hafız_32
Wed 29 September 2010, 11:34 am GMT +0200
5. BÖLÜM
MEKKE DÖNEMİNDE VELA ve BERA (ALLAH İÇİN DOSTLUK VE DÜŞMANLIK)
Beşeriyet tarihinin sayfalarım incelerken, önceki bölümde gerçe ten konuya dair çok parlak örnekler vermiştik. Bu örnekler peygamberlerden, Rasûllerden ve salih kullardan oluşmakta idi.
Bu bölümde ise, Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a)'in sireti çerçevesinde Velâ ve Berâ' nasıl uygulanmıştı, bunu ele alacak ve bundan söz edeceğiz. Bunları anlatırken de iki vahye, yani Kitap ve sünnete dayanarak konuyu inceleyeceğiz. Bu arada siyer ve meğazî kaynaklarına da başvuracağız tabii.
Biz bu konuda, âyetlerin Mekki ve Medenî taksimatına dayanarak meseleyi inceledik. Biz de, İslâm alimlerinin tefsir kitaplarında ve Kur'ân ilimleriyle ilgili eserlerde yaygın olan duruma göre, âyetleri ele alış tarzlarına uygun olarak meseleyi ele alıp değerlendirdik, islâm alimleri hicretten önce inen âyetleri Mekkî âyetler olarak değerlendirmişler ve hicretten sonra inen âyetleri de Medenî âyetler diye adlandırmışlardır.[229]
Çt Biz daha önce kitabımızın giriş ve hazırlık bölümünde değinmiştik. Demiştik ki, müslümanın: "La ilahe illallah Muhammedün Rasûlullah" diye söylediği andan itibaren, vahdaniyette yani bir tek oluşta, ulûhiyette ve Rabûbiyette Allah (c.c)'i bir olarak tanımasıdır. Zira O, her şeyden münezzehtir. Bu kelimeyi söyleyen kişi aynı zamanda, Allah (c.c) dışında herhangi bir ma'bûda veya itaat olunan bir varlığa kulluktan, onlardan korkmaktan, onlara boyun eğmekten, itaatten, onlara dostluktan tümüyle uzaklaşmış ve onlarla her türlü ilgisini kesmiş kimse demektir. Müslüman her halükarda sadece Allah'ı sever. O'na ta'zimde bulunur, O'nun dişındakileri reddeder.
Bilindiği gibi Hz. Muhammed (s.a) Efendimize ilk inen vahiy, Hıra mağarasında şu ifadelerle inmişti:
"Yaratan Rabbinin adıyla (besmeleyle) oku! O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku (ve öğren!) İnsana bilmediklerini öğreten ve kalemle yazdıran Rabbin vermesi bol olandır/' (Alak, 96/1-5).
Daha sonra şu âyet nazil olmuştur. Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Ey bürünüp sarınan (Rasûlüm)!) Kalk ve (insanları) uyar." (Müddessir, 74/1-2).
Hz. Mustafa Efendimiz gizli olarak insanları İslama davette bulundu. Ancak kendisiyle birlikte olanlar, (müslüman olanlar) pek az sayıda idiler. Bunların başında Ebû Bekîr Sıddîk (r.a), Hz. Ali b. Ebû Talib, peygamberimizin hanımı Huveylid, kızı Hz. Hatice idi. Hz. Peygamber (s.a), ashabının kalbine Allah sevgisini, Rasûlünün sevgisini ekmeye başladı. Hepsinin bu esas üzere toplanıp bir araya gelmelerini istedi. Sevgide ihlas ve samimiyet, mü'minlere yardım, kâfirlere, müş-riklere, küfre ve şirke karşı da buğzetmelerini ve bunda samimi olmalarını istedi. Zira tevhid kelimesi olan "La ilahe illallah Muhamme-dün Rasûlullah" kelimesinin manâ ve kavramı bu idi, bu şekilde iman etmek bu kelimenin ayrılmaz bir vasfıdır.
Artık burada yepyeni bir bağ ortaya çıkmış bulunmaktadır. Bu bağ mü'minlerin ruhlarında var olan akide ve inanç bağıdır. Artık şu husus kesinleşmekte idi. İnsanlar arasındaki gerçek bağ, akide bağıdır. Bu, öyle bir bağdır ki mü'minin kalbi huzurla buna yatmakta ve bunda mutluluğu duymakta idi. Bu yeni tohumun gelişmesiyle birlikte cahiliyenin cahili asabiyet ağacı da kurumaya başlıyordu. Artık tüm cahili rabıtalar ve bağlar çürüyüp kopmakta idi. Bundan böyle bu bağlara bakış açısı değişti, bunlar artık önemsenmiyor, giderek küçümse-niyordu. Allah ve Rasûlüne iman edenlerin ruhları ve kalbleri üzerinde artık bu eski bağların bir önemi kalmıyor, hatta bu önemsizlik hadisesi inanan kitlenin gönlünde giderek büyüyordu.
İlk Birleşmeler Ve En Doğru Adım
Hz. Muhammed Mustafa (s.a) Efendimiz, bu yeni dinin esaslarını kendisine iman edenlere telkin etmek için Dâru'l-Erkâm'ı seçti. Gerçekten bu naşı, ilk önderleri ve liderleri bir arada toplayan, buluşma meclisleri oluyordu. Bu öyle bir meclis idi ki, buradan Allah'ı anmak ve Tevhid inancını yeryüzüne yaymanın ışıkları yayılmaya başladı.
Göreceksin, acaba o günkü müslümanların durumu nasıldı? Bu müslümanlar şehadet kelimesini söyledikten sonra durum ne oldu? Bu soruyu Üstad Seyyid Kutub merhum şöyle cevaplamaktadır: "Doğrusu müslümanların ve İslamın Mekke'de ne bir şeriatleri ne de bir devletleri vardı. Ancak onlar Mekke'de şehadet kelimesini söylüyorlar, komutanlıklarını ve liderliklerini Muhammed (s.a)'in komutasına teslim ediyorlardı, hiç vakit geçirmeksizin ona teslim olmakta idiler. Anında dostlukla ve adlarına yetki kullanımını İslam cemaatine ve İslam toplumuna devrediyorlardı. Adam müslüman olur olmaz, geçmişte üzerinde var olan tüm cahili esas ve prensiplerin hepsini bir çırpıda silib atıyordu, yepyeni bir döneme başlıyordu. O cahiliye döneminde yaşamakta olduğu tüm hayatı ve yaşantıyı da bırakıyordu, o hayattan büsbütün ilişiğini kesiyordu. O, cahiliye hayatı boyunca alışageldiği her şeyin önünde şüphe duyarak, bunlardan müthiş bir şekilde korkup çekinerek uzaklaşıyordu."
"Artık ortada şuurlu bir ayrılış vardı. Müslüman geçmişindeki cahiliye hayatıyla, müslüman olduktan sonraki yeni hayatı öylesine kavramıştı ki, eskiyle hiç bir bağı olmayacak şekilde her türlü bağı kesip atıyordu. Os böyle bir uzlet içerisinde yetişıi. Çevresindeki cahili toplumla olan ilişkilerde ve onlarla olan sosyal münasebetlerinde İslamın öngördüğü ayrılış kesinlikle göz önünde tutularak sürdürülürdü."
