- Makamlar

Adsense kodları


Makamlar

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
derya
Wed 13 January 2010, 09:50 am GMT +0200
MAKAMLAR

Şimdi sıra, sülük sahipleri için (Hakk´a giden yolda birer menzil, durak ve) basamak olan makamların açıklanması bahsine gelmiş bulunmaktadır. Ondan sonra da Allah Taâlâ´nın fazlı ve lutfu ile kolaylaştırdığı nisbette hâllerin (ahval) tafsilâtlı bir şekilde anlatılacağı bölümlere geçilecektir, İnşaallah Taâlâ...

1. Tevbe

Allah Taâlâ: «Ey iman edenler, hepiniz toptan Allah´a tevbe ediniz, umulur ki, felah bulursunuz» (Nur, 24/31), buyurmuştur (1).

Hz. Enes, Resûlüllah (s.a.) dan şu hadisi rivayet etmiştir: «Günahtan tevbe eden, günahsız gibidir. Allah bir kulunu sevdi mi, günah ona zarar vermez (çünkü tevbe etmesini nasip eyler)». Bundan sonra Resûlüllah: «Şüphesiz ki, Allah tevbe edenleri sever, tertemiz olanları sever» (Bakara, 2/222) mealindeki âyeti okudu. Ya Resûlallah, tevbenin alâmeti nedir? diye sorulunca: «Pişmanlık» (nedamet)» buyurdu (2).
Enes b. Mâlik, Nebi (s.a.) nin: «Allah´ın en çok sevdiği kimse, tevbe eden. gençtir,» buyurduğunu rivayet etmiştir (3).


Tevbe, sâliklerin (vuslata ermeleri için uğradıkları) menzillerden ilk menzildir. Taliplerin (ulaştıkları) makamlardan birinci makamdır.

Tevbenin Arap dilindeki hakiki mânası dönmek (rücû´) tir. «Tevbe etti», «döndü,» demektir. Şu halde tevbe, şeriatın yerdiği şeyden övdüğü şeye dönmektir. Resûlüllah (s.a.): «Pişmanlık tevbedir», buyurmuşlardır (4).
Ehl-i sünnetin (kelâm) âlimleri, sahih bir tevbenin üç şartı vardır, demişlerdir: Şeriata muhalif işleri yapmaktan nedamet duymak, hatalı (ve günah olan şeyleri) derhal terketmek, eskiden işlenen günahların benzerlerini yapmamaya azmetmek. Sıhhatli bir tevbe için hadiste geçen «.Nedamet tevbedir» sözü «Tevbenin büyük bir kısmını nedamet teşkil eder» mânasına gelir ve bu hususu kesinlikle ifade eder. Nitekim Resülüllah (s.a.): «Hac, Arafat (da vakfeye durmak) dır,» buyurmuşlardır. Bu Hac ile ilgili erkânın çoğu Arafat´ta vakfeye durmaktır mânasına gelir. Yoksa Haccın Arafat´ta durmaktan başka rüknü yoktur, demek değildir. Haccın en büyük rüknü vakfedir, demektir. Aynı şekilde «Nedamet (pişmanlık) tevbedir» hadisi de tevbenin en büyük rüknü nedamettir, mânasına gelir.

Tevbe bahsini krş: Lıuna, s. 43; Keşfu´l-mahcûb, s. 378; Kûtu´l-kulûb, I, 36L; Ta´arruf, s. 92; İhya, IV, 2; Avarifu´l-maarif, I, 317.

1. Tevbe, lügatta: Dönmek, vazgeçmek, terketmek, ayrılmak, rucü´ etmek. Istılahta: Günahı terkederek iyi amele, isyanı bırakarak itaate dönmek, eskiden işlenmiş günahlardan ötürü nedamet ve pişmanlık duymaktır.
2. İbn Mâce, Zühd, 30; Aclûnî, I, 296.
3. Süyûtît II, 151.
4. îbn Mâce, Zühd, 30; İbn Hanbel, I, 376

Hakikat ehli (olan sûfîlerden): Hakiki tevbede (tevbenin gerçekleşmesinde) nedamet kâfidir, çünkü diğer iki rükün nedametin peşinden gelir, ona tâbidir, Şüphesiz-ki, bir kimsenin ısrarla yapmakta olduğu veya ilerde yapmaya azmettiği bir işin benzerinden nedamet duymasını tasavvur etmek mümkün değildir, demişlerdir. (İnsan yapmakta olduğu veya yapmaya karar verdiği bir şeyin benzerinden pişman olmaz).

Tevbenin mânası kısaca bundan ibarettir. Tevbenin şerh ve izahına gelince: Şüphesiz ki tevbenin bir takım sebepleri, dereceleri ve kısımları mevcuttur. Bunlardan ilki kalbin gaflet uykusundan uyanması ve kulun içinde bulunduğu kötü hali görmesidir. Bunların hepsine, Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´dan kalbe gelen yasaklayıcı emirleri can kulağı ile dinliyerek Allah´ın tevfiki (muvaffak kılması) ile ulaşılır. Hadiste: «Her Müslüman kişinin kalbinde Allah´ın bir vaizi mevcuttur.» buyurulmuştur. Başka bir hadiste: «Şüphesiz ki bedende bir et parçası vardır, o iyi olursa bütün beden iyi olur, o bozulursa bütün vücut bozulur, dikkat edin o kalptir.» (5) buyurulmuştur.

İnsan yaptığı şeyin kötü olduğunu kalbi ile düşünür (vicdanı ile hükmeder) ve işlemekte olduğu kötü işleri görürse, kalbine tevbe etme arzusu ve çirkin muameleleri söküp atma isteği doğar, o zaman Hakk Taâlâ kararı (ve azmi) düzeltmeyi, (iyi amele doğru) güzel bir dönüş yapmayı ve tevbe sebepleri için hazırlıklı olmayı insana nasip eder. Bunun ilki kötü insanlarla arkadaş olmayı terk etmektir. Zira insanı bu maksattan uzaklaştıran ve verilen sağlam karar konusunda tereddütlere düşüren kötü arkadaştır.

Tevbenin bu derecesi, müşahedenin sürekli olması ile tamamlanır, başka yoldan gerçekleşmez. Müşahede, müridin tevbeye olan rağbetini artırır, azmedileni tam olarak gerçekleştirmeyi sağlayan bir
saiktir.Başlamış olduğumuz güzel iş ve ibadeti tamamlama hevesini güçlendirir). Böylece ısrarla yapılan çirkin fiillerle ilgili düğümler insanın kalbinden çözülür, mahzurlu işleri icra etmekten sâlik vaz geçer, dolu dizgin arzu (ve şehvet) peşinde koşan nefsine gem vurur, derhal günahtan uzaklaşır, gelecekte de bu nevi fiilleri kesinlikle işlememeye azmeder. Bundan sonra şayet kararına uygun olarak hareket eder ve azminin icabettirdiği hususu gerçekleştirirse, o hakikaten muvaffak olmuştur, (Allah´ın tevfikine nail olmuştur) demektir. Şayet böyle yapmaz da tevbeyi bir veya birkaç defa bozar, fakat arzusu onu tevbeyi yenilemeye sevkederse —ki bu durumlara çok rastlanır— bu halde de bu gibi kimselerin tevbeden ümit kesmemeleri icabeder. Zira her müddetin sınırı çizilmiştir (kader ne ise o vukua gelecektir).

Ebu Süleyman Darâni´nin şöyle dediği hikâye olunur: «Bir vaizin meclisine devam ederdim. Bir seferinde sözü kalbime tesir etmişti. Vaaz meclisinden ayrıldığım zaman kalbimde bu tesirden eser kalmamıştı. İkinci defa meclise geldim ve vaizin sözlerini dinledim, yine sözlerinin tesirinde kaldım. Meclisten ayrıldım, tesir yola kadar sürdü, sonra kayboldu. Üçüncü kere meclise geldim, bu sefer o kadar çok duygulandım ki, evime kadar bu tesir devam etti. Bunun üzerine (şeriata) aykırı olan (mûsikî) âletlerini kırdım ve (beni Allah´ıma ulaştıracak olan) yolu tuttum.» Bu hikâye Yahya b. Muaz´a naklolununca: «Bir serçe bir turnayı avlamış,» demiş. Serçe ile bu kıssacı vaizi, turna ile Ebu Süleyman Darâni´yi kastetmişti.

Ebu Hafs Haddad´ın: «Şu demircilik sanatını birkaç defa terkettim, fakat tekrar başladım. Sonra bu iş beni terketti, bir daha ona dönmedim,» (çünkü bundan daha faziletli olan amellerle meşgul olmuştum) dediği hikâye edilir.

Derler ki Ebu Amr b. Nüceyd (tasavvuf yolunun) başlangıcında Ebu Osman´ın sohbet meclislerine devam ederdi, sözlerinin tesirinde kaldı ve tevbe etti. Sonra bir ara işi gevşetti (müritliğe ara verdi), Ebu Osman´ı gördükçe ondan kaçıyor ve meclislerine devam etmiyordu. Bir gün yolda Ebu Osman´la karşılaştı, yolu değiştirdi, başka bir yola saptı, Ebu Osman onu takip etmeye başladı ve nihayet yakaladı: «Evlâdım, sadece günahsız (masum) olduğun zaman seni sevenle arkadaşlık etme. Ebu Osman sadece bu nevi (gevşeklik) hâllerinde sana faydalı olur,» dedi. Bunun üzerine Ebu Amr tevbe etti, önceki müritlik haline döndü ve bunu başarı ile devam ettirdi.
Ebu Ali Dekkak´ın şunu söylediğini işitmiştim: «Müritlerden biri sohbetleri terketmiş, yoldan çıkmıştı.

Acaba tevbe hâline dönsem bunun hükmü nedir diye düşünürken hatiften bir ses ona: Ey falan, bize itaat ettin, biz de sana teşekkür ettik. Sonra bizi terkettin, biz de sana mühlet verdik, eğer (mehil müddeti içinde) bize dönersen seni kabul ederiz, dedi. Bunun üzerine genç müritlik hâline döndü ve bunda başarılı da oldu». Şu halde insan günahları terkeder, kalbindeki «günahda ısrar» düğümünü çözer, bir daha bu nevi bir günaha dönmemeye azmederse, işte o zaman kalbinde hâlis ve sâdık bir nedamet hissi vücut bulur, bunun tesiriyle geçmişteki işlediği hata ve günahlara üzülür, elden çıkan (fırsat ve) hallerinin hasreti ile yanar tutuşur. İşlediği kötü amellerden ötürü hüzünlenir, böylece tevbesi tamam hale gelir, mücâhedesi dosdoğru bir şekle girer, halk ile ihtilâtı terkederek halvete çekilir, artık kötü insanlarla sohbet etmekten zevk almaz, tersine bu nevi dostluk onu sıkar, ürkütür, onlarsız yaşamak ister, gecesi-gündüzü hasret içinde geçer, bütün hallerinde eseflenmeye dört elle sarılır, ibret gözyaşını dökerek yanlış attığı adımların izlerini siler, güzel tevbesi ile günah yaralarını tedavi eder, akranı arasında solgunluğu ile tanınır, zayıflığı ile halinin sıhhatli oluşuna istidlal edilir.

