- Mâturîdî Ve Eş'arî'nin Metod Usûlünde İttifakı

Adsense kodları


Mâturîdî Ve Eş'arî'nin Metod Usûlünde İttifakı

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Sun 10 July 2011, 06:52 pm GMT +0200

Mâturîdî Ve Eş'arî'nin Metod Ve Mezhep Usûlünde İttifakı


îmam-ı Mâturîdî tıpkı îmam-ı Eş'arî gibi' harfçılarla akılcılar ara­sında orta bir metod benimsemiştir. Evet her ikisi de Haşeviler, Muşeb-biheler, Mukeyyife, Muhaddide ve Mucessimelerden harfçilerle Mu'tezile'-den akılcılar arasında orta bir yol benimsemişlerdir. Nitekim Mâturîdî ve Eş'arî Cebriye ve Râfizîlerin ileri gelenleri karşısında orta ve mu'tedil. bir yol izlemişlerdir. Evet bu iki ehli sünnet imamı bu fırkalar arasında orta bir metod benimserler. Mezhepte buluştukları gibi metodda da bu­luşurlar. Esasen mezhep, benimsenen yol ve metod'un tatbikinden başka bir şey değildir. Her iki imam şu noktalarda fikir birliği yapıp buluşurlar: Allah'u Teâlâ'nm sıfatlarını ispatta, O'nun ezelî kelâmında, onun görün­mesinin caiz olmasında, Allah'ın arşının beyanı ve arş'ı ihata ve istilâ etmesinde, Allah'ın kullarının fiilleri hakkında, kullardan büyük günah işleyenlerin durumu hakkında ve nihayet Allah'ın Resûlü'nün şefaati hakkında. Müslüman fırkaları arasında ihtilâf vuku bulan bu önemli mes'elelerde hatta kelâm ilminin önemli konuları olan bu hususlarda her ikisi de fikir birliğinde bulunmuşlardır.

îmam-ı Eş'arî AUahu Teâlâ'nm sıfatları hakkında orta bir yol be­nimsemiştir. Bu hususta Ibni Asakir diyor ki: «Eş'arî, Mu'tezile, Cehmi-ler ve Rafiziler'in kitaplarını gözden geçirip onların «Allah'ın ilmi, Kud­reti, işitme ve görme sıfatları ve Hayat, Beka, İrade sıfatları yoktur dediklerini ve Haşeviler, Mücessimeler, Mukeyyife, Muhaddidelerin de: Ger­çekten Allah'ın ilimler gibi ilmi, kudretler gibi kudreti, işitmeler gibi işit­mesi, görmeleri gibi görmesi vardır.» dediklerini gördü. Bunun üzerine, her iki görüşün ortasında bir metod öne sürerek şöyle dedi: «Şüphesiz ki, Allah-u Teâlâ'nm ilim sıfatı vardır. Fakat diğer ilimler gibi değildir. Kudret sıfatı da başkalarının kudret sıfatlarına benzemez. Allah'ın işit­me ve görme sıfatları vardır. Fakat başkasının görme ve işitme sıfatla­rına asla benzemez.»[46]

îmam-ı Mâturîdî de aym yolu benimsiyor. Biz onun Kitab'ut-Tev-hîd ismindeki eserinde şu görüşleri okuyoruz: «Sonra Allah-u Teâlâ Ka­dirdir, âlimdir, diridir, Kerîmdir, çok cömerttir, diye onu vasıflandırırız. Bu sıfatlarla Allah'a isim vermek aklî ve naklî delillerin tümü ile tesbit edilmiştir... Ancak, ne varki bir gurup bu isimleri başkalarına da yö­nelttiler. Bu hususta onlar ismi ispatta, isim ile müsemnıa arasmda bir benzerlik vardır zannma kapıldılar... Fakat isme muvafakatta sıfatın is­me benzemekteki uzaklığını açıklamıştık. Allah, kendi nefsine verdiği is­mi almıştır. Ve kendisine verdiği sıfatla da mevsuftur..."[47] Sonra Mâturîdî adı geçen kitabının başka bir yerinde şöyle diyor: «Allah bîrdir, onun benzeri yoktur...» Bu husus sabit olduğunda, mahlûkatdan, kendisine iza­fe edilenin hepsinin takdiri bâtıl olur ve yine Allah'm mahlûkata izafe edi­lip mahlûkatın almış olduğu sıfatlardan anlaşılan her bir sıfatla vasfolun-ması da bâtıl olur.. îşte bu noktada Muşebbihelerin inatlaştıkları ortaya çı­kar, bu da Mulhid olanların ilhadına sebeb olur. Günkü o, bununla gö­rülenin ihtjmal verdiği hususunu yanlış olarak anlamıştır... İsimleri is­patta ve sıfatları tahkik ve tetkikde hiç bir benzerlik yoktur. Fakat biz burada Allah âlimdir fakat âlimler gibi değil, sözümüzden husule gelecek, şüpheyi gidermek için bu hususa temas ettik. Bu nevi her isim verdiği­miz ve sıfatlandırdığımız isim ve sıfatların hepsinde aynıdır.[48]

İmam-ı Eş'arî Allah-u Teâlâ'nm Kadîm ve kendi Zatı ile kaim olan Kelâmı Nefsi'si (öz kelâmı) ve Mushaflarda yazılan şekli ile hadis olan şekiller ve harfler arasını ayırt ederek Allah'u Teâlâ'nm kelâmı hakkın­da orta bir yoî tutmuştur. İbni Asakir diyor ki: «Mu'tezile de şöyle diyor:

. «Allah'ın Kelâmı mahlûktur, sonradan icat edilmiştir» Haşeviye ve Mu-cessimeler de şöyle diyorlar: «Hurufu Mukattaa (âyetlerdeki harfler) ve bunlarla Mushaflarda yazılan şekiller, kendisi ile yazılan tüm renkler, iki kap arasında bulunan tüm âyetler kadîmdir, ezelîdir.» Bunun üzeri­ne Eş'arî'nin her iki görüş arasında orta bir yol tuttuğunu ve şöyle de­diğini görüyoruz: «Kur'anı Kerîm değişmiyen, mahlûk ve hadîs olmıyan Allah'u Teâlâ'nm Kelâm'ı Kadîmidir. Harflere, şekillere, renklere, oku­nurken meydana gelen seslere ve bütün hudutlagmış hususlar ve âlemde bulunan sıfatlanmış mahlûkatm hepsi mahlûktur, sonradan yaratılmış­tır, hadistir.»[49]

Eş'arî'nin bu görüşlerinin hepsi Mâturîdî ve mezhebine tâbi olan­ların benimsedikleri bir görüştür. Biz Mâturîdî mezhebinin en büyük yar­dımcılarından biri olan imam Eb'ul-Muin En-Nesefi'nin «Tebsıret'ül Edil-le» adındaki kitabında şu satırları okuyoruz: «İnsanlar Allah'u Teâlâ'nm kelâmı hakkında Kadîm midir, yoksa Hadis midir, diye ihtilâf etmişler­dir. Ehl'ül-Hak diyor ki: Gerçekten Allah'u Teâlâ'nm kelâmı kendisinin ezelî bir sıfatıdır; harf ve sesler cinsinden değildir, o sıfat öyle Allah'ın Zatı ile kaim bir sıfatdır ki; sükûn, dilsizlik, çocukluk hali ve daha baş­ka sıfatlara münafidir. Allah o sıfatı ile emredici, nehyedici, haber verici olduğu için Mutekellîmdir. Şu Mushaftaki ibareler ise onun sıfatına delâ­let eder..»[50] Kitabının başka bir yerinde Nesefi şöyle diyor: «Sonra biz, bizimle muhaliflerimiz arasındaki Kur'an hakkında vukubulan mes'elele-ri tasvir etmeğe çalışıyoruz. Ta ki bununla onların yaldızlı sözlerle süs­ledikleri zayıf meselelerin çoğu bertaraf edilsin. Bunun için diyoruz ki, Allah'u Teâlâ'mn kelâm sıfatı kendi zatı ile kaim olan ve harf ve sesler cinsiden olmıyan bir sıfattır. O, öyle tek sıfattır ki Allah, emrettiğini onunla emreder, neden nehyetti ise onunla nehyeder. Haber verdiğini de onunla verir. O, ezelî bir sıfattır. Sonra bu Arapça, İbranice ve yahut Süryanice[51] olan bu ibareler, o kelâmdan olan ibarelerdir. O kelâm bu ibareleri meydana getirir. Bu ibareler ise harf ve seslerden meydana gelmiştir ki kendi mahallerinde hadis, mahlûk ve Aîlah'u Teâlâ'nm ezelî sıfatı olan kelâm-ı ilâhiyesine delâlet ederler. O'nun âyetleri, cüzleri, aşirleri, sınıfları ve başka türlü şekilleri vardır. Bunların hepsi bir birlerine benzemez. Allah'u Teâlâ'nm kelâmı ise birdir, böyle parçalara bölünmez ve dolayısı ile birbirlerine benzemez gibi husus kendisinde düşünüle­mez...[52]

İmam El-Bcyazî —ki diğer Mâturîdî ismiyle meşhurdur— bir yön­den ehli sünnet mezhebinden olan Mâturîdîlerle Eş'arîler arasındaki ihti­lâfı tasvir ederken diğer taraftan ehli sünnete muhalif olanlarla ehli sün­net arasındaki ihtilâfı açıklamıştır. Kelâmcılar arasındaki ihtilâfı kuv­vetli bir şekilde şu meselelerde tesbit etmiştir ki, bunu Îşarat'ül-Meram kitabında okuyoruz: «Allah'u Teâlâ mütekellimdir, fakat onun kelâmı, bizim kelâmımız gibi değildir.» Bu ibarede aşağıdaki meselelere işaret edilmektedir:

Cenab'ı Allah'ın kelâmı nefsisi'ni nefyeden Mu'tezile mezhebine red...

«Allah'u Telâ'nın kelâmı lafzîdir. O, harflerin tertibi ve kelimelerin birbiri ardınca gelmesi itibariyle Kadîmdir, Allah'u Telâl'nın Zatı ile ka­imdir» diyen Haşeviyeleri red...

Kerrâmilerin, «Allah'ın kelâmı lâfzından ibarettir. O, hadîstir, Al­lah'u Teâlâ'nm zatı üe kâimdir» sözlerine red...

Burada ifade-i meram ederken neticeleri birbirine uymayan iki kı­yasla karşılaşıyoruz. Şöyle ki:

Alİah'u Teâlâ'nm kelâmı kendisinin sıfatıdır. Allah'ın sıfatı olan her sıfat kadîmdir. Öyle ise Alah'm kelâmı de kadîmdir.

