- Lübnan’da hükümet krizi

Adsense kodları


Lübnan’da hükümet krizi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Wed 11 July 2012, 03:37 pm GMT +0200
Lübnan’da hükümet krizi
Mesut ÖZCAN • 72. Sayı / GÜNDEM


Geçtiğimiz ay Lübnan’daki ulusal birlik hükümetinden Hizbullah ve Emel gruplarının milletvekilleri istifa edince, Ortadoğu’nun en kozmopolit ülkesinde yeni bir hükümet krizi ortaya çıktı. Bu istifalar eski Başbakan Refik Hariri suikastını soruşturmak için Lübnan’ın isteğiyle BM tarafından oluşturulan Lübnan Özel Mahkemesi savcısının, olaydan yaklaşık beş yıl sonra iddianamesini mahkemeye sunmasının hemen öncesinde geldi. Zaten istifalardan kısa bir süre sonra da iddianame mahkemeye sunuldu ama içeriği gizli tutuldu. İstifaların gerçekleştiği günün başka bir özelliği de, Lübnan’daki hükümete destek veren en önemli aktör olan ABD Başkanı Obama’nın Lübnan Başbakanı Saad Hariri’yi kabul ettiği güne denk getirilmesiydi.

Uzun ve kanlı bir iç savaşın ardından Refik Hariri başbakanlığı döneminde nispeten istikrarlı bir durum arz eden Lübnan’da başbakanın 2005 yılında bombalı bir saldırı ile öldürülmesi sonrasında yeniden bir belirsizlik ortamı oluştu. 2006’daki İsrail saldırılarının ardından ülkenin altyapısı ciddi şekilde zarar gördü ve kaos ortamı ülkeyi sardı. Eski Cumhurbaşkanı Emile Lahud’un görev süresinin sona ermesinin ardından nasıl bir seçim süreci gerçekleşeceği noktasındaki anlaşmazlık yaklaşık 18 ay sürdükten sonra, Mayıs 2008’de Doha’da bir uzlaşıya varıldı ve eski General Mişel Süleyman cumhurbaşkanı seçildi. Doha Antlaşması bir ulusal mutabakat hükümeti kurulmasını ve muhalefet partilerine veto hakkı verilmesini içeriyordu. İşte 2011 yılında yaşanan hükümet krizine de, Hariri suikastını araştıran mahkemenin iddianamesinin içeriğinde bazı Hizbullah üyelerinin yer alabileceği düşüncesi nedeniyle Hizbullah ve Emel mensubu vekillerin bu ulusal uzlaşı hükümetinden çekilmeleri neden oldu.

Lübnan’daki bu gelişme üzerine Türkiye de dâhil olmak üzere çeşitli ülkeler bu hükümet krizinin çözümü için hareket geçtiler. Bunun sebebi ise, Lübnan’da siyasi istikrarın zaten sürekli kırılgan bir yapı arz etmesinin yanında, çoğu zaman olduğu gibi Ortadoğu’da bir dizi başka krizin var olması ile ilgiliydi. Tunus’ta halk ayaklanması sonrasında eski yönetim devrilmiş, yeni yönetim henüz oluşturulmamışken benzeri ayaklanmaların çeşitli bölge ülkelerine yansıması ihtimali pek çok kişi tarafından tartışılırken, Mısır’da uzun zamandır devam eden lider değişimi sorununa bir de Kıptilerle hükümet arasındaki sorunların eklenmesi bölgede tansiyonu yükseltti. Bunların yanında İsrail’de İşçi Partisi kökenli bazı vekillerin hükümetten çekilirken, partinin başkanı Barak’ın ise hükümette kalmaya devam etmek için partiden istifa ettiği bir dönemde yaşandı Lübnan’daki bu hükümet krizi.

Türkiye’nin de içinde bulunduğu ve daha çok Batılı ülkelerin desteklediği 14 Mart Hareketi olarak bilinen grubun önderliğindeki hükümetin düşürülmesi, pek çok kişi tarafından İran ve Suriye’nin Lübnan siyasetinde ağırlıklarını bir kez daha hissettirmesi olarak değerlendirildi. Hatırlanacağı gibi geçtiğimiz sene içerisinde İran Cumhurbaşkanı Ahmedinejad gövde gösterisi yaparak Lübnan’a bir ziyaret gerçekleştirmiş, hem ABD ve İsrail’e bir mesaj vermiş, hem de ülke içerisinde Hizbullah’a destek olacaklarını göstermişti. Bu ziyaretin üzerinden çok geçmeden, Başbakan Saad Hariri’nin elini güçlendirmek adına Başbakan Erdoğan Lübnan’a bir ziyaret gerçekleştirerek, hem Türkiye’nin bölgesel rolünü perçinlemeye çalışmış, hem de kırılgan siyasi istikrarın devamına destek olmaya çalışmıştı.

