- Medine döneminde velâ ve berâ

Adsense kodları


Medine döneminde velâ ve berâ

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafız_32
Tue 28 September 2010, 09:49 pm GMT +0200
6. BÖLÜM

MEDİNE DÖNEMİNDE VELÂ VE BERÂ'NIN UYGULANIŞI


Allah (c.c), dinini üstün kılmak, kulu ve elçisi Hz. Muhammed (s.a)'i ve beraberindekileri güçlü kılmayı diledi. Bunun için de, hak ile batıl arasında tam bir ayırıcı başlangıç olması için Rasûlüne hicreti emretti. Bir de Rahmanın evliyası (ya°rdımcıları)yla şeytanın yandaş­larının birbirinden ayrılması için hicreti emir buyurdu.[273]

Gerçekten hicret, Allah (c.c)'ın mü'minlere vadetmiş olduğu sö­zün yakın olduğunu gösteriyordu. Bu, Allah (c.c), mü'minlere dün­yayı ve üzerindekileri vadettiği sürekli bir sözdür. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Allah, sizden iman edip iyi davranışlarda bulunanlara, ken­dilerinden Öncekileri sahip ve ha­kim kıldığı gibi kendilerini de yeryüzüne sahip ve hakim kıla­cağını, onlar için beğenip seçti­ği dini (İslâm'ı) onların iyiliğine yerleştirip koruyacağını ve (ge­çirdikleri) korku  döneminden sonra, bunun yerine onlara güven sağlayacağını vadetti. Çünkü onlar bana kulluk ederler; hiç bir şeyi bana eş tutmazlar. Artık bundan sonra kim inkar ederse, işte bunlar asıl büyük günahkârlardır." (Nûr, 24/55)

Bir başka âyette mü'minlerin güçleneceğini ve yardıma erişecek­lerini Rabbim bildirmektedir. Buyuruyor ki:

"Hatırlayın ki, bir zaman siz yeryüzünde aciz tanınan az (bir toplum) idiniz; insanların sizi ka­pıp götürmesinden korkuyordu-nuz da şükredesiniz diye Allah si­ze yer-yurt verdi; yardımıyla sizi destekledi ve size temizinden nzıklar verdi." (Enfâl, 8/26)

Rabbimizin müslümanlan güçlendirmesi ve yeryüzünde hakim kıl­ması va'di, müslümanlar İslâm'ın öngördüğü şartlara bağlı kaldıkları ve onlardan taviz vermedikleri sürece devam edecektir. Bu şartlar; bir tek Allah'a kulluk ve ibadet ile O'na hiç bir şeyi ortak koşmamaktır.

 
Biraz Tarihi Bilgi
 

Allah (c.c) müslümanların hicretine izin verince, müslümanların kimisi gruplar halinde, kimisi de tek başına hicret ettiler. Müslüman­lardan Mekke'de kalanlar sadece şu kimselerdi. Rasûlullah (s.a), Hz. Ebû Bekir (r.a) ve Hz. Ali (r.a). Bu ikisi Hz. Peygamber (s.a)'in emri üzere Mekke'de kalıyorlardı. Ayrıca bir de müşrikler tarafından hap­sedilip zorla bırakılanlar vardı.

Müşrikler Hz. Peygamber (s.a)'in ashabının hazırlanıp Mekke'­den çıkıp gittiklerini, beraberlerinde çoluk-çocuklanm ve mallarını Me­dine'ye sevkettiklerini gördüler. Bunun üzerine anladılar ki, Medine mü'minler için güçlü bir sığınak ve barınak olacaktır. Zira gerçekten Medine halkı güçlü, kuvvetli, savaşçı, hiç bir şeyden yümayan bir top­lumdur. Bunun üzerine Rasûlullah (s.a)'ın da oraya çıkıp gideceğin­den korktular. Bunun için de tüm şiddet tedbirlerine başvurdular, her yolu denediler. Sırf bu amaçla "Darunnedve" denilen küfür mecli­sinde (Parlamentosunda) toplanıp bir araya geldiler. Orada görüş ve fikir açıklayacak kim varsa hepsi istişare için geldiler ve toplantıya katıldılar.

Meclis bu toplantıda bir tek kararla ayrıldı. Karar şu idi. Her bir kabileden bir genç katılmak suretiyle, Rasûluîlah'ı öldürmek üzere hep birden öldürücü oklarını ve atışlarını yapacaklar. Böylece de onun kan bedeli de kabileler arasında pay edilerek kendilerince bu tehlikeden kur­tulacaklardı.

Ancak Allah'ın yardımı her zaman peygamberiyle idi. Bu husus ta da peygamberine olan himaye ve yardımı, bu mücrim ve müşrikle­rin tüm hilelerinden üstün idi. Müşriklerin tuzaklarını bildirmek üze­re Hz. Cebrail'i gönderdi. Hz. Cebrail geldiğinde Rasûlullah (s.a)'a, bu akşam yatağında yatmamasını emretti. Peygamber (s.a) beraberinde en sadık arkadaşı Ebû Bekir Sıddîk (r.a) olduğu halde evden ayrıldı­lar. Rasûlullah'ın yerinde sadece Hz. Ali b. Ebû Talib kaldı. Ali gece Hz. Muhammed (s.a)'in yatağında yattı. Sonunda Kureyş topluluğu bu işin sonuçsuz kaldığını görünce hüsrana uğradılar,, ne yapacakları­nı şaşırıp kaldılar.[274]

Artık Hz. Muhammed Mustafa (s) hicret yurdu olan Medine'ye ulaştı. Burası yardım, zafer ve koruma yurdu. Zira burada "Allah'ın yardımcıları" anlamında olan Ensârullah, bulunmaktadır. Gerçekten bu hicret, muhacirler için bir yardım ve zafer idi. Artık sığınacakları, yardım görecekleri, mallarında, ev ve yurtlarında, hatta eşlerinde ken­dilerini ortak kılacak bir sığınak bulabilmişlerdi!

Bu zafer ve yardım sadece muhacirler için değildi. Bu, aynı za­manda Ensar için de geçerliydi. Çünkü hepsi de kin ve düşmanlık üzere birbirlerine karşı diş bilemekteydiler. Bilhassa Evs ve Hazrec kabile­leri arasındaki bu kine son verildi. Diğer taraftan aralarında ayrılık ve fitne yayılmış bulunan yahudilerin de tuzağıyla karşı karşıya idiler. Bütün bunlar sona erdi.

