- Letaiflerin Eğitimi

Adsense kodları


Letaiflerin Eğitimi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
armi
Tue 22 December 2009, 05:06 pm GMT +0200
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:
-Cenab-ı Hakk (c.c), mahlukatı (âlem-i halk) yaratmadan önce, mutlak bir varlık idi. Âlem ise mutlak bir yokluk idi. Gerçi âlem Cenâb-ı Hakk´ın kadim ilminde var idi. Ama Allah (C.C) âlemi var edip ortaya çıkarmaktan tam manasıyla müstağni idi.
Bununla beraber irade serbestliği ile birleşen zatının güzelliği, varlıkları yaratmasını gerektirdi. O vakit, mutlak varlıktan bir miktarı alarak yokluğa serpirce ışığa tutulmuş karanlıktaki cisimlerin ortaya çıkışı gibi yokluk varlığa dönüştü.
Cenab-ı Hakk´ın gücü her şeye yeter. Cenab-ı Hakk´ın saltanatı karşısında, kendisini sevip ona hizmet etmekten bir an dahi geri kalmayacak hizmetçileri, melekleri yarattı. O´nun yüce saltanatı ve varlığı karşısında boyun eğip duran uzay cisimleri (felekleri) ve hayvanları yarattı.
Cenab-ı Hakk´ın azameti, yüceliği, aman bilmeyen düşmanları olmasını ve onları kahretmek suretiyle, kahharlığını göstermesini gerektirdiği için nefis, şeytan ve onların hizmetçilerini yarattı. Yine Cenab-ı Hakk´ın yüce saltanatı, düşmanlar ile savaşıp Allah ism-i şerifinin yüceliğini göstermek için insanı yarattı.
Cenab-ı Allah (C.C) insanı on maddeden mütevellid yaratmıştır. Bunların beşi mahlukat âlemi denilen (âlem-i Halk)´dandır.
Bunlar: maddede anasır-ı erbaa denilen; toprak, ateş, su ve nefistir. Bunların başkanı, hakimi ise nefistir.
Diğer beş unsur ise âlem-i emirden olan: kalb, ruh, sır hafi ve ahfadır. Bu letaiflerin vucuddaki yerleri ise şöyledir: Kalb, sol memenin dört parmak altmda; ruh, sağ memenin dört parmak altında; sır, sol memenin iki parmak üstünde; hafi, sağ memenin iki parmak üstünde; ahfa, boyun kemiğinin iki parmak kadar altındadır. Âlem-i emirde bulunan bu beş latifenin lideri, sultanı, hakimi ise ruhtur.
Ruh ile nefis bir araya gelince nefis, ruha galip gelir. Aralarında bir sevgi ve ilgi belirir. Bunun hikmet ve sebebi ise ruhun nefis vasıtasıyla kemale ermesidir. Bu hikmete binâen, ruha karşı üstünlük kuran nefis onu bedene yerleştirirken kendi âleminden ve asıl yurdundan habersiz hale getirir. Onun hizmetinin aydınlığı ile cezbesinin şevkini söndürür.
Kalb ruhun sarayı hükmündedir. Nefis, zamanla kalbi istila edip prensiblerini kor.
Nefis; dünyalık arzuları bakımından çöplüğe, düşmanlık bakımından yılana, zalimlik ve gücü bakımından sırtlana benzer.
Kalbi, nefis tamamen istila ettiği zaman orada Allah için bir şey kalmaz. Ruh bu durumda nefsin arzularına bağımlı hale gelir. Artık makbul olacak hiç bir durumu kalmaz. Ölmüşcesine gaflete düşerler.
İnsanın bu durumu, bir Mürşid-i Kâmilin elinden tevbe alıp, intisap edip, eğitilinceye kadar devam eder. Mürşid-i Kâmil, intisap eden müride zikir telkin eder. Bu zikrin nuru ise önce kalbe, sonraları diğer letaiflere sirayet eder. Önce kalbden mâsivâ gider, zikre geçer. Böylece gaflet gider. Zikir sayesinde insanın sıfatları değişir. İnsanda, Cenab-ı Hakk’ın sıfatları tecelli eder. O´nun sıfatlarına dönüşür. Münâfıklık, nefsin sıfatlarından biridir. Vücüdun maddi unsurlarından suya bağımlıdır. Bu sıfat, Mürşid-i Kâmilin himmet ve tasarrufu ile mütevâziliğe ve alçak gönüllü olmaya dönüşür. Cenâb-ı Hakk, bir âyet-i Kerimede şöyle buyuruyor:
"Mü´minlerden sana tâbi olanlara kanadını indir." (Şuarâ sûresi:215)
Bu hâle karşılık, ateş unsuruna bağlı olan celâl, zulüm ve hiddet sıfatı, İslâm’ın emir ve hükümleri karşısında ince davranmaya ve taraftarlığa dönüşür. Şu âyet bu duruma ne güzel işarettir:
"(Dokunulması) Haram olan o aylar çıktığı zaman artık o müşrikleri,onların bütün geçit yerlerini tutun. Eğer Tevbe ederler, (tevbelerini ve imanlarını tasdik için) namaz kı-larlar, zekat verirlerse yollarını serbest bırakın. Çünkü Allah çok yarlığayıcıdır, çok esirgeyicidir." (Tevbe, ayet: 5)
Yine vücudun ana unsurlarından birisi olan havadan ileri gelen kibirlilik ve üstünlük taslama sıfatı ise yine aynı özellikleri taşıyan iyi huylara dönüşür. Şu ayet-i kerime bu hali ne güzel cevap veriyor:
"Çok yemin eden alçaklara itaat etme." (Kalem sûresi, 10)
Bu saydıklarımızın yanında, toprak unsurundan mütevellit ileri geleni; tembellik,uyuşukluk gibi durumlar, sabır ve efendilik sıfatına dönüşür. Yine şu ayet bu hale ne güzel işaret ediyor:
"Ki onlar kendilerine bir bela geldiği zaman "Biz (dünyada) Allah´ın (teslim olmuş kulları)yız ve biz (ahirette) ancak ona dünücüleriz" diyenlerdir." (Bakara, ayet: 156)
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) buyuruyor: Cenab-ı Hakk insanı dört ana unsur ile nefisten yarattı. Sonra ona eksik bir nisbetle karışık olarak ruh üflemek istedi. Sonra dört letaifle birlikte ruh da kattı. Ruh ile letaif kendi alemlerine karşı meyilli ve Rablerini sever olarak yaratıldı. Anasından doğan bir çocuğun doğum anında ağlaması gibi ruh bu alemle ilgi kuramadığından asıl vatanından ayrı düşmesinden dolayı gariplik çekip, asıl vatanı olan emir alemine karşı bir özlem duyar.