"O, kesin olarak cahili olan toplumla ilişkisini kesti. Aynı kesinlikle de İslam cemiyetine, cemaatine bağlandı. Hatta ticaret hayatı açısından ve günlük muameleler bakımından bir takım münasebetleri mecburen sürdürse de, İslamî noktada kesinlikle taviz vermiyor, müslü-manlardan ayrılmıyordu."
"Müslüman şu hususu çok iyi bilmeli. İslam şuuru ile uzlet,-dü§-mandan ayrılmak ayrı bir şeydir, günlük muameleler ise başka şeylerdir. Bunların birbirleriyle karıştırılmaması gerekir." "Müslüman şirk inancını sırtından silkip atınca ve Tevhid akidesine girince, cahili tasavvur ve düşüncenin yerini İslamî tasavvur ve düşünce alınca, her türlü cahili bağları bırakıp, onlara duyduğu dostluğu terkedince, bu hususta herhangi bir aile, soy, yakınlık ve kabilecilik düşüncesinden soyutlanınca rahatsızlıklar doğmaya başladı. Müslümanlar bu ve benzeri bağlara hiç önem vermeyip bunları sadece îslamın öngördüğü hakikat ve gerçek çerçevesinde ele alınca, Kureyş ileri gelenlerini huzursuz eden bu hal olmakta idi."
"Artık müslümanların bir araya gelip güç oluşturmaları, bunları rahatsız etmeye başlamıştı. Kur'ân, huzurlarını kaçırmıştı. Halbuki daha önce de Mekke'de Hanif ^ininden olanlar vardı. Ancak müşrikler bunlara karşı hiç de ses çıkarmıyorlardı. Bunlar da müşrikler gibi inanmıyorlardı, ibadetleri müşriklerden farklı idi. Bir tek Allah'ın Ulûhiyyetine inanıyorlardı. Her türlü dini merasimlerini ve ibadetlerini bir tek Allah'a yapıyorlardı. Fakat Hamilerin bu hali Tağut'un pek umurunda değildi, önemsemiyorlardı. Aynı zamanda bu hanifler de müşriklerle bir arada yaşamaktan pek huzursuz olmamakta idiler. Aralarında bir çekişme de olmuyordu. Tıpkı günümüzdeki bazı dini kurum ve kuruluşların yaptıkları gibi. Çünkü bunlar gerçek anlamda İslamın ne olduğunu ne öğrenmişler, ne de idrakine varabilmişlerdir."
"Ancak İslâm, şehadet kelimesini ifade ile meydana gelen bir hareket idi. Bundan sonra cahili toplumdan tümüyle arınmak, cahilî her tür düşünceyi bırakmak, cahilî değerleri bir kenara itmekle işe başlıyordu. Evet İslâm, cahilî her türlü bağlardan koparak, cahilî hakimiyete ve yasalara bağlılığı bir kenara iterek tümüyle şehadet kelimesinin gösterdiği doğrultuda harekete geçmeyi öngörüyordu. Aynı zamanda İslâmî davete ve bağlara dostluk göstermeyi, velayeti müslümanlara vermeyi gerektiren bir akideydi bu. Bu öyle bir davetti ki, gerçek yaşamda İslâmin tahakkukunu istiyordu. İşte bu yüzden Kureyş'ten bir topluluk Ve cemaat değişik yollarla ve değişik vasıtalarla bu davete karşı koymaya kalkıştılar.[230]
"Mü'minler Allah sevgisi ve Rasûlünün muhabbeti üzerinde bir araya geliyorlardı. Böylece onların bir araya gelip buluşmaları, gerçekten içten gelen bir buluşma idi. Zira her biri Allah'a ve Rasûlüne geliyor ve alacaklarını O'ndan alıyorlardı. Onun gösterdiği hidayet ve yoldan gidiyorlardı, hep ona yöneliyorlardi. Böylece her biri din kardeşine karşı yepyeni bir duyguyla, Allah için kardeşlik duygusuyla bağlanıyordu. Bu öyle bir sevgi ve bağlılık yumağı idi ki, aynı kabileden ve aynı soydan olmamalarına aralarında herhangi bir kan bağı da olmamasına rağmen kalbten gelen samimi bir kardeşlikle insanları birbirine yaklaştırıyordu. Çünkü bu duygu akideye ve imana dayanıyordu."[231]
Kur'ân-ı Kerîm, olaylar ve hadiselere göre Allah (c.c), dilediği sürece inmeye devam ediyordu. Ümmetin İslam akidesi üzerine eğitilmesini amaçlıyordu. Müslümanların yükümlülükleri ve sorumlulukları çoğaldıkça Velâ ve Bera yani Allah için dostluk ve Allah için karşı koyma da o oranda artıyordu. Kur'ân-ı Kerim getirdiği akideyi sunarken kimi zaman darb'ı meseller ve örnekler verme yolunu da seçmiştir. Nitekim şöyle bir söz vardır. Söz, verilen örnekle açıklığa kavuşur. Şurası bilinen bir gerçektir ki, Allah Kelamı gayet açıktır. Ancak örnekler ve darbı mesellerin getirilmesi, insanda bir tür düşünme canlılığı doğurur, olaylar karşısında ibret alır. Böylece gidilen hatalı yoldan dönülerek, dosdoğru yola yönelinmiş olur.
