- Marifet- Muhabbet

Adsense kodları


Marifet- Muhabbet

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
derya
Wed 13 January 2010, 03:51 pm GMT +0200
MARİFET-MUHABBET

Marifetullah Hakk Taâlâ: «Allah´ı hakkıyle takdir edemediler». (En´am, 6/91)
Marifet bahsini krş: Luma, s. 35, 39; Ta´arruf, s. 63, 66, 132, 136; Keşfu´l-mahcûb, 3. 341, 352, 498; Kûtu´l-kulûb, I, 267.

Peygamberimiz;´ marifet; men edici akıl sahibi olmaktır»buyurunca , Hz. Aişe: Annem babam sana feda olsun ya Resûlallah! Men edici akıl ne demektir? diye sordu Resûlüllah, «Kişinin Allah´a âsi olmasını engelleyen ve Rabbına hırsla itaat etmeyi sağlayan akıldır» buyurdu.

Üstad Kuşeyrî der ki: Ulemâ lisanında marifet ilim mânasına gelir. Onlara göre her ilim bir marifettir, her marifet de bir ilimdir. Allah hakkında âlim olan herkes ariftir. Her arif de âlimdir (152). Sûfilere göre marifet şu vasıflara haiz olan kişinin sıfatıdır: Bu kişi Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´yı önce sıfat ve isimleri ile tanır, sonra Hakk ile olan muamelesinde sıdk ve ihlas üzere bulunur. Sonra kötü huylardan ve bu huylara ait âfetlerden temizlenerek arı hale gelir. Daha sonra Hakk´ın kapısında uzun uzadıya bekler ve daimî surette kalbi ile itikâf hâlinde bulunur.

Bütün bunların semeresi ve sonucu olarak Allah Taâlâ´dan güzel bir teveccühe nail olur. Allah onun bütün hâllerinde sıdk üzere olmasını sağlar, o kimseden nefsin hevâcis ve havâtırı kesilir, (nefis ona arzu izhar etmez hale gelir), o kimse kendisini Allah´tan başkasına davet eden hiç bir şeye kulak vermez duruma gelir. Böylece kul; halka yabancı, nefsinin âfetlerinden beri ve uzak olur. Allah´tan başkası ile sükûnet ve huzur bulma ve Hakk´tan gayrisini mülâhaza etme durumundan temizlenir. Sırren ve ruhen Allah Taâlâ ile münacatı devam eder, her lâhza Allah´a dönüşü tahakkuk ettirir. İlâhi kudretin tasarruflarının ne şekilde cereyan ettiğine dair olan sırları Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´nın tarifi ve talimi ile alır. işte o zaman böyle kimseye arif denir. Onun bu hâli ise marifet ismini alır (153).

152. Marifet: Husûsî, tecrûbî, amelî ve tatbikî; İlim: Umumî, küllî, nazarî ve mücerred bilgidir. Kalbin Kısaca kalbin verdiği bilgiye marifet ve irfan, aklın verdiği bilgiye ilim denilir. Marifetin kaynağı sezgi (keşf, ilham), ilmin kaynağı istidlaldir. Marifet tasavvufî, ilim zahirî bilgidir. (Marifet = Gnostisizm).

153. Marifet ve irfan, ilim ve bilgi mânasına gelir. Tasavvuf kelimesinin müradifi olarak da kullanılır. Sûfîler kalp ve keşf ile elde ettikleri bilgilere marifet; akıl ve istidlalle elde ettikleri bilgilere ilim derler, marifet demezler. Naklî ve şer´î bilgilere de ilim derler.

Arif, sûfîliği en iyi yaşıyan ve bilen velidir. Marifet vecd ve ilhamla Allahın sıfatları, "fiilleri, isimleri ve gayb âlemi hakkında elde edilen bilgidir. Marifete sahip olan veliye arif derler.

kendisine bahşedilen fuyuzât nisbetinde konuşmuş ve yaşadığı vaktin içinde bulduğu mânalara işaret etmiştir.
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) ın şöyle dediğini işitmiştim: «Allah hakkında marifet sahibi olmanın emmârelerinden biri Allah´tan gelen bir heybetin kalpte husule gelmesidir. Şu halde marifeti ziyadeleşen kimsenin (celâli tecellileri temaşa ettiği için) heybeti de fazlalaşır, marifet arttıkça Allah korkusu da artar».

Yine Üstad Ebu Ali´den işitmiştim: Diyordu ki: «Marifet kalpte sekînetin husule gelmesini icabettirir. Nitekim ilim de sükûnu icabettirir. Şu halde marifeti ziyadeleşenin sekîneti de artar». (Sekînet, vekâr, heybet; sükûn hareketsizlik demektir).

Ebu Abdurrahman Sülemi´nin Ahmed b. Muhammed b. Zeyd´-den şunu naklettiğini işitmiştim: «Şibli şöyle demiştir: Arif olanın (O´ndan başkası ile) alâkası, âşık olanın şekvası (şikâyeti), kul olanın davası, Allah´tan korkanın kararı ve hiç bir kimsenin Hakk Taâlâ´dan firarı yoktur».

Yine Sülemi´nin Muhammed b. Muhammed b. Abdülvehhab´dan şunu naklettiğini işitmiştim: «Marifetten sorulduğu zaman Şiblî şöyle demiştir: Marifetin evveli (ve menbâı) Allah Taâlâ´dır, ahirinin ise nihayeti yoktur».
Ebu Hafs, «Allah Taâlâ hakkında marifet sahibi olduğumdan beri kalbime ne hak, ne de batıl girmiştir», demiştir.
Üstad Kuşeyrî der ki: Ebu Hafs´ın mutlak olarak söylediği bu sözde bir parça kapalılık vardır. En doğrusu bu sözü şu şekilde yorumlamaktır. Sûfîlere göre Hakk Taâlâ´nın zikrinin kulu istilâ etmesi sebebiyle marifet kulun kendisini kaybetmesini icabettirir. O zaman kul Aziz ve Celil olan Allah´tan başkasını müşahede etmez, O´ndan başkasına rücû´ etmez. Âkil (âlim) bir hâl ile karşılaştığı veya hatırına bir şey geldiği zaman kalbine, düşüncesine ve hafızasına müracaat ettiği gibi, arif de Rabbına müracaat eder, Rabbın-dan başka bir şeyle meşgul olmayan kimse kalbine müracaat etmez. Kalbi olmayan bir kimsenin kalbine mâna nasıl gelebilir? Kalbi ile yaşayan bir kimse ile Aziz ve Celil olan Rabbı ile yaşayan bir kimse arasında fark vardır. (Kalbi ile yaşayan aklının güzel gördüğü şeyle, Rabbı ile yaşayan şeriatın güzel gördüğü şeyle ilgilenir).

Bayezid´e marifetten sorulunca:
şöyle demisti. (Bir kalbi Allah´ın tecellileri istila ve işgal edince insana nüfuzlu olan nefsani duygular itibarını ve tesirlerini kaybeder). Üstad Kuşeyri der ki: Ebu Hafs´ın işaret ettiği mâna da budur.