Zahidleri yetiştirmek için yazılan bir kitapta ehl-i dünyanın yemeğini yemek evinde abdest almak, evindeki kapları kullanmak vs. şeyler yasaklanmaktadır.
Cenab-ı Hakk bu ehli tarikata şöyle bir nimet ihsan etmiştir. Ehl-i dünya bu cemaatın sohbetine gelince dünyaya olan muhabbetleri azalır. Eğer ki böyle olmasaydı ehl-i tarikat, ehl-i dünya ile beraber aynı cemaatte bulunup sohbet edemezdi.
Abdurrahmân-i Tâği (k.s), Sadi-i Şirazî´nin şu beyitlerini şöyle açıkladı:
"Sevgilinin cemâli olmaksızın canın cihana karşı meyli yok.
Berikine sahip olmayan gerçekten ötekine sahip değildir."
Şöyle ki: İnsan şeyhini veya Allah´ı sevmedikçe şeyhinin memleketini veya misal âlemini sevemez. Üstadın semti ve misal aleminin muhabbeti bir kimsede yoksa üstadın sevgisi ve Allah sevgiside yoktur. Mürşidini seven kimsenin mürşidinin memleketine ve O´na taalluk eden her şeye muhabbeti olur. Allah´u Teâlâ´yı seven kimsenin de O´nun muhabbetine delâlet eden mânâ âlemine ve her şeye sevgisi olur. Mânâ âleminin üstün mânevi zevkleri ve lezzetlerinden istifade edebilmek ancak ve ancak Allah´ü Teâlâ´nın sevgisini kazanmakla mümkündür.
Abdurrahman-ı Tâği (k.s) İmamı Rabbani´nin (k.s) şu sözlerini nakletti: Emri bilmaruf ve nehyi anil münkeri tebliğ etmeyen beldenin imamları o beldede şeytanın vekilleridir. Seyda-i Tâğî (k.s) diyor: İmamlar o beldenin önderlerdir. Önder olmalarından dolayı yöre halkını ya cennete ya da cehenneme götürürler.
Abdurrahman-ı Tâği (k.s) şöyle buyuruyor: Katiyyen sünnetleri terk etmeyiniz. Tarikata intisab eden bir kişi sureti katiyetle sünneti terk etmemelidir. Bilhassa sünnet-i müekkedeleri, iki rekatlı fecir ve işrak sünnetlerini, sekiz rekattık teheccüd namazı ile üç rekatlık vitr namazını terk edilmemelidir.
Normal zamanlarda sünnneti terkeden kimse, sekre düştüğünde farzları da terkeder.
Tarikat-ı Nakşibendiyye sünnetleri ihyaya dayanır. Tarikattan maksat bidatları ve ruhsatları terk edip şeriatın prensiplerini takva ehli olarak uygulamaktır.
Şeriatın emir ve hükümlerinden dışarı çıkmayıp bidat ve ruhsat verilen kolaylıkları terk eden tarikat kalıcıdır, sona ermez. Şevk ve heyecana dayanan tarikat kısa zamanda yok olup etkisini kaybeder.
Seyda´ya bu sözlerinden sonra sordum:
-Efendimiz, tarikata yeni intisab edildiği zaman, nefsi bütün bidatlerden, ruhsatlardan uzak tutmak müridde hal lezzetini azaltmaz mı?
-Olsun bir şey farketmez. Ölçü şeriattır. Sahibine mülk olarak kalan cezbe şeriatın emir ve hükümleri dairesinde tahsil edilen cezbedir. Şevk ve heyecan ile elde edilen cezbe sahibine mülk olmaz.
Abdurrahman-ı Tâği´ye (k.s) sorduk:
-Efendimiz, kalb hastalıkları yok olmadan nafile ibadet yapmak zararlı olmaz mı?
- Zararı olmaz, nafile ibadet yapılabilir. Şunu biliniz ki Gavs´ın kapısından bizim öğrendiğimiz gerçeklerden birisi de şudur: Her türlü vird ve amellerden gaye ve maksat sevap değil muhabbettir.
Sözlerinin burasında kendilerine İmam-ı Rabbâni´nin (k.s) Mektubat adlı eserindeki mektuplardan biri olan ve içinde "kalp hastalıklarını gidermeden önce işlenmiş olan nafileler faydasız, hatta zararlıdır, çünkü o durumda nefsin arzusuna tapılmış olur" şeklinde bir ifade bulunan mektubu arzedince kendilerinden şu cevabı aldım:
-O mektupta söz konusu edilen durum bir takım zahidlerin tutumudur. Onları sevap kazanmak maksadıyla mağaralara kapanarak mesela bin rekat nafile namaz kılarlar. Oysa normal sünnetlerle nafile ibadetleri işlemeyi hem Mevlana Halid ve hem de Gavs-ı Azam hazretleri emretmiştir."
Seyda´nın bu sözleri üzerine yine dedim ki: "Gavs´ın halifesi Şeyh Halid, Gavs´dan şöyle naklediyor:"Nafile ibadetler ile meşgul olmak, müridi cezbeden alıkoyar." Seyda (k.s) dedi:
"O sözden maksat bazı zahidlerin nafileleridir. Fakat Mürşid-i Kâmil, müridin bazı zaman nafile ibadetleri artırmasını, bazı zamanda azaltmasını, emredebilir. Sizler nafile ibadetleri yapmayı emrediniz. Nafile namazları terkeden birini görünce kendisine farz kazaların mı var ki, bu yüzden nafile kılmıyorsun? diye sorunuz ve adamı nafile (sünnet) namazları kılmaya teşvik ediniz. (Safi mezhebine göre, kaza namazı olanın nafile ve sünnet kılmayıp kazasını bitirmesi gerekir.)
Abdurrahman-ı Tâği (k.s), Ebrar ile Mukerrebûn arasındaki farkları şöyle izah etti: Cenab-ı Hakk’a sevab karşılığında ibadet edenlere Ebrar denilir.
Mukerrebûn ise, Cenab-ı Hakk’ı sevdikleri için karşılıksız olarak ibadet edenlerdir.

armi
Tue 22 December 2009, 05:08 pm GMT +0200
Hz.Ömer (r.a) şöyle demiştir:
"Cennet ve Cehennem olmasa bile ibadet etmekten vazgeçmem. Hz.Ömer (r.a) Süheyb-i Rumi´yi şu sözlerle taltif ve takdir etmiştir:"Allah´tan korkmamış olsa bile, yine de Cenab-ı Hakk’a karşı gelmezdi."
Ayrıca Hace Azizan hz.leri bir şeyhle müridi arasında geçen şu kıssayı naklederlerdi.