Nitekim konumuzla ilgili olarak bu örneklerden birini verebiliriz. Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Allah' dan başka dost edinenlerin durumu, kendine yuva yapan örümceğin durumu gibidir. Halbuki evlerin en çürüğü şüphesiz örümcek yuvasıdır. Keşke bilselerdi." (Ankebût, 29/41)
Allah'tan başkasını dost edinenlerin durumu, örümcek ağma benzetilmiştir. Âyette geçen ve "ev" manâsına gelen "Beyt" kelimesi aynı zamanda aile manâsına da gelir. Buna göre, Allah'tan başkasını dost edinenler, örümcek ailesine benzer. Çünkü örümcekler belli bir yaştan sonra yalnız yaşarlar ve aralarında hiç bir bağ kalmaz. Aslında puta tapan veya Allah'a inanmayan bir kâfiri dost edinmek, tıpkı örümcekler gibi birbirinden habersiz yaşamaktır. Yani birbirlerine yardımcı olmazlar. Putlar, putperestlere hiç bir hususta yardım edemedikleri gibi, putperest de puta yardım edemez.[232]
"İşte insan ruhunda bu çok büyük gerçeğin yer etmesiyle, mü'min önündeki tüm kuvvetlerden ve güçlerden daha kuvvetli ve güçlü olmuş olur. Yolunda duran tüm engellen aşar. İşte bu güç sayesinde yeryüzünde büyüklük taslayan zalimlerin tüm varlıklarını ayaklar altına alabilirler. Çünkü bu sayede kaleleri ve sarayları yerle bir ettiler. Aslında gerçek kuvvet ve güç Allah'ın gücüdür. O halde bir mü'min Allah'ın gücü dışında süper bir güç kabul etmez. Zira diğer tüm güç ve kuvvetler, ilâhî kudret karşısında cüce güçlerdir. Mü'minin sadece Allah'ın velayetini, dostluğunu kabullenmesi gerekir. Çünkü gerçek velayet budur. Bunun dışındaki tüm velayetlerin ve dostlukların hiç bir anlamı yoktur, hepsi de değersiz ve önemsiz, çürük şeylerdir. Bunlar dış görünümleri itibariyle ne kadar yüce ve büyük görünseler de, ne kadar güçlü ve azgın olsalar da, ne kadar imkan sahibi olsalar da hepsi önemsizdir, kof ve geçersizdir. Bunlar ne kadar güç araçlarına, taşkınlık ve azgınlık yapacak imkanlara, ne kadar başkalarını korkutacak şeylere sahip bulunsalar da, tüm bunların hiç bir önemi ve geçerliliği yoktur.[233]
Mustafa (s.a) Efendimiz, davetini insanlara üç yıl gizli olarak yaydı. Bu konuyu siyer ve meğazî âlimleri eserlerinde gayet etraflı olarak açıklamışlardır.[234]
Ancak Mekke'de artık İslamm gizlenecek bir yönü kalmayıp, herkes tarafından bu din öğrenilip konuşulunca, Allah'ın ve Rasûlü Mu-hammed (s.a)'in bu işini herkes konuşur olunca durum değişti. Çünkü Allah (c.c), Peygamberine verdiği emrin artık açıkça ilanını ve müşriklerle kâfirlerin kafalarını ve beyinlerini çatlatırcasına açıklamasını istedi. Allah'ın emrini insanlara bildirmeye başlamasını ve insanları buna davet etmesini istiyordu. İşte bunun için Rabbimiz şu âyeti indirmişti:
"Sana enırolunanı açıkça söyle ve ortak koşanlardan yüz çevir!” (Hicr, 15/94)
Yine Rabbimiz peygamberine şöyle buyuruyordu:
"(Önce) en yakın hısımlarını; uyar. Sana uyan mü'minlere (merhamet) kanadını indir." (Şuarâ, 26/214-215)[235]
Artık bundan itibaren müslümanlar imtihan edilmeye başlandı. Bu imtihan görünürde şiddet, baskı ve zulüm gibiydi. Hakikatte ise bir nimet idi. Çünkü bunun sonucunda kim doğrudur, kim yalancıdır ortaya çıkıyordu. Temiz ile iğrenç ve kirli olan ortaya çıkıyordu. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Elif, Lâm, Mîm. İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece "îman ettik" demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar. Andol-sıın ki, biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah, doğruları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya çıkaracaktır." (Ankebût, 29/1-3).
Rasûlullah (s.a)'ın ashabı sırf akideleri yüzünden bir çok sıkıntılara, şiddete maruz kaldılar, bir çok şeylerle imtihandan geçtiler. Hatta bunlar gittiği yerlerde kendi kavimleri tarafından kıldıkları namaz ile alayla karşılanıyorlardı.[236]
Yapılanlara Karşı Müslümanların Cevabın (Davada Samimiyet)
Acaba, Allah düşmanlarının mü'minlere tattırdıkları azab ve işkence karşısında müslümanlar nasıl karşı koydular, müslümanlann bunlara cevabı nasıl oldu? Genel olarak müslümanlar kendilerine karşı işlenen cinayetlere, Bilal Habeşî'ye yapılanlara, Yasir ailesinin başına gelenlere, kısaca özellikle adı geçen bu ve benzeri mustazaflara yapılanlara nasıl cevap verdiler.
Gerçekten de yapılan bunca işkencelere karşı güzel bir sabır, iyi bir katlanma ve bir ayrılış. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:
"Onların (müşriklerin) söylediklerine sabret (katlan) ve onlardan güzellikle ayrıl. Nimet İçinde yüzen o yalanlayıcılan bana bırak ve onlara biraz mühlet ver." (Müzzemmil, 73/10-11)
Hz. Mustafa Efendimiz sadece dayanıp sabretti. Çünkü onun eğitimi ve terbiyesi, kendisiyle birlikte olan mü'minlerin ruhlarını temizleyip arıtmaya kefil idi. Bundan böyle hergün ruhça güçleniyorlar, kalben arınıyorlar ve ahlak açısından da tertemiz oluyorlardı. Böylece maddî saltanatı ve gücü bırakıp gerçek hürriyete, şehevî bir çok şeyi terkedip asıl özgürlüğe kavuşuyorlardı. "Hz. Peygamber (s.a), onları sabretmeye, yapılan işkencelere dayanmaya, iyi bir şekilde onları bağışlamaya çağırıyordu. Hz. Peygamber (s.a) kendilerine karşı koymamalarını söylüyordu.
Halbuki bunlar savaşçı bir toplum idiler, sanki bunlar doğarken beraberlerinde kılıçla doğmuşlardı. Bilindiği gibi, İslam'dan önce Besûs, Dahis ve Gabrâ savaşları meşhurdur. Bu arada Ficar savaşını da unutmamak gerekir."[237]
Ancak bunların savaşçı karakterlerini Rasûlullah (s.a) engelledi. Onların araplık damarını engelledi ve hepsini kendi emrine boyun eğdirdi. Hepsi böylece ellerini savaştan geri çektiler. Bu arada Kureyşlilerin tahrik edici davranışlarına rağmen daima dayandılar. Hiç bir korkaklık ve acizlik göstermeden dayandılar.[238] İşte Mekke'de müslümanların düşmanları karşısındaki durumu bu idi.
Ancak müslümanların kendi aralarındaki dostluk ve bağlılıklarına gelince şunu belirtmek isteriz: Bu hususta Hz. Mustafa (s.a) Efendimiz iki önemli temel noktayı, müslümanların ve inananların kalbine yerleştirmek için çok titiz davrandı. Bu iki önemli temel husus şu idi:
1- Allah'a iman. Bu her şeyden münezzeh ve yüce olan Allah'ı tanımaktan doğan bir iman idi. Kalblerde o imanın tüm nitelikleri, takvası, murakabesi pek uyanık ve hassas bir şekilde beliriyordu. Bu öyle bir iman bağı idi ki, ruhların derinliğine çok az durumlarda görülebilen hassasiyette erişen bir iman idi ve bunun tarifi de hiç bir zaman yapılamaz.