Bayezid Bistâmi, «Halkın muhtelif hâlleri vardır, arifin ise hâli yoktur. Çünkü arifin resim ve şekli mahvolmuş, hüviyeti başkasının hüviyeti ile yok olmuş ve eserleri başkasının eserlerinde kaybolmuştur». (Arif, beşerî ve fâni varlığını Allah´ta yok etmiştir).

Vâsıtî, «Allah ile istiğna ve Allah´a ihtiyaç ve iftikar hâli mevcut oldukça, bir kulun marifeti sıhhatli olmaz», demiştir.

Üstad Kuşeyrî der ki: Vâsıtî bu sözle şunu kastetmiştir: İstiğna ve iftikar kulun sahv hâlinin ve beşeri resim ve eserlerinin bekâsının emmârelerindendir. İstiğna ve iftikar kulun sıfatlarındandır. (Kul bu durumda tefrika halinde bulunur, muhtaç olan ile muhtaç olunan arasındaki farkı görür). Halbuki arif ma´rûfun (Allah) da mahvolmuştur. Hakk´ın vücudunda istihlâk veya Hakk´ın müşahede ve temaşasında istiğrak hâlinde bulunan arif için istiğna ve iftikar vaziyeti nasıl sahih olabilir? Her ne kadar vücûd (en yüksek vecd) hâline ulaşamamış ise de, arif kendisine ait her nevi his ve şuur hâlinden kaybolmuş ve kendinden geçmiştir. Bunun içindir ki Vâsıti başka bir sözünde, «Allah Taâlâ´ya arif olanlar (mâsivâdan) kesilirler, daha doğrusu, dilsiz hale gelir. Onun huzurunda zelil ve miskin bir vaziyette boynu bükük durumda donakalırlar», demiştir. Resûlüllah (s.a.): «Sana hamdü sena etmekten âcizim», demiştir (154). Hedefleri yüce ve uzak olan zevatın sıfatı budur.

Bu hadden (ve hissini kaybetme mertebesinden) aşağıya inenlere gelince, bunlar marifet konusunda konuşmuşlar ve çok söz söylemişlerdir. (Böylece Hakk´a da halka da hakkını vermişlerdir).
Ahmed b. Asım Antakî, «Kalbinde en fazla Allah korkusu bulunan Allah hakkında en çok marifete sahip olan kimsedir», (Marifet arttıkça korku da artar) demiştir.

Sûfîlerden biri, Bir kimse Allah Taâlâ hakkında marifet sahibi olursa, dünyada kalmaktan usanır ve bütün genişliğine rağmen dünya başına dar gelir demiştir.

Bir kimse Allah hakkında marifet sahibi olursa, maişeti saf ve temiz olur, hoş bir ömür sürer, her şey ondan korkar.
154. Müslim, Salât, 42; Ebu Davud, Vitir, 5; Tirmizî, Daavât, 75; tbn Mâce, Dua, 3.

Bir kimse Allah haKında rağbet etmez. Fasılsız ve vasılsız kalır. (Allah´dan istiğrak hâlinde bulunduğu için muttasıl mı munfasıl mı olduğunu bilmez), denilmiştir.

Marifet, hayayı ve tazimi icabettirir. Nitekim tevhid de rızâyı ve teslimi icabettirir, denilmiştir.

Ruveym, «Marifet arif için bir aynadır, oraya baktığı zaman Mevlâ´sının kendisine tecelli ettiğini görür», demiştir.
Zunnûn Mısrî, «Peygamberlerin ruhları marifet meydanında yarıştılar. Bizim Peygamberimiz (s.a.) in ruhu öbür Peygamberlerin ruhlarını geçerek vuslat gülistanına ulaştı», demiştir.

Zunnûn Mısrî, «Arif ile muaşeret ve muamelede bulunmak, Allah Taâlâ ile muaşeret ve muamelede bulunmaya benzer, senden zuhur eden şeylere tahammül eder, sana hilim ile muamele eder. Çünkü O: Allah´ın ahlâkı ile ahlâklanmıştır», demiştir.

İbn Yazdânyâr´a: Arif Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´yı ne zaman müşâhede eder? diye sorulunca: «Şâhid (Allah) zuhur edip, şevâhid (idrâk ve şuur hâlleri ve maddi varlıklar) yok olunca ve hisler gidip ihlâs izmihlale uğrayınca», demişti.

Hüseyin b. Mansur Hallaç, «Kul marifet makamına ulaştı mı Allah onun havâtırına ve kalbine vahyeder; sırrını, Hakk´ın hatırından başka bir şeyin gelmesinden muhafaza eder», demiştir.

Hallaç, «Arifin alâmeti dünya ve âhiretle meşgul olmamasıdır» (zira o, sadece Hakk ile meşgul olur), der.
Sehl b. Abdullah, «Marifetin gayesi iki şeydir: Dehşet, hayret», demiştir.

Zunnûn Mısrî, «Allah Taâlâ hakkında marifeti en çok olan kimse O´nda en. çok hayret eden kimsedir», demiştir.
Ebu Bekir Râzi´nin, Ebu Amr Antâki´den şunu naklettiğini işittim- «Adamın biri Cüneyd´e: Marifet ehli olan bir kavim iyilik ve takva nevinden olan hareket ve amellerin (bir dereceden sonra) terkine kail oluyorlar, buna ne dersiniz? demiş. O da şöyle cevap vermişti: Bu söz amellerin iskâtından bahseden bir kavmin sözüdür, kanaatıma göre büyük ve korkunç bir lâkırdıdır. Hırsızlık ve zina yapanın hâli bu lâfı söyliyenin halinden daha güzeldir. Çünkü ârif-billah olanlar amelleri Allah Taâlâ´dan almışlar ve o amellerin içinde bulunmak suretiyle Allah´a dönmüşlerdir. Bin yıl ömrüm olsa iyi amellerimden zerre miktarı eksiltmezdim».

Yakub Nehrecorı anlatıyor: Celâl sahibi olan Allah´tan başka bir şey için esef ve hüzün duyar mı? diye sordum ve şu cevabı aldım: O´ndan başkasını görür mü ki, esef etsin! Arif eşyaya hangi gözle bakar? dedim. Fena ve zeval gözü ile», dedi.

Bayezid Bistâmî, «Arif tayyar, zâhid seyyardır», (biri uçarak, diğeri yürüyerek Allah´a gider), demiştir.
Arifin gözü ağlar, kalbi güler denilmiştir.

Cüneyd, «Arif ancak şu şekilde olursa arif olur: Yer gibi olacak, insanların iyisi de kötüsü de onu çiğniyecek; bulut gibi olacak, her şeyi gölgelendirecek; yağmur gibi olacak, sevdiğini de sevmediğini de sulayacak». (Hava gibi olacak, herkes onu teneffüs edecek), demiştir.

Yahya b. Muaz, «Arif dünyadan çıktığı zaman şu iki şeyde gayesine ulaşamamış (ve doymamış) olur: Nefsine ağlamak, izzet ve Celâl sahibi Rabbına hamd ü sena etmek», demiştir.