Keşif yoluyla bir müride şeyhinin makamı gösterilir. Mürid bakar ki şeyhinin durumu kötüdür. Hemen ondan yüz çevirir. Bu duruma vakıf olan şeyh der ki:
-Ey himmeti eksik kişi senin gördüğün durumu ben otuz senedir görüp biliyorum, ama elimden ne gelir. Ben bu durumdan mütevellid muhabbetimi eksiltip gevşemedim. Ben kulum, kulluğun gereği olan ibadet, taat ve duamı hiç azaltmayıp devam ettim...
Şeyh hz.leri demek istedi ki, insanın yaratılışının gaye ve maksadı Allah´ı tanıyıp O´na kulluk gereği ibadet ve taat yapmaktır. Değilse sevap kazanıp cennete gireyim, cehenneme düşmeyeyim diye değildir.
Bir ayet-i kerimede şöyle buyuruluyor: "Ben insanları ve cinleri sırf bana ibadet etsinler diye yarattım" (Mutaffifin -22-28)
Bir Hadis-i Kudside şöyle buyuruluyor: "Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim. İşte varlıkları beni tanısınlar bilsinler diye yarattım." (Keşful-HafaII/Hadis no:2016) ( Bu haber, bu lafızlarla hadis olarak Resulullah´dan sabit değildir. Fakat manası uygundur.)
Bu sohbetleri dinleyen müridin, mürşidine karşı ve bu yola karşı ihlası daha çok artar. Müridin mutlaka zat-i muhabbet sahip olması gerekir. Böyle olursa onun nazarında elem ve nimet aynı olur.
Bu sözlerden sonra şu farşça beyitleri okudu:
Allah´ın hem lutfuna hem de kahrına aşıkım
Ne kadar acaibtir ki her iki durumda da O´na aşığım.
Teslimiyyet her zaman olmalı ve hale mahsus kalmamalıdır.
Abdurrahmân-i Tâğî daha sonra şöyle buyurdu: Mukerrebûnun Cennetteki içecekleri Tesnim´dir. Ebrarın içeceklerine ise bir damla tesnim karıştırılır. Rahik adı verilen bir içecektir.
Cenab-ı Hak bir ayeti kerimede şöyle buyuruyor:
Mukarrebunların gaye ve maksadlarında sevap elde etmek yoktur. Ama onların sahip olacakları çok büyük sevaplar vardır. Onlarda aynı zamanda Allah´a yakınlık makamı vardır.

Ebrâr´ın durumu ise böyle değildir. İmam-ı Rabbani (k.s) Hazretlerinin deyimi ile zahidlere benzerler. Mukarrebunun ve Ebrarın durumunu kıyaslar isek, Mukarrebun bir padişahın vezirlerine benzerler; ebrar ise saray sakileri gibidir.
Zahidler, mukarrebundan daha çok riyazet ve nefis mücadelesi yaparlar, ama mukarrebunun makam ve mevkilerini elde edemezler.
Bakınız, size şunları da söyleyeyim.(seyda).Gerek haller gerekse tahsil edilen manevi merdivenler ebedi saadeti garanti etmezler. Tersine bu durumlar Cenab-ı Hakk´ın başka bir muradının eseri olarak da meydana gelebilir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyuruluyor:
"Cenab-ı Hak bu dini facir biri vasıtası ile de destekletir." (Keşful Hafa,1-373 /Hadis No:720)
Abdurrahman-ı Tâği (k.s) hz.leri şöyle buyuruyor:
-Kerametleri, haller ve mükaşefeleri saymazsanız bu tarikat Hz.Peygamber´in (A.S.V) şeriatından ibarettir. Akaidde ise ehl-isünnettir.
Sözlerine devamla hepimize şeriata sarılmayı, şer´î meseleleri Kitab´ul-Envâr adlı eserden arkadaşlarımıza öğretmemizi emretti. Seyyid Tâhâ hz.leri de fetva meselelerinde bu kitabı esas almıştır. Namaz, zekat, oruç ve hacc ibadetlerinin hiç birinde sünneti ihmal etmemiştir. Şeyh hz.leri sohbetinin bir yerinde şunları da söyledi:
-Bakmız; şeriata bağlı olan, ama zayıf bir ehl-i muhabbet kişi, benim yanımda şer’i emirlere uymayan ehl-i muhabbetten daha efdaldir.
Sizler, müekked sünnetleri, vitri, işrak namazını ve kuşluk namazını asla terketmeyin.(Emir derecesinde tavsiye)
Abdurrahman-ı Tahi hz.leri bizim tarikatımızda salikliğin belirli bir süresi yoktur. Mevlâna Halid Bağdadî hz.leri "Saliklik ne zaman son bulur" şeklindeki bir soruya karşılık:"- Beşikten mezara kadar devam eder"demiştir. Bizim tarikatımız sevgili uğruna ruhu feda etme yoludur. Mürid bu konuda ne zaman ihmalkâr davransa durum aleyhine döner.
Müridin kalbi şeyhin sevgisiyle dolu olmalıdır. Mürid bu sevginin dışındaki bütün sevgileri terkedip unutmalıdır. Şu beyitler ne güzeldir:
Tevhid yolu iki kıbleyle doğru şekilde aşılamaz.
Ya sevgilinin rızasını veya nefsin arzusunu tercih etmelisin.
Bakınız Alâuddîn Attar (k.s) ne diyor:
"Aşkı daha çok olanın fena alanındaki mertebesi daha yüksektir."
Gavs´ın (k.s) kapısında, Ali Can ile sûfi Said adında iki mürid var idi. Bunlardan Ali Can´ın Gavs´a çok muhabbeti var idi, ta ki hiç bir muhabbet onun yerini alamadı. Hatta Gavs (k.s) ile beraber Seyyid Tâhâ´nın yanına giderler, sohbet ve teveccühe dahi girmezdi.
Bu duruma Gavs (k.s) itiraz edip neden sohbet ve teveccühe katılmadığını sordu. Ali Can dedi:
"Sizin buraya gelmekten maksadınız bir kâr elde etmektir. Ben ise buradan bir şey talep etmiyorum. Bu konuda Gavs (k.s), bir daha konuşmadı.
Sûfi Said ise Gavs´dan daha çok muhabbeti başka bir şeyhe besliyordu. Bu yüzden düştüğü hamlık bataklığından kurtulup sülük edemedi. Ali Can ise, seyri sülük yapıp kemale ermiştir. Abdurrahaman-i Tâği (k.s) şöyle buyuruyor: Gavs´ın (k.s) vefatından sonra halifesi Şeyh Halid´e (k.s) mektup ile şeyhimizin oğlu Celaleddîn´in bana yaptığı bir haksızlıktan dolayı şikayet etmiştim. Şeyh Halid (k.s) bana yazdığı cevapta şöyle diyor: Muhabbetin sultanı ortaklık kabul etmez. Sen madem ki Gavs´a (k.s) karşı muhabbet beslediğini iddia ettin o halde mutlak surette bazı belalara mübtela olasın ki, kalbin başkasına meyil etmesin.