2- Son derece yüksek bir sevgi ve muhabbet. Ruhların derinliğine nüfuz eden bir sevgi idi ve bu sevgi karşılıklı olarak böylece sürüp gidiyordu. İslâm cemaati öyle bir duruma gelmiş oluyorlardı ki, şayet bu manâda bir gerçekleşme olmamış olsaydı, bu, adeta rüyalarda var olan bir sevgi sayılırdı, fakat bu, bir rüya değildi, gerçekler aleminde süre gelen bir olaydı.[239]
Doğrusu Allah için sevmek noktası var ya, mü'minler işte bü sevgi üzerine birleşip bir araya geliyorlardı. Aynı zamanda bir araya gelip birleşmelerinin bir başka nedeni, bu davete tabi olurlarken ya bir gayretten ötürü tabi oluyorlardı veya içteki bir aşk ve sevgiden ve aynı zamanda sıkıntıya ve işkenceye maruz kalmalarından ötürü bir araya geliyorlardı. Buna bağlı olarak her türlü elem, acı, keder veya sevinç ve mutluluk onları birleştiriyordu. İnsanî şefkat ve acıma duygusu, müslümanların karşılaşmış oldukları kötülükler veya iyiliklere bağlı olarak kişide ya sevgi oluşturuyordu veyr* buğz ve kin...[240]
Ebû Bekir Sıddîk (r.a), müslüman olduktan sonra, bir gün Mekke'de inancı yüzünden ayaklar altına alınıp dövüldü, çiğnenerek ve tekmelenerek zulm edildi. Şimdi müslümanların başlarına gelenlere bir örnek olsun diye ve bu arada “Daru'l-Erkam"da bir araya gelmenin eğitici sonucunu görelim diye bir tek örnek sunalım. O örnek yukarıda adı geçen ve bu ümmetin Sıddîkî olarak bilinen tek insan Hz. Ebû Bekir (r.a)'dir.
Evet Hz. Ebû Bekir müslürnan olmasından sonra, kendisine işkence yapıldığı bir sırada müşriklerin önde gelenlerinden Utbe'b. Re-bia, ona yaklaşıp, Hz. Ebû Bekir (r.a)'i, ayağındaki bir ayakkabıyla tekmelemeye girişti. Bu sert ayakkabıyla Hz. Ebû Bekrin yüzüne yüzüne vuruyordu. Hıncını alamayınca bu defa, Hz. Ebû Bekr'in üzerine çıktı, onu ayakları altına alıp, neredeyse tamnamayacak şekilde dövdü, yüzünü gözünü adeta birbirine geçirdi.
Benû Teym, Hz. Ebû Bekr'i bir yaygının üzerine koyarak, alıp evine götürdüler. Artık ona kesin öldü gözüyle bakıyorlardı. Nihayet akşama doğru konuşmaya başladı. İlk konuştuğu sözler, "Rasûlullah (s.a) ne yapıyor? O nasıldır." oldu? Hemen onu yeniden dil uzatmaya ve.kınamaya başladılar. Sonra da kalktılar ve Hz, Ebû Bekr'in annesi Ümmülhayr'a şöyle dediler:
- Hele bir bakıver, acaba bir şey yer veya içer mi. Ancak Hz. Ebû Bekr (r.a) annesiyle başbaşa kalınca, annesine yaklaşıp şöyle konuştu:
"- Rasûlullah ne yapıyor? O nasıldır?" Annesi bunun üzerine oğluna şöyle cevap veriyordu:
- Allah'a yemin ederim ki, ben senin arkadaşının ne durumda olduğu hususunda bir bilgiye sahip değilim.
Hz. Ebû Bekir (r.a), annesinden arzu ettiği cevabı alamayınca, annesine:
"- Hattab'ın kızı ÜmmücemîIMn yanına var, ondan Rasûlullah (s.a)'m ne durumda olduğunu sor ve öğren" dedi. Annesi hemen Üm-müçemil'in yanına vardı ve:
- Ebû Bekir, senden Abdullah oğlu Muhammed'in ne durumda olduğunu soruyor? dedi. Ümmücemîl:
"Ben ne Ebû Bekr'i tanırım, ne de Abdullah oğlu Muhammed'i" ancak sen istersen, seninle birlikte oğlunun yanına kadar gidebilirim" dedi. O da bu teklifi kabul etti. Hemen birlikte kalkıp Hz. Ebû Bekr'in yanına vardılar, Hz. Ebû Bekr'in gerçekten ağır bir şekilde yaralandığını ve adeta yerinden bile kıpırdayacak durumunun bile olmadığını görünce, Ümmücemîl Hz. Ebû Bekr'e yaklaştı ve şöyle feryad etti.
- Allah'a yemin ederim, bir toplum ki, sana bunu yaptılar, o toplum gerçekten fâsık ve kâfir bir toplumdur. Allah'tan kesin ve içten dileğim o ki, senin intikamım onlardan alsın. Ebû Bekir (r.a):
Rasûlullah (s.a) ne yapıyor, o nasıldır? diye sordu. Ümmücemîl:
- Şu anda annen yambaşımızda duruyor ve dediklerimizi de işitir, dedi. Hz. Ebû Bekir (r.a):
- Korkma, ondan sana bir zarar yok dedi. Bunun üzerine Ümmücemîl:
"- O sağ salimdir" cevabını verdi. Bu defa, Rasûlullah (s.a)'ın nerede kaldığım sordu. O da:
"- İbn Erkam'ın evinde" diye cevap verdi. Bu defa Hz. Ebû Bekir (r.a):
- Ben Rasûlullah (s.a)'ın yanına varıp onu görmedikçe ne yer, ne de içerim" dedi. Hz. Ebû Bekr'in annesiyle Ümmücemîl, Hz. Ebû Bekr'in beklemesini istediler. Kendisi dinlenince ve insanlar da sükûnet bulunca, her iki kadın, onun koltuklarına destek olmak suretiyle alıp kendisini Rasûlullah'm yanına götürdüler.[241]
Aman Allah'ım! Öldürülesiye dövülmüş bir adam! Her tarafı yara-bere içinde, suya en çok ihtiyacı olmasına rağmen, Rasûlullah'ı görmedikçe bir içim su bile içmekten kaçmıyor!
Gerçekten bu nasıl bir eğitim ve terbiye olabilir? Evet bunun üzerinde bir başka eğitim ve terbiye gösterilemez. Gerçekten bunun için şöyle diyebiliriz. Bu, Hz. Muhammed Mustafa'nın eğittiği ve terbiye ettiği özel ve tek kuşaktır. Ne geçmişte ne de şimdi bunun bir örneği gösterilemez.
Mekke Döneminde Düşmanlarla Münasebetin Özellikleri
Aslında Mekke aşaması müslümanların kendileriyle düşmanları olan müşrikler arasında savaş ve kavga olmaksızın devam edilmesi gereken bir ilişki dönemi idi. Bu ilişki sadece hakkı açıklamak, kendilerine yapılan eza ve işkencelere de sabırla dayanmaktı. Ayrıca müslü-manlar, Mekke ve çevresindeki anlaşmalarım, Taif ve çevresini daima hesaba katmak durumunda idiler. Zira bütün buralardan gelen eziyet ve işkenceler, zulümler Hz. Peygamber (s.a)'e ve Bilal Habeşî'ye, Habbab b. Eret'e ve daha birçok müslümanlara -Allah hepsinden razı olsun- yönelik idi. İşte bu bakımdan müslümanlar bunların tümünü hesaba katmakla yükümlü idiler.
