücemîl Hz. Ebû Bekr'e yaklaştı ve şöyle feryad etti.

- Allah'a yemin ederim, bir toplum ki, sana bunu yaptılar, o top­lum gerçekten fâsık ve kâfir bir toplumdur. Allah'tan kesin ve içten dileğim o ki, senin intikamım onlardan alsın. Ebû Bekir (r.a):

Rasûlullah (s.a) ne yapıyor, o nasıldır? diye sordu. Ümmücemîl:

-  Şu anda annen yambaşımızda duruyor ve dediklerimizi de işi­tir, dedi. Hz. Ebû Bekir (r.a):

-  Korkma, ondan sana bir zarar yok dedi. Bunun üzerine Üm­mücemîl:

"- O sağ salimdir" cevabını verdi. Bu defa, Rasûlullah (s.a)'ın nerede kaldığım sordu. O da:

"- İbn Erkam'ın evinde" diye cevap verdi. Bu defa Hz. Ebû Be­kir (r.a):

- Ben Rasûlullah (s.a)'ın yanına varıp onu görmedikçe ne yer, ne de içerim" dedi. Hz. Ebû Bekr'in annesiyle Ümmücemîl, Hz. Ebû Bekr'in beklemesini istediler. Kendisi dinlenince ve insanlar da sükû­net bulunca, her iki kadın, onun koltuklarına destek olmak suretiyle alıp kendisini Rasûlullah'm yanına götürdüler.[241]

Aman Allah'ım! Öldürülesiye dövülmüş bir adam! Her tarafı yara-bere içinde, suya en çok ihtiyacı olmasına rağmen, Rasûlullah'ı gör­medikçe bir içim su bile içmekten kaçmıyor!

Gerçekten bu nasıl bir eğitim ve terbiye olabilir? Evet bunun üze­rinde bir başka eğitim ve terbiye gösterilemez. Gerçekten bunun için şöyle diyebiliriz. Bu, Hz. Muhammed Mustafa'nın eğittiği ve terbiye ettiği özel ve tek kuşaktır. Ne geçmişte ne de şimdi bunun bir örneği gösterilemez.

 
Mekke Döneminde Düşmanlarla Münasebetin Özellikleri
 

Aslında Mekke aşaması müslümanların kendileriyle düşmanları olan müşrikler arasında savaş ve kavga olmaksızın devam edilmesi ge­reken bir ilişki dönemi idi. Bu ilişki sadece hakkı açıklamak, kendile­rine yapılan eza ve işkencelere de sabırla dayanmaktı. Ayrıca müslü-manlar, Mekke ve çevresindeki anlaşmalarım, Taif ve çevresini dai­ma hesaba katmak durumunda idiler. Zira bütün buralardan gelen ezi­yet ve işkenceler, zulümler Hz. Peygamber (s.a)'e ve Bilal Habeşî'ye, Habbab b. Eret'e ve daha birçok müslümanlara -Allah hepsinden ra­zı olsun- yönelik idi. İşte bu bakımdan müslümanlar bunların tümünü hesaba katmakla yükümlü idiler.

Zaten bu merhale ilişkileri barış yoluyla sürdürmeyi gerektiriyor­du. İman gerçeklerini sunarken çok etkin bir şekilde sunmak gerekli­liği bunu zorunlu kılıyordu. Bütün bu gibi sebepler, mü'minlerin sa­bırla her türlü dayanma ve katlanma güçlerini ortaya koymalarını ge­rektiriyordu. Kaldı ki, düşünen ve akıllı davranan bir kişiye düşen va­zife de ziuen budur. Bütün bunlara rağmen Kureyş için önemli olan, iman etmeleri ve bu davete katılmalarıydı. Eğer, onlar heva ve istek­lerine geçici olan liderliklere, maddî güç ve varlıklara, kazançların şa­şaasına kapılmamış olsalardı, hemen hak olan davete katılırlardı.[242]