Rasûlullah (s.a)'m Medine'de ilk iş olarak giriştiği şey, hemen bir mescid bina etmek oldu. Bu binada: "Allahü Ekber, Allahü Ekber" Rabbanî çağrı ve duyurusunu yükseltmek istiyordu. Bu, tertemiz ve pırıl pırıl mescidde, müslüman ümmeti eğitmek, ilahî vahyi buradan almak için inşa etti. insanlara, dinleriyle ilgili şeyler burada öğretilsin istiyordu. Bu mescid aynı zamanda İslâm askerî komite merkezi idi. Çünkü Allah yolunda cihada burada karar veriliyor. Hareket bura­dan sevk ve idare ediliyordu.

Bundan sonra Rasûlullah (s.a), Enes b. Malik'in evinde Muhacir ile Ensâr'ı birbirleriyle kardeş yaptı. Hepsi doksan kişi idiler. Yansı Ensar, yarısı Muhacir idi. Eşitlik esasına göre hepsini birbirleriyle kar­deş yaptı. Tâ Bedir savaşına kadar, aralarında herhangi bir kanbc.ğı, akrabalık olmaksızın birbirlerine mirasçı oldular. Bu ilişki, şu âyet inin­ceye kadar sürmüştü:

"Akraba olanlar, Allah'ın Kitabına göre, (mirascilık bakımından) birbirlerine diğer müzminlerden ve muhacirlerden daha yakındırlar; ancak, dostlarınıza uygun bir vasiyet yapmanız müstesnadır." (Ahzâb, 33/6)

Bu âyette görüldüğü gibi herhangi bir kardeşlik akdi söz konusu olmaksızın, mirascılığı yakınlara, akrabaya bırakmış olmaktadır.[275]

Gerçekten imana dayalı bu kardeşlik var ya, çok büyük faktör­dür. İnsanlığın birbirleriyle olan ilişkilerinde bu, yegane bağ olmak­tadır. Aynı zamanda her bir mü'min de bunu hissetmektedir. Nite­kim değerli Üstad Muhammed Kutub şöyle diyor:

İster muhacir olsun, ister Ensar, her ikisi de Allah için birbirleri­ne bağlanmışlardır. Her biri kardeşini canı kadar sevmektedir. Hal­buki bunlar aynı kabileden olmadıkları gibi aralarında herhangi bir kan bağı da yoktu. Hatta daha da ilerisi cahili dönemdeki kan bağı bile, onları bu manâda birbirlerine bağlamıyor, bu anlamda bir sevgi ve muhabbet oluşturmuyordu. Bu öylesi şaşırtıcı bir bağ ve sevgi idi ki, sadece akide ve inanç kardeşliğinden doğmakta idi.

İşte cahili ilişki ile İslâm ilişkisi arasındaki bu farkı bir düşününüz.

 Acaba insanda bu manâda bir duygu, akide ve inanç dışındaki bir başka şey yüzünden niçin meydana gelemiyor?

Buna verileccek cevap şöyledir: Aslında bu konu bir sır ya da si­hir değildir. Bu, sadece İslama olan inançtır. İnsanlar sıf Allah rızası için bu akide çerçevesinde bir araya gelebiliyorlar. Çünkü bunların her birerleri Allah'ı ve Rasûlünü tüm güçleriyle sevmektedir. Cahiliye dö­neminde olduğu gibi birbirinden görev çalmayı ve haksızlığı edinmek gibi bir endişeleri yoktu artık bunların. Burada açıkça görülen yön ve husus şu idi. Allah için ve Allah sevgisi için bir araya gelmek.[276]

 
Muhacir İle Ensar'ın Kardeşliğini Anlamak
 

Doğrusu bu kardeşliği çok iyi bir şekilde değerlendirmek ve ders almak gerekir. Müslümanın hayatında kendisi için ister "Ümmet ok ma isterse de devlet olma planında olsun" ya da ferdî planda her biri için önemli dersler vardır.

Ümmet olma platformundaki önemine gelince; gerçekten bu kar­deşlik, "Müslüman bir ümmet" olmayı-temelden oluşturmuş ve bu kavramı gerçekleştirmiştir. Bir ümmet ki, sadece akide ve inanç için bir araya gelmektedirler, sırf bu akide için yaşamaktadırlar. Herhan­gi bir kan bağı bir hasep-nesep ya da soy-sop, toprak, renk, dil, ırk veya akideleriyle çelişecek bir hesap için bir araya geliniyorlardı. Bü­tün bunlardan uzak, saf ve samimi olarak akideleri uğrunda tek üm­met olmak için birleşiyorlardı. Zaten Allah (c.c) lütuf ve ikram sahi­bidir. Her türlü imkanı bağışlamıştır. Nitekim şöyle buyurmaktadır:

"Hep birlikte Allah'ın ipine (İslam'a) sımsıkı yapışın; parça­lanmayın. Allah'ın size olan ni­metlerini hatırlayın: Hani siz bir­birinize düşman kişiler idiniz de O, gönüllerinizi birleştirmiş ve O'-nun nimeti sayesinde kardeş kim­seler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İş­te Allah size âyetlerini böyle açık­lar ki doğru yolu bulaşınız.

Sizden, hayra çağıran, iyiliği emredip kötülüğü meneden bir topluluk bulunsun. İşte onlar, kurtuluşa erenlerdir.

"Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır." (Âl'i İmrân, 3/103-105)                                                                     

Artık bundan böyle mü'minler birbirlerinin yakını, dostu ve veli­leri oldular. Her birisi kardeşini canım sever gibi seviyor, sırf bu dava için ona yardıma koşuyor ve bunun için cihad ediyordu. Kardeşini tüm yakınlarından, sevdiklerinden, malından, ailesinden, akrabalarından, kabilesinden ve çocuklarından da üstün olarak seviyor ve onlara ter­cih ediyordu. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Mü'min erkeklerle mü'min kadınların da bir kısmı, bir kısmı­nın velileridir." (Tevbe, 9/71)

Artık bundan böyle mü'minler bir tek vücut gibi oldular. Öyle ki Rasûlullah (s.a)'ın buyurduğ gibi olmuşlardı.