Allah'u Teâlâ'mn kelâmı, tertiplenmiş harflerden meydana gelmiş­tir. Bu ise vücutta birbirini takip etmektedir. Böyle olan her şey hadis­tir, öyle ise Allah'ın kelâmı da hadistir. İşte birinci kıyas ne kadar doğru ise ikinci kıyas da o kadar bâtıldır, doğru değildir.

Evet, ehli sünnetden Mâturîdîler olsun, Eş'arîler olsun, Allah'u Te­âlâ'nm kelâmı nıürettep harflerden meydana gelmiş ve birbiri ardınca vücut bulmuştur... diye ifade edilen ikinci kıyasın suğrasmı (küçük öner­me) kabul etmiyerek red etmişlerdir. Hanbeîüer, ikinci kıyasın kübrasını (büyük Önerme) teşvik eden «her harfler ve seslerden meydana gelen ve bu şekilde mürettep olan hadistir.» kısmını kabul etmiyerek Allah'u Teâlâ'nm kelâmı seslerden ve tertiplenmiş harflerden müelleftir. O, ka­dîmdir, Allah'u Teâlâ'nm zatı ile kaimdir dediler.

Mu'tezileler de, «Allah'u Teâlâ'nm kelâmı kendi sıfatıdır» ibaresiyle birinci kıyasın suğrasmı teşkil eden ifadeyi kabul etmiyerek şu görüşü ortaya attılar: «Allah'u Teâlâ'nm kelâmı, meydana gelen sesler ve ter­tiplenmiş harflerden ibarettir. O, Allah'ın gayri ile kaimdir. Allah'u Teâ­lâ'nm mütekcllim olmasının mânâsı, o harfleri ve sesleri Levhi Mahfus veya Cibril veyahut Peygamber Aleyhİsselâm veyahut da Musa Aleyhis-selâm'ın baktığı ağaç gibi başka bir cisimde icat etmesi demektir. «Ke-iâm-ı Nefsî» diye bir şey varlıkta sabit değildir. Çünkü böyle bir tesbit mâkul sayılmaz,»

Kerramiyeler ise, «Allah'ın sıfatı olan her sıfat kadîmdir» diye ifa­desini bulan birinci kıyasın kübrasmı men' edip kabul etmediler ve şu görüşe sahip oldııklarını ifade ettiler: «Allah'u Teâlâ'nm kelâmı, kendi­nin, hadis harfler ve seslerden meydana gelmiş bir sıfatıdır, ve Zatı ile kaimdir..»[53]

îmam-ı Eş'arî Allah'u Teâlâ'nm görmesi konusunda orta bir yol be­nimsemiştir. Nitekim îbni Asakir bu hususu şöyle ifade ediyor: «Evet, Muşebbihe olan Haşeviyeler de böyle diyorlar: «Allah'u Teâlâ, diğer gö­rünenler gibi sınırlanmış ve bir şekil almış olarak görünür.» Mu'teziler, Cehmiîer, Neccariler de bu mevzuda şöyle diyorlar: «Allah Subhanehu ve Teâlâ, hâl ve durumlardan hiç bir şekilde görünmez.» Eş'arî ise (Allah ondan razı olsun) bu iki görüşün ortasında bir yol benimseyerek, şöyle diyor: «Allah'u Teâlâ, şekil ve keyfiyetsiz, hudutsuz ve her hangi bir sey'e hulul etmeksizin görünür. Tıpkı onun, bizi, hudut ve keyfiyet mef­humları nazarı itibare alınmaksızın gördüğü gibi biz de onu (Ahiret'de) böylece hudut ve keyfiyetsiz olarak göreceğiz.[54]

Imam'ı Mâturîdî de aynı görüşü benimsemektedir. Biz onun Kitab'-üt Tevhîd ismindeki kitabında şunları okuyoruz : «Allah Azze ve Cel-le'nin bizce görünür denmesi lâzımdır. Bu da idrâk ve tefsirsiz olarak bak ve gerçektir... Biz, Allah idrâk edilir demiyoruz. Çünkü Allah Kur'-anı Kerîminde «hiç bir göz onu dünyada ihata ve idrâk edemez» buyuru­yor[55] Allah'u Teâlâ kendi Zatı'nı ru'yeti nefyi ile değil, idrâki nefy ile övüyor... Ve yine idrâk mahdut olan bir şeyi ihata etmekten ibarettir. Allah'u Teâlâ ise had ve hudut ile vasfedilmekten beridir, Yücedir... Eğer Allah, nasıl görünür, diye sorulursa; şöyle cevap verilir: Allah, Keyfiyet­siz olarak görünür; zira keyfiyet, suret ve şekilli olan için düşünülür.»

Hatta Allah, vasıfsız, ayakta durma ve oturma, bir şeye dayanma, bir şeye tutunma, yapışma ve ayrılma olmaksızın, bir şeyin önünde ve arkasında bulunma gibi yönler tâyin olmazdan uzunluk, kısalık, ziya, nûr, karanlık ve aydınlık, bir yerde durmak, müteharrik olmak, bir şeyden uzak olma, yakın olma, beraber olma, bir şeye girme ve çıkma gibi hu­suslar düşünülmezden görünür. Allah'u Teâlâ'nm bu gibi sıfatlardan yü­ce ve beri olduğu için akıl, bu mânâları takdir edemez. Esasen böyle bir vehme de kapılmanın mânâsı yoktur.»[56]

Tine Imam'ı Eş'arî, Arş ve îstiva'yı beyan etme sadedinde orta bir yol tutmuştur. İbni Asakir bu mevzuda diyor ki: Yine Neccariye şu gö­rüşü benimsemiştir: «Allah'u Teâlâ cihet ve hululsüz olarak her yerde vardır.» Haşevilerden Mucessimeler ise şöyle diyorlar: «Allah'u Teâlâ Arşda yerleşmiştir. Arş O'nun yeridir, O, Arşın üzerinde oturuyor.»

Imam'ı Eş'arî ise; her iki görüşün arasında orta bir yol tutarak bu mevzuda şöyle diyor: «Allah, Ezelde vardı. Fakat onun asla mekânı yok­tu. Arş'ı ve Kürsü'yü yarattı, bir mekâna muhtaç olmadı. O, yani Allah, mekânı yarattıkdan sonra, mekânı yaratmazdan önceki hali gibi idi.»[57]

Yine Imam'ı, Mâturidî, Eş'arî'nin bu görüşünü benimsiyor ve Ki-tab'üt-Tevhîd ismindeki eserinde şu satırları okuyoruz: «Sonra müslü-manlar mekân hakkında ihtilâf ettiler. Müslümanlardan bazıları Allah'u Teâlâ Arş'm üzerinde yerleşmiştir, diye vasfetmişlerdir. Onların katın­da Arş, meleklere yüklenmiş ve etrafı Meleklerle kuşatılmış bir tahtdan ibarettir. Bu iddialarım şu âyetlerin zahirleri ile ispat etme dâvasında-dırlar: «...O gün Rabbi'nin Arş'ını, üstlerinde sekiz melek taşır...»[58] «Bir de Melekleri görürsün ki, Rablerine hamd ile teşbih ederek Arş'ın etra­fını kuşatmışlardır.»[59], «Arş'ı yüklenen melekler ve onun etrafındakiler Rablerini hamd ile tesbîh ederler...»[60]

Allah'u Teâlâ'nm Arş üzerinde karar kıldı diye iddiada bulunanlar «O Rahman,  (Kudret ve hâkimiyeti ile)  Arş'ı istilâ etti.» âyet-i celîleyi delil olarak ileri sürüyorlar.[61] Ve Allah daha önce Arş/ta bulunmazken, sonradan orada karar kıldı diyorlar. Bu sözlerine de «... Sonra Arş'ı istilâ etti.»[62]âyeti celîleyi delil gösteriyorlar. Müslümanlardan bir kısmı da «Allah'u Teâlâ her yerde bulunur, her yer onun mekânıdır» diyorlar ve delil olarak da Allah'u Teâlâ'nın: «... Herhangi bir uç sırdasın, bir fısıl­tısı oluyor mu, mutlak O (Allah) dördüncüleridir»[63] âyeti kerîmesini öne sürüyorlar.

Müslümanlardan bazıları ise, Allah'u Teâlâ'nın bir mekânla vasıf­lanmasını men'ederler. Hatta Allah'u Teâlâ bütün mekânlarla vasfolun-maz diyorlar. Ancak bu hususta varid olan naslarm mecazi mânâlarını alıp, Allah bütün mekânları ihata eder, onların koruyucusu da odur, der­ler.

Şeyh Ebû Mansur Mâturîdî (A.H.) şöyle diyor: «Bütün bunların hepsi, eşyanın Allah'a ve Allah'ın eşyaya izafe edilmesi O'nu, ancak yü­celik vasfı ile. vasıflandırmayı ve O'na ta'zimi intaç eder. Bu konuda asıl olan şudur ki, Allah-u Teâlâ var idi, varlığı mekansızdı. Mekânların, kal­dırılıp yok edilmesi caizdir. Allah (C.C.) olduğu gibi bakîdir. O daha Ön­ce olduğu gibi, şimdi de varlığı aynıdır. Allah'u Teâlâ değişmek, zeval bulmak, bulunduğu halden başka bir hale geçmek, aynı halinden yoklu­ğa dönüşmekten beridir. O, bu gibi hallerden yücedir. Çünkü bu tür hal­ler, hadis olmanın alâmet ve işaretidir.»

Bu konu hakkında bizce (Mâturîdîlerce) esas alman husus şöyle ifa­de edilmektedir: Gerçekten Allah'u Teâlâ «...O'nun misli gibi (O'nun benzeri) hiç bir §ey yoktur.»[64] buyuruyor. Allah bu beyanı ile kendi zatı­na mahlûkatınm benzediğini nefyediyor. Biz açık ve seçik olarak ifade etmiştik ki Allah'u Teâlâ fiilinde ve sıfatında herhangi bir şeye benze­mekten berî ve münezzehtir.