(Haklarını yediği) hasımlarını razı edip yaptığı haksızlıkları ödemedikçe, anlatılan hususlardan hiç biri tam olarak yapılmış olmaz. Çünkü tevbenin ilk derecesi imkân nisbetinde (hak sahibi olan) hasımları razı etmektir. Eğer hak sahiplerine haklarını vermeye (mâlî) gücü yeterse veya hak sahipleri âlicenablık yaparak haklarını ona helal kılar ve onu ibra ederlerse ne alâ. Aksi halde mümkün olan en kısa zamanda hakları, hak sahiplerine ödemeye kalbi ile azmeder, diğer taraftan Hakk Taâlâ´ya yalvarır, yakarır, O´na sığınır ve hak sahipleri için duada bulunur.
Tevbekârların kendilerine has bir takım halleri ve sıfatları vardır. Bu gibi haller, tevbekâr olanların hasletlerini teşkil eder. Bunlar tevbenin sıhhatinin şartı olduğu için değil, sıfatı olduğu için tevbe nevinden kabul edilir. Tevbenin mânası hakkında şeyhler tarafından söylenen sözler buna işaret eder.

Üstad Ebu Ali Dekkak´ın şunu söylediğini işitmiştim: «Tevbe üç kısımdır. Birincisi; tevbe, ortancası-, inâbe ve sonuncusu; evbe adını alır. Tevbe bidayet, evbe nihayet, inâbe ise ikisinin ortası kılınmıştır. Ceza görme korkusundan tevbe eden her insan tevbe sahibidir. Sevap tamahı ile tevbe eden her insan inâbe sahibidir. Sevap arzusu veya ceza korkusu ile alâkalı olmaksızın emre itaat için tevbe edenler ise evbe sahibidir ve en üstün olanlardır.müminler, hepiniz Allah´a tevbe ediniz´ (Nur, 24/31) buyurmuştur. Inâbe velî ve mukarreb olanların sıfatıdır. Yüce Allah: ´înâbeli bir kalb (yani gönül verme hali) ile geldi´ (Kaf, 50/33) buyurmuştur. Evbe, nebi ve resul olanların sıfatıdır. Ulu Allah: ´O ne hoş bir kuldur. Şüphesiz ki, o evbe sahibi (evvâb) dır.´ (Sâd, 38/44) buyurmuştur».

Cüneyd: «Tevbenin üç nevi mânası vardır: Birincisi; nedamet, ikincisi; Allah´ın yasak kıldığı şeyi tekrar işlememeye kesinlikle karar vermek, üçüncüsü; işlenen haksızlıkları telâfi etmek için çaba harcamak,» der.

Sehl b. Abdullah, «Tevbe, ilerde yaparım, sözünü terketmek (ve ilâhî emir ve nehiylerin gereğini derhal yerine getirmek) tir,» demiştir.

Haris Muhasibi, «Hiç bir zaman Allah´ım, senden tevbe talebediyorum demedim. Fakat senden tevbe etme arzusunu ihsan etmeni istiyorum, dedim,» demiştir.

Cüneyd diyor ki: «Bir gün Seriyyü´s-Sakati´nin yanına gittim. Onu değişmiş (ve üzgün) gördüm. Ne oldu? diye sordum. Şu cevabı verdi: Yanıma gelen bir delikanlı benden tevbenin ne olduğunu izah etmemi istedi. Günahını unutmaman, diye cevap verdim. Genç bu na itiraz etti. Ve: Hayır! Belki tevbe günahını unutmaktır, dedi. (Buna kırıldım). Cüneyd: Benim kanaatim da, o gencin kanaati gibidir, deyince Seri bunun sebebini sordu. Cüneyd dedi ki: Allah beni cefa (günahkâr olma) hâlinden vefa (tevbe) hâline nakletse safa (tevbe) hâlinde cefa (günah) yi hatırlamak cefa olmaz mı? Bunun üzerine Seri sükût etti».

Sehl b. Abdullah´a tevbenin ne olduğu sorulunca, «Günahını unutmamalıdır» demişti. Cüneyd´e tevbenin ne olduğu sorulunca, «Günahını unutmandır» diye cevap vermişti. Ebu Nasr Serrac der ki, Sehl bu sözü ile (tasavvufa yeni giren) müritlerle bazan tevbe eden, bazan tevbesini bozan günahkârların hâline işaret etmiştir.
Cüneyd ise hakikat mertebesine ulaşanların hâline işaret etmiştir. Çünkü Allah Taâlâ´nın azameti ve zikrinin devamı gibi şeyler bunların kalplerine galebe çaldığı (ve tesir ettiği) için günahlarını hatırlayamazlar. Tevbenin ne olduğu sorulduğu zaman Ruveym´in «Tevbe, tevbeden tevbedir» (kişinin kendisini tevbekâr olarak görüp buna değer vermesinden tevbe etmesidir) diye verdiği cevap da buna benzer.

Ebu´l-Hüseyn Nuri, «Tevbe, Aziz ve Celil olan Allah hariç her şeyden dönmek (ve yüz çevirmek) tir,» demiştir.
Abdullah Temimi, «Günah (ve hatadan) tevbe eden tevbekâr ile gafletten tevbe eden tevbekâr ve bir de iyi amellerini görüp (ona değer vermekten) tevbe eden tevbekâr arasında ne kadar büyük fark var!» demiştir.
Vâsitî der ki: «Nasûh (halis, Allah için olan) tevbe ile tevbekâr olan kimsede ne açık, ne de gizli günahtan eser kalmaz, samimi bir şekilde (nasûh tevbesi ile) tevbe eden (hep Hakk ile meşgul olduğu için) nasıl akşamladığına ve sabahladığına aldırmaz».

Yahya b. Muaz şöyle dua ederdi: «İlâhi! Huyumu bildiğim için, (günahıma) tevbe ettim, bir daha (hatalarımı) tekrar etmiyeceğim, demiyorum. Aczimi bildiğim için, günahları terketmeyi garanti ediyorum da demiyorum, fakat şunu söylüyorum: Belki tekrar günah işlemeden ölürüm de günaha dönmem».

Zunnûn, «Günahı kökünden söküp atmayan istiğfar (ve tevbe), yalancıların tevbesidir,» demiştir.
İbn Yezdanyâr´a: Kul Allah´a (vuslat için yola) çıkarsa hangi esas üzere olmalı, diye sorulmuş. O da: «Terkettiği (hevâ, heves ve mala) dönmemek, vâsıl olmak istediği (Allah) tan başkasının (rızâsını) gözetmemek ve terkettiği (mal, hata ve günahla) ilgili düşüncelerden sırrını korumak esası üzere hareket eder,» diye cevap vermişti.

İbn Yezdanyâr´a soruldu: Bu anlattıkların varlık olmaktan çıkıp uzaklaşanlar için bahiskonusudur, yoksulluktan çıkıp uzaklaşanların hali nasıl olacak? Şu cevabı verdi: «Geçmişteki acılığın (ve fakirlik sıkıntısının) karşılığı olarak gelecekte zevk bulmak».

Bûşencî´ye tevbe nedir, diye sorulunca şu cevabı vermişti: «(İşlediğin bir) günahı hatırlar da, hatırlama zamanında o günahtan hoşlanmaz (ve zevk almaz) san tevbe işte odur».

Zunnûn şöyle der: «Tevbenin hakikati arzın bütün genişliği ile, karar (ve takatin) kalmayacak derecede başına dar gelmesidir. Sonra nefsinin de seni sıkmasıdır. Nitekim Allah Taâlâ, Kur´an-ı Kerim´de: ´Canları sıkılmıştı, Allah´ın gadabından yine Allah´ın affına sığınmaktan başka çare olmadığını anladılar. Sonra tevbe etsinler diye Allah onlara tevbe ihsan etti´ (Tevbe, 9/118) buyurulmuştur».

Ebu Hafs´a, tevbekâr niçin dünyaya buğz eder? diye sorulunca: ?«Çünkü dünya günah işlediği bir yerdir,» diye cevap vermişti. Fakat dünya aynı zamanda Allah´ın kula tevbe ihsan ettiği bir yer değil midir? şeklindeki bir soruya şu cevabı vermişti: «Öyledir amma kul günah işlediğini kesinlikle bilmekte, fakat tevbesinin kabul edildiği hususunda endişeli bulunmaktadır».

Vâsîtî, «Davud (a.s.) un duyduğu (manevî) neşe (ve bu neşe içinde bulduğu) taat zevki onu derin hüzünlere boğdu. Davud (a.s.) ikinci halde (tevbe ve hüzün durumunda, taatmı görme ve ona değer verme suretiyle) hakikî durumunun kendisinden meçhul kaldığı birinci (neşe] halden daha üstün idi,» der.

Sûfîlerden biri yalancının tevbesi dil ucu ile «estağfirullah» (Allah´tan af dilerim) demekten ibarettir, demiştir.

Ebu Hafs´a tevbenin ne olduğu sorulunca: «Kulun tevbede bir rolü yoktur, çünkü tevbe (ve dönüş, önce Allah´tan) kuladır, kuldan (Allah´a) değildir». (Allah irade ederse kul tevbe eder) demiştir.

Hakk Sübhanehu ve Taâlâ, Hz. Âdem´e şöyle vahyetmiştir: «Ey Âdem! Sen (cennetten ayrılmana sebep olan bir davranışta bulunman sebebiyle) zürriyetine yorgunluk ve sıkıntıyı miras bıraktın. Aynı şekilde onlara (özür dileme ve hatayı kabul etme fazileti olan) tevbeyi de miras bıraktın. Zürriyetinden her kim ki senin gibi tevbe ederse, sana icabet ettiğim gibi icabet ederim. Ey Âdem! Tevbekâr olanları duaları kabul edilmiş, güler yüzlü ve müjde verilmiş olarak kabirden mahşere getirerek haşredeceğim».

Adamın biri Râbiatü´l-Adevî´yeye: Benim hata ve günahım çok, tevbe etsem Allah kabul eder mi? diye sordu. Râbia: «Hayır! O sana tevbeyi nasibederse ancak o zaman tevbe edebilirsin», dedi.