Zaten bu merhale ilişkileri barış yoluyla sürdürmeyi gerektiriyordu. İman gerçeklerini sunarken çok etkin bir şekilde sunmak gerekliliği bunu zorunlu kılıyordu. Bütün bu gibi sebepler, mü'minlerin sabırla her türlü dayanma ve katlanma güçlerini ortaya koymalarını gerektiriyordu. Kaldı ki, düşünen ve akıllı davranan bir kişiye düşen vazife de ziuen budur. Bütün bunlara rağmen Kureyş için önemli olan, iman etmeleri ve bu davete katılmalarıydı. Eğer, onlar heva ve isteklerine geçici olan liderliklere, maddî güç ve varlıklara, kazançların şaşaasına kapılmamış olsalardı, hemen hak olan davete katılırlardı.[242]
Bu dönemde Peygamberi eğitim, gerçekten büyük bir önem taşıyordu. Bu kişilerin nefsine ve ruhuna hakim olabilen, onları belli bir disiplin ve zapt altına alan bir eğitim şekliydi. Yapılan eziyet ve işkencelere sabrediyorlar, tüm patlama ve karşı koyma istekleri, ilerisi için yapılan hazırlıklar yüzünden gemleniyor, herhangi bir saldırıya geçilmesine mani olunuyordu. Cahillerin cehaletine, azgınların da zulüm ve baskılarına dayanılıyordu. Ama bunlara karşı dayanma gücü sürdürülürken hiç bir zaman kendilerini zelil görmüyorlar ve rezil ettirmiyorlardı. Hiç bir ümitsizliğe ve korkaklığa da yer vermiyorlardı. Belki tüm müslümanlar, Allah (c.c)'ın mutlaka kendilerine zafer ve yardım ihsan edeceğine kalben iman ediyorlardı. Bu manâda moralleri çok yüksekti. Müşriklerin şirklerine, sapıklıklarına ve fitnelerine asla önem vermiyorlardı.[243]
Bu konuda asıl önemli olan; Mekke'de Rabbanî hikmet gereği savaşın farz kılınmamasıdır. Bilindiği gibi kâfirlere ve müşriklere, kısaca İslam düşmanlarına karşı savaşmak Medine döneminde meşru kılınmıştır. Ancak müslümanlar Mekke'de iken, müşrikler sayıca gayet fazlaca müslümanlar ise çok az sayıda idi. Böyle bir durumda şayet kendilerine düşmanlarıyla savaşmak emr olunmuş olsaydı, gerçekten /durum pek ağır gelebilirdi. Ancak Yesrîb (Medine)'liler Akabe gecesine Rasülullah (s.a) Efendimizle biatleşince durum değişti.
Biatte (sözleşme-Anlaşma) bulunan Yesriblilerin sayıları seksenin üzerinde idi. Bunlar biatleri esnasında Rasülullah (s.a)'a şöyle demişlerdi:
"Ey Allah'ın Rasülü! -Mina'yı kasdederek- biz şu vadi halkı üzerine yönelip, mina gecelerinde onları öldürmeyelim mi?" Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdular: "Ben bununla emrolunmadım."[244]
Biz bu konuda ve diğer şer'î yükümlülüklerdeki hikmeti araştırırken -Seyyid Kutub merhumun da dediği gibi- kesin bir şey elde edemeyiz. Çünkü böyle bir şey yapmamız halinde Allah (c.c) tarafından bizim için açıklanmamış olan bir hikmet konusunda Allah adına -haşa-bir şeyler söylemiş oluruz, hiç de gerçek anlamda sebep ve illet teşkil etmeyen şeyler söylemiş olabiliriz.
Esasen mü'minin herhangi bir sorumluluk ve teklif karşısındaki tutum ve davranışı ya da şer'î hükümlerden herhangi birisi karşısındaki tutum ve davranışı mutlak teslimiyet olmalıdır. Zira her şeyden yüce ve münezzeh olan Rabbimiz her şeyi en iyi bilen ve her şeyden haberdar olandır. Ancak bizler herhangi bir sebepten veya hikmetten söz ederken, bunu bir ictihad ve sırf bir ihtimal olarak söyleyebiliriz. Zira gerçeği sadece ve sadece Allah (c.c), bilir. Kaldı ki O, bize bunu ne tahdîd de etmiştir ne de sarih ve açık bir nass ile bizi bundan haberdar etmiştir.[245]
İşte bütün bu sebep ve nedenleri Merhum Seyyid Kutub iki önemli eserinden biri olan "Fî Zilâl"da Nîsâ sûresinin tefsirinde ve "Yoldaki İşaretler" adlı eserinde zikrediyor. Bunu bu kitabın "Allah yolunda Cihad" bölümünde zikretmiştir. Ben de bunu özet olarak aşağıda sunmaya çalışayım:
1- Aslında Mekke döneminde savaş yapılmaması ya da savaşa başvurulmaması belirli şartların var oluşundan ileri gelmektedir. Belli şartlar içinde, belirli bir yapıdaki, belirli bir kavmi eğitmek, yetiştirmek vb. gibi bir hazırlık dönemini oluşturuyordu. Aynı zamanda böyle bir ortam içerisindeki eğitimin amaçlarından biri, korunması altında bulunanlarla kendi şahsına karşı alışkanlıkları gereğince şereflerini zedeleyici olarak katlanamadığı davranışlara karşı Arap insanının sabırlı olmasını sağlayacak bir ruh ve nefis eğitimidir. Böylece kişiliğinin dar görüşlü endişelerinden ayrılacak, özünden sıyrılacak, artık gerek kendisi ve gerekse himayesi altında tuttuğu kimseler nazarında hayatının ekseni ve eylemlerinin itici sebebi olmayacaktı. Bunun bir başka amacı ise sinirlerine hakim olması konusunda onu eğitmek olabilirdi. Böylece özelliği gereği, ilk karşılaştığı faktör karşısında parlamayacak, ilk heyecan meydana getirici etken karşısında ayranı kabarmayacak, huy ve davranışlarına ağırbaşlılık, soğukkanlılık hakim olacaktı. Bunun bir diğer amacı da bu insanın hayatta karşılaşacağı her bir problemin çözümünde başvuracağı, alışkanlık ve geleneklerine ne kadar ters gelse de tüm davranışlarını emirlerine uygun olarak yapabileceği bir yönetim mekanizması olan düzenli bir topluma uyacak şekilde eğitmek olabilirdi. îşte bunlar, disiplinli bir yönetim mekanizmasına uyan, ye--tişkin, uygar, barbarlık ve kabilecilik geleneklerinden sıyrılmış bir "İslam Toplumu" kuracak bir müslüman şahsiyetinin hazırlanmasında temel taşı oluşturmakta idi.