Bunun içindir ki «Rahman arşı istilâ etti» âyeti celilesine Kur'ân'da vârid olduğu gibi mânâ vermek vaciptir ve aklen de böyle olduğu sabit­tir. Sonra onu (istivayı) bir şeyle te'vil ederken kesinlik ifade etmeyiz. Çünkü istivanın bizim zikrettiğimiz mânânın gayrına da ihtimali olabi­lir... Biz, Allahu Teâlâ onunla neyi nıurad ettiyse ona inanırız ve yine böylece, Kur'anı Kerîmde varîd olan, ru'yet ve ru'yetten başka her husustan benzerliği nefyetmek, ve herhangi bir §eyle ince!emeksizin Allahu Teâlâ'nın o hususla murad ettiğine inanmak vaciptir.[65]

îmam-ı Eş'arî kulların fiillerinde de orta bir yolu benimsemiştir. Bu hususta îbni Asâkir diyor ki: «Ve yine Cuhrn bin Safvan «kul herhangi bir şeyi kesbe ve meydana getirmeye kadir değildir.» Mu'tezile ise «ku­lun fiili hem kesbe ve hem de meydana getirmeye kadir olduğunu» söy­lüyor. Eş'arî ise, her ikisinin arasında orta bir yol benimsiyerek konuyu şöyle açıklıyor: «Kul yaptığım icadetmeğe kadir değildir, ancak onu kes­be kadirdir.» Böylece Eş'arî, kulun icad için kudretini nefyediyor. Kesb için de kulda kudret olduğunu ifade ediyor.»[66]

îniam-ı Mâturîdî de bu mevzuda înıam-ı Eş'ârî'nin görüşlerini payla­şıyor. Biz Maturîdî'nin Kitab'üt-Tevhîd adındaki eserinde bu konuyla il­gili şu satırları okuyoruz : «îslâmdaki mezhep sahipleri kulların fiilleri, hakkında ihtilâf ettiler. Onlardan bazıları kullara fiilleri mecaz olarak isnad eder ve fiillerin gerçek yaratıcısının Allah olduğunu söyliyerek fiillerin hakikatini Allah'a isnad ederler... Bizce (Mâturîdîlerce) kulla­ra, fiilleri isnad ve izafe etmek lâzımdır... Fiilleri Allah'a izafe ve is­nad etmek te bu hususu nefy etmeyi icap ettirmez. Bilâkis fullerin Allah'a isnad ve izafe edilmesi gerekir. Çünkü fi'îlleri yoktan vareden ve bulun­dukları hal ve sekil üzere onlan yaratan Allah'tır. Kulların ancak fiilleri kesbetrne ve onları yapmadaki meyilleri vardır...»[67]

îmam-ı Eş'arî, büyük günahları irtikâp edenler hakkında da orta bir metod kullanmıştır. «Tebyin-i Kizb'il-müfteri» adındaki eserde şun­ları okuyoruz: «Ve yine Murcie: «Allahu Teâlâ'ya ihlâsla, içtenlikle bir kere îman eden ne irtidad ile ne de herhangi bir inkâr ile küfreder, ve üzerine hiç bir büyük günah yazılmaz.» Bu konuda Mutezilenin görüşü şöyledir : «Onlar büyük günah işleyen kimse yüzlerce sene îman ve taa-tıyla ölseler dahi cehennemde ebedî olarak azap çeker ve cehennemden çıkmaz.» îmam-ı Eş'arî (Allah ondan razı olsun) bu iki görüş arasında orta bir görüş benimseyerek şöyle der: «Mü'min ve muvahhid olan kimse günah işleyip fâsık olursa onun durumu Allah'ın dileğine kalmıştır. Al­lahu Teâlâ dilerse onun günahlarını bağışlar ve cennete sokar, dilerse günahından Ötürü onu cehennemde azaplandırır sonra cennetine koyar.

Cehennemde devamlı ve ebedi olarak azaplandırılmak ise, en büyük ve daimî günah olan küfür sebebiyledir.[68]

îmam-ı Mâturîdî'nin büyük günahları irtikab eden kişi hakkındaki görüşü Eş'arî'nin görüşünün aynıdır. Biz Mâturîdî'nin Kitab'ut Tevhîd adındaki eserinde şunları okuyoruz: «Biz, büyük günahlar hakkında ileri sürülen fikirleri şöyle beyan ederiz. Büyük günahlar, affedilme ihtima­line girmiştir. Bu böyle olunca büyük günahların altında bulunan küçük günahların af edilmesi ihtimali daha kuvvetlidir. Büyük günahların af kapsamına girmesi hususunda ortaya atılan birbirine uymayan fikirle­rin islâm milletinde gösterdiği iz açık ve seçik olduğundandır ki, sözü afva yöneltmek daha gerçek olur.»[69]

İmam-ı Mâturîdî büyük günah işleyenlerin durumu hakkında rnüs-lümanlar arasındaki ihtilâfa değinerek haricîler ve mu'tezilelere şiddetli hücum ederek şöyle diyor : «mu'tezileler, haricîler ve haşevîler kendile-rinin işlemiş oldukları günahlara rağmen —ki bu günahların büyük gü­nahlar olduğu kendilerince bilinsin veya bilinmesin— bu günahları işle­yenlerden hiç birinin, kendisinin islâm dışına çıktığını kabullendiği gö­rülmemiştir. Büyük günah işlediği halde islâmm içinde bulunması; ken­disinden îmanın gitmediği ve mümin isminin kendisinde bulunduğunu is­patlar. Bu cümlelerle t—ki bunları kabul etmiyenlerin inatçı ve kibirli olduğu bilinir— haricîlerin ve mu'tezilelerin ortaya attıkları fikirler çü­rütülmüş olur.»[70]

Eserinin başka bir yerinde ise şöyle diyor : «Sonra hak olan, haricî­lerin ve mu'tezilelerin hepsinin büyük günah işledikleri zaman kendi söz­lerine göre kâfir olduklarını ve cehennemde ebedî kalmağa müstahak ol­duklarını ifade etmektir... Mü'minler ise onlar, Allah'ın âyetlerine inan­mışlardır. Onlar, Allah-u Teâlâ'nm merhamet edici, bağışlayıcı olduğunu ifade etmekle Allah'ın bu sıfatlarla muttasıf olduğunu tetkik ve tahkik edip ifade etmişlerdir. îşte o mü'minlerdir ki, daima Allah'ın rahmetin­den, afv-u mağfiretinden ümitvardırlar... »[71]

Şefaat hakkında da orta bir yol takip eden İmam-ı Eş'arî'nin bu ko­nudaki görüşlerine değinen îbni Asakir şöyle diyor: «Rafiziler, Allah'ın izni ve emri olmaksızın Resulûllah Sallellahu aleyhi ve sellem'in ve Hz. Ali'nin (r.a.) şefaat etme haklarına sahiptirler hatta Peygamber Aleyhis-selâm ve Hz. Ali kâfirlere şefaat etseler şefaatleri kabul olunur diyor­lar.

Mu'tezile ise Peygamber Aleyhisselam'ın hiç bir şekil ve durumda gefaata sahip olmadığını iddia ediyor.

Imam-ı Eş'arî ise bu iki görüşün ortasını ele alarak şöyle diyor: Re-sûl-i Ekrem'in, müminlerden azaba müstehak olan kimseler için Allah katında makbul olan şefaati vardır; Müminlerden azaba müstehak olan­lara Allah'ın emri ve izniyle şefaat eder. Peygamber Sallellahu aleyhi ve sellern kimden razı ve hoşnut ise ona şefaat eder,»[72]

îmam-ı Mâturîdî de Eş'arî'nin bu görüşüne katılıyor. Yine biz Mâ­turîdî'nin Kitab'ut Tevhîd adındaki eserinde şu satırları okuyoruz : «Şe­faat, kendisine ihtiyaç hissedilen şeylerin en büyüğüdür. Şefaat hakkın­da Kur'anı Kerîmde âyetler bulunduğu gibi Resûlullah'dan Sallellahu-aleyhivessellem rivayet edilen hadisler de vardır. Kendilerinden cezayı icap ettirecek, günahları işleyenlere yapılacak, bilinen bu şefaat ahirette tatbik edilir. Günahları işleyenlerden azaba müstehak olanların cezalan Peygamberler gibi seçkin kimseler ve Allah'ın rızasına nail olan iyi ki­şilerin şefaatiyle bağışlanır... Kâfirlerin ise suçları şefaatle bağışlan­maz.»[73]

Biz bütün bu metinleri şu noktaları izah etmek için zikrettik. Evet başkasının düşmesi için kuyu kazanın aynı kuyuya kendisinin düşece­ğini açıklamak; îmam-ı Mâturîdî'nin benimsediği orta yolun, îmam-ı Eş'arî'nin tuttuğu orta yolun aynısı olduğunu ve Ehli Sünnetin iki reisi olan bu imamların, kelâmcılar arasında beliren guruplarda ortaya çıkan ve kelâm ilminin en Önemli meselelerinde bir mezhep ve bir metodda bu­luştuklarını izah etmek.

Bu izahattan anlaşıldığı gibi Mâturîdiyye mezhebi, büyük âlim Mu--hammed Zahid El-Kevserî[74] nin söylediği gibi ve onun bu görüşüne tâb' olan zatın kabullendiği gibi Eş'arî mezhebi ile Mu'tezile mezhebinin ara smda orta bir yol benimseyen bir mezhep değildir [75]

Nitekim Dr. Mahmud Kasım'ın i'tikad ettiği gibi, Mâturîdiyye mez­hebi, Mu'tezile mezhebine, Eş'arîye mezhebine nazaran daha yakın de­ğildir. O zat ki sözü evirip - çevirip Mâturîdiyye mezhebi, Eş'arîyye mez-hebiyle ancak Önemi olmayan az mes'elelerde görüş birliğinde bulunmuş­tur demeğe getiriyor.[76]

Allahu Teâlâ'nm sıfatları konu edinilen meseleler için, Önemli me­seleler değildir, dememiz nasıl mümkün olur ki, İlmi kelâm âlimleri bu ilme «tevhîd ve sıfatlar ilmi» diye bizzat isim vermişlerdir ve en önemli mevzuları ile ilmi kelâmı tarif etmişlerdir.[77] Yine Allah'ın kelâm sıfatına Önemli konulardan değildir denmesi .nasıl mümkün olur! O sıfat ki, ke-iâmcılar arasında, hakkında ihtilâf edilen en bariz bir meseledir. Ve bu konu, îmam-ı Ahmed bin Hanbel (r.a.) Allah kelâmı hakkında karşılaştı­ğı imtihan zamanında siyasî bir renge büründürülmüştür.[78]Hatta bu me­seleye ilmi kelâm da denir. Bu hususta Şehristani şöyle eliyor: cBundan sonra Mu'tezile âlimleri Me'munun iktidarda bulunduğu günlerde tercü­me edildiği zaman filozofların kitaplarını okudular. Bu bilginler okuduk­ları kitaplardaki metod ve usulleri kelâm ilminin metod ve usulleriyle karşılaştırdılar ve onu ilim dalarından bir dal olarak bağınısızlaştırıp ona, kelâm ismini verdiler. Ya da bu isim, üzerinde konuşulan ve herkes tarafından bilinen ve uğrunda çeşitli kavgalar ve savaşlar verilen bir kelâm meselesi olduğundan mevznuyla isimlenmiştir.[79]

Ehli sünnet vel Cemaat'm iki büyük âlimi ve imamı olan îmam-ı Mâturîdî ile îmam-ı Eş'arî'nin üzerlerinde ittifak ettikleri; ahirette Al­lah'ı görmek Arş, kulların kesbi ve bunlardan başka zikredilen diğer me­seleler hususunda Önemli meseleler değildir demek    hiç mümkün  olurmu?

