- Mehmet Âkif Ersoy

Adsense kodları


Mehmet Âkif Ersoy

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Sat 28 July 2012, 02:27 pm GMT +0200
Gönderen: Mehmet Âkif Ersoy
Said YAVUZ • 81. Sayı / KİTAP


“Yeter ey Kâbe’mizi elimizden alanlar
Alıkoyamaz bizi yolumuzdan yalanlar
Hangi alçak el alır el zinciri boynuna
Kim Yunan’ı bırakır Türk kızının koynuna”


Yukarıdaki dizeler İstiklal harbi yıllarında şiirin insanı yüreğinden yakalayan sesine inanmış bir şaire ait. “Harap eller, yıkılmış hanümanlar, kimsesiz çöller/Emek mahrumu günler, fikr-i ferda bilmez akşamlar”ın hüküm sürdüğü günlerde milleti ancak yüreğinden kavrayabilecek bir ses felaha inandırabilirdi. Kemalettin Kamu’nun bu dizeleri o karanlık günlere Anadolu’nun sinesinden yükselen haykırışın timsalidir. Aynı günlerde bir başka şair, sokakta, cephede, cami kürsüsünde medeniyet denilen canavarın ulumalarının Müslüman Türk’ün imanını boğamayacağını anlatır. Mehmet Âkif’i kurtuluşun manevi mimarı yapan o yıllarda ortaya koyduğu sarsılmaz gayreti olmuştur. İstiklal Marşı’nı Ankara’da mecliste ikinci kez gözyaşları içinde dinleyenler, bu dizelerin her birinin kurtuluşu müjdeleyen bir mürşidin sözleri nispetinde değerli olduğunu biliyorlardı. Şiir bir kez daha ehil bir dille, imanlı bir gönülde pişirilmiş; üşüyen ve az sonra düşman karşısında sıkılacak yumrukları ısıtmıştır.

Düşmanın denize dökülüp ülkenin kara kış günlerini geride bıraktığı günlerde Kemalettin Kamu’nun yazdığı bir başka şiir, bahar günlerinin kimi çiçeklere gün yüzü göstermeyeceğini de gösteriyordu. “Ne mucize ne füsun/Ne örümcek ne yosun/Kâbe Arab’ın olsun/Bize Çankaya yeter.” Yeni ideolojinin kendisine aynı zamanda yeni şakşakçılar bulduğunu gösteren bu cüretkâr ifadeler, şiirin şahsiyeti ele verici yönünü de açığa vurmuş oluyordu. Bu şiirin varlığı hayatlarını bu şiirin karşısında konumlandıran diğer şairleri de tehdit etmiştir. Şair ve yazarlar için bir turnusol kâğıdı görevi icra eden bu yeni dönem kendisine İstiklal Marşı’nı armağan eden adama vatan topraklarını dar edecek, buna karşılık o adam burada yaşamak için adeta zorunluluğa dönüştürülen şahsiyet zaafını asla göstermeyecektir. Bir insanın adamlığı dar vakitlerde ortaya çıkar. İki dar vakitte de Âkif, üzerine düşen ne ise onu yerine getirmiştir. 1922-25 yılları arasında hak etmesine rağmen maaşını alamaması böylece işsiz ve maaşsız yaşaması, üstelik yeni hükümetin onu polisçe izletmesi onu sürgüne mecbur etmiştir. Bu hayal kırıklığının ardından Âkif 1926 yılında on sene dönmemek üzere gönüllü sürgün olarak Abbas Halim Paşa’nın davetine uyarak Mısır’a yerleşir. Artık vatan topraklarından uzakta ve hâl hatır bilmez akşamlardadır.

Âkif’in sürgün günleri iki önemli eseri vücuda getirir: Sahafat’ın “Gölgeler” kitabı ve Kur’ân tefsiri. Bunlara ek olarak onun Mısır’da geçen günlerine dair merakımızı bir nebze de olsa giderecek mektupları.

Firaklı Nâmeler’de ilki 1 Mart 1928, sonuncusu 23 Mart 1936 tarihini taşıyan mektuplar Mısır Hilvan’dan Milas, Erciş ve Beytüşşebap’ta yaşayan kızı Suad Hanım’la damadı Ahmet Bey’e gönderilmiş. Mektuplarda şair ya da mütefekkir Âkif değil daha çok baba Âkif duruyor karşımızda. Kızı Suad’a karşı çok şefkatlidir. Gurbet günlerinde kızına cevabi mektupları için şu yakıcı cümleyi kuracaktır: Sen firaklı nâmeler yazma.

Bir zamanlar Bursa işgal edildiğinde “Eşin var aşiyanın var, baharın var ki beklerdin/Kıyametler koparmak neydi ey bülbül nedir derdin” diye seslendiği bülbülünü kaybetmiştir artık. Vatan hasretinin tüttüğü mektuplarından birinde Âkif, kızına şöyle seslenecektir: “Civardan bülbül sesleri geliyor mu? Yoksa bizim gibi sizler de o mübarek sese hasret misiniz? Mısır’da hiç bülbül yoktur. Bazıları İskenderiye civarında tek tük bulunduğunu söylüyorlar. Bizler alışkın olduğumuz için bülbülsüz bahardan zevk alamıyoruz.”

Mısır’da maddi sıkıntılar içinde yaşayan Âkif, üniversitede Türk Edebiyatı dersleri verir. Halim Paşa’nın çocuklarına özel dersler okutur. Kendi evlatlarını yiyen bu ülkenin gadrinden nasibini alan Mehmet Âkif, mektuplarında yaşadıklarından ya da kendisine çektirilenlerden tek bir satır bahsetmemiştir. Aksine vatana hizmetin kutsallığından dem vurarak doğuya çıkan tayinleri nedeniyle damadını yüreklendirmektedir: “Acaba İngilizlerin bu kudretleri, bu muvaffakiyetleri tesadüfen mi oluvermiş yoksa milletçe birçok mesaiye, birçok şedâide katlanmak sayesinde mi elde edilmiş? Londra’da doğmuş, nâz u naim içinde büyümüş, ebeveyninin milyonları sayesinde her türlü ihtiyaçtan fersahlarca uzak bir lordun oğlu kalkıyor, Sudanlara, Afrika’nın en yaşanmaz, en cehennemî bucaklarına giderek gençliğinin en kıymetli çağlarını, İngiltere hesabına, o kumlara gömüyor. Vatanı uğruna çektiği tahammülsüz meşakkatleri hiçe sayıyor. Daha doğrusu kendisi için şeref biliyor. Biz biçârelerse İstanbul’dan çıkıp Bursa’ya gitmeyi felaket telakki ediyoruz! Bizim Mithat Cemal ‘Bizler dünyaya gelmemişiz, İstanbul’a gelmişiz’ der ki, pek doğrudur.”

Firaklı Nâmeler, yakın dönem olmasına rağmen aile hayatı ve Mısır yıllarına dair çok fakir bilgilerimiz bulunan millî şairimizle ilgili önemli bir alanı dolduruyor. Umarız, bu yılın Mehmet Âkif yılı ilan edilmesi bu karanlık dönemin, koğuştaki arkadaşlarına Kur’an okutup tefsir ettiği gerekçesiyle Divan-ı Harbe verilen ve daha sonraki zamanlarda esrarengiz bir şekilde vefat eden oğlunun başına gelenlerin aydınlatılması ve dahi şairin yazdığı Kur’an mealinin akıbeti hakkında derinlikli çalışmaların yapılmasına vesile olur.

Mehmed Âkif Ersoy
Firaklı Nâmeler
Timaş, 2011, 168 s.