2005 yılındaki Hariri suikastının hemen arkasından gözler büyük ölçüde Suriye’ye çevrilmişti ve bu ortamda Suriye askerlerinin Lübnan’dan çekilmesi gerçekleşti. O dönemlerde suikastın büyük ölçüde Suriye istihbaratı tarafından gerçekleştirildiğine inanılıyordu. Hatta Saad Hariri’nin, babasının Suriye Dışişleri Bakanı Muallim’e Suriye’nin ülkesindeki etkinliğinden şikayet ettikten sonra tehdit edildiğini ve bunun ardından cinayetin geldiğini ifade eden ses kayıtları ortaya çıktı. Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın doğrudan işin içinde olmamasına rağmen, bu girişime ses çıkarmadığı iddia ediliyordu. Ama zaman içerisinde suikastın arkasında bu sefer de Hizbullah mensubu kişilerin olduğuna dair iddialar ortaya atılmaya başlandı. Bu iddiaların savcı tarafından hazırlanan iddianameye yansıma ihtimali zaten son birkaç aydır Lübnan siyasetini oldukça gergin hale getirmişti. Bu gerginliğin önüne geçebilmek için, Suudi Arabistan ve Suriye tarafından bir arabuluculuk girişimi başlatıldı ve Türkiye de buna destek oldu. Buradaki temel amaç, birkaç sene önce yaşandığı gibi Hizbullah’ın yeniden silahlara sarılmasını önlemek ve aynı zamanda ülkenin yine uzun süreli bir kriz ile karşı karşıya kalmasını engellemekti.

Yukarıda bahsettiğimiz sebeplerin yanında bu hükümet krizinin pek çok bölge ülkesini ve Fransa gibi bazı Avrupa ülkelerini harekete geçirmesinin sebebi, olayın Lübnan ile sınırlı kalamayabileceği korkusu. Hizbullah’ın yeniden silahlara sarılabileceği endişesi, mevcut İsrail yönetiminin genel eğilimi göz önüne alındığında İsrail’in de kolayca içine çekilebileceği yeni bir bölgesel çatışma korkusu, İran’ın nükleer programı dolayısıyla zor durumdayken Hizbullah eliyle dikkatleri Lübnan’a ve Filistin’e çekme düşüncesi gibi çeşitli sorular gündeme oturdu. Lübnan’daki hükümet krizi çok açık bir biçimde şunu gösterdi ki, Ortadoğu pek çok konuda çok kırılgan dengeler üzerinde duruyor ve küçük bir gelişme bile bu dengeyi kolayca bozabiliyor.

Ayrıca Lübnan’daki bölünmüş yapı, güçlü siyasi figürlerin yokluğunda ülkeyi kısa süre içerisinde diğer büyük bölge ülkelerinin mücadele alanı haline getiriyor. Hizbullah’ın Lübnan siyasetinde gitgide daha belirleyici bir aktör haline geldiğini ve Hizbullah üzerinden İran’ın bu ülkede etkinliğinin arttığı da yine dikkatleri çekiyor. Hariri suikastı sonrasında ülkeden askerlerini çekmekle birlikte, Suriye’nin de Lübnan siyasetinde önemli roller oynadığı, bu rol çerçevesinde çoğu zaman İran’la yakın bir tavır içerisine girdiği de yine gözden kaçırılmaması gereken bir gerçeklik olarak karşımızda duruyor.

Böylesi bir ortamda, bölgede gerçek mânâda barış isteyen bir ülke olarak Türkiye’nin sorunların çözümü için ciddi çaba harcaması gerekiyor. Bu çabaların kısa vadeli sonuçları olmayabilir. Ama Ortadoğu’nun yeni çatışmalara maruz kalmaması açısından diğer bazı bölge ülkeleri ile beraber Türkiye’nin girişimleri, Ankara’nın yükselen grafiğinin bir gereği. Bu çabaların her zaman istenilen sonucu vermeyebileceği unutulmamalı. Ama bölge siyasetinde etkili olmak için, gerektiğinde risk alarak tavır geliştirmek, politikalar üretmek gerekiyor.