2- Bunun bir diğer sebebi de, Kureyş kabilesi gibi şeref ve onuruna düşkün, kendisiyle bu merhalede girişilecek bir savaşın onu aşın inatçılığa sürükleyip yeniden kanlı intikamlara sevkedebileceği bir ortamda, barışçı çağrı, daha etkili ve daha geçerli idi. Aynı zamanda böyle bir yol daha etkili olmamış olsaydı o zaman araplar arasında alışıla gelenlere benzer "Dahis ve Gabrâ", "Besûs" savaşları gibi bir çok kabilenin tümüyle kökünü kazımış ve yıllarca sürmüş olan çatışmalara benzer savaşların çıkmasına yol açacaktı. Bu aynı zamanda yeni öc alma ateşlerini de tutuşturabilirdi. Artık hiç dinmeyecek olan bu yeni kin alevi onların zihin ve hatıralarında İslam ile irtibatlanırdi. Bu bakımdan İslâm daha işin tâ başında iken, artık bir kurtuluş çağrısı ve bir din olmaktan çıkıp aslî simasını bundan böyle hiç bir zaman hatırlanamayacak bir biçimde unutturan bir intikam, öç ve kin hatırasına dönüşürdü.
3- Mekke'de savaşa girişilmemesinin bir başka nedeni de şu olabilirdi. Mekke dahilinde her bir evde ve her bir çatı altında meydana gelebilecek bir çatışmadan ve kavgadan kaçınmak. Zira ortada mü'-minlere işkence çektiren, eziyet eden genel ve düzenli bir otorite yoktu. Ancak her ferdin büyüğü bu eziyet ve işkence görevini yüklenmişti. Her şahsa, onun büyüğü, ona hem işkence çektiriyor, hem eziyet ediyor ve hem de onu yetiştiriyordu. İşte böyle bir ortamda savaşa izin
vermek demek, her evde çatışma ve vuruşma olması demekti. Daha' sonra ise "İşte İslâm budur" denecekti. İslâm savaştan uzak durmayı emrederken, yine de bu söz söylendi. Nitekim Kureyş propagandacıları Hac mevsiminde ve panayırlarda "Muhammed (s.a), ana-babalarıyla çocuklarını birbirinden ayırıyor, o kavmini ve aşiretini ayırmanın da ötesinde ebeveyn ile evlat arasına giriyor" diye propagandalarını sürdürmekte idiler. Henüz ortada böyle bîr şey yokken, Kureyşliler de böyle bir propagandayı yürütüp dururlarken, bir de Hz. Peygamber bir çocuğa, babası ve annesi ile savaşmasını, onları öldürmesini, kölenin efendisine karşı çıkmasını emretseydi acaba durum ne olabilirdi?
4- Bir başka sebeb te şu olabilirdi. İlk müslümanlara dinlerinden ötürü eziyet eden, işkence çektiren ve sıkıntı veren kimselerin sonradan İslâm ordusunun ihlaslı ve samimi erleri, hatta komutanları olacağı hakkındaki ilahî bilgiydi. Nitekim Hz. Ömer b. Hattab bu gibilerin arasından çıkmadı mı?
5- Bunun bir başka nedeni de şy olabilir: Kabile yapısı içinde arap gururunun zedelenmesine rağmen davasından dönmeyen mazlum ve ezilmiş karşısında baş kaldirmasıdır. Özellikle işlenen bu zulüm şayet saygın kişilere karşı ise, Kureyş bünyesinde bu görüşü destekleyen bir çok gelişmeler görülmüştür. Meselâ İbn Düğüne[246] Gerçekten saygıdeğer bir insan olan Hz. Ebû Bekr'in Mekke'den göç etmesine rıza göstermemiştir. O böyle bir durumu araplar için aşağılayıcı ve onur kıneı bir hareket olarak görmüştür. İşte sırf bunun için o Hz. Ebû Bekr'e komşuluk ve himaye teklifinde bulunmuştur. Nitekim bu tür tezahürlerin sonuncusu Ebû Talib Şi'binde (bölgesinde) Haşimoğul-ları üzerine uygulanan kuşatma ile ilgili yapılan antlaşmanın geçersiz sayılması olmuştu.
6- Mekke'de savaşa izin verilmemesinin bir diğer sebebi, müslümanların sayılarının az olması ve sadece Mekke'de bulunmuş olabilmeleri olur. Zira davet, henüz arap yarımadasının diğer kısımlarına ya henüz ulaşamamış veya dağınık haberler halinde ulaşabilmiş durumda idi. O sırada diğer Arap kabileleri, problem nasıl çözümlenecek diye Kureyş kabilesinin kendi bünyesinde doğabilecek olan bir savaş karşısında tarafsız bir tavır takınıyorlardı. Böyle bir durumda kopabilecek olan sınırlı bir savaş, sayısı henüz az olan müslüman toplumun tümüyle kıyımı ile sonuçlanabilirdi. O zaman verilcek şehitlerden bir kaç kat daha fazla kimse öldürülmüş olsa bile; şirk yerinde kalacak, müslüman cemaat ortadan siliniverecek ve böylece yeryüzünde ne İslâmî bir düzen ne de pratik bir cemiyet yapısı kalacaktı. Oysa İslâm, yaşama metodu ve aksiyona dönük, yaşanan bir toplum düzeni olmak için gelmiş bir din idi. Hem dünyaya ve hem ahirete dönük bir nizâm olarak...
7- Orada bütün bu sayılar tecavüzleri ortadan kaldıracak kahr edici bir hal da yoktu, savaşı emretmek, eziyetleri önlemek gibi. Esasen bu davette temel unsur "Bizzat davetin kendisinin varlığı idi". Bu hem hakim ve hem de gerçekleşmesi gereken bir dava idi. Özellikle bu davetin varlığı, onu davet eden Hz. Muhammed (s.a)'in şahsında var idi. Hz. Muhammed (s.a)'in varlığı ise, Haşimoğullannın kılıçlarının (silahlarının) himayesinde idi.
Hz. Muhammed'e bir el uzanmayacakti. Çünkü böyle bir el derhal bu aile tarafından kesileceği tehdidini yemişti. İşte bu bakımdan hiç bir kimse Hz. Muhammed'in davetini Kureyş'in toplanma mahallerinde ve alanlarında, Ka'be etrafında açıklamasına ve ilanına engel olamıyordu. Safa tepesinde, bir çok genel toplantı mahallerinde o bu tebliğini sürdürürken kimse, onu hapsetmeye veya öldürmeye cesaret gösteremiyordu. Ya da onun söylediğinin ayniyle de karşılık vermeye cesaret gösteremiyorlardı.
Aksine onlar, Hz. Peygamberdin ilahlarına dil uzatmamasını veya onları ayıplamamasını ve engelleme noktasında bir engelleme isteğinde bulunamıyorlar, atalarının dinlerine sövmekten ve bunun gibi
peylerden vazgeçirmek istediklerinde, susturamıyorlardı. Ya da kendilerine şirin gözüksün gibi, yani yağcılıkta bulunsun gibi bir teklif ve istekte bulunmalarının da bir manâsı olmuyor ve bu tekliflerin hiç biri Rasülullah tarafından kabul edilmiyordu. Yani Hz. Muhammed (a.s)'in de onlar gibi, bazı ibadetlerini ve adetlerini taklid ederek onlara uymasını istiyorlardı, ancak bunların hiç birisi kabul edilmiyordu.