Biz Eş'arî ve Mâturîdî mezhebinden olan ehli sünnetin sıfatı hakkın­da şunları okuyoruz: «Ehli sünnetten olan Eş'arî ve Mâturîdîîer, kesb, keyfiyetsiz olarak ru'yet, Çin'li bir âmânın İspanya ülkesini görebilmesi­nin caiz olması, hem mevcut olanı görmesinin caiz olması, bütün var­lıkların Allahu Teâlâ'ya isnat edilmesi ve Allahu Teâlâ'nm, zatının aynî ve gayrî olmıyan sıfatlarla mevsuf olması meselesi gibi temel esasları teşkil eden hususlarda sair mezhep ve fırkalara şiddetle muhalefette bulunmuşlardır... Ehli sünnet arasında vuku bulan ihtilâfın tümü fer'i meselelerde görülmektedir.»[80]

Evet, ehli sünnet usulde ittifak etmişlerdir. Bu ittifaktan sonra feri meselelerde ihtilâf etmişlerdir. Meselâ, onlar Allahu Teâlâ'nm zatî sı­fatlarını ispat etmekte ve o sıfatların sıfat-i maânî olup kadim ve Al­lahu Teâlâ'nm zatiyla kâim olduğunu ve o sıfatların ne Allah'ın gayrı ve ne de zatı olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Ehl-i Sünnet katında Allah-u Teâlâ, bir ilimle âlimdir veyahut Allanın ilmi vardır, onun için âlimdir.[81]

Allah'ın ilmi kadîm bir mânâdır, Allah'ın zatı ile kaim ve zatına aittir, yani o ne Allah'ın zatıdır ve ne de zatınuı gayrıdır. Allahu Teâlâ'­nm, kudret, irade, hayat, sem', basar ve kelâm sıfatlarında da durum böyledir. Mâturîdî ve Eş'arî mezheplerinden olan bütün ehli sünnet bu yedi sıfat hakkında görüş birliğindedirler. Ancak bundan sonra tekvin ve beka sıfatları gibi başka sıfatların adedinin ispatı etrafında ihtilâf et­mişlerdir.[82] Meselâ Eş'arî ve Mâturîdîîer Allahu Teâlâ'nm bakî olduğu hususunda müttefiktirler. Fakat onlar, Allahu Teâlâ'nm bekasının mâ­nâsı hakkında ihtilâf etmişlerdir; şöyle ki: Allah beka sıfatıyla mı bakî­dir ve onun bekası, kendi zatiyle kaim olan ve zatına zait olan bir sıfatla mıdır, yoksa Alîahu Teâlâ beka sıfatıyla değil de zatı ile mi bakîdir? Di­ğer bir deyimle: Beka veya zatın varlıkta devam etmesi zatın varlığının üzerine zati bir mânâ mıdır, yoksa o, yani beka veya zatın vücutta devam etmesi ikinci zamanda zatın varlığının aynı mıdır?

Eş'arî ve mezhebinden olanların çoğunluğu şu fikri savunuyorlar; Allah'ın beka sıfatı zatında zait bir sıfattır. Allahu Teâlâ'nm ilim, hayat ve sıfat-ı maânînin diğerleri hakkında da beka sıfatında benimsenen gö-rüşîerin aynı kabul edilir. Eş'arî'nin bu görüşünü Mâturîdî mezhebinden benimseyip destekliyenler vardır. Destekliyenlerden biri de Nûreddîn Es-sâbûnîdir. Halbuki beka sıfatının bakî olan Allah'ın zatına zait bir sıfat olduğunu kabuîlenmiyen Mâturîdîlerden, taraftarlarının çoğunluğu ken­disine muhalefet etmişlerdir. Nitekim tmam Haremeyn ve Fahreddin Kr-Râzî gibi Eş'arîlerden bazıları bu görüşü red ediyorlar.[83]

«Tekvin» sıfatına gelince; İmam-ı Mâturîdî ve taraftarları bu sıfatı Allahu Teâlâ'nm zatında zait, zatı ile kaim ve kadim bir sıfat olduğunu kabul ediyorlar. Oysa ki tekvin sıfatı Eş'arîler katında izafî bir sıfat olup hadistir. Fiillerin yenilenmesiyle yenilenir. Bu hususta tekvin sıfatının durumu her fiil sıfatının durumu gibidir ki, fiil sıfatı Eş'arîler katında fiillerin yenilenmesiyle yemlenir ve dolayisı ile hadistir.

Mâturîdüer, takvîn sıfatını ispat ederek, diyorlar ki, «tekvin sıfatı mümkün olanların icadına taalluk eden ve mümkinatm yokluktan var­lığa çıkartılmasına tesir eden bir sıfattır..» Böyle diyerek, kudret sıfa­tının ancak mahlûkun varlığının gerçekleştirilmesine taalluk eden bir bir sıfattır diyorlar. Çünkü kudret sıfatı mümkün olmaları bakımından mümkinata taalluk eder; fakat kudret sıfatının mümkinatm icadında bir rolü yoktur, bu sıfat mümkinatm icadına taalluk etmediği gibi münı-kinatın yokluktan varlığa çıkartılmasında da bir tesiri bulunmaz çünkü bu tekvin veya tahlik sıfatının görevidir.

Nesefi, «Et-Tabsire» adındaki kitabında şöyle diyor: «Allah, yok­tan var etmeyi kendisine has kıldı diye bunun Allah (C.C)ın kudretinin kendi zatından gayrisi olduğu anlamına geldiği söylenemez. Çünkü kud­ret sıfatı, kendi şümulü içine girenlerin mevcut değil, makdur (takdir edilmiş) olmasını iktiza eder. Eğer mevcud olmasını iktiza etmiş olsay­dı bu icad olurdu. Zira icad vücûdu icap eder, makdur ise, hiç şüphe yok­tur ki, mevcud değildir. Bunun içindir ki, yok olana makdurdur yani tak­dir olunmuştur denebilir. Yine eğer vücud kudretle hasıl olsa idi bizim halk ve icad gibi sıfatlar vardır demeye ihtiyacımız olmazdı. Ve Allah-u Teâlâ âlem üzerine kadir idi, âlemi yaratıcı ve icad edici değildir, deme­miz gerekirdi (Haşa).»[84]

Nesefi aynı kitabının başka bir yerinde şöyle diyor : «Vuku', ne za­man kudret ile olur? Vuku' ikâ ile, vücud, da icad ile olur. Kudrette, fa­ilin, fiilinde mecbur olmadığını bilâkis muhtar olduğunu ifade eder.[85]

Şu husus açık seçik olarak bellidir ki, ihtiyarın illeti veya Aîlahu Teâlâ'nm kadir olmasının illeti, mahiyeti itibariyle mümkün olana ait olan imkânın ta kendisidir. Çünkü mümkün olan demek varlığı da, yok­luğu da kabul eden demektir. Bunun içindir ki, mümkün olana kudret taallûk eder. Zira eşyanın varlığı ya da yokluğu vacip olsa idi onun üze­rinde kudret'in rolü bulunmazdı.

Kş'arner ise kudret sıfatı hakkında şu görüşü benimsiyorlar: Kud­ret sıfatı eşyanın var olmasına taalluk eden ve eşyanın yokluktan var­lığa çıkmasında rol oynıyan bir sıfattır. Ne var ki, bu taalluk irâdenin katılmasına bağlıdır ve ilme tâbidir. Yani Allahu Teâlâ'nm var olduğu­nu bildiği şeyi kudretiyle meydana getirmesi demektir. îrâde, vuku' za­manını tahsis eder. Tekvin sıfatı, kudretin makdura, Allah'ın onu mey­dana getirmesini murad etmesi halinde taalluk etmesinden başka bir şey değildir. Bu noktadandır ki tekvin sıfatı nisbî ve hadistir.

Eş'arîler indinde kudret sıfatının; «Salûhî Kadîm» ve «Tencîzî ha­dis» olmak üzere iki taalluku vardır. Salûhî Kadîm, kudret sıfatının eş­yanın varlığının sıhhatine taalluk etmesidir. Hadis olan taâlluk-u ten­cîzî ise, Tekvin sıfatının, eşyanın yokluktan varlığa çıkarılmasının ken­disi oîan taalluktan başka bir şey değildir. Bunun içindir ki, Eş'arîler, Tekvin sıfatının isbat edilmesi için, kendisinde bir faide mülâhaza edil­meyen said bir sıfatın bulunmasının hiç bir mânâsı yoktur, görüşünü savunmuşlardır. Kudret sıfatının, eşyanın yaratılmasında rol oynayan bir sıfattan ibaret olduğunu söylüyorlar.[86]

Böylece, Tekvin sıfatı hakkında vuku bulan ihtilâfın ardında, fiil sıfatı ve kudret sıfatı ile kudret sıfatının görevi hakkında ihtilâf var­dır. Fakat bu ihtilâfların hepsi fer'î mes'elelerde vuku bulan ihtilâf­lardır. Bu ihtilâftan dolayı, bulunduğu Ehl-i Sünnet dairesinin dışına çıkmaz. Çünkü mezhep içindeki fer'i mes'elelerde, kendi mezhebinden olan dostları ile de ihtilâfa düşmüştür. Mes'elenin aslı gerçekten sabit olduğu gibi hakkında hiçbir ihtilâf vuku bulmamıştır. Bu da Ehl-i Sün-net'in Allah Teâlâ'nm zatında zaid olan sıfatlarının isbatmdaki icmaıdır. Tıpkı Kadîm olan sıfat-ı maânî gibi. Onlar ne Allah'ın Zatının ay­nıdır ve ne de gayri.