"Mü'minin mü'mine bağlılığı, tıpkı kısımları birbirine perçinle­nen bina gibidir." Daha sonra Rasûlullah (s.a) bunu göstermek için parmaklarını birbirine geçirdi, kenetledi.[277] Numan b. Beşîr'in söy­lediğine göre Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır:

"Tüm müzminlerin, birbirlerine merhamet etmekte, birbirlerini sevmekte, birbirlerine şefkat ve lütufta bulunma hususunda tıpkı bir vücut gibi olduklarını görürsün. O vücuttan bir organ hastalanınca, vücudun diğer organları, birbirlerini hasta organın acısına, uykusuz­lukla ve hararet (humma) ile katılmaya çağırır (acıyı birlikte paylaşır)lar”[278]

Allah (c.c), Muhacir ve Ensar'ı övüyor ve önce muhacirler hak­kında şöyle buyuruyor;

"(Allah'ın verdiği bu gani­met mallan), yurtlarından ve mal­larından çıkarılmış olan, Allah'­tan bir lütuf ve rıza dileyen, Al­lah'ın  dinine  ve  peygamberine

yardım eden fakir muhacirlerindir. İşte doğru olanlar bunlardır.(Haşr, 59/8)

Ensar hakkında da şöyle buyurmaktadır:

"Daha önceden Medine'yi yurt edinmiş ve gönüllerine ima­nı yerleştirmiş olan kimseler, ken­dilerine göç edip gelenleri sever­ler ve onlara verilenler karşısında içlerinde bir kaygı duymazlar. Kendileri zaruret içinde bulunsa­lar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa eren­lerdir." (Haşr, 59/9)

Aslında durum bundan çok daha büyük ve önemlidir. Bu Ensar ki, Rasûlullah (s.a)'a barınak oldular, onun yanında yer alanlara ku­cak açtılar, korudular, himaye ettiler, yardım ettiler. Sırf Allah rızası için onlara canlarını ve varlıklarını sundular, onlar için imkanlarını seferber ettiler. Hepsi bu akideleri sebebiyle birbirlerini sever oldular. Müslüman bu akide ile dinine bağlı olarak Rabbine teslim olmuştur. Nitekim müslüman olan kimsenin Ensarı sevmesi bir iman ve akide gereği olduğu gibi, onlara buğzetmek, onları sevmemek te münafıklık olarak kabul edilmiştir. Hatta Sahih olan bir hadiste Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuşlardır;

"İmanın alameti, Ensar'ı sevmek, münafıklığın alameti ise, Ensar'a buğzetmektir."[279]

Yine Rasûlullah (s.a) Efendimiz şöyle buyurmaktadırlar:"Ensar'ı ancak mü'min olanlar sever, onlara buğz edenler ise ancak münafık olanlardır. Kim onları severse Allah (c.c) da onu sever, kim de onlara buğzederse, Allah (c.c) da ona buğzeder."[280]

İşte böyle bir kardeşlik sayesinde “İslâm toplumu ve cemaati oluş­tu." Bu toplum ki, "La ilahe illallah" sancağını gölgelendirdiler (dal­galandırdılar). Rabbani şeriatı sağlamlaştırdılar/Onlar birbirlerini sev­mekte yücelip fani oldular. Sırf bu amaçla iyiliği emrettiler ve kötü­lükten de nehyettiler. Cihad onların tek amacı oldu. Onların yolu Al­lah'a davet idi, hayatlarının ve yaşantılarının metodu da bu oldu. Bun­lar için güçlü olan zayıftı. Ta ki bu güçlüden zayıfın hakkı elde olu­nuncaya dek. Zayıf olan da güçlü idi, zira onun hakkı güçlüden alı­nırdı. Bunlar sadece Allah'a, Rasûlüne ve mü'minlere dostluklarını ve yetkilerini verirlerdi. Düşmanlıkları ve hoşnudsuzlukları ise, en ya­kınları da olsa Allah düşmanlarına karşı idi. Onlardan tüm ilişkilerini keserlerdi. İmanın tadını ve lezzetini artık tadmışlardı. Küfrü ve kü­für ehlini öylesine tanımışlardı ki, hiç biri, tekrar küfre girmektense, ateşe girmeyi çok daha fazla isterdi. İşte küfür ve küfür ehlinden bu derece nefret ediyor ve uzak duruyorlardı. Çünkü Allah (c.c), bir de­fa kendilerini ondan kurtardıktan sonra tekrar oraya dönmeyi kesin­likle istemezlerdi. Nitekim Rasûlullah (s.a) şöyle buyurmuştur ve buy­ruk tahakkuk etmiştir:

"Hiç bir kimse, kişiyi ancak Allah için sevinceye, Allah kendisi­ni küfürden kurtardıktan sonra tekrar küfre dönmektense ateşe atıl­ması kendisine sevimli oluncaya ve Allah ile Rasûlü kendisine başka­larından daha sevgili oluncaya kadar imanın tadını bulamaz."[281]

İşte bu imana dayalı kardeşlik sayesinde kişi "Toplumsal garantiye" erişmiş olur. Bundan böyle kendisi için açık bir şekil orta­ya çıkmış olur. Bu öyle bariz bir durumdur ki, başka hiç bir şeyde bu­lunma imkanı yoktur.