Ruh öyle bir latifedir ki; nefs gibi sıkıntı ve elemlerden etkilenmez. Bizzat tam tersi olup nefsin elem ve sıkıntılara maruz kalmasından dolayı sevinir.



Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) buyurdu: Tebehhür denen makamda zahirî ilim harika bir şekilde artar. Cizre tarafından Şeyh Azrai isminde bir halife gördüm. Önceleri birinci derecedeki ilim kitaplarını okutamazdı. Okuttuğu zamanda mahcup olmamak için gizli bir yere giderdi. Halife olduktan sonra ilmi o kadar arttı ki memleketimizdeki talebeler buradaki hocaların ilmiyle kanaat etmeyip uzak olmasına rağmen ona gidip icazet alırlardı. Tebehhür makamı ise Vahdet-i Vücuttan önceki bir makamdır. Bu makamda Vahdet-i Vücudun hayali vardır. Maiyyet seyrinde de zahiri ilim artar. Nitekim üstadımızın halifelerinden birisinin de bu şekilde ilmi arttı.
Muhabbetin artmasıyla akıl arttığı için mantık ve akaid ilimleri gibi aklî ilimler de artar. Fıkıh gibi naklî ilimler ise muhabbetle artmaz.
Abdurrahmân-i Tâğî´nin (k.s) bu sohbeti üzerine ben şöyle sordum: Büyüklerin herhangi bir ibareyi okurlarken hem lafız hem de irab bakımından yanlış okuduklarını görüyorum. Bunun üzerine Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şu beyti okudu:
"Surete bağlı kaldığın müddetçe ebediyen mananın kokusunu duyamazsın."
Beytini okuyarak büyüklerin manaya önem verdiğini işaret etti. Sonra yanlış okumaları lafza önem vermemelerindendir dedi. Aynı şekilde Gavs-ı Hizani (k.s) şöyle buyurdu: Bu tarikatın büyüklerinden müçtehid çıkamamıştır.
Seyda (k.s) Cizreli fazilet sahibi Molla Ahmed´in beyti:
"Ey Hüma kuşuna benzeyen mahbubum seni avlamak ümidiyle yalnız Mela ağ kurmamıştır. Buyurunuz bakınız seni avlamak için hepsi ağ kurmuştur."
Molla Cizrevi’nin bu mısraları öyle bir makama işarettir ki, bu makamda her şeyde Allah´ın tecelliyatı görülür. Her şey Hakk’ın aynasıdır. Bu makamı elde etmek letaif seyrinde hayalini Allah´ta toplamakla olur.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) buyurdu: Boğaların birleşmesine mürid kesinlikle bakmamalıdır. Bu manzara müride büyük zarar verir. Terketmeden zararın farkına varmaz. Salikin birisi şöyle dedi: Ben bir sefer boğaların birleşmesine baktım, kırk gün o nazarın zararını hissettim.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) buyurdu: Kalb üzerinde lafza-i Celâl´in beşbinden eksik olması tarikatın adabına göre caiz değildir.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) buyurdu: Tevbe için yıkanmayan ve istihare namazı kılmayan teveccühe katılamaz.
Bir başka seferde şöyle buyurdu:
"Bu nakşi tarikatına mensup olup da tevbe için guslü emretmeyen şeyhlerin müridlerini teveccüh ve hatmeden menetmeyin. Onların yolunu daraltmayın."
Seyda (k.s) bid´atle amel eden bazı halifeler hakkında şöyle dedi:"Biz onların tarikatlarını ve nisbetlerini inkar etmiyoruz. Ancak biz onların Nakşibendî olmadıklarını ve Şah-ı Nakşibendin adabını tatbik etmediklerni söylüyoruz.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) buyurdu:
Bir mürid üsîadının yolunda tedbir sahibi olmayınca nisbet alamaz. Tedbir ehli demek evinin ihtiyacını gördükten sonra, mürşidin yânına gidip aklı fikri evinde olmayandır. Daha fazla nisbet almaya ehil olan kimse ise ne evin ihtiyacıyla meşgul olur ne de aklı evinde kalır.
Seyda´nın (k.s) bu sözü üzerine ben:"Bu kimseler murad olan kimselerden midir?
Seyda(k.s):
"Siz murad olan kulların gayret ve çalışmaya ihtiyacı olmadığını mı zannediyorsunuz? Muradlık tevbe edilene kadardır. Tarikatten fayda görme gayret ve çalışmayla birlikte müridin kendi arzu ve iradesini, üstadın arzu ve iradesine bırakmasına bağlıdır.
Seyda (k.s) bir yolculuğunda ottan yapılmış bir minder üzerine oturmuştu. Bu arada şöyle dedi:"Benim yaptıklarıma uymayın sözlerime göre hareket edin", sonra şöyle devam etti:
-Kendi nefsimde düşündüm ki böyle yumuşak döşeklerde oturmak müride zarar verir. Bunun için onlarda nefis kaldığı müddetçe bu hareketlerden men ediyorum. Onlar nefislerinin esaretinden kurtulup benim gibi iyi oldukları zaman benim gibi rahat döşeğe oturmalarında sakınca yortur...

armi
Tue 22 December 2009, 05:09 pm GMT +0200
Abdurrahmâni Tâği (k.s ) diyor:
- Tarikat, insanlar arasında dolaşır, şeriata bağlı olanın da olmayanın da kalbine girer. Fakat bir süre sonra, şeriata bağlı olanda kalırken, şeriata bağlı olmayandan çıkıverir.
Gavs ´ın (k.s) zamanında bir sûfiye var idi. Diğer sûfiye kadınlar ise onun halini beğenmeyip derlerdi ki: Onda aşk ve muhabbet yoktur. Gavs (k.s) vefat ettikten sonra sırf muhabbetle yaşayan bu kadınlar söndü, ama bu sûfiye hanım, kendini koruduğu gibi gibi çevreye de faydalı oldu.
Ayrıca Cizre bölgesinde bulunan halifeler, büyüklerden olmadıkları halde, sırf şeriata bağlılıklarından dolayı tarikatı aralarında yaşatmışlardır.