Ehl-i Sünnet Allahu Teâlâ'nın kelâmının kadîm bir sıfat olduğunu ve kendi zatı ile kaim olduğunu ihtilafsız olarak kabul ederler. Bu hu­susta görüşleri birdir; Allah'ın kadîm sıfatı olan öz kelâmı ile katında «kelâm-ı nefsî»sine delâlet eden ses ve harflerden ibaret olanın arasın­da fark bulunduğunu sünnet ehl-i fikir birliği içinde kabul ederler. Bun­dan sonra Allah'ın kelâmı nefsisinin işitilmesinin caiz olup olmadığı hususunda ihtilâf ediyorlar.[87]

îmam-ı Eş'arî ve taraftarlarının "büyük bir kısmı, Allah-u Teâlâ'nın kelâm-ı nefsîsinin işitilebilmesinin caiz olduğunu söylüyorlar. Bu sözle­rini isbat etmek için aklî ve nakti deliller öne sürmüşlerdir. Aklî delil olarak İmam-ı Eş'arî, Allah-u Teâlâ'nın görülmesinin caiz olması hu­susunda da öne sürdüğü delilin aynısını Allah'ın kelâm-ı nefsisi­nin işitilmesinin caiz olması hususunda öne sürmüş ve şöyle elemiştir : Allah-u Teâlâ'nın varlığı, onun görülmesinin caiz olduğuna illet olduğu gibi kelâm-ı nefsisinin varlığı işitilmesinin de caiz olmasına illettir.[88]

îmam-ı Eş'arî bu husustaki görüşüne şu âyet-i celîleleri delil olarak gösteriyor : «Eğer (taarruza uğrayan) müşriklerden biri aman dilerse, ona aman ver, tâ ki Allah'ın kelâmını işitsin...»"[89], «... ve Allah, Musa'ya (vasıtasız) hitap etti.»8', «Musa, kendisiyle konuşacağımızı vâdettiğimiz vakıtta gelince, Rabbi ona kelâmını (vasıtasız olarak) söyledi.»'[90]

İmam-ı Mâturîdî ve taraftarlarından olan bilginler bu âyetlerde Musa aleyhisselâm'm, Allah-u Teâlâ'nın kelâm-ı ezelîsini işittiğine delâ­let eden bir şeyin bulunmadığını öne sürdüler ve Musa aleyhisselâm Allah'ın ezelî olan kelâmına delâlet edeni işitti dediler."[91] Bu tıpkı, «Ben filânın ilmini işittim, yani onun ilmine delâlet eden hususu işittim» de­mesi gibidir. Yine, «Allah-u Teâlâ'nın kudretine delâlet edeni murad ederek : «Allah-u Teâlâ'nın kudretine bak» diyen kimsenin sözüne ben­zer.[92]   Burada şu hususa işaret etmek gerekmektedir. İmam-ı Mâturîdî

ve kendisine bağlı bulunanlar, her ne kadar Musa aleyhisselâm'm, Al­lah'ın Kelâm-ı Nefsisini işitmesini mümkün görmeyip, O'na delâlet eden şeyi işittiğini öne sürüyorlarsa da, Allah-u Teâlâ'nın. kelâmı mutlak ola­rak işitilmesinin caiz olup olmadığı hususunda ve Allah'ın kelâmının işitilmesi için ses ve harflerden mürekkep olmasının gerekip gerekme­diği hakkında kendi aralarında ihtilâf etmişlerdir. îmam-ı Mâturîdî'nin kendisinin Allah-u Teâlâ'nın kelâmı nefsisinin işitilmesinin mümkün ol­madığına delâlet eden bir ifadede bulunduğunu görmedim; hatta Mâ­turîdî hazretleri, işitilmenin meydana gelmesi için harf ve sesin şart kandığını açıkça ifade etmemiştir. Şeyhzade Hazretleri, bize naklen bildiriyor ki, Mâturîdî'ye tâbi' olanların bazıları Allah-u Teâlâ'nın kelâ­mı nefsisinin işitilmesinin muhal kılınmış olmayıp caiz olduğunu sera-haten beyan etmişlerdir. Çünkü Allah-u Teâlâ kelâmı nefsisini idrâk et­mesi için duyu organına kuvvet yaratmasına kadirdir, diyorlar.[93]

Mâturîdüerden, ses. ve harfin şart olmasından dolayı kelâmı nefsi­sinin işitilmesini mümkün görmeyenler adî olan şart ile illetin arasın­da fark vardır diyorlar. Bunun için işitmeyi, görmeye kıyas etmeyi red ediyorlar. Çünkü mû'tezilelerin görmek için ileri sürdükleri şartlar, adî şartlardan başka bir şey olmadığından ru'yet için hakiki illetler olamaz­lar. Ses ile harf bunun aksinedir, çünkü ses ile harf işitmek için gerçek illetlerdir.[94]

Mâturîdî ve Eş'arîlerden ibaret olan ehl-i sünnet arasında keyfiyet-siz olarak Allah'ın görülmesinin caiz olduğu hususunda icmaen görüş birliği vardır. Fakat bundan sonra aralarında bu husus, «aklî delille mi bilinir yoksa bunun bilinmesi yalnız naklî delil ile midir» diye ihtilâf vuku bulmuştur. Naklî delile gelince, aralarında hilaf yoktur ki, ru'yet sem'an, yani nakli delille vaciptir.[95] Şu husus çok ilgi çekicidir ki, ehl-i sünnetten olanlar ru'yetin isbatı için delil olarak, Mû'tezilelerin ru'yeti nefyetme babında delil olarak öne sürdükleri âyetleri delil ittihaz edini­yorlar. Meselâ Mu'tezîleler ru'yeti nefyetmek için şu âyetleri delil ola­rak ele alıyorlar : «Hiç bir göz onu dünyada idrâk ve ihata edemez.»[96], Allah-u Teâlâ'nın Musa aleyhisselâm'a olan «... Beni hiçbir zaman gö­remezsin...»[97]   buyruğu ve «Hiçbir insan   yoktur ki   Allah'ın onun ile  (doğrudan doğruya)  konuşması olsun; ancak vahy ile yahut perde ar­kasından...»[98]

Ehl-i Sünnet, Allah-u Teâlâ'nın «hiçbir göz onu ihata ve idrâk ede­mez» kelâmında ru'yetin isbatına delil olduğunu görüp diyorlar ki, âyet-i celîle ru'yeti değil, ancak idrâki nefy ediyor; çünkü idrâkta ihata mâ­nâsı vardır. Allah-u Teâlâ hudud, yön ve taraflardan münezzehtir.[99] Allah-u Teâlâ'nın Musa aleyhisselâm'a «Beni hiçbir zaman göremez­sin» buyruğu Musa aleyhisselâman «Rabbim cemâlini bana göster, sana bakayım» diye münacaatta bulunduğu zaman vuku bulmuştur.[100] Bunun anlamı Musa aleyhisselâm dünyada Allah'ı hiçbir zaman göremez de­mektir. Sonra Musa (a.s.) eğer, rûyetullahın, Allah'ın çocuk edinmesi veya bir ortak edinmesinin müstahil olduğu gibi Allah'ın görülmesinin müstahil olduğunu bilseydi Allah'tan bunu istemezdi. Zira peygamber­lik makamına nasıl yaraşır ki Allah'ın azamet ve celâline lâyık olma­yanı Allah'tan istesin. Musa (a.s,)'m bu sorusu küfür derecesine ula­şacak bir cehalet olurdu ve Allah-u Teâlâ bundan başka yerde Adem (a.s.)'a sitem, Nuh (a.s.)'ı nehy ettiği gibi Musa aieyhisselâmı da nehy eder ve ona sitem ederdi. Fakat Allah-u Teâlâ Musa (a.s.)'ı nehy et­medi ve bunun için ona sitem de etmedi. Ancak ru'yetin vukuu için da­ğın yerinde durmasını şart koşarak «Eğer o yerinde durursa sen de beni görürsün» buyurdu.[101]

Dağın yerinde durması hattı zatında mümkün olan bir şeydir. Müm­kün olana şart koşulan şey de mümkün olur. Gerçekten dağ sarsıldı, yer ile bir oldu. «Nihayet Rabbi, o dağa tecellî edince, onu yer ile bir etti. Musa da bayılarak yere düştü..»[102] Bu husus Allah-u Teâlâ'nın Musa (a.s.)'a dünyada hiçbir vakit kendisini göremiyeeeğini bildirmesi için vuku bulmuştur. Sonra, nasıl oluyor ki mu'teziîeler Allah'ın görül­mesinin mümkün olmadığını biliyor da, Allah'ın peygamberi bunu bil­miyor. Hiç peygamberlik sıfatına yakışır mı ki, mu'tezilelerin bildiği, Al­lah'ın emrinden olan bir işi Musa  (a.s.) bilmesin.[103]

Evet bu parlak ve kuvvetli delillerdir ki, onları ehl-i sünnetten olan bilginler Allah'ın görülmesinin caiz olduğunu ispat etmek için Kur'an-ı Kerîm'den hülâsa ederek bahsetmişlerdir. Kur'an-ı Kerîm'deki âyetlerin bu açık seçik tefsirleri muvacehesinde ehl-i sünnetin düşünce ve anlayı­şı kuvvet kazanmıştır. Mâturîdîler ve Eş'arilerden bütün ehl-i sünnet, Allah-u Teâlâ'nın görülmesinin naklî delil ile vacip olduğuna, bu âyet­lerle delil getirilmesinde aralarında hiçbir ihtilâf yoktur. Ancak onların ihtilâf etmiş olduğu husus, Allah-u Teâlâ'nın görülmesinin aklen caiz olup olmamasıdır. İmam-ı Mâturîdî hiçbir tefsir yapmaksızın Allah-u Teâlâ'nm görülmesinin naklî delille vacip olduğunu savunmuştur.[104] Yani İmam-ı Mâturîdî diyor ki «biz, Allah-u Teâlâ'nm görülmesi ki­tap ve sünnetle vaciptir; fakat Allah-u Teâlâ'nm görülmesinin mümkün olduğuna delil ikame etmekten akıl âcizdir, diye îman ederiz.»

îmam-ı Eş'arî ise Aîlah-u Teâlâ'nın görülmesinin eaiz olduğuna dair aklî delil ikame edilmesinin mümkün olduğu görüşünü benimser. İmam-ı Eş'a.rî'nin keîâmcılann «vücud delili» diye isim verdikleri meşhur delili vardır ki şöyle hülâsa etmemiz mümkün olur : «Dünyada görmenin mümkün olması varlıktan doğar, başka bir şeyden değil. Allah-u Teâlâ vardır öyle ise görülmesi de caizdir. Dünyada görülenlerin görülmesi­nin başka birşeyden değil, var olmalarından ötürü caiz olduğu hususu­na gelince bunun delili şöyle ifade edilir : Biz cevher ve arazlardan ha-kikatları bir birine muhtelif olan eşyayı görürüz. Bu görmeyi doğrula­yan husus eşyadaki birbirlerine uygun olmayan şeyin olması caiz değil­dir. Çünkü bu, bir hüküm için iki muhtelif illetin bulunması neticesini doğurur. Bu ise ilk düşünüşte akıl tarafından red edilir. Öyle ise bu birbirlerine muhtelif olan hakikatlar arasında müşterek bir sıfat icat etmemiz gerekir ki, onu görelim ve ona istinaden bu görüşün caiz oldu­ğunu söyliyeyim. Ta ki; illet, muttarid ve mün'akis olsun. Bu seyir ve taksimat gösteriyor ki, cevher ve arazlardan şu muhtelif hakikatlerin arasında «var olma» ve hadis olmadan başka müşterek vasıfları yok­tur. Çünkü hudus yokluktan sonra «var olma»dan ibarettir. Yokluğun ise hükme hiç tesiri yoktur. Hudus sahih olmayınca geriye ancak vü­cud kalır. Vücud ise şahid ile gaib arasında müşterektir. Allah-u Teâlâ'-nm vücud sıfatı kendisinin görülmesinin sahih olması için bir illeti sa-lihadır. İllet hasıl  olduğu vakitte hükmün hasıl olması kaçınılmazdır.