Bu dönemde Peygamberi eğitim, gerçekten büyük bir önem taşı­yordu. Bu kişilerin nefsine ve ruhuna hakim olabilen, onları belli bir disiplin ve zapt altına alan bir eğitim şekliydi. Yapılan eziyet ve işken­celere sabrediyorlar, tüm patlama ve karşı koyma istekleri, ilerisi için yapılan hazırlıklar yüzünden gemleniyor, herhangi bir saldırıya geçil­mesine mani olunuyordu. Cahillerin cehaletine, azgınların da zulüm ve baskılarına dayanılıyordu. Ama bunlara karşı dayanma gücü sür­dürülürken hiç bir zaman kendilerini zelil görmüyorlar ve rezil ettir­miyorlardı. Hiç bir ümitsizliğe ve korkaklığa da yer vermiyorlardı. Belki tüm müslümanlar, Allah (c.c)'ın mutlaka kendilerine zafer ve yardım ihsan edeceğine kalben iman ediyorlardı. Bu manâda moralleri çok yüksekti. Müşriklerin şirklerine, sapıklıklarına ve fitnelerine asla önem vermiyorlardı.[243]

Bu konuda asıl önemli olan; Mekke'de Rabbanî hikmet gereği sa­vaşın farz kılınmamasıdır. Bilindiği gibi kâfirlere ve müşriklere, kısa­ca İslam düşmanlarına karşı savaşmak Medine döneminde meşru kı­lınmıştır. Ancak müslümanlar Mekke'de iken, müşrikler sayıca gayet fazlaca müslümanlar ise çok az sayıda idi. Böyle bir durumda şayet kendilerine düşmanlarıyla savaşmak emr olunmuş olsaydı, gerçekten /durum pek ağır gelebilirdi. Ancak Yesrîb (Medine)'liler Akabe gece­sine Rasülullah (s.a) Efendimizle biatleşince durum değişti.

Biatte (sözleşme-Anlaşma) bulunan Yesriblilerin sayıları seksenin üzerinde idi. Bunlar biatleri esnasında Rasülullah (s.a)'a şöyle de­mişlerdi:

"Ey Allah'ın Rasülü! -Mina'yı kasdederek- biz şu vadi halkı üze­rine yönelip, mina gecelerinde onları öldürmeyelim mi?" Hz. Peygam­ber (s.a) şöyle buyurdular: "Ben bununla emrolunmadım."[244]

Biz bu konuda ve diğer şer'î yükümlülüklerdeki hikmeti araştı­rırken -Seyyid Kutub merhumun da dediği gibi- kesin bir şey elde ede­meyiz. Çünkü böyle bir şey yapmamız halinde Allah (c.c) tarafından bizim için açıklanmamış olan bir hikmet konusunda Allah adına -haşa-bir şeyler söylemiş oluruz, hiç de gerçek anlamda sebep ve illet teşkil etmeyen şeyler söylemiş olabiliriz.

Esasen mü'minin herhangi bir sorumluluk ve teklif karşısındaki tutum ve davranışı ya da şer'î hükümlerden herhangi birisi karşısın­daki tutum ve davranışı mutlak teslimiyet olmalıdır. Zira her şeyden yüce ve münezzeh olan Rabbimiz her şeyi en iyi bilen ve her şeyden haberdar olandır. Ancak bizler herhangi bir sebepten veya hikmetten söz ederken, bunu bir ictihad ve sırf bir ihtimal olarak söyleyebiliriz. Zira gerçeği sadece ve sadece Allah (c.c), bilir. Kaldı ki O, bize bunu ne tahdîd de etmiştir ne de sarih ve açık bir nass ile bizi bundan ha­berdar etmiştir.[245]

İşte bütün bu sebep ve nedenleri Merhum Seyyid Kutub iki önemli eserinden biri olan "Fî Zilâl"da Nîsâ sûresinin tefsirinde ve "Yoldaki İşaretler" adlı eserinde zikrediyor. Bunu bu kitabın "Allah yolunda Cihad" bölümünde zikretmiştir. Ben de bunu özet olarak aşağıda sun­maya çalışayım:

1- Aslında Mekke döneminde savaş yapılmaması ya da savaşa baş­vurulmaması belirli şartların var oluşundan ileri gelmektedir. Belli şart­lar içinde, belirli bir yapıdaki, belirli bir kavmi eğitmek, yetiştirmek vb. gibi bir hazırlık dönemini oluşturuyordu. Aynı zamanda böyle bir ortam içerisindeki eğitimin amaçlarından biri, korunması altında bu­lunanlarla kendi şahsına karşı alışkanlıkları gereğince şereflerini ze­deleyici olarak katlanamadığı davranışlara karşı Arap insanının sabırlı olmasını sağlayacak bir ruh ve nefis eğitimidir. Böylece kişiliğinin dar görüşlü endişelerinden ayrılacak, özünden sıyrılacak, artık gerek ken­disi ve gerekse himayesi altında tuttuğu kimseler nazarında hayatının ekseni ve eylemlerinin itici sebebi olmayacaktı. Bunun bir başka ama­cı ise sinirlerine hakim olması konusunda onu eğitmek olabilirdi. Böy­lece özelliği gereği, ilk karşılaştığı faktör karşısında parlamayacak, ilk heyecan meydana getirici etken karşısında ayranı kabarmayacak, huy ve davranışlarına ağırbaşlılık, soğukkanlılık hakim olacaktı. Bunun bir diğer amacı da bu insanın hayatta karşılaşacağı her bir problemin çözümünde başvuracağı, alışkanlık ve geleneklerine ne kadar ters gel­se de tüm davranışlarını emirlerine uygun olarak yapabileceği bir yö­netim mekanizması olan düzenli bir topluma uyacak şekilde eğitmek olabilirdi. îşte bunlar, disiplinli bir yönetim mekanizmasına uyan, ye--tişkin, uygar, barbarlık ve kabilecilik geleneklerinden sıyrılmış bir "İs­lam Toplumu" kuracak bir müslüman şahsiyetinin hazırlanmasında temel taşı oluşturmakta idi.

2- Bunun bir diğer sebebi de, Kureyş kabilesi gibi şeref ve onuru­na düşkün, kendisiyle bu merhalede girişilecek bir savaşın onu aşın inatçılığa sürükleyip yeniden kanlı intikamlara sevkedebileceği bir or­tamda, barışçı çağrı, daha etkili ve daha geçerli idi. Aynı zamanda böyle bir yol daha etkili olmamış olsaydı o zaman araplar arasında alışıla gelenlere benzer "Dahis ve Gabrâ", "Besûs" savaşları gibi bir çok kabilenin tümüyle kökünü kazımış ve yıllarca sürmüş olan çatışmala­ra benzer savaşların çıkmasına yol açacaktı. Bu aynı zamanda yeni öc alma ateşlerini de tutuşturabilirdi. Artık hiç dinmeyecek olan bu yeni kin alevi onların zihin ve hatıralarında İslam ile irtibatlanırdi. Bu ba­kımdan İslâm daha işin tâ başında iken, artık bir kurtuluş çağrısı ve bir din olmaktan çıkıp aslî simasını bundan böyle hiç bir zaman hatırlanamayacak bir biçimde unutturan bir intikam, öç ve kin hatırasına dönüşürdü.

3- Mekke'de savaşa girişilmemesinin bir başka nedeni de şu ola­bilirdi. Mekke dahilinde her bir evde ve her bir çatı altında meydana gelebilecek bir çatışmadan ve kavgadan kaçınmak. Zira ortada mü'-minlere işkence çektiren, eziyet eden genel ve düzenli bir otorite yok­tu. Ancak her ferdin büyüğü bu eziyet ve işkence görevini yüklenmiş­ti. Her şahsa, onun büyüğü, ona hem işkence çektiriyor, hem eziyet ediyor ve hem de onu yetiştiriyordu. İşte böyle bir ortamda savaşa izin