Şevk uzak olana mahsustur. Kişi uzakta olduğu zaman, dostuyla buluşmaya iştiyaklı olur. Muhabbet ise hazır olan kişiler içindir. Öyleyse zikir, muhabbet ve huzur yolu üzere yapılmalıdır. Hasretle ve uzakta olana bağlanarak zikir yapılmamalıdır. Bu şekildeki zikir, yolu uzatır. Zaman, gaflet ve bid´at zamanı olduğundan kısa yolu tercih etmek gerekir.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s), İmam-ı Rabbani´den (k.s) rivayetle şöyle buyuruyor:
-Dünyayı sevmek, manevi bir küfürdür. Peygamber (s.a.v); Dünya olmadan da yaşanabilir dediği halde, Nemrut ve Firavn bunun tersini söylemişlerdir.
Buna göre dünyayı seven, Peygamberle (s.a.v) aynı görüşü paylaşmaktan uzaklaşır, Nemrut ve Firavn´a hak vermek durumuna düşer. Dünyayı seven kişi, Peygamber´in (s.a.v) aklını beğenmemiş, Firavn ve Nemrut´un aklını beğenmiş olur. Nitekim Hadis-i Şerifte:
"Gerek dünya, gerekse dünyada bulunan her şey mel´undur. Yalnız Allah´ı zikretmek müstesna" buyrulmuştur. (Keşfu´l-Hafa:1/496)
Ayrıca dünya, nefsin sevdiği ve arzuladığı bir yerdir .Nefs ise Allah´a düşmandır. O halde nefsin arzularını sevmek, Cenab-ı Hakk´a düşmanlığı gösterir.
Bakınız size ömrüme yemin ederek söylüyorum: Bence ıslanmış bir köpekle bir arada durmak, dünyayı seven bir kişiyle bir arada olmaktan daha iyidir.
Gavs-ı Hizanî (k.s) birgün bizlere şu vakıayı anlattı:
-Müridliğimin ilk zamanlarında, veliler ve salihler yurdu olarak bilinen Ervas mescidine gidiyordum. Ama onların gafilliklerini müşahede edince, kötü kokularından sakınmak için tuvalet kapılarında beklemeyi âdet edinmiştim.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:
-Gerçekten samimi bir müridlik, ancak halis ve doğru bir niyet ile olur. Bu niyyet ise şudur: Şeriata bağlılık ve ehli sünnet vel cemaat itikadına uyduktan sonra, varlıktan sıyrılıp verilen amelleri yapmaktır.
Mürid için en zararlı duygu ve düşünce başa geçme arzusudur. Cizre beldesinden tarikatın gerileyip yol alamamasının sebebi sûfilerin halifelik sevdasıdır. Çünkü onların sırf gailesi halife olma arzusu idi.
Mürid, kendi iradesini şeyhinin iradesine teslim etmelidir. O halde sizler önce niyetlerinizi doğru yapınız ve hizmet etmeyi kendinize gaye edinip bununla uğraşınız.
Mürid, mürşidini nefsten ve şeytandan gelen kılınç darbelerine karşı kalkan yapmalıdır. Mürid kendisinde bir şey olmadığını, bundan dolayı da mürşid eli tuttuğunu o ele yapışması gerektiğini, eğer kendisinde bir şey olsaydı babasının evinde kalması gerektiğini düşünmelidir. Bir varlığı olmadığından dolayı mürşidin gölgesine sığınmayı kabul etmelidir.
Gavs-i Hizanî (k.s) bir gün şöyle demişti:
-Değerli çoban, uyuzlu da olsa oğlağını çöllerde kurtlara terketmez. Mürid kendi amelini uyuz oğlak gibi kabul edip mürşidinin sürüsüne katmalıdır.
-Abdurrahmân-i Tâğî (k.s), halifesi Şeyh Fethullah´a (k.s) niyyet konusunda şunları söyledi:
-Müridlikten maksad, varlık duygusundan sıyrılmaktır. Onun içindir ki bir şeyh, şöyle bir yol takib ederdi: Yakın müridlerini cariyelerine sarkıntılık ettikleri gerekçesiyle hapse attırır, hakarete maruz bırakırdı. Müridler de şeyhlerinin sözünü inkâr etmezlerdi. O şeyh vefat ederken şöyle dedi:
-Daha önce müridlerimin hakkındaki söylediklerim yalandır. Müridlerim öyle şeyleri yapmamıştır. Maksadım onları varlık duygusundan tamamen sıyırmaktı.
Hiç bir şeyh fena mertebesine gelmiş müridini reddetmez. Zira"Fena reddedilmez" denmiştir. Ayrıca Gavs ´ın (k.s) halifesi Şeyh Halid de (k.s) böyle demiştir.
Gavs´ın (k.s) baş müridlerinden olacağı tahmin edilen bir müridi var idi. Bu zat aldığı bir üzüm bağına kalbini kaptırıp yolda kaldı. Terakki edip istenileni elde edemedi.
Tarikatın temeli ihlas, muhabbet ve şeriata bağlılıktır. Tarikatın gayesi ise marifetin sırlı meselelerini açığa kavuşturup sert hükümlerin inceliklerini öğretmektir. Mesela mürid, abdestte bir kısım azaların, gusülde ise bütün bedenin birlikte yıkamasının hikmetlerini öğrenir. Abdest ve gusülden maksad bazı hareketlerden doğan kirliliği gidermektir. Bazı hareketlerin yol açtığı kirlilik diğerlerine göre daha fazladır.
En üstün keramet; istikamet ve cezbedir. İnsanlardan yüz çevirip Allah´a sığınan kimse velidir.
İnsan kılmadığı bir tek namaza karşılık seksenbin yıl azabı vardır. Eğer Allah´ın affına mazhar olmazsa. Akaidi sağlam olmayanın, kelime-i şehadeti doğru söyliyemeyenin imanı yoktur. Fatiha´yı okuyamıyan kimsenin nikahı batıldır. Kendisi zinâkâr olur. Çocuğu zina çocuğu olur. (Şafi mezhebine göre)
Abdurrahmân-i Tâğî´in (k.s) bu sözünü büyük alimlere sormuşlardır. Münkirler bu fetvayı bozmak istedikleri halde bozamamışlardır. Seyda´nın (k.s) bu sözü zamanın büyük alimi Gavs’ın (k.s) halifesi Şeyh Halid´e ulaştığı zaman şöyle demiştir:
-Nikah kıyıldığı zaman veliden izin alınmamışsa veyahut velinin fatihası düzgün değilse, Seyda´nın sözü doğrudur. (Bu hüküm Şafi mezhebine göredir)
Nisbet; vakte, yerlere ve oralarda bulunan insanların durumuna göre değişir. Bir vaktin feyiz ve bereketi diğer vakte göre farklıdır. Buna göre farklı zamanları gözetlemek gerekir.
Köylerin nisbeti de birbirine göre değişiktir. Halkı arasında hiç bir mürid bulunmayan köyün nisbeti başka, tamamıyla münkir olan köyün nisbeti başkadır. Halkı kâfir olan bir köyün müridine gelen nisbet başkadır.