Bayezid Bistâmî, «Arifler kendi haklarından vazgeçerek ve onun hakkını icra ederek marifete nail olmuşlardır». (Mubah olan nimetlerden feragat ederek Hakk´ın hukukunu edâ ederek irfan sahibi olmuşlardır), demiştir.
Yusuf b. Ali şöyle demiş: «Bir arifin hakkıyle arif olabilmesi için Süleyman (a.s.) a verilen mülk kadar mal mülk bile verilse, bu mülkün göz açıp kapayana kadar onu Allah´tan uzaklaştırmaması ve başka şeyle meşgul etmemesi icabeder.

Yine Sülemî´nin Ebu Hüseyn Fârisî´den şunu naklettiğini duydum: «İbn Atâ, marifetin üç rüknü vardır: Heybet, haya, üns, demiştir».

Zunnûn Mısri´ye: Rabbını ne ile tanıdın? diye sorulmuş. O da, «Rabbımı Rabbım ile tanıdım, Rabbım olmasaydı Rabbımı tanıyamazdım»demişti. (Burada tanımak marifet demektir, Rab hakkındaki marifet yine Rab ile hasıl olur).

Âlime tâbi olunur, arif ile hidâyete erilir, denilmiştir.
Şibli, «Arif O´ndan başkasını mülahaza etmez. O´nun sözünden başkasını telâffuz etmez. Allah Taâlâ´dan başka muhafızı bulunduğunu düşünmez» demiştir.

Arif, Allah´ın zikri ile ünsiyet ettiği için halkla bulunmak onu sıkar, Allah´a fakr ve iftikar halinde olduğu için, Allah onu halktan uzak tutar.

(Marifet, Hakk´ın kalbe gelen tecellileridir).
Arif dediğinin fevkinde, âlim söylediğinin dûnundadır, denilmiştir.
Ebu Süleyman Darânî, «Şüphe yok ki, Allah´Taâlâ başkasına namazda iken feth ve ihsan etmediğini, arife yatakta iken feth ve ihsan eder», demiştir.

Cüneyd, «Arif kendisi sustuğu halde (ruhundan ve) sırrından Hakk´ın konuştuğu kimsedir», demiştir.
Zunnûn, «Her şeyin bir cezası vardır, arifin cezası Allah Taâlâ´nın zikrinden kesilmesidir», demiştir.
Rüveym, «Ariflerin riyası, müritlerin ibtilâsından efdaldır», demiştir.

Ebu Bekir Verrâk, «Arifin konuşması çok zevklidir, fakat susması daha faydalıdır», demiştir.
Zunnûn, «Zâhidler âhiretin sultanlarıdır, halbuki zâhidler ariflerin fakirleridir». (Ariflerin hâllerini varın kıyas edin), demiştir.

Cüneyd´e, ariften sorulunca: «Suyun rengi kabın rengidir», (yani arif vaktinin hükmü iledir), demiştir.
Bayezid Bistâmî´ye, ariften sorulunca: «Uyurken veya uyanık iken Allah´tan başkasını görmez, Allah´tan başkasına muvafakat etmez, Allah Taâlâ´dan başkasını mülâhaza etmez», demiştir.

Muhammed b. Hüseyn´in Abdullah b. Muhammed Dirmışkî´den şunu naklettiğini işitmiştim: «Şeyhlerden birine: Allah Taâlâ´yı ne ile tanıdın? diye sorulmuştu. O da şöyle demişti: Parıldayan bir ışık ile. Tabii temyiz ve şuur halinden alınan (kendini kaybeden bir şahsın) lisanı ile. Kendinden geçerek helak olan bir şahsın dilinden dökülen lâfızlarla... Bu sözü söyleyen sûfî zuhur eden bir vecde işaret etmiş ve gizli kalan bir sırrı haber vermiştir. Bu zat izhar ettiği şeyle: O, odur (yani zahiri itibariyle diğer insanlar gibi bir insandır). Gizlediği şeyle ondan başkadır, (yani bâtını itibariyle diğer insanlardan farklıdır). Bu sözün sahibi daha sonra şu şiiri okudu: Söz olmadan konuştum, zaten hakiki konuşma da budur, lâfız olarak konuşmak ve konuşmayı açıklamak sana aittir. Ya Rab! Başkaları için gizli kalayım, diye bana zuhur ettin. Halbuki daha evvel (bana) gizli idin. Dilimden bir şimşek parlattın ve beni o şimşekle konuşturdun». (Allah sevgilisi olan kul bâtınını saf, nuranî olduğun için) sen bana gizli kalmıştın. Ya Rab! Kalbimde parlattığın şimşek gibi bir nur ile dilimi ve diğer organlarımı konuşturdun). Ceriri anlatıyor: «Ebu Türâb´a arifin sıfatı sorulunca şöyle demişti: Hiç bir şey arifi kederlendirmez, bulandırmaz, her şey onunla saflaşır, durulur».

Muhammed b. Hüseyn´in, Ebu Osman Mağribî´den şunu naklettiğini işitmiştim: «İlmin nurları arife ışık tutar, arif bu ışık ile gaybın acâip ve garaip cihetlerini görür».

Üstad Ebu Ali Dakkak´ın şöyle dediğini işittim: «Arif tahkik deryasında boğulmuş ve mahvolmuştur (İstiğrak). Nitekim sûfîlerden biri, marifet coşkun dalgalara benzer, bir yükselir, bir alçalır, (Arif bir yükselir, bir alçalır) demiştir».

Yahya b. Muaz´a, arifin sıfatından sorulmuş. O da: «Kâin ve bâindir». (Bedeni ile halkladır, kalbi ile onlardan ayrıdır), demiş. Başka bir seferinde «kâne febâne» (Halk ile idi, fakat ayrıldı) demişti. (Arif, zahirde halk ile, bâtında Hakk iledir).

Zunnûn şöyle demiştir: «Arifin alâmeti üçtür: Sahip olduğu marifet nuru vera´ nurunu söndürmez. Şeriatın zahiri Zahit hükümlerini nakzeden bâtını bir ilme sahip olduğuna itikad etmez. îzzet ve Celâl sahibi Allah´ın çok sayıda nimetlerine nail (ve keramete sahip) olması onu Allah´ın mahremiyet perdelerini yırtmaya sevk etmez».
Âhiret uşağı olan (zâhidler) yanında marifetin vasıf ve hususiyetlerinden bahseden kişi arif değildir. (Çünkü bu konuda konuşmak zâhidlerin zihnini karıştırır). O halde nasıl olur da dünya uşağı olanların yanında marifetten bahsedilir, denilmiştir.

Zunnûn Mısrî, arifin sıfatını anlatmak için: «Burada idi, şimdi gitti» demişti. Bunun ne demek olduğu Cüneyd´e sorulmuş. O da şöyle demişti: «Arif bir hâl içinde mahsur kalarak diğer hâllerden habersiz olan kişi değildir. O belli bir hâl ile mukayyed değildir. Belli bir makam ve menzilde bulunması, öbür menzillere gidip gelmesine mani değildir. Arif her makam ehli ile bulunur ve o makam ehlinin bulduğu ve yaşadığı şeyleri bulur ve yaşar. Bu nevi makamların emmâre ve alâmetlerinden bahseder. Ta ki o makamda bulunanlar faydalansınlar».
Muhammed b. Hüseyn´nin Abdullah Râzî´den şunu naklettiğini duymuştum.