Hakk Taâlâ´nın: «Şüphesiz ki, Allah çok tevbe edenleri de sever, temizliğe çok dikkat edenleri de sever» (Bakara, 2/222) buyurduğunu bilmek icabeder. Günah işleyen bir insan hatalı olduğuna kesinlikle inanır, bu inançla tevbe eder, sonra tevbesinin kabulü konusunda şüphe eder, bilhassa tevbenin kabul edilmesinin hakkı ve şartı Hakk Taâlâ´nın sevgisine lâyık (müstahak) bulunmak olduğuna inanır, vasıfları sebebiyle Allah´ın mahabbetini hak etmekten uzak bulunduğuna dair nefsinde emmâreler bulunduğuna, kani olur. Bu durumda tevbe etmeyi gerektiren bir günah işlediğine inanan kul için Allahtan af dilemek şart olur. Nitekim ecel gelinceye kadar (salih amel işleme halinin devam etmemesi) endişesini taşımak lâzımdır, denilmiştir.

Yüce Allah´ın: «De ki; Allah´ı seviyorsanız bana tâbi olun ki, Allah da sizi sevsin» (Âli Imran, 3/31) buyurması bunu göstermektedir.

Devamlı istiğfar Resûlüllah (s.a.) in sünneti ve âdeti idi. Resûlüllah (s.a.): «Kalbimi bir perde (hicap) örter de (Allah ile arama gerilen bu perde) kalksın diye günde yetmiş kere estağfirullah, (Allah´tan mağfiret diliyorum) derim,» (6) buyurmuştur.

Yahya b. Muaz, «Tevbeden sonra işlenen bir günah, tevbeden önce işlenen yetmiş- günahtan daha çirkindir,» der.

Ebu Osman, Aziz ve Celil olan Allah´ın ´Onların dönüşleri bizedir´ (Gâşiye, 88/25) sözünü: «Dinî hükümlere aykırı hareket etme meydanında at bile oynatsalar onların rücû´ları banadır» (irâdeleri ile dönmezlerse mecburen döneceklerdir) şeklinde tefsir etmiştir.

Bir gün vezir Ali b. Musa ihtişamlı bir alayla birlikte atına binmiş gidiyordu: Onu tanımayanlar hayretlerinden bu kimdir! Bu kim imiş! demeye başladılar. Yolda duran bir hanım: Ne zamana kadar bu kimdir, bu kim imiş diyeceksiniz (ve dünya debdebesine hayret edeceksiniz). Bu Allah´ın gözünden düştüğü için gördüğünüz biçimde Allah´ın belâya (Âhireti terkederek dünya ile meşgul olma musibetine) soktuğu bir kimsedir, dedi. Bu sözü işiten Ali b. Musa evine döndü, vezirlikten istifa etti, Mekke´ye gitti ve orada mücavir hayatı yaşadı.

2. Mücâhede

Yüce Allah, «Bizim için mücâhede edenleri doğru yolumuza iletiriz, şüphe yok ki, Allah ihsanda bulunanlarla beraberdir» (Ankebut, 29/69) (7) buyurmuştur.

Resûlüllah (s.a.) a, Cihâd´ın en faziletlisi hangisidir? diye soru riyazet, temrin, perhizkârlık ve imkanları zorlamamaktır demiştir

Mücâhede bahsini krş: Ta´arruf, s. 141, 147; Keşfu´l-mahcûb, s. 251; Ku-tû´I-kulûb, II, 283.

6. Müslim, ZIkr, 41; Ebu Davud, Vitr, 26.
7. Mücâhede, lügatta: Cihâd, cenk ve harbetmek, çekişmek, kavga etmek, cehd ve gayret sarfederek çalışmak,

Üstad Ebu Ali Dekkak (r.a.) in şöyle dediğini işitmiştim: «Zahirini mücâhede ile süslendirenin sırrını Allah müşahede ile güzellendirir. Allah Taâlâ, «Bizim için mücâhede edenleri yolumuza iletiriz» (Ankebut, 29/69) buyurmuştur.

Tasavvufî sülûkün başlangıcında mücâhede sahibi olmayanların bu yolun kokusunu bile koklayamıyacaklarını bilmek lâzımdır.

Şeyh Ebu Abdurrahman Sülemî´nin Ebu Osman Mağribî´den şunu naklettiğini işitmiştim: «Mücâhedeye dört elle sarılmadan bu yolda kendisine bir şeyin feth ve keşf olunduğunu zanneden kimse hata içindedir».
Üstad Ebu Ali Dekkak (r.a.) in, «Bu yolda bidayette ayakta durmayan (sıkıntı ve meşakket çekmeyen) nihayette oturamaz» (rahat ve huzur bulamaz) dediğini işittim.

Ve yine Ebu Ali´nin, «Sûfîlerin, Hareket berekettir, demeleri, zahirdeki (mücâhede ile ilgili) hareketler sırrî ve ruhî hareketlerin ve feyizlerin bereketli olmasını gerektirir, mânasına gelir,» dediğini işitmiştim.

Bayezid Bistamî şöyle demiştir: «(Mücâhede konusunda) on iki sene nefsimin demircisi oldum, (nefsimi parlatmak için onu on iki sene dövdüm). Beş sene nefsimin aynası oldum. Bir yıl nefsimle kalbimin aynasına baktım. Birden belimde bir zahirî zünnarın durmakta olduğunu görmeyeyim mi? Bu zünnarı kesmek için on iki sene uğraştım. Sonra yine baktım ve bu sefer içimde batini bir zünnarın bulunduğunu gördüm. Bunu kesmek için de beş sene didindim. Zünnarı nasıl kestiğimi düşünürken keşfim açıldı. Halka baktım, hepsini ölü halinde gördüm, cenaze namazlarını kılmak için üzerlerine dört kere tekbir getirdim».

Demirci demiri temizlemek ve düzeltmek için uğraştığı gibi on iki sene dış zahir yüzümü ve organlarımı ıslah için çalıştım, sonra içimde beni Haktan alıkoyan bir sak. Istılahta: Nefs ile cenk etmek, nefse savaş ilân etmek, nefse karşı açılan savaş. Cihâd-ı asgar, düşmana karşı açılan savaş, cihâd-ı ekber, nefsi en büyük düşman bilerek, onu ezmek ve öldürmek, nefsin kötü huylarını yok etmek için girişilen harekât, cimri bir adamın ortağını hesaba çekmesi gibi nefsi hesaba çekmek, mürâkabe-i nefs, nefsânî arzuları kırıp geçirmek, nefsi irâdenin kulu, hissi aklın kölesi yapmak.

8. Tirmizî, Fiten, 13; Ebu Davud, Melâhim, 17; Ibn Mâce, Fiten, 3; Nesâî, Biat, 37; ibn Hanbel, III, 19.
zünnârın bulunduğunu, yani halkın amelimi görmelerini arzu ettiğimi anladım. Bu zünnarı kesmek, bu hissi içimden silmek için on iki sene çalıştım. Bu sefer içimde bir zünnarın, amelimi beğenme ve ona değer verme duygusunun bulunduğunu fark ettim. Bu zünnarı kesmek, bu hissi yok etmek için beş sene çabaladım. Bu işi nasıl yaptığımı düşünürken keşfim açıldı ve hakikati olduğu gibi gördüm. Halkı ölü olarak müşahede ettim, cenazelerini kılmak için dört tekbir getirdim).

Cüneyd, Serî´nin şunu söylediğini nakletmiştir-. «Genç arkadaşlarım! Benim yaşıma gelmeden evvel çok çalışınız, yoksa benim gibi zayıflar ve benim gibi (amel ve ibadette) kusur edersiniz». Seri bu sözleri söylediği zaman hiç bir genç ibadette ona yetişemiyordu.

Hasan Kazzaz demiştir ki: «Şu tasavvuf işi üç şey üzerine kurulmuştur. Zaruret olmadıkça yememek, uykuya mağlub olmadan uyumamak ve mecburiyet olmadan konuşmamak».

İbrahim b. Edhem der ki: «Bir kimse şu altı adet sarp yolu ve çetin engeli aşmadıkça salih insanlar derecesine ulaşamaz: Birincisi! Nimet kapısını kapatıp şiddet ve sıkıntı kapısını açacak, ikincisi; İzzet (şan ve şöhret) kapısını kapatıp zillet kapısını açacak, üçüncüsü; Rahatlık kapısını kapatıp cehd ve gayret kapısını açacak, dördüncüsü; Uyku kapısını kapatıp uykusuzluk kapısını açacak, beşincisi; Zenginlik kapısını kapatıp fakirlik kapısını açacak, altıncısı; Emel (tûl-ı emel) kapısını kapatıp ölüme hazır olma kapısını açacak».

Ebu Abdurrahman Sülemi (r.a.) nin ceddi Ebu Amr b. Nüceyd´den şu sözü naklettiğini işittim: «Nefsi aziz olanın dini zelil olur» (nefsine değer veren dinine kıymet vermez).

Ebu Ali Rûzbârî: «Beş gün hiç bir şey yemiyen bir sûfi acım, derse onu pazarda çalışmaya mecbur edin ve maişetini, kazanarak temin etmesini emredin» (Başkasından dilenerek sûfîlik olmaz).

Mücâhedenin aslını ve esasını, (çocuğu sütten keser gibi) nefsi alışkanlıklardan kesmek, her zaman arzusunun aksine sevketmek teşkil eder. Bunu böyle bilmek lâzımdır. Nefsin hayır işlemesine engel olan iki sıfatı vardır: Nefsanî arzulara dalması, taattan kaçınması. Nefis, hevâ ve heves atına binip serkeşlik etti mi, ona takva gemi (dizgini) ile hâkim olmak icabeder, emredileni yapmada ayak diredi mi, onu isteğinin aksi istikamete sevketmek gerekir. Nefis atını dizginlemekten güzel netice veren bir tedbir yoktur. Nefis benlik ve ahmaklık şarabını içip sarhoş oldu mu, kendisine ait güzel işleri açıklamaktan, kendine bakan veya onu düşünenlere süslü ve ihtişamlı görünmekten başka bir şeyi gözü görmez. Diğer şeylerden sıkılır, o zaman yapılması icabeden şey; nefse değersiz, hor ve hakir oluşunu; aslının çirkin, işinin pis olduğunu hatırlatmak suretiyle onun gururunu kırmak ve zillet cezası ile cezalandırmaktır.

Avam ameli mükemmel yapmak için çabalar, havassın maksadı ise manevi halleri saf vaziyete getirmektir. Zira açlığa göğüs germek ve uykusuz kalmak kolay ve basittir. Halbuki huyları tedavi ile değiştirmek ve süfli arzulardan arınmak zor ve sıkıntılı bir iştir.

Nefsânî felâketlerin, anlaşılması oldukça güç olanı, bir insanın, halkın kendisini methetmesinden zevk almasıdır. Halkın kendisini methetmesi şarabından bir yudum içen, gökleri ve yeri kirpikleri üzerine yüklenmiştir (büyük bir manevi yükün altına girmiştir). Bunun alâmeti bu şarabı içmediği ve halk tarafından övülmediği zaman insana tenbellik ve gevşeklik halinin arız olmasıdır.