vermek demek, her evde çatışma ve vuruşma olması demekti. Daha' sonra ise "İşte İslâm budur" denecekti. İslâm savaştan uzak durmayı emrederken, yine de bu söz söylendi. Nitekim Kureyş propagandacı­ları Hac mevsiminde ve panayırlarda "Muhammed (s.a), ana-babalarıyla çocuklarını birbirinden ayırıyor, o kavmini ve aşiretini ayır­manın da ötesinde ebeveyn ile evlat arasına giriyor" diye propagan­dalarını sürdürmekte idiler. Henüz ortada böyle bîr şey yokken, Kureyşliler de böyle bir propagandayı yürütüp dururlarken, bir de Hz. Peygamber bir çocuğa, babası ve annesi ile savaşmasını, onları öldür­mesini, kölenin efendisine karşı çıkmasını emretseydi acaba durum ne olabilirdi?

4- Bir başka sebeb te şu olabilirdi. İlk müslümanlara dinlerinden ötürü eziyet eden, işkence çektiren ve sıkıntı veren kimselerin sonra­dan İslâm ordusunun ihlaslı ve samimi erleri, hatta komutanları ola­cağı hakkındaki ilahî bilgiydi. Nitekim Hz. Ömer b. Hattab bu gibile­rin arasından çıkmadı mı?

5- Bunun bir başka nedeni de şy olabilir: Kabile yapısı içinde arap gururunun zedelenmesine rağmen davasından dönmeyen mazlum ve ezilmiş karşısında baş kaldirmasıdır. Özellikle işlenen bu zulüm şayet saygın kişilere karşı ise, Kureyş bünyesinde bu görüşü destekleyen bir çok gelişmeler görülmüştür. Meselâ İbn Düğüne[246] Gerçekten say­gıdeğer bir insan olan Hz. Ebû Bekr'in Mekke'den göç etmesine rıza göstermemiştir. O böyle bir durumu araplar için aşağılayıcı ve onur kıneı bir hareket olarak görmüştür. İşte sırf bunun için o Hz. Ebû Bekr'e komşuluk ve himaye teklifinde bulunmuştur. Nitekim bu tür tezahürlerin sonuncusu Ebû Talib Şi'binde (bölgesinde) Haşimoğul-ları üzerine uygulanan kuşatma ile ilgili yapılan antlaşmanın geçersiz sayılması olmuştu.

6- Mekke'de savaşa izin verilmemesinin bir diğer sebebi, müslümanların sayılarının az olması ve sadece Mekke'de bulunmuş olabil­meleri olur. Zira davet, henüz arap yarımadasının diğer kısımlarına ya henüz ulaşamamış veya dağınık haberler halinde ulaşabilmiş du­rumda idi. O sırada diğer Arap kabileleri, problem nasıl çözümlenecek diye Kureyş kabilesinin kendi bünyesinde doğabilecek olan bir sa­vaş karşısında tarafsız bir tavır takınıyorlardı. Böyle bir durumda ko­pabilecek olan sınırlı bir savaş, sayısı henüz az olan müslüman toplu­mun tümüyle kıyımı ile sonuçlanabilirdi. O zaman verilcek şehitler­den bir kaç kat daha fazla kimse öldürülmüş olsa bile; şirk yerinde kalacak, müslüman cemaat ortadan siliniverecek ve böylece yeryüzünde ne İslâmî bir düzen ne de pratik bir cemiyet yapısı kalacaktı. Oysa İs­lâm, yaşama metodu ve aksiyona dönük, yaşanan bir toplum düzeni olmak için gelmiş bir din idi. Hem dünyaya ve hem ahirete dönük bir nizâm olarak...

7- Orada bütün bu sayılar tecavüzleri ortadan kaldıracak kahr edici bir hal da yoktu, savaşı emretmek, eziyetleri önlemek gibi. Esasen bu davette temel unsur "Bizzat davetin kendisinin varlığı idi". Bu hem hakim ve hem de gerçekleşmesi gereken bir dava idi. Özellikle bu da­vetin varlığı, onu davet eden Hz. Muhammed (s.a)'in şahsında var idi. Hz. Muhammed (s.a)'in varlığı ise, Haşimoğullannın kılıçlarının (si­lahlarının) himayesinde idi.