Arifler şaşkınlık makamlarında konakladıkları ve Allah´ın lutfu ile vuslatın zevkini tattıkları zaman kendilerinden ağlama hâli zail olur.

Mahabbet

İzzet ve Celâl sahibi olan Allah «İçinizden kim dininden dönerse bilsin ki, Allah onların yerine Hakk´ı seven ve Hakk tarafından sevilen bir kavim getirir». (Mâide, 5/54) buyurmuştur (155).

Resûlüllah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «Bir kimse Allah´a kavuşmayı arzu ederse, Allah da ona kavuşmayı arzu eder; tersine, bir kimse Allah´a kavuşmak arzusunda olmazsa, Allah da ona kavuşmak arzusunda olmaz» (156).

Cebrail (a.s.), Rab Sübhanehu ve Taâlâ´dan Resûlüllah (s.a.) a şu vahyi getirmiştir: «Kim benim bir veli kulumu zillete düşürür ve ona düşmanlık ederse, bana harp ilân etmiş olur. Mümin bir kulumun ruhunu alma zamanında gösterdiğim tereddüt kadar hiç bir hususta tereddüt göstermiş değilim. Çünkü kulum ölümden, Ben ise onu üzmekten hoşlanmamaktayım. Halbuki ortada behemahal yapılması gereken bir iş bulunmaktadır. Kulum üzerine farz kıldığım hususları edâ ede ede yaklaştığı kadar başka hiç bir şeyle Bana yaklaşamaz. Kulum nafile ibadetleri ifa ederek de durmadan Bana yaklaşır. Hem o kadar çok yaklaşır ki, artık Ben onu severim. Bir kimseyi sevdim mi, onun kulağı, gözü, eli ve te´yidcisi olurum». (157).

Resûlüllah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «Allah (c.c.) bir kulunu sevdiği zaman Cebrail´e: Ey Cebrail, Ben falanca kulumu seviyorum. Onun sevgisini diğer kullarımın gönlüne de yerleştireceğim buyurur.

Mahabbet bahsini, krş: Luma, s. 57; Ta´arruf, s. 109; Keşfu´l-nıahcııb, 392; Kûtu´l-kulûb, II, 99; İhya, III, 47; IV, 2S6.

155. Mahabbet: Sevgi, aşk; Habib maşuk ve mahbûb: Sevgili; Muhibb: Âşık, demektir.
Mahabbet, mahabbetüllah ve aşkullah: Allah sevgisi demektir. İlk sûfîler ekseriya «Allah sevgisi» tabirini kullanmışlardır. «Allah aşkı» tabiri 4/X. asırda ortaya çıkmış ve ancak 6/XII. asırdan sonra umumileşmiştir.

156. Buharî, Rikâk, 21; Müslim, Zikir, 5.
157. Buharî. Rikâk, 38; îbn Mâce, Fiten, 16. Hadisin geniş izahı için bk. Aru-sî´nin şerhi, IV, 29.
yım» (158).

Mahabbet (aşk) çok şerefli bir hâldir. Hakk Taâlâ mahabbetin kul için bir fazilet olduğu hususunda şehadette bulunmuş ve kulunu sevdiğini haber vermiştir. Şu halde Hakk Sübhanehu ve Taâlâ «O kulunu sever» diye vasfedilir. Kul da «Hakk Sübhanehu ve Ta-âlâ´yı sever» diye vasfedilir (Bk. Mâide, 5/54).
Ulemanın dilinde ve ıstılahında mahabbet irâde, mânasına gelir. Sûfîlerin ise mahabbet tabirinden muradları irâde değildir. Çünkü irâde kadim olan varlığa taalluk etmez. Ancak buradaki irâde tabirinin Allah´a yaklaşmak ve O´na tazim etmek şeklinde anlaşılması mümkündür.

Bu meselenin hakikatini anlatmak için Allah Taâlâ izin verirse bir parça izahat vereceğiz. Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´nın kuluna mahabbeti, ona hususi surette bir nimet vermeyi irâde etmesidir. Nitekim Allah´ın kuluna rahmet etmesi de, ona nimet vermeyi irâde etmesi mânasına gelir. Buna göre rahmet irâdeden daha hususi bir tabirdir. Mahabbet ise rahmetten daha hususi bir tabirdir. Allah Taâlâ bir kuluna sevap ve nimet vermeyi irâde ettiği zaman buna rahmet adı verilir. Allah Taâlâ´nın kuluna özel bir yakınlık ve yüce haller bahşetmeyi irâde etmesine ise mahabbet ismi verilir. Allah Taâlâ´nın irâdesi O´nun tek bir sıfatıdır. Bu sıfat taalluk ettiği şeylerin farklı oluşuna göre değişik isimler alır. İlâhi irâde cezalandırmaya taalluk ederse buna gadap, umumi bir şekilde nimetlere taalluk ederse buna rahmet, özel surette nimetlere taalluk ederse buna mahabbet adı verilir.
Bir taifeye göre Allah Taâlâ´nın kuluna mahabbeti, onu güzel bir şekilde medhü sena etmesi mânasına gelir. Bu duruma ve görüşe göre Allah´ın kuluna mahabbeti onun Kelâm sıfatına râcidir. Kelâm-ı ilâhî ise kadimdir.
Başka bir taifeye göre Allah´ın kuluna mahabbeti onun fiili sıfatlarındandır. Buna göre mahabbet, hususi bir ihsan nevidir. Kul bu ihsanla Allah´ın huzuruna çıkar. Mahabbet özel bir hâldir, bu hâl gelince; mahlukların mahabbetinin sıfatı olarak anlaşılan,, «Bir şeye meyletmek, bir şeyle ünsiyet ve ülfet etmek» veya «âşık, mahluk olan maşuku ile beraber bulunduğu zaman kalbinde bulduğu duygular» gibi hususlar kadîm olan Hakk Taâlâ hakkında bahis konusu olamaz, Allah bu gibi şeylerden münezzehtir.

Kulun Allah hakkındaki mahabbetine gelince, bu kulun kalbinde bulduğu ve duyduğu bir şey olup, ibare ile ifade edilmeyecek kadar latif (ve rakîk bir his) tir. Bu hâl ve his insanı Allah Taâlâ´ya tazim etmeye, O´nun rızâsını her şeye tercih etmeye, O´ndan ayrı kalınca sabırsızlanmaya, O´nsuz edememeye, O´nsuz kalınca da kararsız hâle gelmeye; ünsiyet ve ülfetini, devamlı surette kalbi ile O´nu zikrederek bulmaya ve O´na karşı içinde bir heyecan duymaya sevkeder.