Şeyhlerden biri senelerce kendi camiinin ilk safında defalarca namaz kılmıştı. Bir gün bir mazereti erkenden camiye gitmesine engel oldu. Onun için o gün namazı son safta kıldı. Bu zat bundan sonra bir müddet camide görülmedi. Camiye neden gelmediği soruldu, şöyle dedi: Şu kadar senenin namazlarını kaza ediyordum, ben bu namazları kılarken ihlasla Allah´a ibadet ettiğime kani idim. Halbuki bir gün mescide geç gelmem ve halkın beni son safta görmeleri mahcup olmama sebep oldu. O zaman anladım ki, bir ömür boyu duyduğum manevi neşe ve istek, halkın beni ilk safta görmelerinden ileri gelmekte idi. Bunun için namazlarımı kaza ettim.

Ebu Muhammed Mürtaiş´in şöyle dediği hikâye edilmektedir: «Tecrid şartı ile (aç ve susuz) şu kadar hac yaptım. Bunların hepsinin (nefsanî) hazlarla karışık ve şaibeli olduğu bana malûm oldu. Şöyle ki: Bir gün annem kendisine bir testi su vermemi istedi. Bu nefsime ağır geldi. Anladım ki hac yapma konusunda nefsimin bana itaatta bulunması (ilâhi değil) beşerî bir zevkin ve nefsanî bir şâibenin tesiri ile vukua gelmektedir. Çünkü nefsim fâni olsaydı şeriatta hak olanı yapmak bana zor gelmezdi».

Yaşı epeyce ilerlemiş ihtiyar bir kadın vardı. Halinden sorulduğunda, gençlik zamanında kendimde neşe ve vecd hâlleri buluyordum.

Ebu Ali Dekkak´ın şunu söylediğini duymuştum: «Bu hikâyeyi dinlemiş olan hiç bir şeyh yoktur ki, bu kadına karşı rikkat ve şefkat duymamış ve ´O insaflı bir hanım idi´ dememiş olsun».

Zunnûn: «Allah hiç bir kuluna, nefsinin zilletini göstermek suretiyle verdiği izzetten daha önemli bir izzet vermemiştir. Allah hiç bir kuluna, nefsinin zilletini görmesine mani olmak suretiyle verdiği zilletten daha kötü bir zillet vermemiştir».

İbrahim Havvas, «Beni korkak ve çekingen kılan her şeye cesaretle girişirim» (mücâhede hamleci ve müteşebbis olmaktır) demiştir.

Muhammed b. Fadl, «Rahat, nefsani arzulardan halas olmaktır,» demiştir.
Ebu Ali Rûzbâri, «İnsanlara felâket şu üç yoldan gelir: Hasta tabiat ve mizaç, itiyadlara sıkı bağlılık, kötü arkadaşlık». Rûzbâri: Hasta tabiatla neyi kastediyorsun? sorusuna: «Haram yemeyi»; itiyad (ve alışkanlık) lara sıkı sarılma ile neyi kastediyorsun? sorusuna: «Harama bakmayı ve gıybet dinlemeyi»; kötü arkadaşlıkla neyi kastediyorsun?" sorusuna, «Nefiste şehvet coşunca ona uymayı», (yani nefisle dostluk yapmayı) diye cevap vermiştir.

Yine Sülemî´den duymuştum: Nasrabâzi, «Nefsin zindanındır. Ondan çıktın mı ebediyyen rahat yaşarsın,» demiştir.

Ebu´l-Hüseyn Varrak: «Başlangıç halimize Ebu Osman Hîri´nin tekke (mescid) inde riayet ettiğimiz en büyük kaide şu idi: Bize haberimiz olmadan ihsan olunan şeyi tercihen başkalarına vermek (isâr, diğergamlık), belli bir rızka sahip olmadan gecelemek, bize kötülük yapanlardan nefsaniyet adına intikam almamak, tersine onları mazur görmek, hatta kendilerinden özür dilemek, tevazu göstermek, hakaret gördüğümüz birine hizmet etmek için derhal harekete geçmek, (içimizdeki kötü duygular´yok olana kadar) ona ihsanda bulunmak».

Ebu Hafs der ki: «Nefis tüm olarak zulmet ve karanlıktır, nefsin meşalesi sırrıdır, meşalenin ışığı tevfiktir. Şu halde sırrında Rabbının tevfiki kendisine refik (arkadaş) olmayan baştan sona kadar karanlık içindedir».
Üstad ve İmam Kuşeyrî bu sözün izahında der ki: Ebu Hafs sarının meşalesi» sözü ile kulun kendisi ile yüce Allah´ı arasında bulur, her an nefsin hevesatına uymaktan korkar bu bela ve desiselerden kurtulabilmek için
devamlı surette kendisinde bir kuvvet ve kudretin bulunmadığı şuurunu taşır. «Tevfik» ile de insan kendisini nefsinin şerrinden korur. Çünkü insana Rabbının tevfiki (muvaffak kılması) ulaşamazsa nefsi ve Rabbı hakkında sahip olduğu bilginin ona faydası olmaz. Bundan ötürü, şeyhler «Sırrı olmayanın (günahda) İsrarı vardır» demişlerdir.

Ebu Osman, «Nefsine ait bir şeyi güzel gören bir kimse kendi ayıplarını ve kusurlarını görmez, her hususta nefsini itham edenlerden başkası kendi kusurlarını göremez,» demiştir.

Ebu Hafs der ki: «Kusurunu bilmeyen ne de çabuk helak olur! Şüphe yok ki küfrün yolu (ve habercisi) günahtır».
Ebu Süleyman (Dâvud Tâî), «Nefsimin hiç bir amelini güzel bilmedim ve karşılığında sevab ummadım» (ona değer vermedim), demiştir.

Serî, «Zengin komşulardan, kıraat ticareti yapan kurradan ve devlet adamlarının ulemasından sakının,» demiştir.
Zunnûn, «Halkı (ve halkın ahlâkını) bozan şu altı şeydir,» diyor: «Birincisi, âhiret ameli ile ilgili niyet (ve rağbetin) zayıf olması; İkincisi, bedenlerin şehvetin rehini olması (şehvetin bedeni esir alması, ona malik olması); Üçüncüsü, ecel yakın olmakla beraber uzun emele (tûl-ı emel), yani ihtirasa mağlup olunması; Dördüncüsü, mahlûk olan insanların rızâlarının Hâlik´in rızâsından üstün tutulması; Beşincisi, hevâ ve hevese uyularak Peygamber (s.a.) in sünnetinin arkaya atılması, kulak ardı edilmesi; Altıncısı, selefe "ait birçok örnek hareketlerin görmemezlikten gelinerek mezara gömülmesi ve azıcık hatalarının nefs lehinde delil sayılması».

3. Halvet-uzlet

Resûlüllah (s.a.) şöyle buyurmuştur: «Bütün insanların maişetlerinin sağladıkları kaynakların en hayırlıları şunlardır: Bir adam ki, Allah yolunda cihad için atının dizginini tutmuş, düşman tarafından korku ve dehşet verici bir sesin geldiğini işitince atının sırtına atlayarak ölmek ve öldürmek, ya şehit ya gazi olmak için düşmanın saflarına dalmış, şehid oluncaya kadar pervasızca ve tereddüt etmeden savaşmıştır.

Üstad Kuşeyri der ki: Halvet, safvet ehlinin sıfatı; uzlet, vuslat ehlinin emmaresidir. Başlangıç hâlinde bulunan bir müridin hemcinsinden ayrı (uzlet hâlinde) yaşaması, nihayet hâlinde, üns mertebesini gerçekleştirdiği için halvet hâlinde bulunması şarttır. Uzleti tercih eden bir kimse için hak olan şey, halktan ayrı yaşamaktan maksadın insanların şerrinden selâmette olmak değil, insanların kendi şerrinden selâmette bulunmalarına inanmasıdır. Bu iki şıktan ikincisi kendini hor ve hakir görmenin, birincisi ise halkta bulunmayan bir meziyete sahip olmaya inanmanın neticesidir. Nefsini hor ve hakir gören mütevazi, kendisinin herhangi bir kimseden üstün olduğuna kani olan ise kibirli olur.

Bir gün bir dağ başında herkesten uzak Görülen bir rahibe: Sen râhib misin? diye sorulunca: Hayır! Ben köpek bekçisiyim, halkı ısırmasın, halk selâmette yaşasın, diye nefis köpeğimi onlardan ayırdım, diye cevap vermiştir.
Adamın biri sâlih bir kişiye, ziyaret için uğramış, yanına varınca şeyh (sâlih zât) adamın elbisesini toplamış. Adam: Niçin elbisemi topluyorsun, pis değil ki? demiş. Şeyh ona şu cevabı vermişti: Tahmininde yanılıyorsun, elbisen elbisemi değil, tersine elbisem elbiseni kirletmesin diye elbiseni topladım.

Uzletin âdabı: Evvelâ Şeytan vesvese ve desise ile azdırmasın, diye tevhid akidesini sapasağlam muhafaza edecek ilimleri tahsil etmek, sonra işi muhkem bir esas üzerine bina etmek için farzları eda etmeye yarıyan şer´i bilgileri öğrenmektir. Hakikatte uzlet kötü huylardan ayrılmaktır, uzletin tesiri vatandan ayrılmada değil, kötü vasıfları değiştirmede aranmalıdır. Bunun içindir ki, arif kimdir sorusuna kâin ve bâin (birlikte ve ayrı) olan kimsedir, yani zahiren halk ile beraber bulunduğu halde sırren onlardan ayrı olan kimsedir, diye cevap vermiştir. denilmiştir (halvet der encümen, kâne febâne)

Uzlet halktan ayrı yaşamak, bir arada bulunma halinden kaçmak, Ihtilat ve hıltat ise halk ile bulunmaktır.
Bayezid Bistâmî´nin şöyle dediği hikâye olunur: «Aziz ve Celil olan Rabb´ımı rüyada gördüm ve seni nasıl bulurum, diye sordum. Nefsini bırak öyle gel, buyurdu».

Ebu Osman Mağribî: «Halveti sohbete tercih eden bir kimsenin, Rabbının zikri müstesna, bütün zikirleri, (Allah´tan başka bir şeyi hatırına getirmeyi), Rabb´ının rızâsını isteme hariç bütün irâde ve arzuları terketmesi lâzımdır, nefsin istediği sebeplerden hiç birini istememesi ve onun arzularına sırt çevirmesi icabeder. Bu sıfata haiz olmayanın halveti onu fitneye veya belâya sürükler.

Tek olarak halvette bulunma bütün teselli ve huzur vasıtalarını en iyi şekilde toplar, denilmiştir.
Yahya b. Muaz, şunu söylemiştir: «Halvetteki ünsiyetin ile, halvette Hakk Taâlâ ile olan ünsiyetin-arasındaki farka dikkat et. Eğer halvetten çıktığın zaman ünsiyetin (ve huzurun) zail olursa bil ki, Hakk ile değil, halvet ile ünsiyet halindesin, şayet halvette Hakk ile ünsiyet halinde bulunuyorsan, o zaman çöl olsun, sahra olsun, neresi olursa olsun sana her yer müsavi olur».