Yine Buhârî'nin rivayet ettiği örneklerdendir. Rasûlullah (s.a) Me­dine'ye geldiklerinde, Abdurrahman b. Avf (r.a) ile Sa'd b. Rebî'i bir­birlerine kardeş yaptı. Bu ikisi kardeş olduktan sonra Sa'd, Abdur­rahman'a şöyle demiştir:

- Ben en çok malı olan (zengin olan) bir kimseyim. Malımı ikiye bölüştürdüm. Yarısı senin! Aynı zamanda benim iki de hanımım var, bak, ikisinden hangisi hoşuna giderse, onu bana söyle, ben boşaya-yım, o da iddetini (bekleme süresini) bitirince, sen onunla evlen! diye teklifte bulundu. Ancak Abdurrahman (r.a):

“- Allah aileni ve malını senin için mübarek ve bereketli kılsın. Sizin çarşınız neresidir, bana orayı, pazar yerini göster" dedi. Bunun üzerine kendisine Kaynuka oğulları çarşısını gösterdiler. Artık Abdur­rahman bundan böyle o çarşıdan her dönüşünde beraberinde muhak­kak keş ve yağdan bir fazlalıkla dönerdi. Sonra her sabah o çarşıya ticaret maksadıyla gitmeyi sürdürdü. Nihayet bir gün kendisinde (zi­fafa girenlere ait) üzerinde zaferan eseri olduğu halde, Rasûlullah'ı ziyarete geldi. Hz. Peygamber (s.a):

"- Nedir bu .halin?" diye sordular. O da:

"- Evlendim" dedi. Rasûlullah (s.a):

“- Kadına ne kadar mehir verdin?" diye sordu. Abdurrahman da: " 

 "- Bir çekirdek ağırlığında altın verdim," dedi.[282]

Burada esasen dikkat edilecek şey, Sa'd'ın kişiliğine ve üstün vas­fına sadece şaşırmamak lazımdır. Burada hayret ve gıpta edilecek di­ğer bir şey de, Abdurrahman (r.a)'ın üstün kişiliğini de düşünmektir. O Abdurrahman ki, Yahudileri kendi pazarlarında ve sahalarında köşeye sıkıştırmıştır. Öyleki pazara çıktıktan az bir süre sonra hem ken­di iffetini koruyacak imkanı elde etmiş, hem de ırzını koruyacak ev­lenme imkanını bulabilmişti. İşte bütün bunlar gerçekten imanın ver­diği en üstün ahlakın bir sonucu olabilmiştir.[283]

Sözün özü: Bu kardeşlik; gerçekten İslam'ın kardeşlik esaslarını pratik açısından ortaya koymuştur. Bu da onların bağlı bulundukları akidelerinden ve inançlarından doğmuş, mü'minlerin ruhlarına bu yön­den kesin etkisini bırakmıştır. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Mü'minler, ancak kardeştirler." (Hucûrât, 49/10) Bu, kesin başarıyla sonuçlanmış olan bir örnektir ve bunu başar­mada da tarihî açıdan bakılırsa yine tek örnek olduğu görülecektir. Diğer taraftan bu: "Kardeşleri için garanti sağlamak" açısından da pratikte uygulanan tek örnek olmaktadır. Bu, gerçekten İslam top­lumunun binasının oluşmasında da derin anlamı ve faktörü olan bir örnektir. Güçlü olanlar, güçsüz olanların durumlarını sırf Allah rıza­sı için ve bu temele bağlı kalarak üzerlerine alıp garanti etmişlerdi. Bu, işin bir yönü. Diğer bir yönü ise; Allah'ın hoşnud olabileceği kadar Allah"ın kendilerine verdiği malî imkandan tasarrufta bulunmak. İş­te ikinci yön de budur. Bunların hepsi de dikkat çekici şeylerdir.[284]

Hiç bir tarih kesinlikle, Ensar'm Muhacir'i karşılayıp bağrına bas­tıkları gibi bir olaya ne tanıktır, ne bundan başka bir örnek gösterebi­lir. Sonsuz ve asil bir sevgi, gayet cömertçe olan bir kucak açış ve se-havet, sonsuz hoşnudluğa varan bir ortaklık ve kaynaşma, onları ba­ğırlarına basmak için olan yarışla sıkıntılarını paylaşmak için olan gay­retleri ... öyleki rivayete göre, herhangi bir muhacir ancak bir kura so­nucu bir Ensarî'nin evine varmıştır. Çünkü Ensar muhaciri araların­da adeta paylaşamaz olmuşlardı. İşte en büyük kardeşlik örneği...[285]

 
Medine Döneminde Dostluk Ve Düşmandan Uzaklaşmak
 

Daha önceki bölümlerde anlattığımız gibi, Mekke'de bu, sadece hüccet ve delilleri ortaya koymak noktasında kendisini gösteriyor, ezi­yetlere, işkencelere dayanmak, güzel karşılık vermek gibi tavırlar temeli oluşturuyordu. Bunun böyle olması da Rabbânî hikmetin gereği idi. Meselâ; Hanîf dini üzerinde mü'minlerin eğitilmesi, onun gösterdiği aydınlıklı yolda gönüllerini parlatmak, tümüyle bir işi yapmad veya terketmede eşit olarak Allah'ın emri ile kendilerini kamil mana  da kayıtlı tutmaktı.

Ancak Medine döneminde farklı bir durum söz konusu idi. Hicretten tutun tâ Muhacirler ile Ensar arasında kardeşlik olayına kadarj farklı bir durum... İslâmî bir devletin kuruluşundan Allah yolunda cihada dek varan yepyeni bir durum. İslâm şeriatının duruma hakim! olmasına varıncaya kadar yepyeni bir dönem.

Bizim bu dönemle ilgili olarak ele alacağımız ilk şey, Rasûlullahj (s.a)'ın Muhacir ile Ensar için yazdırmış olduğu yazılı vesika ve belge olacaktır. Evet Muhacir, Ensar ve bunlara katılacaklarla ilgili yazıhi belge. Zira Medine'de aynı zamanda Yahudiler de bulunmaktadır. Onlarla sözleşme ve antlaşmaları vardı. Aynı zamanda onları dinlerind serbest bırakıyor, mallarını onlara terkediyor. Aynı zamanda bu bel­geye bağlı kalmaları için karşılıklı şartlar ortaya konuluyordu. Bu ko­nuyu İbn İshak, herhangi bir senede bağlı kalmaksızın aktarmakta­dır.[286]

Diğer taraftan aynı konuyu Saatî diye meşhur olan Ahmed el-Bennâ da, Ahmet b. Hanbel'in Müsnedine yazmış olduğu şerhinde açık­lamaktadır.[287] Bu konuyu sadece bunlar değil, hemen hemen tüm si­yer ve Meğazî bilginleri eserlerine kaydetmişlerdir.