Daha önce yaşayıp göçen şeyhler kendilerinden sonra gelenlerden nisbet beklerler. Hiç kimsenin nisbeti başkasının nisbetine benzemez. Mürid nisbet almak istediği zaman kendi halinden sıyrılıp, nisbet tahsil edeceği zatın haline bürünmelidir. Mürid her yerde ve her zaman kendi nisbetinden sıyrılmalıdır.
Sözlerinin bu kısmında müridin kendi nisbetinden nasıl sıyrılabileceğini sordum. Sözleri şöyle devam etti:
-Müridin kendi nisbetinden sıyrılması demek, kemal sıfatlara talib olmpsi demektir. Evin nisbeti odanın nisbetinden farklıdır. Evinin nisbetinden sıyrılmadan odanın nisbetini göremem.Bu söylediğimin tersi de doğrudur.
Alimlerle cahillerin nisbeti bir değildir. Bir arada toplanırlarsa nisbetleri başka olur. Kendi aralarında toplanırlarsa nisbetleri daha başka olur.
Ben bazen alimlerin avamla birlikte teveccühde bulunmalarını tercih ederim. Çünkü feyiz sayıya göre gelir.
Bazen alimlerin ayrıca teveccühde bulunmalarını tercih ederim. Çünkü onların teveccühü avamınkinden farklıdır.
Alimler, avamla birlikte teveccühe girdiklerinde, kıskançlık ihtimali olmadığı müddetçe birarada olmalarını isterim. Hased etme ihtimali ortaya çıktığı takdirde ayrı ayrı olmalarını isterim. Çünkü alimlerin teveccühü birbirinden farklıdır. Bazen birinin teveccühü bir saat sürerken, diğerine hiç teveccüh edilmemesi mümkündür.
Abdurrahamna-i Tâği (k.s) buyurdu:
-Bu tarikattan gaye, nefsin alçaklığının farkına varmaktır. Fazilet şükürdedir. Şükretmek ise elimizde değildir. Çünkü insanda bulunan her iyi haslet, yüce Allah´dandır. Kötülük ise kendi nefsimizdendir. Kul, şükretmeye Allah´ın yardımıyla muvaffak olduğuna göre yine kendisine hiç bir şey kalmaz. Böylece kusurlu durumdan çıkmış sayılmaz. Bu durumda şu ayet-i kerimeyi düşünmek gerekir:
"Hemen Rabb´ini hamd ile, tesbih ile (ve tenzih) et. O´nun yargılamasını iste. Şüphesiz ki O, tevbeleri çok kabul edendir." (Nasr/3)
Bu ayet-i kerime, Hz.Peygamber´in (s.a.v) vefatından kısa bir süre önce inmiştir. Bu ayet-i kerimede mağfiret dilenmesi istenilen kusurlar ya şeriatla ilgilidir ki peygamber (a.s) bunlardan masumdur. Yahut varlık duygusundan ileri gelen kusurlardır. ( Peygamber (a.s) bundan da masumdur.)
Bu duruma göre insan iyilikleri Allah´a dayandırmalı ve kötülükleri kendinden bilerek her zaman yüce Allah´dan mağfiret dilemelidir.
Abdurrahman-ı Tâği (k.s) şöyle buyuruyor:
-Gecenin ilk zamanının nisbet ve feyzi son zamanındakinden farklıdır. Gecenin son kısmının nisbeti ise gündüzün ilk zamanının nisbetinden, gündüzün orta kısmının nisbeti, sonundan farklıdır. Bir meclisin nisbeti diğerinden farklıdır. Zira feyizler devamlı surette geldiği için her feyiz öbür feyizden farklıdır. Her zaman nuzura dikkat edip, nisbeti almaya hazır olmak gerekir.

armi
Tue 22 December 2009, 05:10 pm GMT +0200
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) diyor ki:
-Sohbetlerimde ben iki konu işlerim. Bu konular aslında Nakşibendi sohbetlerinin özellikleri arasında yer almaz.
a)Ölümü konu alan sohbetlerimiz. Bundan gayemiz kalbin göçmeyi kendisine gaye edinmesidir.
b)Dünyayı kötüleyen sohbetlerimiz.
Dünyayı kötüleyerek, kalbin ondan nefret edip yüz çevirmesini sağlamayı amaçlıyor.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyurdular:
Göğsün açılıp genişlemesinden sonra nisbetin en kuvvetli gelişi denizin dalgaları gibi olandır. Daha sonra sırası ile; çığ gibi, duman gibi ve koku şeklindeki nisbetler gelir.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) bir gün bana (İbrahim Çokreşî) dedi:
-Sana (emretmiş) vermiş olduğum virdlerini çekiyor musun? Dedim: Hayır Efendim. O zaman bana dedi:
"-Virdleri terk etmek benlik (varlık) duygusundan ileri gelir. Neden virdlerini terk ediyorsun?
Abdurrahaman-ı Tâği (k.s), birgün Gavs ´ın (k.s) şu sözlerini naklen söyledi:
Hace Muhammed Parisa´nın (k.s) kalbine Allah’tan başkası sığmadı, dardı. Terakkiyeti sınırlı kaldı. Alaüddîn Attar´ın (k.s) durumu ise değişikti. O´nun kalbine hem Allah hem de gayri şığmış. Bu hal üzere olduğu için nefsini daim gaflette olmadığı halde kendini gaflette görmüştü. Onun için terakkiyeti devamlı oldu. Ama o gafil değildi.
Ben o sırada: Alaüddîn Attar´ın kalbinin geniş olması ihtiyari midir? Değil midir? diye sordum. Şöyle cevapladılar:
-Bunun başlangıcı şudur: Varlık duygusunu terkedip ondan sıyrılma seyrini diğer alanlardaki seyirden öne almaktır. Ömrüm üzerine yemin ediyorum, bu mübarek sözleri dinlerken, anladım ki şeyhlerin kabiliyeti (yetenekli) sûfilerinin müşahade ve cezbe alanındaki gelişmelerini ertelemelerinin sebebi, onların kalplerini genişleterek daha çok terâkki etmelerini sağlamaktır. Yani bu hal, şeyhlerin o müridlere karşı bahşettiği bir lûtuftur. O büyük bir lûtuftur. Onun içindir ki hiç bir sûfi gelişip terakkiyetim geri kaldı diye üzülmesin. Bütün gayreti ile varlık duygusunu bırakmaya çalışsın. Bakınız, İmam-ı Şa´rani´nin (k.s) tabakatında bir kıssa naklediyor: Azizan´nın (k.s) âdetlerinden şöyle bir durum var idi: Bir müridi terakki ettirecekleri zaman onu "cariyeme sarkıntılık etti" diye şikayet ederdi. Şikayet edilen mürid, yargılnıp, cezalandırılırdı. Bu mürid cezası bittiği zaman yine de mürşidinin huzuruna gelirdi. Mürşidini terk etmezdi. Azizan (k.s) hz.leri ölüm anında "Olup bitenlerin hepsi yalandır. Benim müridlerim öyle şeyler yapmamıştır" demiştir.