Adamınn biri Ebu Bekir Varrak´ın ziyaretine gelmiş, yanından ayrılacağı zaman, Bana ne tavsiye edersiniz? demiş. O da: «Dünya ve âhiretin hayrını, halvette ve kıllette (yalnızlıkta ve azlıkta) buldum. Şerrini ise ihtilâtta (halkla beraber olmakta) ve çoklukta buldum», demiştir.

Ceriri´ye uzletin ne olduğu sorulmuş, O da, «Uzlet, kalabalık arasına girmek, fakat Hakk´ı bırakıp halk ile meşgul olmasın diye sırrı korumak, nefsi günahtan uzaklaştırmak, sırrı (kalbi) Hakk´a bağlamaktır,» demişti. Uzleti (ihtilâta) tercih eden izzeti tahsil eder, denilmiştir.

Sehl, «Halvetin sıhhatli olması için helal yemek, helal yemenin sıhhatli olması için de Allah´ın hakkını edâ etmek icabeder,» demiştir.

Zunnûn Mısri, «Halvetten fazla insanı ihlaslı olmaya sevkeden bir vasıta görmedim,´» demiştir.
Abdullah Remeli, «Ölene dek veya Hakk Sübhanehu ve Taâlâ Hazretlerine vâsıl olana kadar dostun halvet, yemeğin açlık kolsun.

Cüneyd, «Uzletin sıkıntısına katlanmak, ihtilât (esnasında halk) a müdâra etmekten daha kolaydır,» der.
Mekhûl, «Şayet ihtilâtta hayır varsa, bilin ki uzlette de selâmet vardır,» demiştir.
Yahya b. Muaz, Sıddikların dostu yalnızlık (vahdet) tır,» demiştir.

Şeyh Ebu Ali Dekkak, Şibli´den şu sözün işitildiğini nakletmiştir: «İflas ey insanlar, iflas! Şiblî´ye soruldu: Ey Ebu Bekir! İflastan sakınalım ama bunun alâmeti nedir? Şöyle cevap verdi: İflasın alâmeti (Hakk ile değil de) halk ile ünsiyet etmektir».

Yahya b. Ebu Kesir, «Halk ile ihtilât eden onlara müdara eder, halka müdara eden ise riyakâr olur», demiştir.
Şuayb b. Harb, «Kûfe´de bulunan Mâlik b. Mesud´un yanına vardım, tek başına evinde oturuyordu. Yalnızlıktan sıkılmıyor musun? diye sordum, fakat o bana: Allah ile beraber olup da sıkılan hiç bir kimse görmedim, cevabını verdi».

Cüneyd, «Bir kimse din bakımından selâmette, beden ve kalp yönünden rahatta olmak isterse halktan ayrılıp uzlete çekilsin. Çünkü şu zaman halktan sıkılacak bir zamandır. Akıllı olan yalnızlığı tercih eder,» demiştir.
Ebu Yakub Tûsi, «Tek başına yaşamaya (halvete), güçlü olanlardan başkasının takati yetmez. Bizim gibiler için halkla beraber bulunmak daha iyi ve daha faydalıdır. Çünkü halk birbirinden iyi şeyler görerek ona göre amel eder,» demiştir.

Şiblî, Ebu Abbas Damğanî´ye tavsiyede bulunurken, «Yalnızlıktan ayrılma, ismini halktan sil (yani adını unutmalarını temin et), kıbleye yönel ve ölene kadar bundan ayrılma,» demiştir.
Adamın biri Şuayb b. Harb´a ziyaret için gelmişti. Şuayb adama, «Niçin geldiniz?» dedi. Adam: Seninle beraber olmak için, diye cevap verdi. Bunun üzerine dedi ki: «Kardeşim! Ortaklaşa ibadet edilmez. Allah ile ünsiyet etmiyen başka bir şeyle ünsiyet edemez».

Sufîlerden birine şu sualin sorulduğu hikâye edilir: Seyahatin esnasında karşılaştığın en acaip şey nedir? Şu cevabı verdi: Bir kere Hz. Hızır´a rastladım, benimle sohbet etmek istedi. Bu sohbet tevekkülümü ifsat eder diye endişelendim.

Adamın biri Zunnûn´a sordu: Uzletim ne zaman sıhhatli ve sağlam olur? Zunnûn adama şu cevabı verdi: «Kendini kötü huylardan uzaklaştıracak kadar güçlü bulduğun (ve nefsinden ayrıldığın) zaman».
İbn Mübarek´e: Kalbin devası nedir? diye sorulunca: «Halkla az görüşmek,» cevabını vermişti.
Derler ki: Allah; bir kulunu günah işleme zilletinden ibadet ve taatta bulunma izzetine nakletmeyi murat ederse, yalnızlık hali ile ünsiyet etmesini sağlar, kanaatla zengin kılar, kusurlarını görmesini temin eder. Bu gibi hasletlerin verildiği bir kimseye dünya ve âhiretin hayrı verilmiş, demektir.

4. Takva

Yüce Allah: «Allah katında derecesi en üstün olanınız, en çok takva üzere bulunamnızdır». (Hucurât, 49/13) buyurmuştur.

Adamın biri Resûlüllah (s.a.) a geldi ve: Ey Allah´ın Resulü, bana tavsiyede bulun, dedi. Resûlüllah buyurdu: «Takvaya sıkı bir şekilde sarıl. Zira bütün hayırları kendisinde toplayan haslet takvadır. Cihada da dikkatli bir şekilde riayet et. Çünkü müslümanın ruhbanlığı cihaddır. Daima Allah´ı zikirle meşgul ol, çünkü bu senin için nurdur» (11).

Hz. Peygamber´e Muhammed´in âli (ailesi) kimdir? diye soruldu. Resûlüllah şöyle buyurdu: «Takva sahibi olan her ferd».

Takva, bütün iyilikleri ve faziletleri kendinde toplayan bir haslettir.
Takvanın hakikati, Allah´a itaat ederek azabından sakınmaktır. «Falan kalkanı ile korundu,» dedikleri zaman bu mânayı kastederler. Takvanın aslı önce şirkten, sonra kötü ve günah olan fiillerden, daha sonra günah olması ihtimali olan amellerden sakınmak.

Takva, bahsini krş: Luma, s. 44; Ta´arruf, s. 98. 11. Süyûtî. n. 62.
Ali imran, 3/102) kelâmının tefsirinde, takva; Allah´a itaat olunması, fakat isyan olunmaması, zikredilmesi, fakat unutulmaması, şükrolunması, fakat küfran-ı nimette bulunulmaması, demektir, denilmiştir.

Sehl b. Abdullah, «Allah´tan başka yardımcı, Resûlüllah´tan başka delil ve mürşid, takvadan başka azık, ibadette sabretmekten başka amel yoktur,» demiştir.

Kettânî, «Dünya belâ üzerine, âhiret takva üzerine (bulunanlara) taksim olunmuştur» (Dünya ehlinin kısmeti belâ, cennet ehlinin kısmeti takvadır) demiştir.

Cerîrî, «Bir kimse kendisi ile Allah´ı arasındaki münasebet hususunda takvayı hâkim kılmazsa, keşf ve müşahede mertebesine ulaşamaz,» der.

Nasrabâzi, «Takva, kulun Aziz ve Celil olan Allah müstesna her şeyden kendini korumasıdır,» demiştir.
Sehl, «Takvasının sıhhatli ve sağlam olmasını isteyen günahların tümünü terketsin,» demiştir.
Nasrabâzi der ki: «Takvaya sarılan dünyadan ayrılmanın özlemi ile yaşar. Çünkü Allah Taala Hazretleri: ´Takva üzere olanlar için şüphe yok ki, âhiret yurdu daha hayırlıdır, buna aklınız ermiyor mu?´ (Enam, 6/32) buyurmuştur,» demiştir.

Sûfîlerden biri: Hakiki mânada takva üzere bulunan kimsenin dünyadan yüz çevirmesini Allah o kimsenin kalbi için kolay hale getirir, demiştir.

Ebu Abdullah Rûzbârî, «Takva, seni Allah´tan uzaklaştıran şeyden uzak kalmandır.» demiştir.
Zunnûn, «Muttaki o kimsedir ki, dış yüzünü (zahirini) şeriatın ahkâmına karşı çıkmak ve muarız olmakla, içyüzünü (bâtınını) ise illetli (helal olması şüpheli) olan şeylerle kirletmez, daima Allah ile uygunluk mevkiinde bulunur» (Allah´ın irâdesi ile kulun irâdesi, çatışma halinde değil, uyum halinde bulunur) demiştir.
Ebu Hasan Farisî, «Takvanın bir zahiri, bir de bâtıni vardır. Zahiri ilâhî sınırlara riayet etmek, bâtını ise ihlas ve niyettir,» demiştir.

Zunnûn der ki: «Hayat, ancak kalpleri takva ile çarpan, zikirle gıdalananlar için rızai İlahiyi kazandırıcıdır.
Takva sahibi olanlar elden kaçırdığı şeyler hususunda güzel bir biçimde sabır gösterir, denilmiştir.
Talk b. Habib, «Takva, Allah´ın azabından korkulması sebebiyle Allah´tan gelen bir nur üzere bulunarak Allah´a itaat etme işidir,» demiştir.

Ebu Hafs, «Takva katıksız ve hâlis helâl olan hususlarda olur, başka değil,» demiştir.
Ebu´l-Hüseyn Zencanî, «Sermayesi takva olanın elde ettiği kârı anlatmaktan diller aciz kalır,» demiştir.
Vâsıtî demiştir ki: «Takva, takvadan sakınmak, yani takvayı görüp de ona değer vermekten korunmaktır».
Muttaki, İbn Şîrîn gibi olur. Bir kere kırk külek yağ almış, hizmetçisi bunlardan birinden bir fare ölüsü çıkarmış, İbn Şirin farenin hangi külekten çıkarıldığını hizmetçisine sormuş, hizmetçi: Bilemiyorum, deyince hepsini yere dökmüştü.

Muttaki, Ebu Yezid gibi olur: Bir kere Hemedan´da Usfur tohumu satın almış, tohum biraz fazla gelmiş, Hemedan´dan Bistam´a geldiği zaman tohumla beraber iki karıncanın da geldiğini görmüş, bunun üzerine (karıncayı yurdundan ayırmış olmamak için) Heme-dan´a geri gelmiş ve karıncayı yerine bırakmıştı.
Hikâye olunur ki: Ebu Hanife alacaklısına ait bir ağacın gölgesinde oturmakta ve «Haberde varid olmuştur ki: Borç olarak verilen paranın temin ettiği her nevi fayda faizdir,» demekte idi (12).