Kulun Allah Taâla´yı sevmesi meyil, hudut ve ihata gibi şeyler ihtiva etmez. Bu nasıl bahiskonusu edilebilir ki, Zat-ı samediyyet ilhak, idrâk ve ihata gibi şeylerden münezzehtir. Âşık (muhib) bir çizgi ile ihata edilme tarzında vasfedilmekten ziyade maşukta (mahbub) helak olma şeklinde vasfedilir. Aşk (mahabbet) bir vasıfla vasfedilemez, bir hudutla tahdit edilemez. (Aşk tarif edilemez). Bununla beraber idrâk için aşktan daha vazıh ve daha yakın bir şey yoktur, ifade ve ibarede bir müphemlik ve muğlaklık hasıl olduğu zaman sözü şerh ve izah etmeye dalma ihtiyacı doğar. Müphemlik ve muğlaklık zail olunca (aşk meselesini ve) sözünü şerh ve izah etmeye dalma ihtiyacı ortadan kalkar (159).

Sûfîlerin aşk ve mahabbet bahsindeki sözleri çoktur. Mahabbet kelimesinin lugattaki aslı konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür: Bazılarına göre hubb meveddetin ve dostluğun saf ve hâlis şeklidir. Çünkü Araplar dişlerdeki beyazlığın saflığını ve parlaklığı anlatmak için «Hübabu´l-esnân» derler.
Şöyle de denilmiştir:

159. Hz. Mevlanâ «Aşk konusunda akıl, çamura batan eşek gibidir. Aşkın ve âşıklara ne olduğunu yine aşk anlatır», der ve: Aşk nedir? diye soran birine: «Benim gibi ol da öğren» cevabını verir.
Şöyle de denilmiştir: Mahabbut, Mahabbet kelimesinin kökü lüzum ve sebat mânasına gelir. Deve bir yere çöküp oradan, kalkmadığı zaman, mahabbe´l-bağîr» derler. Güya âşık sevgilisinin ismini ve zikrini kalbinden bir ân bile ayırmamaktadır, denilmiştir.

Denilmiştir ki: Hubb küfe mânasına gelen «habb» kökünden gelir. Nitekim şair demişti ki: «Ejder anladı ki bu cesur kişi, içinde gizlediği gadr ve katletme niyetini duyurmak için küpe ve kulak yerine dilini harekete geçirmiş bulunmaktadır». (Kulak hareketi sevgi izhar etmek, dil hareketi öldürme niyetini izhar etmek demektir).
Küpeye, habb adının verilmesi ya küpe dâimi surette kulakta bulunduğu için veya kulağa acı verdiği içindir. Mahabbet konusunda bu mânaların her ikisi de doğrudur. (Aşk âşıktan ayrılmaz, ona ızdırap verir).
Denilmiştir ki: Mahabbet «habbe» kelimesinin cemi olan «hıbb» kökünden gelir: Kalbi kalp yapan esas mânaya «habbetü´l-kalp» denir. Böylece kalpte bulunan mahabbet, mahallinin adını almıştır. (Hâl mahallin ismini almıştır, Hıbb kalbin siyah kısmı, kalbin gözü).

Denilmiştir ki: «habb» ve «hubb» Amr ve Ömer gibidir. (Fethe ile de ötre ile de okunması caizdir).
Denilmiştir ki: «Hubb», «hibbet» kökünden alınmıştır. Hibbet, sahra bitkilerinin tohumlarına denir. Mahabbete hibb denilmesi hayatın özü oluşundandır. Nitekim tohum da bitkinin özüdür.

Denilmiştir ki: Üzerine su testisi konan dört ağaca «hubb» denir. Mahabbete «hubb» denilmesinin sebebi sevgiliden gelen her nevi izzete ve zillete bu sayede tahammül edildiği içindir.

Denilmiştir ki: Mahabbet, içinde su bulunan kap demek olan «hubb» kökünden gelir. Kap içine konan şeyi tutar ve bir kap dolu olduğu şeyden başkasını içine almaz. Tıpkı bunun gibi kalp muhabbetle dolunca içine sevgiliden başka bir şey sığmaz.

Şeyhlerin mahabbet hakkındaki söz ve görüşlerine gelince: Sûfîlerden biri, mahabbet kararsız halde bulunan dertli kalbin (Rab cihetine) dâimi bir meyilidir, demiştir.

ki sevgisini ispat etmesidir. (Sıfatını unutarak zâtını ona vakf ve hasr etmesidir, âşıkın maşûk hâline gelmesidir.
Denilmiştir ki: Mahabbet, kalbin Rabb´ın muradı olan şeylere muvafakat etmesidir.
Denilmiştir ki: Mahabbet, hizmeti yerine getirmekle beraber, «hürmeti terkettim» endişesi içinde bulunmaktır.
Bayezid Bistamî demiştir ki: «Mahabbet, senden olan çok şeyi (ibadet ve taatı) azımsaman sevgiliden olan az şeyi (lütuf ve ihsanı) çoğumsamandır.

Sehl b. Abdullah, «Hubb, taat ile kucaklaşmak ve muhalefetle zıtlaşmaktır», demiştir.
Cüneyd´e mahabbetten sorulunca: «Âşıkın kendi sıfatlarını terketmesi ve bunun yerine sevgilisinin sıfatlarına girmesidir». (Taalluk bi ahlakıllah, ittisâb bievsafillah).

Cüneyd bu sözü ile şuna işaret etmiştir: Sevgilinin zikri, âşıkı o derece istilâ edecek ki, onun sıfatlarını zikretmek, kendi sıfatlarından tamamen gafil olmak ve kendini bile hissetmemek onda galip bir hâl olacaktır.
Ebu Ali Ruzbârî, «Mahabbet muvafakattir», (Emredilene uymaktır), demiştir.

Ebu Abdullah Kureşî, «Mahabbetin hakikati kendine hiç bir şey bırakmayacak şekilde bütün varlığını sevgiline hibe etmektir», demiştir.

Şiblî, «Kalpte, sevgiliden başka ne varsa hepsini mahvettiği için mahabbete mahabbet ismi verilmiştir», demiştir.
îbn Atâ, «Mahabbet, daimi surette itâb ve azar hâlini devam ettirmektir». (Sevgilim kusurumu görmektedir, diye düşünmektir. Murâkabe hâli).

Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) in şöyle dediğini işitmiştim: «Mahabbetin bulunduğu yerde zevk, hakikatin bulunduğu yerlerde dehşet vardır». (Aşkın başı zevklidir, fakat sonu dehşetlidir).

Yine Dakkak´tan duydum: «Mahabbetin haddini tecavüz ederek ifrata varmasına aşk denir. Hakk Taâlâ, haddi aşmakla vasıflandırılmaz, şu halde aşk ile de tavsif edilemez. Bütün mahlukâta ait sevgilerin hepsi toplansa da bir şahsa verilse, bu şahıs Hakk Taâlâ´ya aşık oldu denilemez.