Azizan hz.lerine neden böyle yaptın? diye sorulduğu zaman
-Sûfilerin varlık ve benlik duygusundan tamamen kurtulmalarını sağlamak içn böyle yapıyorum, demiştir.
Üstad hz.leri son olarak şöyle buyurdu:
-Ben de sizleri bu hikayedeki vakıa gibi imtihan etmek istedim, ama münkirlerin çıkaracağı fitneleri düşünüp vazgeçtim.
Abdurrahman-ı Tâği (k.s) varlık duygusundan ayrılmanın faydasını belirten bir sohbetinde şöyle buyurdular:
İçerimde bir kuşku doğdu: "Bizim yaptığımız ameller, başkalarının yaptığı amel gibi değildir." endişesine düştüm. Halbuki bizim amellerimizin az olmasına rağmen, nisbetimiz, ameli bizden çok olanların nisbetinden daha fazlaydı.
Bana denildi ki: Nisbet herkese gelir. Yalnız varlık duygusundan sıyrılanların nisbeti kalır, diğerlerinin ise geldiği gibi kalmaz. Bizim varlık duygusundan sıyrılmamız en üstün sıyrılmadır. Çünkü böyle sıyrılış hem dünyayı hem de ahireti kapsamı içine alır. Bizim dışımızdakilerin ise durumu böyle değildir. Onların varlıktan sıyrılışı ise ayrıdır.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:
-Bizim yolumuzda başkalarındaki gibi ders değiştirilmez. Meselâ; keşif ve kerametinden dolayı kimsenin dersi değişmez. Ancak şer´î bir nedene dayanırsa müridin dersi değişir.
Tevbe eden bir müride istihareden sonra rüyada ne gördüğü sorulur. Çünkü rüyasında gördüğüne göre ya korku ile veyahut sevgi ile terbiye edilsin, istihareden sonra mutlak surette rüyada ne gördüğünü talimat veren sorsun. Bir şey gördü ise şeyhe arzetmelidir. Bir mürid rüyada bir şey görmezse onun nasıl eğitileceği şeyhin görüşüne bağlıdır.
Bir şeyh istihareye çok önem verirdi. Çeşitli sebeblerle yedi defa istihare yapmayı emir ederdi. Bir zata iki defa istihare yapması emredildi. Birinci istiharede tarikata girip girmeme hususuna açıklık için diğeri ise müridlik içindir. Bana göre ise istihare kişinin meşrebini açığa çıkaracak bir rüya görmesi içindir. Ben üç defa istihare yaptım. İkisi bu yola intisab edeceğim sırada idi, diğeri ise müridlik içindir.
Abdurrahman-ı Tâği (k.s) bu yola yeni intisab etmiş bir sûfi adayına verilecek talimatı şöyle anlattı:
A-Abdest almak,
B-Tevbe edip, Allah´a sığınmak niyeti ile gusül almak,
C-İki rekat istihare sünneti kılmak. (Şeriatın emri gibi kılınanı istihare değil), benim görüşüme göre müridin meşrebini belirlemek içindir.
D-Tevbe etmek. Yani birinci olarak işlemiş olduğu hata ve günahlara tevbe, ikinci olarak da mürşidin elini tutup tarikat tevbesi yapmaktır.
Mürşidin elinden tevbe ederken, mürid mürşidin her türlü emir ve yasaklarına uyacağına, hayır ve hasenatından ecir ummayacağına, ne de azabdan korkacağına yalnız ve yalnız Şeyhin emirlerine uyacağına dair tevbe eder.
E-Yirmibeş defa ile yetmiş defa arası tevbe eder.
F-Silsileye fatiha okur. Fakat yalnız kendi şeyhine bir fatiha okusa da yeterlidir.
G-Ölüm rabıtası yapar. Şöyle ki; vefat ettiğini, cenazesinin yıkanıp kefenlenip toprağa verildiğini böylece bir mevtanın başından geçen olayları düşünür.
H-Mürşide rabıta yapar.
Bu usülleri yaptıktan sonra malı, varsa teveccüh vaktine, sonra da talimata kadar konuşmamalıdır.
Seyda intisabını şöyle açıkladı: Ben ders alırken bana herkesten ayrı olarak bir odaya kapanıp kalmam emir edilmişti. Ben aklıma velev ki bir zarar gelebilir diye bunu yapmadım. Bunun üzerine bana teveccüh vaktine kadar sufılerin yanında yalnız oturmam emir buyuruldu.
Gavs’ın (k.s) bazı zamanlar mürid adayını yalnız gusül ve rabıta yaptırıp teveccühe aldığı olmuştur. Bir gün Gavs (k.s) halife olan evlâdından bir tanesinin bir sufiye yalnız gusül ve rabıta tarif etmesi üzerine, Gavs (k.s) bu duruma karşı çıkıp dedi ki:
-Bu yaptığın şey her halifenin yapacağı bir iş değildir.
Abdurrahman-ı Tâği (k.s) şöyle buyuruyor-
-Tarikata yeni intisab edenlerin talimatını düzgün veriniz. Taki temeli düzgün ola. Talimattan sonra onlarla sohbet edip, âdâbı anlatınız. Bazı müridlerin bu yoldan ayrılmasının sebebi, ders verme anındaki hatâlardır. Yâni ders vermeye gerekli önemin gösterilmemesidir.
Seyda (k.s) bir gün tarikat dersi veren birini eleştirerek ona dedi ki:
-Ben sizin ders vermeye gereken önemi vermediğinizi görüyorum. Halbuki ders vermek şeyhliğin yarısıdır. Diğer yarısı ise teveccühdür. Biz abdestli olarak ders veriyorduk. Ders vermezden önce ise ders veren kimse, tevbe edip, Cenab-ı Hakk´tan (C.C) afvu mağfiret dilemelidir.
Tevbe ve tarikat almak isteyen mürid adaylarına; hem korkutarak hem de müjdeleyerek bu yolun makbûliyetini anlatınız.
Onlara, Mürşid-i Kâmilin azametini ve tatlılığını anlatmız. Teveccühün önem ve makbûliyetini, ayrıca teveccühlere Sâdât-ı Kiramın ruhlarının iştirak ettiğini söyleyiniz.
Ders veren kişi, mutlak surette abdestli olmalıdır. Ders verdikten sonra, âdabı mutlaka anlatınız.