Derler ki: Bayezid bir arkadaşı ile birlikte sahrada elbisesini yıkamıştı. Arkadaşı: İzin verirseniz elbisenizi şu bağın duvarına asayım, dedi.. Bayezid, «Olmaz! Başkasına ait birinin duvarına kazık çakılmaz,» dedi. Peki şu ağaca asayım, dedi. Bayezid, «Olmaz, dalı kırılır,» dedi. Peki şu izhir otunun üzerine sereyim, dedi. Bayezid yine, «Olmaz, o hayvanların gıdasıdır, üzerini örtmek doğru değildir,» dedi. Sonra sırtını güneşe çevirdi ve elbisesini de sırtına serdi, bir tarafı kuruyunca elbisenin öbür yüzünü çevirdi ve bu yüzünü de kuruttu.
Atabetü´l-Gülam bir yerde kış mevsiminde ter dökerken görülmüş ve bunun sebebi sorulmuştu. Şöyle demişti: «Burada Rabbıma âsi olmuştum». Nasıl âsi olmuştun, diye soran zata şu cevabı vermişti: «Misafirim elini yıkasın diye şu duvardan bir parça toprak koparmış ve bunu duvarın sahibine helal ettirmemiştim>.
İbrahim b. Edhem anlatıyor: «Bir gece Beytu´l-makdis´de bir taşın altında gecelemiştim. Gecenin bir kısmı geçince gökten iki melek indi ve biri diğerine, geceyi burada geçiren bu zat kimdir? diye sordu, öbür melek, İbrahim b. Edhem´dir, dedi. Soruyu soran melek: Hakk Taâlâ´nın bir derece tenzil ettiği zat işte budur, dedi. öbür melek: Neden derecesi indirildi, diye sordu. Soru sahibi melek cevap verdi: Basra´dan hurma satın almıştı. Bakkala ait hurmalardan bir hurma onun hurmaları arasına karışmış, fakat onu bakkala iade etmemişti. İbrahim b. Edhem diyor ki, bu durumu müşahede ettikten sonra hemen Basra´ya gittim, o bakkaldan yine hurma satın aldım, bir hurmayı bakkalın hurmaları üzerine düşürdüm. Tekrar Beytu´l-makdis´e geldim ve taşın altında gecelemeye başladım. Gecenin bir kısmı geçince semâdan inen iki melekten birinin öbürüne: Gecesini burada geçiren şu zat kimdir, dediğini, öbür meleğin İbrahim b. Ed-hem´dir, diye cevap verdiğini ve soru soran meleğin Allah´ın derecesini yükselterek eski mevkiine iade ettiği zat budur, dediğini duydum».

Takvanın çeşitli şekilleri vardır, denilmiştir: Avamın takvası şirkten, havassın takvası günahtan, evliyanın takvası (ameli Hakk´a vâsıl olmak için değil de sevab kazanmak için) vesile bilmekten, nebilerin takvası ameli (Allah´a değil de kendilerine) nisbet etmekten korunmak suretiyle olur. Zira nebilerin takvaları O´ndandır ve O´na-dır. (Nebiler, fiillerini Allah´tan gelen kuvvet sayesinde ve Allah için yaptıklarına inanırlar. Amellerini kendilerine değil Hakk´a nisbet ederler).

Hz. Ali (r.a.) nin, «Dünyada insanların efendisi cömert olanlar, âhirette insanların efendisi takva sahibi bulunanlardır,» dediği nakledilir.

Resulullah bir kadının güzelliklerini istemeden gören bir takva sahibi gencin utancından ve korkusundan tüm insanlardan kaçışını anlatır. Bir ayette Dünya tün genişliğine rağmen dar gelmişti..´ (Tevbe, 9/118) buyurmuş olması bunu gösterir».

Rüveym (r.a.) dedi ki: «Necata eren sıdk ile takvaya sarıldığı için kurtulmuştur. Hakk Taâlâ´nın: ´Allah takva sahiblerini necata erdirir.´ (Zümer, 39/61) buyurması bunu gösterir».

İbn Atâ dedi ki: «Necata eren, hayanın hakikatına ulaştığı için kurtulmuştur. Mevlâ-yı Müteâl´in: ´Bilmez misin ki, Allah seni görmekte´ (Alak, 96/14) buyurması bunun delilidir».

Cerirî dedi ki: «Necata eren vefaya riayet ettiği için kurtulmuştur. Hakk Taâlâ´nın: ´O kimseler ki, Allah´ın ahdine vefa ederler ve misâkı bozmazlar´ (Ra´d, 13/20) buyurması bunun ifadesidir».
Üstad ve İmam Kuşeyrî der ki: Necata eren kaza ve (İlâhî) hüküm ile kurtulur. Hakk Taâlâ´nın: «Tarafımızdan kendileri için iyilik ve güzellik takdir edilenler Cehennemden uzaklaştırılırlar.» (Enbiya, 21/101) buyurması bunu gösterir.

Yine Kuşeyri, Necata eren daha önce Allah tarafından seçildiği için kurtulmuştur. Çünkü Rab Taâlâ: «Biz onları seçtik ve doğru yolumuza hidayet ettik» (En´am, 6/87) buyurmuştur.

5. Verâ

Resûlüllah (s.a.), «Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri ter-ketmesi İslâm´ı iyi anlayıp tatbik ettiğinin delilidir» (14) buyurmuştur.

Üstad ve İmam Kuşeyri (r.a.) der ki: Verâ´ şüpheli şeyleri ter-ketmektir. İbrahim b. Edhem de şöyle demiştir: «Verâ´ şüpheli olan her şeyi terketmektir. Fuzuli şeyleri terketmek demek olan mâlâyanîden uzak kalmaktır».

Verâ.´ bahsini krş: Luma, s. 44; Kûtu´l-kulûb, II, 570; İhya, I, 196.
13. Tirmizî, Ztthd, 11; îbn Mâce, Fiten, 12; îbn Hanbel, I, 201; V, 264.
14. Tirmizî, Ztthd, 11; İbn Mâce, Fiten, 12; Mâlik, Hüsnü´1-hulk, 3; İbn Hanbel, I, 201.
Seriyu´s-Sakatî, «Dört kişi zamanlarında verâ´ sahibi idi. Huzeyfetu´l-Mürtaiş, Yusuf b. Esbat, İbrahim b.

Edhem ve Süleyman Hav-vas. Bunlar verâ´ üzerinde dikkatle dururlardı. İşler kendilerini sıkıştırıp (verâ´a riayet edemez duruma gelince) her şeyin azı ile iktifa etme esasına sığınırlardı», demiştir.
Şiblî, «Verâ´, Allah Taâlâ hariç her şeyden şiddetle sakınmaktır,» demiştir (16).

İshak b. Halef, «Sözle ilgili verâ´, altın ve gümüşle (mal) ilgili verâ´dan daha çetindir. Baş olma ile alâkalı verâ´, altın ve gümüşle alâkalı verâ´dan daha zor (onun için de daha kârlı) dır. Çünkü altın ve gümüş riyaset için harcanır,» (fakat riyaset altın ve gümüş için harcanmaz) demiştir.

Ebu Süleyman Darânî: «Verâ´ zühdün evvelidir. Nitekim kanaat da rızânın bir parçasıdır,» demiştir.
Ebu Osman, «Verânın sevabı (ve neticesi âhirette) hesabın hafif olmasıdır,» demiştir.
Yahya .b. Muaz, «Verâ´, hiç te´vile girmeden şerî ilmin sınırında durmaktır,» demiştir.

İbn Cellâ, «öyle bir zat tanırım ki otuz yıl Mekke´de kaldığı halde kendi kova ve ipi ile çıkardığı zemzemden başka su içmedi. Şehirden getirilen yemekten yemedi» (kendi kazancını yemekle yetindi) demiştir.
Abdullah b. Mervan´ın bir fülüs parası pis bir kuyuya düştü, onu oradan çıkarabilmek için onüç dinar harcadı. Sebebi sorulduğunda, «Kuyuya düşen parada Allah Taâlâ´nın ismi yazılı idi», dedi.

Yahya b. Muâz şöyle der: «Verânın iki şekli vardır: Zahirî verâ Allah Taâlâ´nın rızâsından başka bir şeyin seni harekete geçirmemesidir: Bâtıni verâ´, kalbine Alah Taâlâ´dan başka bir şeyin girmemesidir» .
Yahya b. Muaz, «Verâ´ın inceliğine bakmıyan ihsanın büyüğüne nail olmaz,» demiştir.
Derler ki: Dinî konularda ince düşünenin kıyamet günü önemi büyük olur.

15. İbn Mâce, Zühd, 24.
16. Verâ´, takvanın ileri bir merhalesidir. Korku, sakınmak, korunmak, perhizkârlık, dinî hükümlere riayette titizlik mânasına gelir.

Yunus b. Ubeyd, «Verâ´ şüpheli olan her şeyi terketmek, her an nefis muhasebesi yapmaktır,» demiştir.
Süfyan Sevrî, «Verâ´dan daha kolay bir şey görmedim: Vicdanında iz bırakan şeyi terk et, olur biter,» demiştir.
Maruf Kerhî, «Dilini (başkasını) yermeden koruduğun gibi, övmeden de koru,» demiştir.

Bişr b. Haris, «Amellerin en çetini üçtür: Yoksullukta cömertlik etmek, halvette verâ´a riayet etmek, faydası umulan veya zararı dokunur, diye korkulanın yanında hak söz söylemek,» demiştir.

Naklederler ki: Bişr Hâfî´nin kızkardeşi, Ahmed b. Hanbel´e gelmiş ve: Biz damlarımızın üstünde oturur iplik eğiririz, yanımızdan her tarafı aydınlatan (devlet adamlarına ait) meşaleler geçer, ışıkları üzerimize düşer, bu ışıkların altında iplik eğirmemiz caiz midir, diye sormuştu. İmam Ahmed, «Allah Taâlâ afiyetler ihsan eylesin, sen kimsin?» demiş. Kadın, Bişr Hâfi´nin kızkardeşi olduğunu söylemiş, bunun üzerine İmam Ahmed ağlamış ve şöyle demişti: «Hakiki verâ´ sahibi (Bişr Hafi) evinizden çıkmıştır, bu meşalelerin altında iplik eğirme!»
Ali Attâr diyor ki: Basra´da bir sokaktan geçiyordum. Birkaç ihtiyarın yolda oturduklarını ve çevrelerinde çocukların oynadıklarını gördüm. Çocuklara: Şu ihtiyarlardan utanmıyor musunuz? dedim. İçlerinden bir çocuk bana şu cevabı verdi: Şu ihtiyarlardan mı? Bunlar verâları azaldığı için heybetleri de azalan kimselerdir. (Verâ´ olmadığı için heybet, heybet olmadığı için saygı hissi kalmaz).