Öyle ise, Allah-u Teâlâ'nın görülmesinin caiz ve sahih olduğunu söyle­mek vaciptir.»[105]

Eş'arî mezhebinden olanların —Eş'arî'ye muhalefet eden Fahruddin-i Razi müstesna— tümü bu delili benimseyip, bu hususta Fahruddîn Râzî'-nin Ebu Mensur Mâturîdî'nin tarafına geçtiğini ve onunla birlikte tef-sirsiz olarak Allah-u Teâlâ'nın görülmesinin naklî delille vacip olduğu­na inandığını ilân ettiler.[106]

Fahreddin Râzî'nin îmam-ı Eş'arî'den ve bütün Eş'arîlerden ayrı­lıp bu görüşte îmam-ı Mâturîdî'ye katıldığı gibi, Mâturîdî mezhebinden olanların hepsinin bu konuda, yani Allah-u Teâlâ'nın aklen görülmesi­nin caiz olduğu babında Eş'arî'nin öne sürdüğü delili benimseyerek Mâ-turîdî'den ayrılıp Eş'arî'ye katıldıkları görülmektedir.[107]

İşte bu, ehl-i sünnetteki iki mezhep arasında fer'i mes'elelerde vuku bulan ihtilâfları ihtiva eden bazı Örneklerdir.[108] Bu ihtilâflar, bize açık seçik olarak iki mezhep arasındaki fikir ve düşünce birliğini ortadan kaldırmadığını gösteriyor. Gerçekten görüyoruz ki, Mâturîdî mezhebin­den olanlar bazen kendi imamlarına muhalefet edip Eş'arî'nin görüşünü teyid ederek ona yardım ediyorlar. Tıpkı Eş'arîlerden imamlarına mu­halefet edip Mâturîdî'nin reyini benimsiyen bilginleri gördüğümüz gibi. Bu gibi feri mes'elelerde vuku bulan ihtilâfları verecek olduğumuz bir. hükme senet ve delil olarak göstermek suretiyle Mâturîdîyye mezhebinin Mu'tezileye, Eş'arî mezhebine nazaran daha yakındır demek doğru ol­maz. Biz eğer bu gidişi benimsemiş olsaydık, îmam Fahreddin Râzî gibi Eş'arî mezhebinden olan âlimleri ehl-i sünnet dairesinden çıkarıp Mu'-tezile bilginleri arasına koymamız gerekirdi. Çünkü Razi bazen Mu'tezîle'nin öne sürdüğü fikirleri benimsiyerek o kadar ileri gidiyor ki bir

çok mes'elelerde Mu'tezilelerin itiraz ettikleri hususları İmam-ı Eş'arî ve ona tâbi olanların aleyhinde kullanıyor.

Razi'nin Mu'teziîe ile bulunduğu düşünce birliğinde uzun bir mesa­fe kat'etmesine rağmen ehl-i sünnet camiası içinde kalmıştır. Çünkü o ehl-i sünnet ve'l cemaatın benimsemiş olduğu itikadı esaslardaki nıeba-dînin dışına çıkmamıştır. Esasen ehl-i sünnet bilginleri arasında nazarı itibare alman hususlar furuatta değil bilâkis usul ve rnebadidedir. îbn-i Subhi «Şerh-u Akideti îbni'l - Hacib» ismindeki eserinde şöyle diyor : «Şu hususun bilinmesi gerekir ki, ehl-i sünnet ve'l cemaatin hepsi va­cip, caiz ve müstahil olan hususlarda, bir inanç üzerine ittifak etmiş­lerdir. Her nekadar bu hususa ulaştıracak olan sistem ve mebadide ih­tilâf etmişlerse de, sonuç olarak uzun bir inceleme neticesinde diyebi­liriz ki, ehl-i sünnet üç grup olarak ortaya çıkmıştır :

1- Hadis ehli :   Bunların benimsedikleri mebde'ler, nakli deliller­dir ki onlar da kitap, sünnet ve icma-ı ümmettir.

2- Re'y ve aklî delilleri benimseyenlerdir ki, onlar da, Eş'arîler ve Mâturîdî'lerdir.   Eş'arîlerm imamı Ebu'l Hasan el-Eş'arî'dir.   Mâturîdî-lerin imamı ise Ebû Mensur el-Mâturîdî'dir. Bunlar aklî olan mebde'ler-de, naklî delile dayanan her meselede ittifak halindedirler. Naklî delil-lerdeki mebde'lerinde akim caiz olduğunu idrâk ettiği hususta; aklın caiz olduğunu idrâk edemediği mes'elelerde aklî ve nakli delillerde iktifa et­mişlerdir. Bazı mes'eleler hariç bütün itikada ait mes'elelerde görüş bir­liğine varmışlardır.[109]

3- Kitab'ut Tevhîd'in ihtiva ettiği hususların incelenmesi:

A) İmam-ı Mâturîdî Kitab'ut - Tevhîd'in bir bölümü ile taklidin ip­tali hakkında müsamahalı davranıp kolaylık gösteriyor. O, bununla ehl-i sünnetle Mu'tezîle arasında varılan taklidin fasid ve bâtıl olduğu hak­kındaki icmam dışına çıkmış olmaz. îmam-ı Eş'arî ve ona tâbi olan Eş'arîler mukallidin tekfirine kadar ileri gittiler. Çünkü Eş'arîler ima­nın sıhhatma îmanın, deliller ile kaim olmasını şart koştular. Hatta Eş'arîler şu görüşü ortaya atıyorlar : «Bir şahsın müslüman olması bulûğ çağından sonra tasdik edici değil, şek'edici olmadıkça sahîh olmaz.»[110] Tabiidir ki, burada sekten murad şekkin kendisi değildir. Bi­lâkis gek'ten murad insanda yaradılış itibarı ile bulunan fikirlerden şahsı temizlemektir. Ta ki delillere bakıp düşünmek sureti ile hakkı ka­bul etsin. îman için kullandığı delilleri kullanabilmek için her müslüma-nm bulûğ çağma yaklaştığı veya bulûğ çağından evvel fikri düşünme ve delilleri kullanmağa yetenek elde etmek için yetiştirilmesi gerekir. Tabi bu hususlara müslümanm gücü yettiği vakitte...

îbn-i Hazm diyor ki: «Muhammed Bin Cerîr et-Taberî ve es-Sım-nânî hariç olmak üzere Eş'arî'Ierin hepsi kişi ancak delillerle müslüman olabileceği ve delilsiz müslüman olamıyacağı görüşünü savundular. Ta-berî diyor ki; erkeklerden ve kadınlardan kim ki bulûğ çağma'ulaşır veya kadınlardan adet halini görme çağma ulaşır da Allah-u Teâlâ'yı bütün sıfatları ve isimleri ile istidlal yolu ile bilmezse o kimse kâfirdir, malı ve kanı helâldir.

Ve yine Taberî; erkek veya kız çocuğu yedi yaşma girdiği vakit onları öğretime tâbi tutup Allah-u Teâlâ'nın bütün isimlerini ve sıfat­larım delillerle anlıyabilmeleri için yetiştirilmeleri vacibtir, diyor. Eş'arî-ler de, bu hususların ancak bulûğ çağından sonra gerektiğini söylüyor­lar.[111] Mu'tesiîelerin taklidi iptal etme hakkındaki sözleri, îmam-ı Mâtu­rîdî'nin Kitab'ut - Tevhîd adındaki eserinde ileri sürdüğü görüşlerin dı­şına çıkmıyor. Mu'tezile'den olan ve 415 H. / 1024 M. yılında yani Mâ­turîdî'nin vefatından seksen sekiz sene sonra vefat eden kadı Abdülceb-bâr, Mâturîdî'nin söylediğinden başka bir şey dememiştir. İkisinin ara­sındaki ihtilâf sırf ibarede görülmektedir. Delillerin kullanılmasına ge­lince, ikisinin de delil kullanma tarzı birdir.

îmam-ı Mâturîdî Kitab'ut - Tevhîd adındaki eserinin ilk bölümünde şöyle diyor : Biz, insanları dinî konulardaki inançlarında muhtelif mez­heplere bölünmüş ve bu bölünmelerine rağmen bir kelime üzerinde it­tifak etmiş olduklarını görüyoruz. Birinin benimsediği görüş, hak ve ger­çek ise, diğerininki gerçek dışı ve bâtıl olur. Bununla beraber hepsinin taklid edilen selefleri bulunduğu hususunda ittifak halinde oldukları gö­rülmektedir. Öyle ise taklid eden kişinin mazur olmadığı sabit olmuş­tur. Çünkü; kendisi gibi mukallîd olan, kendi görüşünün zıddı iddiasın­da da isabetli olabilir ki, bunlara bakıldığında sayılarının çoğalmasın­dan başka bir şey olmadığı görülür. Ancak, ne var ki, son sözü söyle­me hakkına sahip olan birisinin öne sürdüğü hükmün hak olduğunu bil­direcek ve hakka isabet ettiğini vicdanlı kimseye kabullendirecek aklî bir delili bulunan, müstesna. Kim ki incelenmesi gereken hususu, dinî esaslara dayanarak incelerse hakka isabet etmiş olur. Bunlardan her birinin Peygamber Aleyhisselâmm inandığı hususun hak ve gerçek ol­duğunu bilmesi gerekmektedir...[112]

Gazi Abdül Cebbar «Muğni» adındaki kitabında taklidin fasid ve bâtıl olduğunu beyan etmek için açmış olduğu bölümde şöyle diyor : «Şunu iyi bil ki, taklid etmenin caiz olduğunu söylemek inşam bir za­rureti inkâr etmeye götürür. Çünkü cisimlerin kadîm olduğunu söyle­yenleri taklid etmek, bunların hadis olduğunu söyleyeni taklid etmek­ten daha evlâ ve üstün değildir. Öyle ise cisimlerin hem kadim hem hadis olduğuna inanması gerektir ki bu mümkün değildir. Veya her iki inancın dışına çıkması vacip olur ki bu da mümkün değildir. Diğer mez­hepler hakkındaki söa de aynı böyledir... Kişinin "ben bu husustaki inançta çoğunluğu taklid ederim" demesine hakkı yoktur. Çünkü bazan hakka isabet eden bir olur, yalnız kalır; hakka isabet etmeyip bâtıla saplananların hepsi çoğunluğu teşkil eder. Öyle ise kişinin bu yoldan başka bir yolla hakkı öğrenmesi vaciptir...»[113]

İki şahıs arasındaki şu ittifak Mâturîdî'nin Mu'tezîle mezhebinin imamının tesiri altında kalmasına hiç delâlet eder mi? Biz Gazi Abdül Cebbar'm bu mes'elede İmam-i Mâturîdî'nin tesiri altında kalmasını uzak görmüyoruz. Gerçekten biz biliyoruz ki Gazi Abdül Cebbar Mu'~ tezile mezhebine tâbi olmazdan önce Eş'arî mezhebinde ve ehl-i sünnet itikadı üzere yetişmiştir.[114] Ve yine bilyoruz ki îmam-ı Eş'arî her ne kadar taklidi zem etmiş ise de kendisinden bu deliller gibi deliller nak-lolunmamiştır.[115] Nitekim kendisinden sonra gelen Gazi Abdül Cebbar­da ve imam-ı Mâturîdî'de bu delilleri görüyoruz.