Hz. Muhammed'e bir el uzanmayacakti. Çünkü böyle bir el der­hal bu aile tarafından kesileceği tehdidini yemişti. İşte bu bakımdan hiç bir kimse Hz. Muhammed'in davetini Kureyş'in toplanma mahal­lerinde ve alanlarında, Ka'be etrafında açıklamasına ve ilanına engel olamıyordu. Safa tepesinde, bir çok genel toplantı mahallerinde o bu tebliğini sürdürürken kimse, onu hapsetmeye veya öldürmeye cesaret gösteremiyordu. Ya da onun söylediğinin ayniyle de karşılık vermeye cesaret gösteremiyorlardı.

Aksine onlar, Hz. Peygamberdin ilahlarına dil uzatmamasını ve­ya onları ayıplamamasını ve engelleme noktasında bir engelleme iste­ğinde bulunamıyorlar, atalarının dinlerine sövmekten ve bunun gibi

peylerden vazgeçirmek istediklerinde, susturamıyorlardı. Ya da ken­dilerine şirin gözüksün gibi, yani yağcılıkta bulunsun gibi bir teklif ve istekte bulunmalarının da bir manâsı olmuyor ve bu tekliflerin hiç biri Rasülullah tarafından kabul edilmiyordu. Yani Hz. Muhammed (a.s)'in de onlar gibi, bazı ibadetlerini ve adetlerini taklid ederek on­lara uymasını istiyorlardı, ancak bunların hiç birisi kabul edilmiyordu.

Bizim sandığımız gibi bütün bu değerlerin bazısı Allah'ın hikme­ti gereği idi. Bununla birlikte mü'minlere, onlara ellerini uzatmama-

ları emrediliyor, namaz kılmaları ve zekat vermeleri emri geliyordu ki, böylece onların eğitimleri ve hazırlıkları tamamlanmış olsun. Aym zamanda müslümanlar kendilerini yöneten kişinin emrini beklemeyi bilsinler ve vakit kazancı gerçekleşsin. Böylece, bizzat kendileri tüm problemleri ortaya çıkarmış olacaklar, iç eğitimleri tamamlanmış ola­cak ve kendi şahısları için herhangi bir istekleri olmadan tüm istekleri sırf Allah rızasına yönelik olacaktı. (Fî Zilâlî'den özetlenerek alındı.)

Mekke dönemine şöyle bir dönüp bakan kimse, 13 yıllık bu dö­nem içerisinde şu gerçeği görecektir. Her bakımdan ve gerçek anla­mıyla "La ilahe illallah" Kelime-i tevhidinin asıl manâsını ve kavra­mını gönüllere ekmek, bu manâda gereken hazırlığı yaparak bu eğiti­mi gerçekleştirmektir. Bu kelimenin manâ ve öneminin idrakini sağ­lamak, bu akidenin beyinlere ve gönüllere sunulmasını en iyi bir şekil­de sürdürürken acele etmemek, zamanı çok iyi değerlendirmek gere­kiyordu. Çünkü akide gerçekten gönüllere gereğince aşılanmak iste­niyordu. Bu, gayet önemle ve titizlikle, yılmadan süreklilik kazanmakla sağlanırdı. Zira bu akideyi aşılarken acele etmek, bu uğurda anarşiye gitmek hiç de doğru değildi. Yani aceleciliğin ve anarşî'nin böyle bir hizmette payı yoktu.

Burada dikkat edilecek husus şu ki; Allah için davete atılanların, mutlaka Hz. Mustafa (s.a)'mn ashabını nasıl eğittiği noktasında bi­raz olsun durmalılar. Rasülullah (s.a), bu akideyi onlara nasıl aktar­mıştır, bunu gerçekten uzunca bir süre durup değerlendirmeleri gere­kir. Böylece ondan alınacak ibretleri alınmış ve onu kendilerine örnek edinmiş olacaklardır. Zira cahiliyenin önünde durulabilmesi için, is­ter çok eskilere dayansın, ister yeni veya geleceğe yönelik olsun, an­cak şu tip insanlara ihtiyaç duyulmaktadır. Kalbleri Rabbani akide­nin sevinciyle dolup taşan ve aym zamanda tâ kalblerinin iç derinlik­lerinde yer etmiş olan "La ilahe illallah" kelimesinin gereğini yerine getirenler için ancak şöyle söylemek doğru olabilir:

"Mü'minler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var." (Ahzâb, 33/23).