Hakk Taâlâ kuluna âşık oldu, diye tavsif edilemiyeceği gibi, kul da Hakk Taâlâ´nın sıfatı hakkında; O´na âşık oldu, diye tavsif edilemez. Bunun için ´aşk, red ve inkâr olunmuştur´. Aşkın Hakk Taâlâ´nın vasfı olması mümkün değildir. Hakk´ın kula veya kulun Hakk Taâlâ´ya âşık olması imkânsızdır» (160).
Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemî´nin Mansur b. Abdullah´tan şunu naklettiğini işitmiştim: «Şiblî: Mahabbet, benim gibi (âciz ve kusurlu) birisini seviyor, diye sevgilini kıskanmandır», demiştir. (İlâhî sevgi sana lâyık olmaktan çok yücedir).

Sülemî´nin Ebu Hüseyn Fârisî´den şunu naklettiğini işitmiştim: «Mahabbetten sorulduğu zaman İbn Atâ: Mahabbet, kalplere dikilen fidanlardır, aklın ölçüsünde meyve verir, demişti». (Aşk, âşıkın kabiliyeti ve istidadı nisbetinde semere verir, aşk fidan, akıl bu fidanın dikildiği topraktır).

Sülemî´nin Nasrabâzî´den şunu naklettiğini işitmiştim: «Nasra-bâzî mahabbet vardır ki, kan dökülmesine mani olur, mahabbet vardır ki, kan döker, demiştir». (Nimetini görme mahabbeti, nimeti vereni görme mahabbeti, şeriat mahabbeti ve hakikat mahabbeti gibi).

Sülemî´nin Muhammed b. Ali Alevî´den şunu naklettiğini işitmiştim: «Cafer, Semnûn´un şöyle dediğini işitmiş: Allah Taâlâ´yı sevenler dünya ve âhiret şerefi ile gittiler. Çünkü Nebî (s.a.): ´Kişi sevdiği ile beraberdir´, buyurmuştur» (161).

Hakk´ı sevenler Hakk Taâlâ ile beraberdirler.

Yahya b. Muaz, «Hakiki mahabbet ezâ ve cefâ ile eksilmez, iyilik ve ihsan ile artmaz», demiştir. Yine bu «Hüküm ve hududuna riayet etmeden onu sevdiğini iddia eden samimi değildir», demiştir.
Cüneyd, «Mahabbet sahih ve kâmil olursa edebe riayet şartı ortadan kalkar», (Samimiyet resmiyete manidir), demiştir.

160. Sûfîler VI/XII. asrın sonuna kadar Allah sevgisi tabiri yerine Allah aşkı tabirini kullanmaktan hoşlanmazlardı. Ahmed Gazzalî, Fahreddin Irakî, İbn Farız ve bilhassa Sultanu´l-âşıkîn Hz. Mevlanâ´dan sonra daha çok Allah aşkı tabiri kullanılmıştır. «Allah´a âşık oldum» sözünü ilk söyliyen Ebu Hüseyn Nuri´dir. Bk. Telbisu İblis, s. 165.

161. Buharî, Edeb, 6; Müslim, Birr, 50.

Denilmiştir ki sultan hitap ederKen resmiyete ve saygıya delâlet eden sözler kullanmaz, sade; ey falan, Ahmet, Mehmet, der. Halbuki halk onun oğluna hitap ederken külfetli ve resmi bir dil kullanır».
Kettânî, «Mahabbet bütün tercihlerin sevgili lehinde yapılmasıdır», demiştir.

Bündâr b. Hüseyn anlatıyor: «Beni Amir´in Mecnun´u rüyada görülmüş ve: Allah sana nasıl muamele eyledi? diye sorulmuş. O da: Beni affetti ve âşıklar üzerine hüccet kıldı, demişti». (Meşhur Mec-nun´a Benî Amir mecnunu denir).

Ebu Yakub Sûsî, «Hakiki mahabbet, kulun Allah´tan gelen haz ve nimeti düşünmemesi ve ona olan ihtiyaçlarını unutmasıdır». (Sadece zât-ı akdesi düşünmesidir), demiştir.
Hüseyn b. Mansur Hallaç, «Hakiki mahabbet kendi vasıflarını söküp atmak suretiyle sevgili ile beraber bulunmaktır», demiştir.

Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemî´den işittim: «Nasrabâzi´ye, mahabbetten nasibin yok mu (ki öyle konuşuyorlar?) diye sorulmuş. O da: Doğru söylemişlerdir. (O´na layık mahabbetten. nasibim yoktur). Fakat mahabbet ehlinin hasreti içindeyim. İçinde yanıp kavrulduğum şey budur, demişti».

Yine Sülemî´den duydum: «Nasrabâzî; mahabbet, her halükârda şen ve şakrak olmaktan uzaklaşmaktır, demiş ve sonra şu şiiri okumuştu: Uzun bir aşk hayatı yaşıyan kimse neşenin zevkini tadar, fakat ben Leylâ´ya âşık olduğumdan beri böyle bir zevk hâlini tatmış değilim. Leylâ´nın vuslatından elde ettiğim en büyük haz, parlayan bir şimşek gibi bir var, bir yok olan tatlı bir hülya ve rüya idi».

Muhammed b. Fazl, «Mahabbet, sevgilinin mahabbeti hâriç, gönülden her nevi sevginin zail olmasıdır», demiştir.
Cüneyd, «Mahabbet (bir nimete) nail olma bahiskonusu olmaksızın meyildeki ifrattır» (Kalbin meylidir), demiştir.
Mahabbet, sevgiliden gönüllere gelen bir teşviş (ve zihin karışıklığı) dır, denilmiştir. (Zihin teşvişi aşkın eseridir).
Mahabbet, murad ve sevgiliden gelip kalbe düşen bir fitnedir, denilmiştir.

İbn Atâ şu şiiri okumuştur:
«Mahabbet ehli olan âşıklar için bir aşk fidanı diktim. Benden önce aşkın ne olduğunu hiç kimse bilmezdi. Bu fidan yeni yapraklanacak, dal verecektir.
Mahabbetin evveli aldanmak, (naz cilve) sonu kati olunmaktır (fena), denilmiştir. (Aşk, cilve ile başlar, felâketle neticelenir).

Resûlüllah (s.a.) in: «Bir şeyi (aşırı derecede) sevmen gözünü kör, kulağını sağır eder» (162) sözünü izah ederken, üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) in şöyle dediğini işitmiştim: «Kıskançlık sebebiyle gözün kör olur da başkasını göremezsin; heybet hissi sebebiyle kulağın sağır olur da sevgilinin sesini işitemezsin». Ebu Ali daha sonra şu şiiri okudu:

«(Allah bana) zuhur ve tecelli ettiği zaman üzerimi bir azamet ve haşmet hissi kaplar. Sonra (daha büyük müşahedelere istekli olduğumdan) hiç bir şey vârid olmamış ve zuhur etmemiş gibi bir hâle dönerim.
Haris Muhasibi, «Mahabbet, önce bütün mevcudiyetinle bir şeye meyletmen, sonra onu nefsine, ruhuna ve malına tercih etmen, sonra hem sırren ve hem de alenen ona muvafakat etmen ve daha sonra ona olan sevginde kusurlu olduğunu bilmendir», demiştir.