Taklid'in bâtıl ve aklen redaouınması şer'e de uygundur. Çünkü taklid, şeriatta de zem oîunnıuştUr, Allah-u Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'inde taklid ve taklid edeni zem ederek şöyle buyurmuştur : «... Biz ataları­mızı bir din üzerinde bulduk. Biz de onların izlerine uyarız.»[116] «Her Peygamber de ümmetine şöyle demiştir : «Atalarınızı, üzerinde buldu­ğunuz dinden daha doğrusunu si2e getirdimse de mi? (bunu kabul et-miyeceksiniz...)»'[117] «... ya ataları foir şey anhyamaz ve doğruyu seçemez idiseier de rni? (ona uyacaklar),»[118] yine şöyle diyecekler: «Ey Rab-bimiz! Doğrusu bizler, beylerimize ve büyüklerimize itaat ettik de bizi yanlış yola götürdüler.»[119] Kur'îm.j Kerînı'de bu âyetlerden başka bu hususta bir çok âyetler varid olmuştur.[120]

Ve yine böylece Allah-u Teâlâ bizi delillere bakmaya teşvik ve ter-ğip buyurmuş, onlardan ibret alnımızı düşünüp imal-i fikretmemizi em­retmiştir.[121]Taklid ise ancak akim faydasını ve akıldan istifade edile­cek menfaati ortadan kaldırmaktan başka bir şey değildir. Çünkü akıl düşünmek ve imal-i fikredilmek iQin yaratılmıştır. Ziyasından istifade etmesi için eline kandil verilen kişinin, kandilin ışığım söndürüp karan­lıkta yürümesinden başka kötü ve çirkin bir iş olabilir mi?[122]

B) İmam-ı Mâturîdî kitabında Marifet hakkında bir görüş arze-diyor. Ve bize akıl, haber ve duyu organları vasıtası ile ulaşan bilgi­lerde, bizim ne ölçüde bilgi sahibi olduğumuzu ve hakka isabet etme öl­çüsünü münakaşa eder. Bu metod onun katında eşyanın hakikatlerini bilmeye dair yegâne yolumuzdur. Bizim, Marifete ulaşabilmek için bu yol­lardan birinden müstağni olmamız mümkün değildir. Çünkü Marifet­lere ulaşabilmek için bu yollardan birine başvurmak gerekir. Zira her yolun bir Marifetler grubu vardı t.

Biz, hisle lezzet almanı, acı ve keder duyulanı, bakî ve fânî olanı anlar ve biliriz. His ile elde edilen marifeti inkâr eden herkes, kendini beğenmiş inatçı bir kimsedir. Onunla münazara etmek doğru değildir.

Çünkü o, kendisinin bizzat öğrendiği ve bildiği şeyi inkâr ediyor. Ona vurmak veya bir tarafını kesmekle acı vermemiz kâfidir ki bu şiddetli acı ile acı duyduğunu bilsin. Biz böylece ona kendisi gibi inatla muka­bele etmiş, duyduğu elemi, hissettiği acıyı inkâr etmiş oluruz. Tâ ki daha şiddetli azaba düşsün, bocalayıp kalsın ve içinde gizlenmiş oldu­ğu perdeyi yırtıp atsın.[123]

Haber'e gelince —veya bu asrın deyimi ile başkasının şahadetine gelince— bu kendi isimlerimizi, soy ve sopumuzu ve bütün eşyanın isimlerini bilmekte bize vesile oluyor. Tıpkı haberle geçmiş zamanlarda vukubulan olayları, uzak beldeleri, yararlı ve zararlı olanları ve haya­tımızda bizzat müşahade etmek suretiyle görüp de bilemediğimiz her şeyi bildiğimiz gibi.

İmam-ı Mâturîdî, haberin iki çeşidi arasını ayırd eder. Bunlardan birincisi Mütevatir haberdir ki, onun doğru olduğunu tesbit etmek için ona bakmak ve incelemek gerekir. îkincisi, Peygamberlerin verdikleri haberlerdir ki kendilerinin doğruluğuna açıkça delâlet eden âyetler, on­larda bulunduğu için onların verdikleri haberlerden daha doğru, daha gerçek bir haber yoktur. Çünkü kalbin Mutmain olduğu haber, doğru ve açık-seçik olması bakımından Peygamberleri (a.s.) haberlerinden ba§ka bir haber yoktur. Bizim marifetlerden beyan ettiğimiz hususla­rı inkâr edenler aklen münkir ve inatçı kimselerdir. Bunun içindir ki Peygamberlerin haberlerini inkâr eden kimseye inatçı, kibirli kimse de­mek daha doğru ve lâyıktır.[124]

Bakmak suretiyle inceleme ise, bu sözü kabul etmek gerekir. Çün­kü haber ve hisle elde edilen ilim hakkında hüküm verecek olduğumuz hususta o, hâkim rol oynamaktadır. Bu ise duyulardan uzak olan veya­hut da duyulara hoşluk veren şeylerde olur. Haber ile bilinen hususun kendisinde yanlışlık olup olmadığı ihtimali bulunan çeşittendir. Sonra Peygamberlerin tebliğ ettikleri, âyetlerle, sihirbazların öne sürdükleri bügiler ve başkalarının empoze ettikleri ilimlerin arasını ayırd etmek lâzımdır...[125]

Biz, bakmakla kadîm olanı bilip onu hadis olandan ayırd ettiğimiz gibi mahlûkatta bulunan hikmeti ve kendisini yaratana delâlet edecek hususları nıahlûkata ve mahiyetine bakmak suretiyle bilip öğreniriz. Bunların hepsi kendisini bilmeye ancak bakmakla varılan hususlardır... Tabii bunlar akla kullanıp eşyaya bakmak suretiyle elde edilir.[126]

Biz, Mütekellimlerden birinin Mâturîdî'den önce Marifet hakkında nazariye öne süren bir bilgin görmedik.[127]Nitekim Mâturîdî'den sonra hiç bir kelâmcı görmüyoruz ki telif ettikleri eserlerin mukaddimesi raarifetden hâlî kalsm.[128] Güya îmam-ı Mâturîdî, kelâm bilginlerine, ken­disinden sonra bir yol bırakmış ve bunlar da eserlerinin mukaddimele­rinde marifetten bahsetmişler ve bizim bilgilerimizin değer kıymetini münakaşa etmişler de, Mâturîdî'nin bırakmış oldukları yoldan yürüyüp gitmişler.

C) Biz, Kitab'üt - Tevhîd'de Öyle deliller görüyoruz ki, Mâturîdî bunlarla cisimlerin hadis olduğunu ispat ediyor. Bu delillerin, Mu'tezüe-lerin özellikle Mâturîdî'den tahminen bir asır önce gelen İbrahim Bin Seyyar en-Nezzâm'm öne sürdükleri delillerin aynı olduğunu görürüz. İmanı-ı Mâturîdî, Mu'tezîle ile fazla ters düşmüyor. Ancak îmam-ı Mâ-turidî, cisimlerin veya cevherlerin veya maddelerin —onları tercih ve on­lara verdiği isimler gibi— hadis olduğunu ispatta delil olarak habere daha geniş bir yer veriyor.

Maddeler, bizim eşyanın hakikatlerini bilmeye yol olarak gösterdi­ği, akıl, his ve haberin şahadeti ile hadistir (diyor îmam-ı Mâturîdî). Habere gelince : Gerçekten AUah-u Teâlâ her şeyi yaratanın kendisi olduğunu haber veriyor.[129]

Göklerin ve yerin yaratıcısı[130] kendisinin olduğunu ve göklerde ve yerde olanların sahip ve mâliki bulunduğunu haber veriyor.[131] Hisse ge­lince; biz, varlıkları kendilerine olan ihtiyaç ve zarurete binaen hisse­deriz. Zaruret ve ihtiyaç kendilerinden başkasına ihtiyaç duyuran hu­suslardır. Böyle olan her şey hadistir. Çünkü başkasından müstağni olmak, kadîm olmanın şartıdır. Çünkü kadîm olan kıdem sıfatıyla baş­kasından müstağnidir. Biz, varlıklar bozuldukları vakitte bozulan kıs­mının düzeltilmesi için başkasına muhtaç olduğunu ve her ne kadar ke­mâl ve kuvvet halinde olsa dahi kendisindeki noksanlığı gidermekten âciz; olduğunu hissederiz, anlarız. Ve birbirlerine benzemiyen, zıd olan tabiatlarının bir arada bulunmasına icbar edecek kimseye muhtaç oldu­ğunu da hissederiz. Ve yine hissederiz ki, varlıklar cüz ve parçalarının arasını uyumlu kılmaya kadir olan bir varlığa muhtaç olduğunu, hal değiştirdiğini ve dolaya* ile fânî olarak yok olup gittiğini hissediyo­ruz, îşte böyle olan her varlığın ve her şeyin kendiliğinden var olması caiz değildir. Bu hal de onun hadis olmasına en büyük delildir.'[132]

îmam-ı Mâturîdî'nin cisimlerin hadis olduğunu ispat etmekte ele aldığı aklî deliller, kelâmcılar katında meşhur olan kaideye mebnidir ki, cisimler hâdiselerden hâlî kalmaz ve hâdiselerden hâlî kalmıyan her şey hadistir kaidesinden ibarettir.