Bizim sandığımız gibi bütün bu değerlerin bazısı Allah'ın hikmeti gereği idi. Bununla birlikte mü'minlere, onlara ellerini uzatmama-
ları emrediliyor, namaz kılmaları ve zekat vermeleri emri geliyordu ki, böylece onların eğitimleri ve hazırlıkları tamamlanmış olsun. Aym zamanda müslümanlar kendilerini yöneten kişinin emrini beklemeyi bilsinler ve vakit kazancı gerçekleşsin. Böylece, bizzat kendileri tüm problemleri ortaya çıkarmış olacaklar, iç eğitimleri tamamlanmış olacak ve kendi şahısları için herhangi bir istekleri olmadan tüm istekleri sırf Allah rızasına yönelik olacaktı. (Fî Zilâlî'den özetlenerek alındı.)
Mekke dönemine şöyle bir dönüp bakan kimse, 13 yıllık bu dönem içerisinde şu gerçeği görecektir. Her bakımdan ve gerçek anlamıyla "La ilahe illallah" Kelime-i tevhidinin asıl manâsını ve kavramını gönüllere ekmek, bu manâda gereken hazırlığı yaparak bu eğitimi gerçekleştirmektir. Bu kelimenin manâ ve öneminin idrakini sağlamak, bu akidenin beyinlere ve gönüllere sunulmasını en iyi bir şekilde sürdürürken acele etmemek, zamanı çok iyi değerlendirmek gerekiyordu. Çünkü akide gerçekten gönüllere gereğince aşılanmak isteniyordu. Bu, gayet önemle ve titizlikle, yılmadan süreklilik kazanmakla sağlanırdı. Zira bu akideyi aşılarken acele etmek, bu uğurda anarşiye gitmek hiç de doğru değildi. Yani aceleciliğin ve anarşî'nin böyle bir hizmette payı yoktu.
Burada dikkat edilecek husus şu ki; Allah için davete atılanların, mutlaka Hz. Mustafa (s.a)'mn ashabını nasıl eğittiği noktasında biraz olsun durmalılar. Rasülullah (s.a), bu akideyi onlara nasıl aktarmıştır, bunu gerçekten uzunca bir süre durup değerlendirmeleri gerekir. Böylece ondan alınacak ibretleri alınmış ve onu kendilerine örnek edinmiş olacaklardır. Zira cahiliyenin önünde durulabilmesi için, ister çok eskilere dayansın, ister yeni veya geleceğe yönelik olsun, ancak şu tip insanlara ihtiyaç duyulmaktadır. Kalbleri Rabbani akidenin sevinciyle dolup taşan ve aym zamanda tâ kalblerinin iç derinliklerinde yer etmiş olan "La ilahe illallah" kelimesinin gereğini yerine getirenler için ancak şöyle söylemek doğru olabilir:
"Mü'minler içinde Allah'a verdikleri sözde duran nice erler var." (Ahzâb, 33/23).
Bu mü'minler hiç bir zaman düşman kuvvetleri önemsemezler, onların gücünü herhangi bir güç de yenemez. Çünkü bunların velisi, yardımcısı bizzat Allah (c.c)'dır. Nitekim Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:
"Allah, kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah, güçlüdür, galiptir.'* (Hac, 22/40).
İbn İshak da şunları yazıyor: "Rasûlullah (s.a), ashabının başına gelen musibetleri ve bu arada kendisinin Allah (c.c) sayesinde oluşan amcası Ebû Talib'in yardım isteğiyle gördüğü afiyet yanında, ashabının başına gelenleri önleyemiyordu. İşte Rasûlullah (s.a) bunun üzerine ashabına şöyle diyordu: "Şayet Habeşistan topraklarına gidebilir-seniz, orada bir melik vardır ki, onun yanındakiler hiç bir zulme uğramamaktadırlar. Zira onun toprağı doğruluk toprağıdır. Olur ki şu anda içinde bulunduğunuz durumdan Allah (c.c) sizi çıkarır ve kurtarır." İşte bunun üzerine Rasûlullah (s.a)'ın ashabından olan müslü-manlar, başlarına gelebilecek tehlikelerden ve fitneden korunmak için Habeşistan toprağına çıktılar. Dinleri için Allah yolunda ülkelerini ter-kedip çıktılar. Bu, İslamda ilk hicret idi."[247]
Daha sonra Allah'ın lütfü ve merhameti müstazaf olan mü'min-leri bütünüyle kuşatmıştır. Bu da Hz. Ömer b. Hattab (s.a)'ın müslüman olmasıyla başlamıştı. Zira Allah (c.c), onun müslüman olmasıyla müslümanları güçlendirdi. İşte bundan dolayı Abdullah b. Mesûd (r.a), ondan şöyle sözetmektedir: "Doğrusu Hz. Ömer'in müslüman oluşu bir fetih oldu, onun hicreti bir zafer idi, onun emirliği ise bir rahmet idi. Biz, Hz. Ömer (r.a), müslüman oluncaya dek, Ka'be'nin yanında namaz kılamamıştık. Hz. Ömer (r.a), müslüman olunca, Kureyş'e karşı koymuş ve direnmiş, öyleki gidip Ka'be'nin yanında namaz kılmış ve biz de beraberinde namaz kılmıştık."[248]
Bu çok büyük bir nimetti. Evet bu nimet Hz. Ömer'in İslam'ı ka-bttl edişiyle ortaya çıkmıştı. O Ömer ki, tüm yardımlarını ve desteğini daima müslümanlardan yana kullanmış, her tür kinini ve düşmanlığını da, uzak durmayı da kâfirlere karşı sürdürmüştür. Nasıl olmasın ki, o müslüman olduktan sonra, tüm müslümanlarla bir tek güç ve bir tek el olmuştu. Sonra o şöyle demişti: "Elinizden geleni yapın. Allah'a yemin ederim ki, biz üçyüz kişi de olsak, Mekke'yi size bırakacak değiliz, ya da siz onu bize bırakıncaya dek bunun peşini bırakacak değiliz."[249]
Müslümanlardan Habeşistan'a hicret edenler, Hz. Ömer (r.a)'in İslamiyeti kabul ettiğini öğrendiklerinde çok sevindiler. Bunun üzerine hicret edenlerden bazısı Mekke'ye tekrar döndü. Ancak Kureyş tüm müslümanlara türlü türlü işkenceler ve eziyetlerde bulun uvordu. Müslümanlar daima baskı altında idiler. Ancak Kureyş'in müslümanlara karşı bu tür baskısı, onları daha da güçlendirdi, dinlerinde sebata ve direnişe yöneltti. Tekrar Habeşistan'a dönenler oldu. Ancak bu konuda direndiler ve hiç dönmediler. Hep Allah (c.c) tarafından pek yakında gelecek olan zaferi ve kurtuluşu ümitle beklediler.