Bu mü'minler hiç bir zaman düşman kuvvetleri önemsemezler, onların gücünü herhangi bir güç de yenemez. Çünkü bunların velisi, yardımcısı bizzat Allah (c.c)'dır. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmak­tadır:

"Allah, kendisine (kendi di­nine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir.'* (Hac, 22/40).

İbn İshak da şunları yazıyor: "Rasûlullah (s.a), ashabının başına gelen musibetleri ve bu arada kendisinin Allah (c.c) sayesinde oluşan amcası Ebû Talib'in yardım isteğiyle gördüğü afiyet yanında, ashabı­nın başına gelenleri önleyemiyordu. İşte Rasûlullah (s.a) bunun üzeri­ne ashabına şöyle diyordu: "Şayet Habeşistan topraklarına gidebilir-seniz, orada bir melik vardır ki, onun yanındakiler hiç bir zulme uğ­ramamaktadırlar. Zira onun toprağı doğruluk toprağıdır. Olur ki şu anda içinde bulunduğunuz durumdan Allah (c.c) sizi çıkarır ve kurta­rır." İşte bunun üzerine Rasûlullah (s.a)'ın ashabından olan müslü-manlar, başlarına gelebilecek tehlikelerden ve fitneden korunmak için Habeşistan toprağına çıktılar. Dinleri için Allah yolunda ülkelerini ter-kedip çıktılar. Bu, İslamda ilk hicret idi."[247]

Daha sonra Allah'ın lütfü ve merhameti müstazaf olan mü'min-leri bütünüyle kuşatmıştır. Bu da Hz. Ömer b. Hattab (s.a)'ın müslüman olmasıyla başlamıştı. Zira Allah (c.c), onun müslüman olmasıy­la müslümanları güçlendirdi. İşte bundan dolayı Abdullah b. Mesûd (r.a), ondan şöyle sözetmektedir: "Doğrusu Hz. Ömer'in müslüman oluşu bir fetih oldu, onun hicreti bir zafer idi, onun emirliği ise bir rahmet idi. Biz, Hz. Ömer (r.a), müslüman oluncaya dek, Ka'be'nin yanında namaz kılamamıştık. Hz. Ömer (r.a), müslüman olunca, Kureyş'e karşı koymuş ve direnmiş, öyleki gidip Ka'be'nin yanında na­maz kılmış ve biz de beraberinde namaz kılmıştık."[248]

Bu çok büyük bir nimetti. Evet bu nimet Hz. Ömer'in İslam'ı ka-bttl edişiyle ortaya çıkmıştı. O Ömer ki, tüm yardımlarını ve desteğini daima müslümanlardan yana kullanmış, her tür kinini ve düşmanlığı­nı da, uzak durmayı da kâfirlere karşı sürdürmüştür. Nasıl olmasın ki, o müslüman olduktan sonra, tüm müslümanlarla bir tek güç ve bir tek el olmuştu. Sonra o şöyle demişti: "Elinizden geleni yapın. Allah'a yemin ederim ki, biz üçyüz kişi de olsak, Mekke'yi size bıraka­cak değiliz, ya da siz onu bize bırakıncaya dek bunun peşini bıraka­cak değiliz."[249]

Müslümanlardan Habeşistan'a hicret edenler, Hz. Ömer (r.a)'in İslamiyeti kabul ettiğini öğrendiklerinde çok sevindiler. Bunun üzeri­ne hicret edenlerden bazısı Mekke'ye tekrar döndü. Ancak Kureyş tüm müslümanlara türlü türlü işkenceler ve eziyetlerde bulun uvordu. Müs­lümanlar daima baskı altında idiler. Ancak Kureyş'in müslümanlara karşı bu tür baskısı, onları daha da güçlendirdi, dinlerinde sebata ve direnişe yöneltti. Tekrar Habeşistan'a dönenler oldu. Ancak bu ko­nuda direndiler ve hiç dönmediler. Hep Allah (c.c) tarafından pek ya­kında gelecek olan zaferi ve kurtuluşu ümitle beklediler.