Ancak ben burada konunun sadece muvalat, dostluk ve ilişkiler­le ilgili bölümlerini anlatmakla yetineceğim. Bu belgenin başında ilk] olarak şunları görmekteyiz:

 
Muhacir Ensar Sözleşmeleri
 

"Bismillahirrahmanirrahîm =Rahman ve Rahîm olan Ailah'ml adıyla. Bu belge, Peygamber Muhammed (s.a) tarafından, Kureyş'H ve Yesrib (Medine)li mü'mîn-müslümanlara bunlara bağlı ve katılmış olanlar ve kendileriyle birlikte savaşacaklar arasında yazılan bir (yazılı) belgedir. Kaldı ki bunlar, diğer insanlardan farklı bir topluluktarlar."[288]

"Hiç bir mü'min, başka bir mü'minin Mevlası ile aleyhte bir an­laşma yapmayacaktır. "Takva sahibi mü'minler, içlerinden azgınlık eden ya da zulüm ve haksızlık yapmak isteyen, ya da günah işleyen veya düşmanlık eden veya mü'minler arasında karışıklık çıkaran kim­seye karşı cephe alacaklar ve o, onlardan herhangi birisinin çocuğu da olsa, hepsinin elleri onun aleyhine kalkacaktır."

"Hiç bir mü'min, bir kâfir için, bir mü'mini öldürmeyecek ve mü'mine karşı kâfire yardımcı da olmayacaktır.

"Aslında Allah'ın ahdi ve teminatı her bir mü'min için birdir. Öyleki onların en aşağılık görülenlerine de şamildir. Zira mü'minler di­ğer insanlara göre ayrıca birbirlerinin mevlası ve yardımcısıdırlar."

"Ayrıca yahudilerden bize uyanlar ise, hiç bir vakit zulme uğra­mayacaklar ve aleyhlerinde de bir yardımlaşmaya gidilmeksizin yar­dım göreceklerdir."

"Mü'minlerin barışı aslında birdir. Hiç bir mü'min, Allah yolun­daki bir savaşta, mü'minlerden ayrı olarak bir barış yapamaz. Onlar ancak aralarında eşitlik ve adalet çerçevesinde hep beraber olarak ba­rış yapacaklardır."

"Bu sahifede (belgede)kileri kabul ve ikrar eden, Allah'a ve ahi-ret gününe inanan bir mü'minin, ortaya kötü bir olay çıkaran kimse­ye yardım etmesi ve onu barındırması helal (doğru) değildir. Böyle bir kimseye yardım eden ya da onu barındıran kimse, kıyamet günü Al­lah'ın laneti ve gazabı onun üzerine olacaktır. Bu kimsenin tevbesi ol­sun, kurtulma akçesi olsun kendisinden kabul olunmayacaktır. Sizler herhangi bir şeyde ihtilafa düştüğünüzde olunmayacaktır. Sizler her­hangi bir şeyde ihtilafa düştüğünüzde o şey, Aziz ve Celîl olan Allah'a ve Muhammed (s.a)'e havale olunacaktır. Yahudiler mü'minlerle bir­likte savaşa devam ettikleri sürece, savaş giderlerine katılacaklardır.[289]

Bu belge, insan haklarım ortaya kovması açısından en doğru ve en gerçekçi bir belgedir. Çünkü bu belge İslam toplumunu birbirleri­ne kenetleyen, birbirinin hukukunu korumasını sağlayan bir belgedir.

Aynı zamanda bu belge, başka dinlerden olan kimselerin haklarım da garanti altına almaktadır. Evet başka din mensupları islam şeriatının hükmü altında gölgelendikleri sürece onların da hukukunu koruyan bir belge...

Merhum İbn Kayyum, uygar bir toplumun şekil ve durumunu şu sözleriyle özetlemektedir:

Hz. Peygamber (s.a) Medine-i Münevvere'ye teşriflerinde, kâfir­ler üç kısma bölündüler.

Bir kısmı Rasûlullah (s.a) ile antlaşma yaptı ve Rasûlullah'a kar­şı koymamak, müslümanlara karşı çıkmamak şartı üzerinde anlaştı­lar, aleyhte bir harekete geçmemeye söz verdiler. Küfürlerinde devam etmeleriyle birlikte, müslümanlarm düşmanlarına dostluk ve velayet göstermeyecekler. Böylece kanlan ve mallan açısından güvence altın­da olacaklardır.

İkinci bir kısım ise, onunla savaştı ve kendisine karşı düşmanlık bayrağını çektiler.

Üçüncü bir kısmı da.da onu bıraktılar, kendisiyle herhangi bir savaşa girişmediler. Aksine Rasûlullah'ın işini kendisine ve düşman­larına bıraktılar. Diğer taraftan bunlardan bir kısmı içten içe Hz. Mu-hammed'in hakim olmasını ve zafer kazanmasını istiyor ve arzuluyor-du. Kimisi de düşmanlarının başarı kazanıp üstün olmasını istiyordu. Kimisi görünürde Rasûlullah (s.a) ile beraber olduklarını söylerlerken, içten içe yani gizli olarak ta düşman ile hareket ediyorlardı. Bunlar böylece her iki taraftan yana zanlarınca güven içinde olmak istiyor­lardı. Bu gurup münafık gruptu.

Bütün bu gruplarla yapılan muamele Yüce Rabbimizin emri doğrultusanda olmuştur.[290]

Bû araştırma esnasında bu antlaşmanın belirgin üç özelliğinin or­taya çıktığını gördüm:

1. Ehli Kitab'ın müslümanlara kurdukları komplo hile ve tuzak­lar (Sonra bunlarla dostluk kurulması ve bunlara itaat etmek yasak­lanmıştır.)

2. Nifakın ve münafıklığım ortaya çıkıp, müslümanlara karşı giz­liden harekete geçmesi.

3. Bütün bu grupların hepsinden uzak durmak. Yani müslüman-lar ile düşmanları arasında tam ve kesin bir ayrılık. Bunun bir başka yönü vardır ki, biz bunu yeri geldiğinde aktaracağız.

 
Ehli Kitab'ın Tuzak Kurmaları Sonucu Müslümanların Bunlarla Dostluktan Menedilişi
 

İnsaf ehli araştırıcı tarihçiler, yahudi tarihiyle ilgili araştırmala­rında şu hususlarda ittifak etmişlerdir

Yahudiler gerçekten kindar bir millettirler. Tabiatlarında hile yap­mak ve aldatmak yatıyor. Karşısındakine zulmetmek ve onu gadre uğ­ratmak kanlarına işlemiştir. Allah'a ve Rasûlüne karşı savaşmayı ah­lak haline getirmişlerdir.