Daha sonra Hz. Peygamber (s.a) ile beraberindeki mü'minlĞr bir başka musibetle karşı karşıya kaldılar. Bu da Allah'a davet yolunda bir başka imtihan idi. Bu imtihan ya da ders Rasûlullah (s.a)'ın amcası Ebû Talib'in vefatıyla başlıyordu. Çünkü Ebû Talib hep müslümanlara arka çıkmış ve onları himayesine almıştı. Bu arada Rasûlullah (s.a) eşi ve annemiz Hz. Hatice'yi kaybetti. Bu, İslamı kabul eden ilk hanım idi. Aynı zamanda saliha İslam hanımlarının biricik örneğiydi. İşte bu noktada Allah düşmanları Rasûluüah'a karşı daha aşırı baskıya geçtiler. Ancak Allah (c.c) her şeyden büyüktür. Bunun üzerine Hz. Muhammed Mustafa, Kureyş dışında kendilerini himaye edecek birilerini aramaya yöneldi. Belki böylece ona yardım eden ve davetine icabet edenler olabilirdi. Bu amaçla Taife gitti. Ancak Sakif kabilesi Rasûlullah (s.a)'ın tüm ümitlerini boşa çıkardı, onunla alay etti, eziyette bulundu. İşte bunun üzerine Rasûlullah (s.a) Rabbine yönelerek şöyle niyazda bulunuyordu:
"Ey Allah'ım! Güçsüzlüğümü, çaresizliğimi, halk nazarında hor ve hakir görülüşümü sadece sana şikayet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen ezilenlerin, hor görülenlerin Rabbisin. Sen benim Rabbimsin. Beni kime bırakıyorsun? Bana saldıran bir uzak insan eline mi, yoksa işimi kendisine bıraktığın bir düşmana mı? Şayet Sen bana gazabetmezsen, ben çektiklerime önem vermem, aldırmam. Ancak şunu biliyorum ki, senin bana olan afiyetin çok daha bol ye geniştir. Karanlıkları aydınlatan yüzünün nuruna sığınıyorum. Çünkü dünya ve ahiret işleri, o nur üzerine, düzelmiştir. Gazabına uğramaktan ya da öfkeni çekmekten sana sığınırım. Hoşnut kalacağın kadar sana memnuniyetimi arzediyorum. Güç de Senindir, kuvvet de Senin.[250]
Daha sonra Rasülullah (s.a) Mekke'ye döndü.
Burada İslama davet edenlerin görevi, Muhammed Mustafa (s.a)'nm şu sözü üzerinde durup düşünmektir:
"Şayet sen bana gazab etmezsen, ben başıma gelenlere aldırmam, önemsemem." İşte bu ifade üzerinde çok düşünmeliler. Müslüman bir davetçinin tüm amacı ve gayesi Allah rızası olmalıdır, bununla yetinmelidir. Bundan sonra da insanların işlerini ele almalıdır. Bu ise pek büyük bir önem taşımaz. Çünkü asıl amaç Allah rızasıdir.
[229] Süyûtî, et-İlkan Fî Ulûmi'l-Kurân, I, 37.
[230] Fî Zılal, III, 1503, (orijinal) yoldaki işaretler, 17-50 (orijinal).
[231] bk. Muhammed Kutub, İslâm'da Eğilim Metodu, II, 38-40.
[232] K.Kerîm ve Açıklamalı Meali, (İFAV), Ankebût, 29/41 âyetin dipnotu. 400.
[233] Fî Zılâl, V, 2737 (orijinal)
[234] İbn Hişâm, Sîretünnebeviyye, I, 280.
[235] bk. Önceki kaynak, I, 280.
[236] bk. Önceki kaynak, I, 282.
[237] Besûs savaşı: 494-534 yıllan arasında Tağlib kabilesiyle Bekr b. Vail arasında süren bir savaştır. Bu savaş iki kabile arasında kırk yıl sürmüştür.
Dahis ve Gabrâ: Bu bir yarış sonucu meydana gelen savaştır. Abs ile Zübyan arasında meydana gelmiştir. Bu savaş da kırk yıl süreyle devam etmiştir. Dahis ve Gabra adındaki iki yarış atı sebebiyle oluşan bu savaş, yine bu iki yarış atı adıyla anılır. Züheyr b. Ebû Selmâ bu olayı Muallakasında dile getirir.
Ficar savaşı: Miladî altıncı y.y. da meydana gelen bir savaştır. Kureyş ile Kinâne ve bazı kabileler arasında cereyan etmiştir. Gatafan kabilesi dışında Kays ve Aylan kabileleri de bu savaşa katılmıştır. Bu savaşa, Ficar adının verilmesi İse, haranı aylarda yani savaşmanın yasak olduğu zilkade, zilhicce, Muharrem ve Recep ayı gibi aylarda olmasından dolayı bu ismi almıştır. (Çeviren).
[238] Ebu'l-Hasan en-Nedvî, Müslümanların gerilemesiyle dünya neler kaybetti? 97(den özetlenerek)
[239] Fî Zilal, Davel yolu, I, 188 (orijinal).
[240] Şeyh Muhammed el-Gazzalî, İşte Dinimiz, 178.
[241] İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, 3/30, Nedvî, a.g.e., 13.
[242] Üstad Ahmed Mahmûd Ahmed, MiislUmanların başka milletlerle ilişkileri, 8-9.
[243] Muhammed Emin el-Mısrî, İslam'a Davel yolu, 111-113 (ten özetle).
[244] İbn Kesîr, Tefsir, V, 431; Ahmed b. Hanbel, M us ne d, III, 462. Bu hadisin senedinde Ma'bed b. Ka'b b. Malik bulunmaktadır. İbn Hacer "Takrîb" adlı eserde bu zatın makbul biri olduğunu bildirmiş, ayrıca "et-Tehzîh"de de, bu zatın Buha-rî de bir tek hadisinin olduğu, Müslimin'de kendisinden rivayette bulunduğu belirtilmiştir. İbn Hibban da bunun sika yani güvenilir olduğunu bildirmiştir.
[245] Fî Zılâl, II, 714.
[246] İbn Düğünne Cahili dönem insanlarından biridir. Kavmi, Hz. Ebu Bekri Mekke'den çıkarıp, o da Habeşistan'a hicrete karar verince Ebu Bekre komşuluk ve himaye teklif edip Mekke'de kalmasını sağlamıştır. el-İsebe-2/344.
[247] İbn Hişâm, Sîret, I, 344.
[248] agk. I, 367; (Buhârî'nin sahihinde de şöyle diyor İbn Mesud: "Hz. Ömer, müslüman olduğundan bu yana bizim gücümüz sürüyor." Hz. Ömer'in menkıbeleri bahsi.
[249] İbn Hişam, agk. I, 374.
[250] İbn Hişam, agk. II, 60 (Bu hadisi Heysemî, Mecmeuzzevaid, 6/35'te zikretmiş ve hadisi Taberânî'ye nisbet etmiştir. Aynı zamanda demiştir ki, bunda İbn İshak vardır. O da müdellestir, sikadır. Hadisin diğer ravileri sika (güvenilir) kişilerdir, El-bânî ise, Gazzatî'nin Fıkhussîresindeki hadislerin tahririni (s: 132) yaparken, bunun zayıf olduğunu belirtmiştir. Ancak hadisin lafızlarından Peygamberlik nuru gözükmektedir).