Rivayet ederler ki: Mâlik b. Dinar, Basra´da kırk sene ikâmet etmiş olduğu halde Basra´nın kuru veya yaş hurmasından bir hurma bile yediği görülmemiş ve bu hal ölünceye kadar devam etmişti. Yaş hurma mevsimi geçince: Ey Basralılar! İşte karnım, hurma yemediği için bundan bir şey eksilmedi. Sizin de bir şeyiniz artmadı, derdi.

İbrahim b. Edhem´e: Zemzem suyu içmek istemez misin? denilince: «Bir kovam olsa ondan içerim, demişti» (Başkasının kabından su içmemişti).

Üstad Ebu Ali Dekkak´ın şu sözü söylediğini duydum: «Haris Muhasibi helal oluşu şüpheli bir yemeğe elini uzattığı zaman parmağının ucunda bulunan bir damar atardı, böylece yemeğin helal olmadığını anlardı».
Naklederler ki: Bir kere Bişr Hâfî davet edilmiş ve önüne yemek gelmişti. Fakat Bişr yemeğe
uzanmaz, davet sahibi bu şeyhi yemeğe çağırmakla (kendini zor durumda bırakmaktan başka) ne kazandı sanki! dedi.

Sehl b. Abdullah´a, hâlis helalin ne olduğu sorulunca: «Kazanırken Allah Taâlâ´ya âsi olunmayan (ve şeriatın hükümlerine riayet edilerek elde edilen) maldır,» demişti.

Yine Sehl, saf helali: «İçinde Allah Taâlâ´nın unutulmadığı rızk» diye tarif etmişti.
Hasan Basri, Mekke´ye geldiği zaman Hz. Ali (r.a.) nin soyundan bir zatın sırtını Kabe duvarına dayayarak halka vazettiğini görmüş, hemen önüne atılmış ve sormuş: «Dinin temeli nedir?» Vaiz cevap vermiş: Verâ´! Hasan Basrî tekrar sormuş: «Dinin âfeti nedir?» Vaiz cevap vermiş: Tamah! Hasan Basri bu cevabı o kadar hoş buldu ki hayretler içinde kaldı.

Hasan Basrî diyor ki: «Hâlis verânın bir zerresi bin miskal oruç ve namazdan daha hayırlıdır».
Allah Taâlâ Musa (a.s.) ya: «Bana yaklaşanlar (mukarrebûn), verâ´ ve zühd ile yaklaştıkları kadar, başka bir şeyle yaklaşamazlar», diye vahy etmiştir.

Ebu Hüreyre, «Yarın Allah Taâlâ´nın yanında oturacak olanlar verâ´ ve zühd sahipleridir,» demiştir:
Sehl b. Abdullah demiştir ki: «Bir kimsede verâ´ bulunmazsa filin başını yer, yine de doymaz!»
Rivayet edilir ki: Ömer b. Abdulaziz, ganimet malları içinde gönderilen miski burnuna tuttu, kokladı ve: «Bunun kokusundan istifade edilir, ben müslümanlarla beraber olmadıkça bunu koklamaktan bile hoşlanmıyorum,» dedi (îsâr).

Ebu Osman Hîrî´ye verâ´ın ne olduğu sorulunca şöyle dedi: «Ebu Salih Hamdûn Kassar, can çekişen bir dostunun yanında bulunuyordu. Adam öldü, Hamdûn derhal orada yanmakta bulunan lambaya üfledi ve söndürdü. Niçin söndürdüğü sorulunca şu cevabı verdi: Lambanın içindeki yağ şimdiye kadar müteveffanın idi, vefat edince mirasçılarına intikal etti, başka yağ arayın, dedi».

Kühmüs anlatıyor: «Bir defa bir günah işlediğim için kırk senedir ağlıyorum, işlediğim günah da şu idi: Bir dostum beni ziyarete gelmişti. Bir dinara, kızartılmış bir balık aldım, yemek bitince misafir elini yıkasın diye komşunun duvarından bir parça toprak aldım ve komşudan helallik da dilemedim».

Yine Hak dostu bir zattan nakledilir. Kendisine gelen mektubun yazılarını komşunun mülkünden bir avuç toprak alarak önemli değil, diye düşündü ve mektubu kuruladı. Hatiften gelen bir ses ona dedi ki: Toprak almayı hafife alana, yarın nasıl çetin ve uzun bir hesaba çekileceği gösterilecektir!

Ahmed b. Hanbel (r.a.), sitilini (kulplu tas) Mekke´de —Allah bu beldeyi korusun— bir bakkala rehin bırakmıştı. Mekke´den ayrılacağı zaman bakkal ona iki sitil verdi ve bunlardan hangisi senin ise seç al, dedi. İmam Ahmed bunlardan hangisinin kendisine ait olduğu hususunda şüpheye düştü ve bakkala, «Para da sitil de senin olsun,» dedi. Bakkal: Senin sitilin şudur, seni tecrübe etmek için böyle davranmıştım, dedi. Fakat İmam Ahmed, «Katiyyen almam,» dedi. Sitili orada bıraktı ve geçti gitti.

Derler ki: îbn Mübarek çok kıymetli bir atını salıvererek öğlen namazı kıldı. At bir köyün devlete ait merasında otlamaya başladı. İbn Mübarek atını orada terketti ve bir daha ona binmedi.

Naklederler ki: İbn Mübarek, arkadaşından âriyeten aldığı, fakat iade etmediği bir kalemi sahibine vermek için Merv´den Şam´a geri gelmişti.

Nehâi, bir hayvan kiralamıştı, elinden kamçısı düştüğü için yere inmiş, hayvanı bağlamış, geriye gitmiş ve kamçısını alıp getirmişti. Hayvanı geri çevirerek, kamçıyı düşürdüğün yere kadar gidip al-saydın, daha kolay olmaz mıydı? denilince: «Ben bu hayvanı şu istikâmette, şu kadar mesafe için kiralamıştım, aksi istikâmet için değil» dedi.

Ebu Bekir Dakkak anlatıyor: «Beni İsrail çölünde yolumu şaşırdım ve onbeş yıl dolaştım, yolumu bulunca karşıma bir asker çıktı ve bana bir yudum su ikram etti. (Askerin nereden ve nasıl aldığını bilmediğim o) suyun kasveti kalbime tesir etti ve otuz senedir bunun elemini çekiyorum».

Derler ki: Râbiatu´l-Adeviyye gömleğinin yırtığını padişaha (devlete) ait bir lambanın ışığında dikmiş, bunun üzerine kalp (huzurunu bir zaman) yitirmiş, vaziyeti hatırlayınca gömleğini yırtmış ve kalbinin manevî neşesini) bulmuştu.

Süfyan Sevrî rüyada, cennetteki ağaçlardan birinden öbürüne iki kanatla uçar vaziyette görülmüş ve: Bu mertebeye ne ile nâii oldun? diye sorulmuş. O da «Verâ´ sayesinde» diye cevap vermişti.
Hassan b. Ebu Sinan, Hasan Basrî´nin müritleri karşısında durdu ve: «Sizin için en çetin olan şey nedir?» diye sordu. Verâ´, dediler

Hassan b. Ebu Sinan altmış sene yatarak uyumamış, yağlı yemek yememiş ve soğuk su içmemişti. Ölümünden sonra rüyada görülmüş ve: Allah sana nasıl muamele etti? diye sorulmuş. O da: «İyilikle, fakat komşudan emanet aldığım bir iğneyi iade etmediğim için cennete girmeme izin verilmiyor,» dedi.

Abdulvahid b. Zeyd´in bir kölesi vardı, yıllarca İbn Zeyd´e hizmet etmiş ve kırk yılını da ibadetle geçirmişti. Başlangıçta işi hububat ölçmek idi, vefat edince rüyada görülmüş ve kendisine sorulmuştu; Allah Taâlâ sana nasıl muamele etti?. Şöyle cevap verdi: «İyilikle, yalnız kırk ölçek olarak çıkardığım bir hububat nevinden, ölçeğin dibinde biriken tozları temizlemediğim için bana bir ölçek borç çıkardılar. Onun için cennete girmekten menolundum».

Hz. İsa (a.s.) bir mezarlığa uğradı ve ölülerden birine seslendi, Allah Taâlâ da çağrılan ölüyü diriltti. Hz. İsa, ölüye sordu: «Sen kimsin?» Adam: Halkın yükünü taşıyan bir hammal idim. Bir gün bir şahsa ait odunları taşırken, dişlerimi kurcalamak için odundan bir çöp (kürdan) kopardım. Öldüğüm zamandan beri bu kürdan (ve hesabı) benden istenmekte, dedi.

Ebu Said Harraz verâ´ hakkında konuşuyordu, oradan geçen Abbas b.e Mehdi: «Ey Harraz, utanmıyor musun ki, Ebu Davanîk´ın damı altında oturmuş, Zübeyde kuyusundan su içiyor, kalp para ile alış veriş yapıyor, bir de oturmuş verâ´dan bahsediyorsun,» dedi. (Harraz´ın yaptıkları helaldi, takvaya aykırı değildi, fakat verâ´a uymuyordu, kalp bozuk para tedavülde olan para idi).

6. Zühd

Sahabeden Ebu Hallad, Nebi (s.a.) nin şu hadisini nakleder: «Dünyaya karşı zâhid olan ve (zühd konusunda) vaaz etme meziyeti ihsan olunan bir kimse gördünüz mü ona yaklaşınız. Çünkü o hikmet telkin eder» (17),

Zühd bahsini ksş: Luma, s. 46; Ta´arruf, s. 93; Kûtu´l-knlûb, I, 49; ihya,
III, 197, 211. 17. Ibn Mâce, Zühd, 1.

Hakk Taâlâ bir kuluna helal mal ihsan eder, kul da şükretmek´ suretiyle Mevlâsına ibadet ederse, artık kulun irâdesi ile o nimeti terketmesi, Hakk Taâlâ´nın izni ile elde tutmasına tercih olunamaz (nimeti elden çıkarması ile elde tutması müsavidir) (18).

Diğer bazıları da derler ki, haramda zühd şarttır, helalde ise fazilettir. Çünkü kul haline şükreder, sabreder, Allah Taâlâ´nın kendisine ayırdığı kısmete razı olur ve Rabbınm ihsanına kanaat getirirse; bu durumda az mal ile iktifa etmek, dünyada zengin ve rahat olarak yaşamaktan daha mükemmel ve daha iyidir. Çünkü Allah Taâlâ: «De ki, dünya metaı azdır, takva sahibi olanlar için âhiret daha hayırlıdır». (Nisa, 4/77) âyeti ile insanlara dünyaya karşı zâhid olmayı tavsiye etmiştir. Dünyayı yerme ve ona karşı isteksiz bulunma konusunda nazil olan pek çok âyet de bunu gösterir.

Bazı sûfîler derler ki: Kul, malını ibadet ve taat olan yerlere harcar, harcadıktan sonra da haline sabreder ve eli darda olduğu zaman şeriat tarafından menedilen şeyleri yapmaya teşebbüs etmeyi terkederse, o zaman helal mala karşı zâhid olmak daha mükemmel ve daha iyi bir hâl olur.