Allah (c.c)'m bildiği bir hikmet gereği, risâlet görevi İsrailoğulla-rından peygamberlerin sonuncusu, Kureyşli ve Haşimî soyuna bağlı arap olan Abdullah oğlu Muhammed (s.a)'e geçmiştir. Yahudiler özel­likle hile ve tuzaklarına Mekke'de başlamışlardı. Rasûlullah (s.a), Mçk-ke'de olduğu dönemde, Kureyşlilerin inatçı sorulan konusunda Ya­hudiler bunlara hep yardımcı olmuşlardır. Kureyşlilerin Rasûlul-lah(s.a)'a sormakta inadla ısrar ettikleri sorularda.. Meselâ Yahudi­ler Kureyş'lilere: "Ona ruhtan sorun, Ashab'ı Kehfi sorun gibi fikir­ler verip, Rasûlullah'ın zor durumda bırakılmasını sağlamaya çalış­mışlardır. Bunlar Kehf sûresinde anlatılmıştır.

Rasûlullah (s.a) ve kendisine iman edenler hep birlikte Medine'­ye hicret edince yahudilerin dünyaları başlarına çöktü, kıyametleri kop­tu. Artık bundan böyle durup dinlenmeden hile, tuzak komplolar ve fesadı yaygınlaştırdılar. Bu yoğunluğun artış sebebi şu idi. Yeryüzün­de bir İslâm devleti kurulmuştur. Ve bunun onlar üzerinde çok büyük menfî etkisi olmuştur. Çünkü İslam, onların gücünü ve belini kırdı. Zira hakkı hakim kıldı. Onların gizledikleri bütün hileleri ortaya çı­kardı. İnsanların onların şerrinden ve kötülüklerinden çekip kurdar-dı. Onların hakimiyetlerini ve varlıklarını paramparça etti, zulümleri­ne ve tuzaklarına son verdi. Artık bundan böyle orada İslam'a ve mü'-minlere hile yapacak ve tuzak kuracak durumda değillerdi.

Yahudiler, müslüman olmak isteyenlere karşı hemen her türlü fe­laket ve musibeti reva görüyorlar, onlara zulmederek İslamı Önlemek

istiyorlardı. Aslında nifak ve münafıklık olayı bunların kucağında bü­yüyüp gelişmiş, faaliyet merkezi olmuştur. Daha önce zikretmiş oldu­ğumuz yazılı belgeye riâyet etmemişler, daima Allah'a ve Rasûlüne iha­net etmişlerdir. Müslümanlara zulmetmişler, onları gadre uğratmış­lardır. Müşrik ve kâfirlerle beraber bulunarak, yetkilerini ve dostluk­larını her zaman onlar lehine kullanmışlardır. Rasûlullah (s.a)'a ezi­yet etmişler ve bir çok suikastlar düzenlemişlerdi. Ancak hiç bir za­man başarılı olamadılar...

Özellikle Kur'ân'ın Medine'de inen bölümleri ve bu sûrelerin en büyükleri olan Bakara, Ali İmrân, Nisa ve Maide bu noktaya dikkat çekmiş, onların gizli dolaplarını, hile ve tuzaklarını ortaya koymuş on­ları böylece rezil etmiştir. Aslında buna dair âyetler bir hayli çoktur. Ancak ben bunlardan sadece bazılarını burada sunmak istiyorum. Bu sayede, günümüzde onların tuzağına düşüp aldanmış olan müslüman-larca konu iyice açıklığa kavuşmuş olsun istiyorum. Zira bu aldanan müslünıanjar, onları dost ediniyorlar, velayetlerini onlara veriyorlar, onları ta'zim ediyorlar, saygı duyuyorlar, hatta bundan öte onlara uya­rak peşlerinden gidiyorlar. Halbuki mü'minleri aldatan bu kişiler pey­gamberleri öldüren, yeryüzünde fesad ve bozgunculuk çıkaran Allah düşmanları ve lanetli kimselerdir. Rabbimiz bu konuda şöyle bu­yuruyor;

''Ehli kitaptan çoğu, hakikat kendilerine apaçık belli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlık­tan ötürü, sîzi imanınızdan son­ra küfre döndürmek isterler. Siz, Allah onlar hakkındaki emrini ge­tirinceye kadar affedip bağışlayın. Şüphesiz Allah her şeye kadirdir.”(Bakara,2/109)

"Ehli kitaptan bir kısmı is­tediler ki, ne yapıp edip sizi saptırabilsinler. Oysa onlar, sadece kendilerini saptırırlar da farkına bile varmazlar." (Al'i İmrân, 3/69)

"Ehl'i kitaptan bir gurup; "Mü'mirilere indirilmiş olana sa­bahleyin (görünüşte) inanıp ak­şamleyin inkâr edin. Belki onlar (böylece dinlerinden) dönerler." dedi." "Al'i İmrân, 3/72"                                                       

Bu âyet meali aşağıda sunulacak olan bir yahudi planıyla ilgili olarak inmiştir.

Rivayete göre, Hayber yahudilerinden 12 kişilik bir hahamlar (din adamları) topluluğu günün ilk saatlerinde sözde İslâm'ı kabul edip böy­lece müslüman gözükecekler, ancak akşama doğru, kendi kitaplarına baktıklarında, orada Hz. Muhammed (s.a)'in peygamberliğine ilişkin bir işarete rastlayamadıklanm ileri sürerek müslümanların dinlerin­den dönmelerini sağlamaya çalışacaklardı. Rabbimiz yine şöyle bu­yuruyor:

"(Yahudiler ve hnstiyanlar müslümanlara:) "Yahudi ya da hrıstiyan olun ki, doğru yolu bu­laşınız." dediler. De ki: "Hayır!Biz, Hanif olan İbrahim'in dini ne uyarız. O, müşriklerden değildi." (Bakara, 2/135)                 

"(Ey Mü'minler!) Kâfirler de putperestler de Rabbinizden size bir hayır indirilmesini istemezler. Halbuki Allah rahmetini dilediği­ne verir. Allah büyük lütuf sahi­bidir." (Bakara, 2/105).