Daha sonra Hz. Peygamber (s.a) ile beraberindeki mü'minlĞr bir başka musibetle karşı karşıya kaldılar. Bu da Allah'a davet yolunda bir başka imtihan idi. Bu imtihan ya da ders Rasûlullah (s.a)'ın amca­sı Ebû Talib'in vefatıyla başlıyordu. Çünkü Ebû Talib hep müslüman­lara arka çıkmış ve onları himayesine almıştı. Bu arada Rasûlullah (s.a) eşi ve annemiz Hz. Hatice'yi kaybetti. Bu, İslamı kabul eden ilk ha­nım idi. Aynı zamanda saliha İslam hanımlarının biricik örneğiydi. İşte bu noktada Allah düşmanları Rasûluüah'a karşı daha aşırı baskı­ya geçtiler. Ancak Allah (c.c) her şeyden büyüktür. Bunun üzerine Hz. Muhammed Mustafa, Kureyş dışında kendilerini himaye edecek biri­lerini aramaya yöneldi. Belki böylece ona yardım eden ve davetine ica­bet edenler olabilirdi. Bu amaçla Taife gitti. Ancak Sakif kabilesi Ra­sûlullah (s.a)'ın tüm ümitlerini boşa çıkardı, onunla alay etti, eziyette bulundu. İşte bunun üzerine Rasûlullah (s.a) Rabbine yönelerek şöyle niyazda bulunuyordu:

"Ey Allah'ım! Güçsüzlüğümü, çaresizliğimi, halk nazarında hor ve hakir görülüşümü sadece sana şikayet ediyorum. Ey merhametlile­rin en merhametlisi! Sen ezilenlerin, hor görülenlerin Rabbisin. Sen benim Rabbimsin. Beni kime bırakıyorsun? Bana saldıran bir uzak insan eline mi, yoksa işimi kendisine bıraktığın bir düşmana mı? Şa­yet Sen bana gazabetmezsen, ben çektiklerime önem vermem, aldır­mam. Ancak şunu biliyorum ki, senin bana olan afiyetin çok daha bol ye geniştir. Karanlıkları aydınlatan yüzünün nuruna sığınıyorum. Çünkü dünya ve ahiret işleri, o nur üzerine, düzelmiştir. Gazabına uğ­ramaktan ya da öfkeni çekmekten sana sığınırım. Hoşnut kalacağın kadar sana memnuniyetimi arzediyorum. Güç de Senindir, kuvvet de Senin.[250]

Daha sonra Rasülullah (s.a) Mekke'ye döndü.

Burada İslama davet edenlerin görevi, Muhammed Mustafa (s.a)'nm şu sözü üzerinde durup düşünmektir:

"Şayet sen bana gazab etmezsen, ben başıma gelenlere aldırmam, önemsemem." İşte bu ifade üzerinde çok düşünmeliler. Müslüman bir davetçinin tüm amacı ve gayesi Allah rızası olmalıdır, bununla yetin­melidir. Bundan sonra da insanların işlerini ele almalıdır. Bu ise pek büyük bir önem taşımaz. Çünkü asıl amaç Allah rızasıdir.


[229] Süyûtî, et-İlkan Fî Ulûmi'l-Kurân, I, 37.

[230] Fî Zılal, III, 1503, (orijinal) yoldaki işaretler, 17-50 (orijinal).

[231] bk. Muhammed Kutub, İslâm'da Eğilim Metodu, II, 38-40.

[232] K.Kerîm ve Açıklamalı Meali, (İFAV), Ankebût, 29/41 âyetin dipnotu. 400.