Cisimler, hareketten, durmaktan, toplanma veya ayrılmaktan, te­miz veya pis olmaktan, güzel veya çirkin, fazla veya noksan olmaktan hali kalmaz. Bu saydıklarımız, his ve akıl ile biliniyor ki, hâdisdirler. Çünkü birbirine zad olan iki şey bir arada cem olmaz. Öyle ise teselsül, yani birbiri ardınca geime sabit olur. Bu hususta da hadis olmaklık var­dır.[133] Böylece biz, yazıcısız yazının meydana geleceğini bilemeyiz. İki şeyin birbirinden ayrılması, ancak onları ayıran bir varlığın bulunması ile olur. İçtima, sükûn ve hareket te böyledir. Öyle ise âlemin tümünde, bu hususların bulunması gerekir. Zira âlem birbiriyle kaynaşmış, birbi­rinden ayrılmış durumdadır. Hattâ âlemin uyumlu halde bulunması şa­şılacak şeylerin en büyüğüdür. Âlemin kendiliğinden toplanması ve ay­rılmasının mümkün olmayıp, bunların başkası ile vnkubulması daha gerçek ve doğrudur. Sonra yazı ve teliften görünen her şey, kendisini meydana getirenden daha hadis1 olur (yani yazıyı yazan sonradan var olmuş ve yok olmaya mahkûm olduğu için hadistir, fakat yazılan yasa, yazandan daha sonra varolup, daha çabuk yok olur). Bütün âlem de bunun gibidir. Çünkü âlemde yukarıda zikrettiğimiz anlamların hepsi vardır.[134]

imam Mâturîdî'nin his ve akıldan alıp öne sürdüğü bu delillerin aynını 231 H. / 845 M. yılında yani Mâturîdî'nin âhirete îrtihalinden takrîben bir asır önce vefat eden İbrahim bin Seyyâd en-Nezzâm adındaki Mu'tezile mezhebinden olan bir âlimin ele aldığını görüyoruz, ibrahim bin Seyyar en-Nezzâm, tıpkı kendisinden sonra gelen İmam-ı Mâturî-dî'nin yaptığı gibi cisimlerin tamamen hadis olduğuna dair saraheten bu delilleri öne sürüyor. Kitab'ül - İntişarda şunları okuyoruz : «İbra­him en-Nezzâm diyor ki, ben sıcağın soğuğa zıd olduğunu, bu iki zıd olanın bir yerde toplanmadığını, her ikisinin bizzat bir arada bulunma­sının mümkün olmadığım gördüm; kendi vücudumda onların içtima et­tiğini bilince, anladım ki, bunları bir arada toplayan bir varlığın ve bunların kendi tabiat ve durumlarının hilâfına olarak bir arada top­lanmasına icbar eden bir kuvvet vardır. Üzerinde cebir ve men'e carî olan her şey zayıftır. Onun za'fiyeti ve kendisine başkasından gelen etki ve icbar, onun hadis olduğunun ve kendisini yoktan var eden, yara­tan ve hiç bir şey'in kendisine benzemeyen bir kuvvetin varlığının en büyük delilidir. Çünkü hadis olduğuna delâlet etmekte kendisine ben­zetilen her hükme, hadis olduğu hükmü verilir. Bütün bunları meydana getiren kuvvet âlemlerin Rabbi olan Cenab-ı Allah'tır. Allah'tan gayri, yani insanlar tarafnıdan iki zıd olan su ile ateşin, toprak île havanın bir yere cem'i ise, bu da eşyanın hadis olmasına bir delildir. Ancak ne var ki, onu meydana getiren, kendisini zıddı ile cem'eden insan değil­dir. Çünkü insanın üzerine, kendisinin meydana getirdiği şeye icra et­tiği cebir sistemi tatbik olunur. Bu eşyayı meydana getiren, ve eşyaya benzeyen insanı vareden, kendisine hiç bir şeyin benzemediği Allah'tır. «O'nun misli gibi (O'na benzer) hiç bir şey yoktur.»[135]

ibrahim en-Nezzâm bazen bu delilleri nıaniviyye mezhebinin görüş­lerini çürütme babında kullanıyor. Maniviyye mezhebi bâtıl fikirlerini şu sözleri ile yaymaya çalıştılar : «Işık ve karanlık âlemin aslıdır. Ken­di zatları bakımından birbirlerine zıd ve muhalif olmalarına rağmen fiillerinde imtizaç etmişlerdir.» Kitab'ül - întisâr'da şunları okuyoruz: «İbrahim en-Nezzâm muhaliflerine şöyle diyor : Aydınlıkla karanlık, sizin vasfettiğinis hal üzere oldukları vakitte kendilerinden meydana gelmek suretiyle nasıl birbiriyle içtima ve imtizaç ediyorlar? Bunların üstünde kendilerini bulundukları hâli almaya cebreden, bir arada topla­yan, amellerinden meneden bir kuvvet olmadıkça, bu tıpkı tabiatında yuvarlanma bulunan taşın yuvarlanmasını meneden ve yaradılışında akı­cı vasfı bulunan suyun akmasını meneden bir kuvvetin olduğu gibi tezahür eder. Bilâkis aydınlık ile karanlık sizin sözünüze göre ziyadesiyle birbirine zıd ve ayrı olmaları gerekirdi. İbrahim, iddia ediyor ki eşyayı yaratan bir yaratıcı, ona yön veren bir müdebbir (idare eden) vardır ki onu dilediği gibi olmaya mecbur kıldı, istediği şekil üzere bulundur­du. Eşyadan dilediğüıi bir arada topladı; dilediğini de ayrı ayrı kıldı.[136] Kitab'ül - Intisar'm başka bir yerinde de şu satırları okuyoruz : «ibra­him en-Nezzâm, hakikaten şu iddiada bulunuyor : Gerçekten Allah-u Teâlâ, birbirleriyle zıd olan eşyayı bir arada toplanmaya mecbur kıldı ki bu eşya kendi cevherleriyle bulundukları hâl üzere bırakılmış olsalar­dı bir arada imtizaç edemezlerdi. Ama kendilerinde bulunan birbirleri­ne zıd hallerden uzaklaştırılıp içtimaya mecbur kılındıklarında bir arada bulunmayı kabullenmeye mecbur oldular. Çünkü bunların asil madde­lerinde ve gelişmelerinde cebir halinde imtizaç ve içtima etme vardır. Tıpkı bulundukları halde serbest bırakıldıkları takdirde cevherlerinde ve hallerinde birbirlerine zıddiyetleri olduğu gibi... Bu görüş öyle bir görüş ki; insanların çoğu İbrahim en-Nezzâm'm görüşüne katılıyorlar. Bu me­sele gizli-kapalı değil, açık ve seçik bir mes'eledir.»[137]

Hayyât'm, Nezzâm'dan naklettiği ve Mu'tezileden olanların çoğun­luğu Üe beraber bulunduğu bu görüşlerdir ki, biz bunları, bu beyandan sonra Mâturîdî'nin Kitâb'üt - Tevhîd'inde mütereddid olarak zikrettiğini görüyoruz. Bunların hepsi Mu'tezîle ile Mecûsîler, dinsizler ve putperest­lerden islâm âleminde yayılmış olan diğer dinler arasındaki münazara­ların meyvesidir. Hiç şüphe yoktur ki, bu münazaralar, kelâm ilmini zen-ğinieştirmiş ve gelişmesine katkıda bulunmuştur. Gördüğümüz gibi bu münazaralar ehl-i sünnet üzerinde çok büyük bir tesir bırakmıştır.

D) îmam-ı Mâturîdî, cisimlerin hadis olmasında kullandığı delil­leri Allah'ın varlığını ispat etmekte de öne sürüyor. Şöyle ki: Cisimler kendi kendileriyle bizzat içtima edemeyip, birbirlerinden ayrılamadıkları ve cisimlerin kuvvetli ve kemâl hallerinde kendilerine arız olan bir yıp­ranma ve çökmeyi ıslâh etmeye kadir olmadıkları vakit ve bunların ta­biatlarında birbirlerine karşı zıddiyet bulunduğundan kendi kendileriyle içtima edememektedirler. Bunların tabiatlarına aykırı olarak bir durum almaları için muhakkak bunları cebreden bir kuvvetin bulunması gere­kir. Bu haller böyle olduğu zaman sabit olur ki, bunların tümünü mey­dana getiren, Âlim ve Hâkim olan Allah'dır.[138]

îmanı-ı Mâturîdî'nin başka bir delili vardır ki; o delilde Eş'arî ile beraber ittifak etmişlerdir. Delil, Tegayyür (değişme) fikrine mebnîdir. Şöyle ki : Âlem, kendisinde bulunan dirilik, ölüm, ayrılık, içtima, kü­çüklük, büyüme, pislik ve temizlik gibi muhtelif durumlarla değişmek­tedir. Âlem, devamlı olarak meydana gelen değişiklik hallerine girer. Eşyanın kendi kendine değişik hâl alması mümkün ve caiz değildir. Yoksa boya vurmazdan, elbisenin boyasının kendiliğinden değişmesi, geminin bulunduğu hâli, kendisinin alması caiz olurdu. Geminin kendi­liğinden bulunduğu hâle girmesi mümkün olmayıp onu meydana geti­ren birisinin bulunması muhakkak lâzım geldiği ve elbisenin renk de­ğiştirmesi için boyacının onu boyaması gerektiği gibi, âlemin hâlden hâle geçmesi, durum değiştirebilmesi için de bunlara kadir olan bir kud­ret sahibine muhtaçtır ki o da Allah-u Teâlâ'dır.[139]

Bu delilin aynını îmam-ı Eş'arî'nin ifadelerinde buluruz. Eş'arî'nin Kitâb'üî - Lema' adındaki eserinde şu hususları okuyoruz : «Mahlûka-tın bir yaratıcısı olduğunu açıkça bildiren hususlardan biri de, Pamuğun kendiliğinden ipliğe dönüşmesi, sonradan da bir sanatkârın, bir doku­yanın rolü olmaksızın kendiliğinden kumaş olması ve o kumaştan da bir elbise olması mümkün ve caiz değildir. Bir miktar pamuk temin eden ve sonra onun iplik olmasını, sonra ipliğin ustasız ve dokuyucusuz bir kumaş, bir elbise olmasını bekliyen kişide akıl bulunmaz ve cehalet der­yasına dalmış olur. Yine bir arsaya varıp alan, içinde bir bina görmiyen kişinin toprağın, kendiliğinden tuğla olmasını ve ustasız birbiri üstüne yığılmasını ve böylece bir evin meydana gelmesini bekliyen kişi de ca­hilin tâ kendisidir. Bir meni damlasının pıhtılaşmış kan olması, sonra et parçası olması, sonra et ve kan ve kemikten, akıllara hayranlık ve­recek şekle girmesinin meni damlasını yaratan ve onu hâlden hâle nak­leden bir yaratıcının varlığına delâlet etmesi, elbetteki gerekir.[140]

Sonra îmam-ı Mâturîdî, başka bir delil kullanıyor ki, bu delili; ken­disinden önce geçen Kelâmcılar veya feyles