"Ey iman edenler! Kendi dı-şınızdakileri sırdaş edinmeyin. Çünkü onlar size fenalık etmek­ten asla geri durmazlar, hep sıkın­tıya düşmenizi isterler. Gerçekten, kin ve düşmanlıkları ağızlarından (dökülen sözlerinden) belli olmak

tadır. Kalblerinde sakladıkları (düşmanlıkları) ise daha büyüktür. Eğer düşünüp anlıyorsanız âyetlerimizi size açıklamış bulunuyoruz." (Al'i İmrân, 3/118)

İşte bu manâda daha bir çok âyetler, bunların müslümanlara karşı olan hilelerini ortaya koymaktadır, yine bunların müslümanlar ve on­lara tabi olanlar için hazırlayıp pusuda bekleye durdukları tuzaklarını ortaya koymaktadır. Bunun içindir ki, gelen bir çok âyetler mü'min-lerin dikkatini çekmiş, onları uyarmış, bunların genel olarak kâfirleri dinlememeleri ve özellikle de Ehli kitaba kulak vermemeleri istenmiş­tir. Bunlara kulak asılmayacak, itaat olunmayacaktı. Bunlar dost ve veli edinilmeyecek, bunlara karşı herhangi bir eğilim de gösterilmeye­cektir. Ben bunu daha fazla uzatmak istemiyorum. Yine bazı âyet me­alleri sunayım. Çünkü ileride yine bu bölümde, dostluk kurmanın ve ilişkinin şekilleri bahsinde meseleye daha geniş yaklaşacağız inşaallah...

Rabbimiz (c.c) buyuruyor ki:

"Sen   dinlerine  uymadıkça yahudiler de hırıstiyanlar da sen­den razı olmayacaklardır. De ki, "Doğru yol, ancak Allah'ın yo­ludur." Sana gelen ilimden son­ra bilfarz onların arzularına uyacâk olursan, andolsun ki, Allah'-                              tan sana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır." (Bakara, 2/120)

"Ey iman edenler! Eğer kâ­firlere uyarsanız, sizi eski dinini­ze geri çevirirler; o takdirde büs­bütün kaybedersiniz. Bilakis, mevtamız Allah'tır ve O, yardım­cıların en hayırhsıdır." (Ali İmrân, 3/149-150)

"Ey iman edenler! Kendile­rine kitap verilenlerden bir guru­ba uyarsanız imanın/dan sonra si­zi yeniden kâfir ederler. Size Al­lah'ın âyetleri okunurken, üstelik Allah Kasûlü de aranızda iken, nasıl inkara saparsınız? Her kim                     

Allah'a   bağlanırsa,   kesinlikte doğru yola iletilmiştir." (Al'i îmrân, 3/100-101)

Bu ik âyetin nüzul sebebiyle ilgili olarak şu olay anlatılmaktadır: Şâs b. Kays cahiliye düşüncesine son derece bağlı yaşlı bir yahudidir. Küfürde çok ileri bir noktada olduğu gibi, müslümanlara karşı olan kini de oldukça şiddetlidir, müslümanlara hasedetmekte ve onları çe-kememektedir. Bir gün Evs ve Hazrec kabilesinden olan müslüman­lar, Rasülullah'ın ashabına uğradı. Onları hep bir arada oturup güzel güzel konuştuklarını, aralarında herhangi bir ihtilafın olmadığını gördü. Buna çok içerledi. Onların bu cemaatı ve birbirlerine olan bağlılığı onu adeta çileden çıkardı. Çünkü bu iki kabile İslamdan önce birbirinin kanına susamış iki büyük düşman idiler. Ancak İslamı kabullenmele­rinden sonra artık kan kardeşliğinden öteye bir kardeşlik, din kardeş­liği ve Rasûlullah'a ashab olma bahtiyarlığı doğmuştu. Bu yahudi kendi kendine şöyle konuşmuştu:

"Artık kayle oğulları topluluğu bu ülkede bir araya gelebilmiş ol­duğuna göre bundan böyle, bizim burada toplanmamıza imkan kal­mamıştır!" Hemen yanında ki bir yahudi gencine şunları teklif etti:

- Derhal git, aralarına gir ve otur, onlarla birlikte ol. Sonra da o iki kabilenin birbirlerini kırdığı cahiliye dönemindeki Buas savaşın­dan sözet, onda olanları anlat, aynı zamanda o esnada iki kabilenin birbirlerine atışma olarak söyledikleri şiirlerden de oku, oku ki, bir­likleri bozulsun, dedi.

Yahudi genci derhal verilen emri yerine getirdi. İki kabile bunun üzerine birbirleriyle atıştılar, kimi övünürken, kimi de başkaca şeyler ileri sürerek birbirlerine münakaşa etmeye başladılar. Bu arada iki ka­bileden birer kişi birbirlerinin üzerine saldırdı. Böylece atışıp durur­larken, o iki adamdan biri diğerine şöyle dedi:

İstersen, ben onu o olayı tekrar meydana getireyim. Her iki gu­rup tada sinirli hava gittikçe gerginleşti ve dediler ki: "Artık silaha sarılan, silaha! Hem düello yapacağımız yer ve meydan da bellidir, o zahire ya da harre denilen yerdir. Oraya gidin," denildi. Hepsi ora­ya gittiler. Evs ve Hazrec kabileleri cahiliyedeki bir dava sebebiyle bah­sedilen yerde karşı karşıya geldiler. Neredeyse birbirleriyle vuruşacak duruma gelinmişti.

Durum hemen Rasûlullah (s.a)'a iletildi. Rasûlullah (s.a), bera­berinde muhacirler olduğu halde kalkıp onların yanma geldi ve şöyle buvurdu:

"- Ey Müslümanlar topluluğu! Aman Allah'ım! Sizler ha, sizler hâ, ben aranızdayken ve Allah (c.c), sizi hidayete erdirip müslüman kılmışken, bu hususta size ikramda bulunurken, sizi tüm cahiliye kir­lerinden ve işlerinden kurtarmışken siz cahiliye davasıyla birbirinize karşı çıkıyorsunuz ha öyle mi? Allah (c.c) sizi birbirinize sevdirirken, ülfetinizi artırırken, siz eskiden olduğu gibi tekrar kâfirler olarak eski durumunuza düşmek istiyorsunuz? Öyle mi..!