Seriyyu´s-Sakatî, «Biri diğerine ´Ey ben´ demedikçe, iki kişi arasındaki mahabbet sâlih ve sahih olmaz». (İki âşıktan her biri kendini diğerinde fâni kılmalıdır. Ene´l-Hakk, Sen bensin, ben senim), demiştir.
Şiblî, «Âşık (muhib) susunca, arif konuşunca mahv olur», demiştir. (Âşık daima sevgilisini zikreder, arif sevgilisine ait müşahedeleri zikre kadir olmadığı için susar, sadece onu temaşa eder).

Mahabbet kalpte bulunan ve sevgilinin murad ve arzusundan başka her şeyi yakan bir ateştir, denilmiştir.
Mahabbet, (maşuka itaat için) olanca gücün sarfedilmesi ve sevgilinin dilediği gibi hareket etmesidir, denilmiştir.
Nuri, «Mahabbet perdeleri yırtmak, sırları keşfetmektir», demiştir.

Ebu Yakub Tûsî, «Mahabbet, mahabbetin bilgisini yok ederek, mahabbeti görme hâlinden mahbûbu görme hâline çıkmaktır». (Sevgiliyi şuura yerleştirmek ve sevgiyi şuurdan silmektir), demiştir.

Cafer, Cüneyd´in şöyle dediğini nakleder: «Serî, elime bir kâğıt parçası verdi ve: Bu senin için yediyüz kıssadan ve fevkalâde menkıbeden daha hayırlıdır, dedi. Kâğıtta şu şiir yazılı idi: Âşıkı olduğunu dinlerken çağırana cevap vermeye kadir olamaz. Aşk insanı o Kadar zayif ve arık hale getirir ki, onda ağlayan ve niyazda bulunan bir göz bebeğinden başka bir şey kalmaz».

İbn Mesrûk, «Âşık Semnûn, mahabbet konusunda konuşurken mesciddeki kandillerin hepsinin paramparça olduğunu gördüm», demiştir.

İbrahim b. Fâtik mescidde oturup mahabbetten bahseden Sem-nûn´u dinliyordu. O esnada küçük bir kuş gelmiş, Semnûn´a yaklaşmış, sonra biraz daha yaklaşmış, sonra durmadan yaklaşmaya devam etmiş, en nihayet eline konmuş, sonra kan akıtıncaya kadar gagasını yere vurmuş ve en sonra da ölmüştü.
Cüneyd, «Maksada ve menfaata dayanan her sevgi, o maksadın ortadan kalkması ile ortadan kalkar», demiştir. (Mecazi aşkta olduğu gibi).

Derler ki: Bir kere Şiblî tımarhaneye hapsolunmuştu. Bir cemaat onu ziyaret için geldi. Şiblî onlara, «Siz kimsiniz?» dedi. Onlar: Seni seven dostlarınız, ey Şiblî, dediler. Şiblî bu cevabı alınca hemen onları taşlamaya teşebbüs etti, onlar da oradan kaçtılar. Bunu gören Şiblî, «Beni sevdiğinizi iddia ediyorsunuz, o halde belâma sabrediniz», dedi ve şiiri okudu:

«Ey kerem sahibi efendim, sevginizin ikâmet yeri kalptir. Ey gözlerimden uykuyu kaldıran, Sen başıma geleni çok iyi biliyorsun!»

Yahya b. Muaz, Bayezid Bistamî´ye: «Mahabbet kadehinden o kadar çok içtim ki sarhoş oldum», diye yazmış. Bayezid de: «Başka biri semavât ve arzın okyanuslarını içtiği halde hâlâ (aşk şarabına) kanmış değildir, dilini dışarı çıkarmış; daha yok mu? demektedir», diye cevap vermişti.
Şu şiir bu makamda okunur:

«Rabbımı zikrettim, diyene şaşarım. Onu unuttum mu ki hatırlayayım, seni zikrettiğim zaman ölür, sonra yine dirilirim. Ama hakkında hüsnüzan sahibi olmasaydım, dirilmezdim. Sevda ile yaşar, şevk ile ölürüm. Senin için nice kere ölür ve dirilirim. Aşk şarabını kadeh kadeh içtim. Ne şarap bitti, ne de ben kandım!»
Derler ki: Allah Taâlâ, İsa (a.s.) ya şunu vahyetti: «Bir kulun kalbine bakar da içinde dünya ve âhiret sevgisinin bulunmadığını görürsem, o kalbi sevgim ile doldururum».

Mahabbet, eserini silen şeydir, denilmiştir. (Sevgi, nefsaniyet-ten eser bırakmaz).
Mahabbet sarhoşluktur, seven sevgilisini temaşa etmedikçe ayılmaz, denilmiştir. (Şükr ve sahv hâli). Temaşa anında husule gelen sarhoşluk hâli tavsif edilemez. Şu şiir bu mânada okunur:
«Meclis ehlini, kadehin döndürülmesi sarhoş etti. Benim sarhoşluğum ise kadehi döndürendendir».
Üstad Ebu Ali Dakkak (r.a.) sık sık şu şiiri okurdu:

«Benim iki sarhoşluğum var; nedimlerin ve dostların ise bir. Bu sarhoşluktan biri sadece bana hastır». (Başkalarını sevgi sarhoş etti. Beni ise hem sevgi, hem de sevgili sarhoş etti).

îbn Atâ, «Mahabbet (kusurludur, diye nefis üzerine) devamlı surette azar ve tekdiri tatbik etmektir», demiştir.
Üstad Ebu Ali, Feyrûz adındaki cariyesini fazla severdi. Çünkü ona çok hizmet etmişti. Üstadın şöyle dediğini işittim: «Bir gün Feyrûz beni üzüyor ve bana karşı uzun dillilik ediyordu. Durumu gören Hafız Ebu Hasan, cariyeye-. Bu ihtiyara neden eziyet ediyorsun? deyince; cariye: Çünkü onu seviyorum, demişti». (Seven sevgilisinin eza ve cefasına katlanmalıdır).

Yahya b. Muaz, «Hardal tanesi kadar mahabbet, mahabbetsiz yetmiş sene ibadetten daha çok hoşuma gider», demiştir.

Derler ki: Bir delikanlı bir bayram günü yüksek bir damdan kendisini halka gösterdi ve: Aşktan ölen böyle ölsün, bir aşk ki, insanı öldürmez, onda hayır yoktur, dedi ve kendisini yere atarak can verdi.

Hikâye edilir ki: Biri Hindli bir cariyeye âşık olmuştu. Sonra cariye o memleketten başka bir memlekete göçmüştü. Adam cariyeye veda için çıkmış, fakat gözünün biri ağladığı halde öbürü ağlamamıştı. Adam ağlamayan gözünü seksen dört sene kapalı tutmuş ve açmamıştı. Sevgilinin ayrılışına ağlamadı, diye onu böyle cezalandırmıştı. Şu şiir bu mânaya gelir:

«Ayrılış sabahında gözümün biri yaş akıttı, diğeri ağlamakta cimrilik yaptı. Göz yaşı dökmede cimrilik eden gözü, vuslat gününe kadar kapalı tutmak suretiyle cezalandırdım».