Bazı sûfîler de şöyle derler: Kul için uygun olan, kısmetini gözeterek zoraki bir şekilde helali terketmeyi tercih ve muhtaç olmadığı fuzuli şeyleri talep etmemesidir. Bu anlayışta bulunan bir insana şayet Hakk Taâlâ ve Takaddes Hazretleri helal mal verirse şükreder, şayet Allah Taâlâ, o kimseyi zaruri ihtiyacını karşılayacak kadar rızık temin etme sınırında durdurursa, kul zoraki (külfetli) bir şekilde daha fazla mal talep etmez. Fakir için en güzel hareket tarzı, sabretmek; helal mal sahibi için en iyi davranış şekli şükretmektir.

Sûfîler zühdün mânası hakkında konuşmuşlar ve her biri kendi vaktine (makam ve manevi zevkine) göre fikirler ileri sürerek zühd sahibi olmak Kuru ekmek yemek ve abâ giymek değildir,» demiştir.

18. Zühd, lügatta: İsteksizlik, rağbetsizlik, önemsizlik; Istılahta: Dünyaya yani maddiyâta ve menfaata değer vermemek, hırslı, ihtiraslı, çıkarcı, menfaatperest ve bencil olmamak, kalbte dünya ve menfaat sevgisi (Hubb-i dünya) taşımamak, madde ve menfaatin kalbe soğuk gelmesi, tûl-i emel sa-hibi (muhteris) olmamak, kasr-ı emel sahibi (kanaatkar) olmak, manevî değerlerin maddî değerlerden üstün ve önemli olduğuna inanmak. Zühd; paraya, menfaata, makama, şöhret, ev. eşya, akar ve kadına karşı bahis konusu olur.
Serî Sakati, «Hakk Taâlâ, evliyayı dünyadan soyup çıkardı, as-fiya (saf insanlar) yi ondan korudu, âşıkların gönüllerinden dünyayı tamamen çıkardı, çünkü dünya (kiri) nin bunlara bulaşmasına razı olmadı,» demiştir.
Derler ki: «Elinizden çıkana üzülmeyesiniz, size verdiğine de se-vinmiyesiniz diye». (Hadid, 57/23) mealindeki Hakk Sübhanehu ve Taâlâ´nın sözü zühdün kaynağıdır. Şu halde zâhid, elinde mevcut olan dünyalığa sevinmeyen ve elden çıkan için de hayıflanmayan kimsedir.

Ebu Osman, «Zühd dünyayı terketmek, sonra da kimin eline geçerse geçsin aldırmamaktır.» demiştir.
Ebu Ali Dakkak´ın şunu söylediğini işitmiştim: «Zühd, dünyayı olduğu gibi bırakman ve sonra da, elimdeki dünyalık ile bir tekke, bir mescid yaptırırım, dememendir».

Yahya b. Muaz, «Zühd, mülk olan şeyi cömertçe verme neticesini; sevgi ise ruhen cömert olma sonucunu doğurur,» demiştir (zâ-hid malını, âşık canını verir).

İbn Cellâ, «Zühd, gözümde küçük görünsün de yüz çevirmek kolay olsun diye dünyaya zeval gözü ile bakmandır,» der.
İbn Hafif, «Zühdün alâmeti, mülk olan bir şey elden çıkınca rahat bulmaktır,» demiştir.
îbn Hafif, «Zühd, kalbten sebep fikrini sürüp çıkarmak ve elleri mal ve mülkten silkelemektir,» demiştir.
Zühd, nefsin külfetsiz bir şekilde dünyadan uzaklaşmasıdır, denilmiştir.

Nasrabâzî, «Zâhid dünyada gariptir, Allah Taâlâ hakkında irfan sahibi olan arif âhirette de gariptir,» demiştir.
Derler ki: Zühdünde sadık olana dünya boyun eğerek gelir. Bunun için «Gökten bir taç düşse, mutlaka onu istemeyenin kafasına isabet ederdi,» demişlerdir.

Cüneyd der ki: «Zühd, elde bulunmayan şeyin, gönülde de bulunmamasıdır».
Ebu Süleyman Darânî der ki: «Yün abâ giyinmek zühd alâmetlerinden bir alâmettir. O halde, kalbinde beş dirhem değerinde elbise giymek arzusu olan bir zâhid, üç dirhem kıymetinde abâ giymelidir.

Hanbel, Isa b. Yunus gibi selef âlimleri: «Dünyada zühd demek kasr-ı emel (kanaatkar olmak) dan ibarettir,» demişlerdir. Bu âlimlerin ileri sürdükleri fikirler, zühd değil, zühdün emmareleri, zühd âmilleri ve zühdü gerektiren şeyler mânasına alınmalıdır.

Abdullah b. Mübarek, «Zühd, fakirliği seve seve Allah Taâlâ´ya güvenmektir,» demiştir. Şakik Belhî ile Yusuf b. Esbat da aynı kanaattadırlar. Fakat bu da zühd değil, zühd alâmetlerinden bir emmâredir. Zira kul, Allah Taâlâ´ya güvenmedikçe zühde takat getiremez.

Abdullah b. Zeyd, «Zühd, dünyayı ve parayı terketmektir.» demiştir.
Ebu Süleyman Darânî, «Zühd, Hakk Taâlâ ve Takaddes Hazretleri ile meşgul olmana mani olan her şeyi terketmektir,» demiştir.

Ruveym, Cüneyd´e zühdün ne olduğunu sormuş, Cüneyd demiş ki: «Dünyayı küçük görmek ve kalpteki eser ve tesirlerini silmektir». (Kalpten maddenin tesirini silmektir).

Seri şöyle diyor: «Zâhid nefsi ile meşgul olmadığı zaman hayatı hoş olmaz, bilâkis arif nefsi ile meşgul olduğu zaman hayatı hoş olmaz.» (Zâhid nefsini terbiye ile, arif Rabbı ile meşguldür).

Cüneyd´e zühdün ne olduğu sorulunca: «Zühd elin mülk (sahibi olmak) tan, kalbin ise (mülk sahibi olmak için) araştırma yapmaktan boş olmasıdır,» diye cevap vermişti.

Şiblî´ye zühdden sorulunca, «Allah Taâlâ hariç her şeye sırt çevirmektir,» demiştir.
Yahya b. Muaz demiştir ki: «Şu üç haslete sahip olmayan katiyen zühdün hakikatma ulaşamaz; alâkasız amel, (sırf Allah için amel etme), tamahsız söz (maddî bir şeye tamah etmeden konuşma), baş olma arzusu taşımadan (ve nefsi maddiyât ile zelil etmeden) aziz olmak».

Ebu Hafs şöyle der: «Zühd başka şeyde değil, sadece helalda olur, dünyada helal yoktur, (yani enderdir). Şu halde zühd de yoktur» (yani enderdir, zâhid nâdir görülür).

Ebu Osman, «Şüphe etmemek lâzımdır ki, Allah Taâlâ, zahide istediğinden fazla, dünyaya rağbet edene istediğinden az, (ikisi ortasında bulunan) istikâmet sahibine istediği kadar verir,» demiştir.

Yahya b. Muaz, «Zâhid senin burnuna sirke ve hardal çektirir, arif ise sana misk ü anber koklatır» (yani zâhid Allah korkusundan ve Cehennem azabından, arif ise Allah sevgisinden ve ilâhî nimetlerden bahseder
Bir zahide zühd nedir diye sorulunca: Dünyada olan şeyi, dünyada bulunan kimselere ter-ketmektir, şeklinde cevap vermiştir.

Adamın biri Zunnûn Mısri´ye: Dünyada ne zamana kadar zühd esasına riayet edeceğim? diye sormuş. O da: «Nefsine (ve nefsanî arzulara) karşı zâhid olana kadar» diye cevap vermişti.
Muhammed b. Fazl, «Zâhidler ihtiyaçları bulunmadığı zaman ihsan ederler, fütüvvet ehli (ârif-âşık) ise ihtiyaçları bulunduğu zaman ikram eder (isâr). Hakk Taâlâ: ´İhtiyaçları bile olsa başkalarını kendilerine tercih ederler.´ (Haşr, 59/9) buyurmuştur» demiştir.

Kettânî der ki: «Küfe, Medine, Irak ve Şam ulemasının ihtilâf etmedikleri husus; dünyaya karşı zâhid olmak, ruhen cömert olmak ve halka karşı samimî davranmak, onlara nasihat etmektir, yani bu hususları öğmeyen kimse yoktur».

Adamın biri Yahya b. Muaz´a: Ne zaman tevekkül dükkânına girip zühd elbisesini giyer ve zâhidlerle oturabilirim? diye sordu ve şu cevabı aldı: «Nefsine karşı sırren (içinden) yürüttüğün riyazet ve mücâhede bahsinde: Allah üç gün rızkını kesse kendinde bir zaaf hissetmiyeceğin bir dereceye ulaştığın Zaman. Bu dereceye ulaşmadığın müddetçe zâhidler meclisinde oturman cehalettir, ayrıca zâhidler arasında rezil ve rüsvay olmaman da temin edilemez.»

Bişr Hafi, «Zühd bir melektir (ve´ya meliktir, padişahtır, kötü ve çirkin huylardan) tahliye edilmeyen kalpte ikâmet etmez,» (padişah gelmez, hâne ma´mûr olmadan) demiştir.

«Bir kimse zühd hakkında konuşur, bu konuda halka vaaz eder, sonra da onların malına rağbet ederse, Hakk Taâlâ o kimsenin kalbinden âhiret sevgisini siler,» denmiştir.

Derler ki: Kul dünyada zâhid oldu mu Allah Taâlâ kendine vekâleten bir melek gönderir, bu melek o kulun kalbine hikmet fidanını diker.

Sûfîlerden birine: Niçin dünyaya rağbet etmiyorsun, ona karşı zâhidsin? diye sorulmuş. O da: Dünya bana rağbet etmediği için, diye cevap vermişti.

Ahmed b. Hanbel der ki: «Zühdün üç şekli vardır: Birincisi, haramı terketmek: Avamın zühdü budur. İkincisi, helalin lüzumlu olmayan kısmını terketmek: Havassın zühdü budur. Üçüncüsü, Allah
rızasına götürmeyen her şeyi terketmek ariflerin zühdü budur.

Yahya b. Muaz bu konuda der ki: «Dünya süslü bir gelin gibidir. Dünyaya rağbet edenler onu taramak ve süslemekle meşguldürler. Zâhid, bu gelinin yüzünü kömürle karartır, saçlarını yolar, elbisesini yırtar. Arif ise Allah Taâlâ ile meşgul olduğu için bu geline iltifat etmez».

Seri, «Zühdün her nevinde temrinler yaparak istediğim dereceye ulaştım. Ancak halka karş