Oradaki iki toplum derhal kendilerini toparladılar ve durumun farkına vardılar, bunun şeytanın bir tuzağı olduğunu sezdiler. Düş­manlarının da bir hilesi olduğunu anladılar. Derhal silahlarını bir ke­nara fırlattılar, hepsi yaptıkları hatadan ötürü ağlaştılar. İki kabile, Evs ve Hazrec kabilesi birbirleriyle tekrar kucaklaştılar ve hep bera­ber Rasûlullah (s.a) ile birlikte geri döndüler. Artık onu diniliyor ve ona itaat ediyorlardı. Allah (c.c), böylece onların aleyhine düşmanla­rının giriştiği hile ve tuzaklarının ateşini söndürdü, Allah düşmanının başvurduğu tuzak da sonuçsuz kaldı.                       

İşte bu olay üzerine Rabbim şöyle buyuruyordu:

"Ey iman edenler! Kendilerine kitap verilenlerden bir guruba uyar­sanız imanınızdan sonra sizi yeniden kâfir ederler.'* (Ali İmrân, 3/100)

Cabir b. Abdullah diyor ki: Rasûlullah (s.a)'m aramıza kadar çı­kıp gelmesi ve eliyle bizlere işaret buyurması ve bizi yaptığımızdan me­netmesi, Allah'ın aramızı düzeltmesi çok iyi oldu. Ancak ben onun bizden böyle bir şeyi görmesini istemiyordum. Çünkü bize, Allah'ın Rasûlü Hz. Muhammed'den daha sevimli kimse yoktu. Ben, başta daha kötü ve daha vahşice bir gün olarak ve sonuç bakımından da daha iyi ve güzel bir gün olarak o günden başkasını hatırlamıyorum.[291]

Allah (c.c), Bakara süresindeki, Benî İsraîl kıssasını, İsrailoğullarının Hz. Musa (s.a) ile olan durumlarını ve kesilmesi gereken sığı­rın kesilmesi için olan olayı anlattıktan sonra Rabbimiz mü'minleri, doğru yola iletmek için onlara yol gösteriyor ve şöyle buyuruyor:

Şimdi (ey mü'minler) onların size inanacaklarını mı umuyorsunuz? Oysa ki, onlardan bir zumre, Allah'ın kelamını işitirler de iyice anladıktan sonra, bile bile onu tahrif ederlerdi.

"(münafıklar) inananlarla karşılaştıklarında "iman ettik” derler. Birbirleriyle yalnız kaldık­ları vakit ise "Allah'ın size açtık­larını (Tevrattaki bilgileri), Rab-biniz katında sizin aleyhinize hüccet getirmeleri için mi onlara! anlatı­yorsunuz; bunları düşünmüyor musunuz" derler.

"Onlar bilmezler mi ki, gizlediklerini de açıkça yaptıklarım da Allah' bilmektedir." (Bakara, 2/77)                                     

Daha sonra uyarma ve sakındırma olayına derinlik kazandıran âyetler yer alıyor:

"Ey iman edenler! Yahudi­leri ve hrıstiyanları dost edinme­yin. Zira onlar birbirinin dostu­durlar (birbirinin tarafını tutar­lar). İçinizden onları dost tutan­lar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zâlimler topluluğuna yol göstermez." (Maide, 5/51)

Rabbim daha sonra şöyle buyuruyor:

"Sizin dostunuz (veliniz) an­cak Allah'tır, Rasûlüdür, iman edenlerdir; onlar ki Allah'ın emir­lerine boyun eğerek namazı kılar­lar, zekatı verirler.

"Kim Allah'ı, Rasûl'ünü ve iman edenleri dost edinirse (bilsin ki) üstün gelecek olanlar şüphesiz Allah'ın tarafım tutanlardır.

"Ey iman edenler!   Sizden önce kendilerine Kitab verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edi­nenleri ve kafirleri dost edinmeyin. Allah'tan korkun; eğer mü'minlerseniz." (Maide, 5/55, 57)                                               

İşte bu nassîar ve daha başka nasslar, kitap ehlinin müslümanla-ra ve îslama karşı olan hilelerini, tanıma noktasında müslümanlara gerekli bilgiyi ve açıklamayı vermiş olmaktadır. Böylece bazı müslü-manlann bu gibi kimselere karşı duydukları sevgi ve dostluğu kesin olarak koparıp atmaktadır. Zira bu düşmanlarla sevgi ve dostluk ku­rulamaz. Çünkü kişiler sevgiyi ve dostluğu sadece Allah için, Rasûlü için ve bir de mü'minler için beslerler. Bu üç sınıfın dışında ise asla.


[273] Zâdü'l-Meâd, III, 43.

[274] Ibn Hişam, Sîrel, 2/124-127; Zâdülmeâd, 3/50-51.

[275] Zadülmead, 3/63.

[276] İslami Eğitim Metodu, 2/40-41.

[277] Müslim, birr, 2585; Buhârî, Edeb, 36; Mezâlim, 5.

[278] Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66 (Lafız Buhârî'nindir.)

[279] Buhârî, İman 10; Müslim, İman, 19; Menakıbul Ensâr, 4.

[280] Buhârî, Menakıb, 4-5, Müslim, îman, 20.

[281] Buhârî, Edeb, 42; Müslim, iman, 43.

[282] Buhârî, Menakibul-Ensâr, 5-6.

[283] Şeyh Gazzalî, Fıkhussîre, 193.

[284] M. Kutub, İslâm'da Eğitim ve Terbiye Metodu, 2/69.

[285] Fî Zilâl, 6/3526.

[286] İbn Hişam, Sîret, 2/147.

[287] Bennâ, Müsned şerhi, 21/10.

[288] İbn Hişam Sire, 247.

[289] İbn Hişânı, Siyer, 2/148-149.

[290] Zâdu'l-Meâd, III, 126.

[291] Taberî, Tefsiri, 4/23; Vahidî, Esbabünnüzûl, 66; Kurtubî, Ahkâmül-Kur'ân, 4/155; Beğavî,- Tefsir, I, 389.