Yahya b. Muaz, «Kim mahabbeti, buna ehil ve lâyık olmayanlar üzerine yöneltirse hüsrana uğrar.
Bir gün maşuk aşıkına işte şu kardeşim, benden daha güzel ve daha yakışıklı, demiş. Adam yüzünü kardeşine çevirince, genç adam. Bize âşık olduğunu iddia ettiği halde bizden başkasına bakanın cezası budur, demiş ve o şahsı damdan aşağı atmıştı.

Semnûn, mahabbeti marifetten üstün tutardı. Fakat sûfîlerin çoğu marifeti aşktan üstün tutmaktadırlar. Tahkik ehline göre mahabbet zevk u safada helak olmak, marifet ise hayret içinde temaşa ve heybet içinde fena hâlinde olmaktır.

Ebu Bekir Kettânî anlatıyor: «Mekke´de bir hac mevsiminde mahabbet meselesi konuşulmuş, şeyhler de bu konuda fikirlerini söylemişlerdi. Bunların yaşça en küçük olanı Cüneyd idi. Şeyhler ona: Ey Iraklı, sen de dağarcığında olanı ortaya koy, demişler. Bunun üzerine Cüneyd başını önüne eğmiş, gözlerinden yaş boşaltmış ve şöyle demişti: Bir kul ki, nefsinden geçer, Rabb´ına vâsıl olur. Onun hukukunu edâ etmekle meşgul olur, kalbi ile ona bakar, onun zâtının nurları kalbini yakar, aşkının kadehinden saf bir şekilde içer, Cebbar olan Allah gayb perdelerinin arkasından ona tecelli eder. Böyle bir kulun konuşması Allah ile, söz söylemesi Allah´tan, harekete geçmesi Allah´ın emri ile, sükûnu Allah´la beraberdir. Şu hâlde bu durumda bulunan kul Allah ile, Allah için ve Allah´la beraber olur. Bu sözleri dinleyen şeyhler ağladılar ve: Bu konuda bundan fazla bir şey söylenemez. Ey ariflerin tacı, Allah seni sâlih bir kişi eylesin, dediler».

Derler ki: Allah Taâlâ, Davud (a.s.) a şöyle vahyetmişti: «Ey Davud, başka birinin mahabbetinin bulunduğu kalplere Benim mahabbetimin girmesini haram kılmışımdır».

Fudayl b. tyaz´ın hizmetçisi Ebu Abbas anlatıyor: «Bir kere Fudayl´ın idrarı tutulmuştu. Fudayl ellerini semâya kaldırmış ve: Allah´ım! Sana olan mahabbetim hürmetine bevlimi salıver, diye dua etmiş ve biz oradan ayrılmadan şifa bulmuştu».

Denilmiştir ki: Aziz´in karısı Zeliha´nın yaptığı gibi; mahabbet, sevgiliyi nefsine tercih etmendir. Zeliha aşkın son raddesine varınca, «Yusuf´a sevişmeyi ben teklif ettim», demişti. Halbuki ilk zamanlarda kocasına: «Ailene kötülük yapmak isteyen birinin cezası zindana atılmaktan veya elim bir şekilde işkence yapılmaktan başka ne olabilir?» demişti. Böylece başlangıçta günahı Yusuf´a yüklediği halde aşkın doruğuna varınca sevgilisini kendine tercih etmiş ve suçu üstlenmişti.

Ebu Said Harraz´ın şöyle dediği hikâye olunur: «Nebi (s.a.) yi rüyamda gördüm ve: Ya Resûlallah! Beni mazur gör. Zira Allah´ın mahabbeti senin mahabbetinle meşgul olmama imkân vermiyor, dedim. Bunun üzerine Resûlüllah buyurdu ki: Ya Mübarek! Bilmez misin ki, Allah Taâlâ´yı seven, beni sevmiş olur». (Sevgilisini seven, sevgilisinin sevgilisini de sever).

Rabiatü´l-Adeviyye´nin münacaatında şöyle dediği nakledilir: «İlâhi, Seni seven bir kalbi ateşte yakacak mısın?» Bunun üzerine Rabia, hatiften şöyle bir ses işitti: Böyle yapacak değiliz, hakkımızda sûi zanda bulunma!
Derler ki: Hub iki harftir. «Ha» ve «ba». Bununla şu hususa işaret edilmiştir, «Âşık olan, ruhundan ve bedeninden çıksın». («Ha» ruhun hası, «ba» bedenin basıdır).

Sûfilerin mutlak olarak kullandıkları şu tarifte hemen hemen ittifak ve icma hasıl olmuştur: Mahabbet muvafakattan ibarettir. Muvafakat şekillerinin en mükemmeli ise kalp ile olan muvafakattir (Mahabbet, itaat ve rızâ hâlidir). Mahabbet zıttıyetin ve muhalefetin yok olmasını icabettirir. Zira âşık ebedî olarak maşuku ile beraberdir. Bu konuda hadis de vârid olmuştur:

Nebi (s.a.) ye: Bir adam, bir kavmi sever, fakat (amel bakımından) onlara yetişmezse, durumu ne olur?» diye sorulmuş. Resûlüllah (s.a.) da, «Kişi sevdiği ile beraberdir», buyurmuştu. (Amel etmese bile sevdiği ile olacak veya seviyorsa amelde onlara muvafakat eder, onlarla birlikte hareket eder, demektir).
Ebu Hafs, «Ekseriya hâllerin fesada uğramasının sebebi üçtür: Ariflerin fıskı, âşıkların ihaneti, müritlerin yalanı», demiştir.

Ebu Osman bu sözü tefsir ederken, ariflerin fıskı gözü, dili ve kulağı dünyevî sebep ve menfaatlara salıvermek; âşıkların ihaneti, karşılaştıkları hususlarda hevâ ve heveslerini Allah (Azze ve Cellenin rızâsına tercih ve takdim etmek; müritlerin yalanı, Allah (Azze ve Celle) in zikrinden ziyade, halkın zikrinin ve halkı görmenin galebesi altında olmak, tarzında olur, demiştir.

Ebu Ali Mümşad b. Said Akberi diyor ki: «Erkek bir serçe, dişi bir serçe ile Süleyman (a.s.) ın camının kubbesinde çiftleşmek istedi, fakat dişi serçe bundan kaçındı. Erkek serçe dişisine: Neden bu işi yapmama mâni oluyorsun, ben istesem şu kubbeyi Süleyman´ın başına yıkarım, dedi. Süleyman (a.s.) serçeyi çağırdı ve:

Bunu nasıl yapabilirsin diye sordu. Sana kızmıyorum aşkı ile sermest olan kişi dilediğini söyler. Bundan dolayı sorumlu olmaz. Hz. Mevlâna´nın dediği gibi; aşk âşıkı yakmış ve kül etmiştir. Kuraklıkla harap olan köyden öşür alınmadığı gibi, aşkın yaktığı şahıstan da edebe ve hükümlere riayet etmesi istenemez).