[233] Fî Zılâl, V, 2737 (orijinal) 

[234] İbn Hişâm, Sîretünnebeviyye, I, 280.

[235] bk. Önceki kaynak, I, 280.

[236] bk. Önceki kaynak, I, 282.

[237] Besûs savaşı: 494-534 yıllan arasında Tağlib kabilesiyle Bekr b. Vail arasında sü­ren bir savaştır. Bu savaş iki kabile arasında kırk yıl sürmüştür.

Dahis ve Gabrâ: Bu bir yarış sonucu meydana gelen savaştır. Abs ile Zübyan arasında meydana gelmiştir. Bu savaş da kırk yıl süreyle devam etmiştir. Da­his ve Gabra adındaki iki yarış atı sebebiyle oluşan bu savaş, yine bu iki yarış atı adıyla anılır. Züheyr b. Ebû Selmâ bu olayı Muallakasında dile getirir.

Ficar savaşı: Miladî altıncı y.y. da meydana gelen bir savaştır. Kureyş ile Kinâne ve bazı kabileler arasında cereyan etmiştir. Gatafan kabilesi dışında Kays ve Aylan kabileleri de bu savaşa katılmıştır. Bu savaşa, Ficar adının verilmesi İse, haranı aylarda yani savaşmanın yasak olduğu zilkade, zilhicce, Muharrem ve Recep ayı gibi aylarda olmasından dolayı bu ismi almıştır. (Çeviren).

[238] Ebu'l-Hasan en-Nedvî, Müslümanların gerilemesiyle dünya neler kaybetti? 97(den özetlenerek)

[239] Fî Zilal, Davel yolu, I, 188 (orijinal).

[240] Şeyh Muhammed el-Gazzalî, İşte Dinimiz, 178.

[241] İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 3/30, Nedvî, a.g.e., 13.

[242] Üstad Ahmed Mahmûd Ahmed, MiislUmanların başka milletlerle ilişkileri, 8-9.

[243] Muhammed Emin el-Mısrî, İslam'a Davel yolu, 111-113 (ten özetle).

[244] İbn Kesîr, Tefsir, V, 431; Ahmed b. Hanbel, M us ne d, III, 462. Bu hadisin sene­dinde Ma'bed b. Ka'b b. Malik bulunmaktadır. İbn Hacer "Takrîb" adlı eserde bu zatın makbul biri olduğunu bildirmiş, ayrıca "et-Tehzîh"de de, bu zatın Buha-rî de bir tek hadisinin olduğu, Müslimin'de kendisinden rivayette bulunduğu belir­tilmiştir. İbn Hibban da bunun sika yani güvenilir olduğunu bildirmiştir.

[245] Fî Zılâl, II, 714.

[246] İbn Düğünne Cahili dönem insanlarından biridir. Kavmi, Hz. Ebu Bekri Mekke'­den çıkarıp, o da Habeşistan'a hicrete karar verince Ebu Bekre komşuluk ve hima­ye teklif edip Mekke'de kalmasını sağlamıştır. el-İsebe-2/344.

[247] İbn Hişâm, Sîret, I, 344.

[248] agk. I, 367; (Buhârî'nin sahihinde de şöyle diyor İbn Mesud: "Hz. Ömer, müslü­man olduğundan bu yana bizim gücümüz sürüyor." Hz. Ömer'in menkıbeleri bahsi.

[249] İbn Hişam, agk. I, 374.

[250] İbn Hişam, agk. II, 60 (Bu hadisi Heysemî, Mecmeuzzevaid, 6/35'te zikretmiş ve hadisi Taberânî'ye nisbet etmiştir. Aynı zamanda demiştir ki, bunda İbn İshak var­dır. O da müdellestir, sikadır. Hadisin diğer ravileri sika (güvenilir) kişilerdir, El-bânî ise, Gazzatî'nin Fıkhussîresindeki hadislerin tahririni (s: 132) yaparken, bu­nun zayıf olduğunu belirtmiştir. Ancak hadisin lafızlarından Peygamberlik nuru gözükmektedir).