Ders vermenin şartı ders veren kimsenin abdestli olması, ders vermeye önem vermesi, mürid adaylarına teveccühe nasıl oturulacağını öğretinceye kadar hiç bir şey yememesi ve tütün iç-memesi, ayrıca teveccüh sabahına kadar sohbetle veya başka bir ahiret ameli ile meşgul olmalıdır. Allah´a devamlı yalvarmalı, istiğfar etmelidir.

armi
Tue 22 December 2009, 05:11 pm GMT +0200
Abdurrahman-ı Tâği (k.s) bir kimseye zikir telkin ederken şöyle dedi:
-Bu tarikat, şeriatın aynısıdır. Ne eksiği ne de fazlası var. Seyyid Tâhâ (k.s), Gavs´a (k.s) gönderdiği bir mektubunda şöyle diyor:
"Bir kişi, ihlas ve muhabbet sahibi olup, şeriatın emir ve hükümleri dahilinde amel yaparsa, biliniz ki o zât velidir. İsterse bu zatta hiç bir hâl vuku bulmasın."
Bu saydığımız vasıflar bir zatta yoksa o zatta ne şekilde haller vuku bulursa bulsun istidraçtır. O şakilerdendir. Cenab-ı Hakk (C.C) hepimizi bu duruma düşmekten muhafaza buyursun.
Bir mürid, bid´at ve ruhsatlı kolaylıkları terk etmelidir. Bu hal için ruhu feda etmek lazımdır.
Zikir ederken, Cenab-ı Hakk´ın sıfatlarını değil, yakîn bir şekilde zatını hayal ediniz. Çünkü öncelik vahdet içindir, tevhid için değildir. Varlık yalnız Allah´a mahsustur. Vahdet Allah´ın varlığı ve birliğidir. Kimse yaratılmamış iken bile O bir olarak vardı. Tevhid ise bizim Allah´ı birlememizdir. Kainatta bulunan her şey ya vehimdir veya hayaldir. Varlıkları kendilerinden olmadıkları için vehim ve hayalden ibarettirler. Cenab-ı Hakk (C.C), âlem var olmadan önce var idi. Âlem ise yoktu.
Örneğin, yaratılmamış bir çocuk âlemin bir parçasıdır. Fakat henüz Allah´ın (C.C) ışığı ile aydınlanmadığı için idrak edilemez. Yani kesin olarak yoktur.
Bugün doğan bir çocuğa gelince Cenab-ı Hakk´ın (C.C) varlığının ufak bir kısmı ona yansıdığı için vücudu küçüktür. Bu varlığın artışına göre çocuğun vücudu da buna bağlı olarak büyür.
Ayrıca ölen bir kişiye bakınız. Bu zat yıllarca yaşayıp büyümüştür. Ama birden yok olmuştur. Çünkü Cenab-ı Hakk´ın (C.C) lütuf ettiği varlık üzerinden kalkmıştır. Eğer konuşma gücü, bu kişinin elinde olsa öldükten sonra da bu kişi konuşurdu. Hayatta iken yaptığını vefatından sonra da yapmak isterdi.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle dedi:
-Kalb zikri en az beşbin, ortası onbirbin, en fazlası yirmibeş bindir.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) buyurdu:
Zamanımızın velileri, tabiin velilerinden daha büyüktür. Bir Hadis-i Şerifte Peygamberimiz (s.a.v) şöyle buyuruyor:"Zamanların en hayırlısı benim yaşadığım zamandır. Sonra bunu takib eden devir, daha sonra onu takip eden devirdir."
Bu hadis-i şerif genel durumu göz önünde tutuyor: Havas hakkında değildir. Bu devrin havassı önceki zamanın havassından hayırlıdır. Hatta İmam-ı Rabbâni´nin (k.s) mektubatında açıkça bildirdiğine göre onların kemalatı sahabelere benziyor. Ben de aynı şeyi ümid ediyorum. Çünkü üstünlük nefsi ıslah edip kalbi tasfiye etmekle olur.
Hicrî bininci yıldan sonraki insanların kalblerinin hastalığı, daha öncekilerin hastalıklarından fazladır.
Umulur ki zikrettiğimiz hadis olmasaydı bu devrin velileri, sahabelerden daha üstün sayılacaktı. Çünkü biz sahabelerin fazilet ve kemâlâtlarını yeteri kadar anlamaktan uzağız.
Peygamber Efendimiz´in (s.a.v):
"Ümmetim bereketli bir ümmettir. Öncesi veya sonrası mı hayırlıdır bilinmez." (Keşful Hafa, l/Hadis no: 598)
Hadis-i şerifindeki bilinmezden maksat Peygamber Efendimiz´den (s.a.v) başkasının bilmemesidir. Sahabelerin daha faziletli ve şerefli olduklarının kabul edilmesi Peygamber’in (a.s) bildirmesi iledir.
Nefis ise, mahlukat alemine karşı bir özlem duyar. Nefis, ruhu emri altına alırsa ruh nefse hizmet eder. Eğer ki ruh nefse hakim olursa o zaman nefis ruha hizmet eder.
Nefis, yaratılış gereği aşırı derecede istek ve arzulara sahiptir. Bundan dolayı ruha hakim olup, ona asli vatanını unutturur. Kendisinin zevk aldığı şeylerden ruhun da zevk almasını sağlar. Böylece ruh, asli vatanına terakki edemez. Terakki edebilmesi aşağıdaki şartlara riayetle mümkündür.
1-Rucu makamına ermiş bir velinin sohbeti ile,
2-Mürşid-i Kâmilin emiri ve kalb zikri usulüyle lafza-i celali her bir latife üzerinde en az iki bin çekmekle,
3-Yeri insanın alnında bulunan nefis üzerine zikir çekmekle. Burada en az bin çekilir.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:
-Kötü sıfatlardan arınmış nefs, kemal sıfatlardan ve manevi hakikatların tecellisinden arınmış olan ruhun karşılığıdır. Bu makam yalnız iman makamıdır.
Kalb ise, asıl özelliği tembellik olarak toprağın karşılığıdır. Sır ateşin mukabilidir. Ateş tabakası toprak tabakasından beş bin yıl uzaktadır. Belirli bir süre halinde bulunmaktadır. Özelliği ise hiddet ve öfkedir.
Hafa latifesi ise suyun karşılığıdır. Su tabakası ise ateş tabakasının beşbin yıl altında bulunur. Suyun kendisine has bir rengi yoktur. En yakınının rengine bürünür. Bu hal ise münafıklık alametidir. Bundan dolayı insan arkadaşlık ettiği kimselerden karekterini alır.
Ahfa latifesi ise hava unsurunun karşılığıdır. Hava tabakası ise su tabakasının birkaç tabaka altında bulunur. Havanın özelliği büyüklük ve kibir taslamaktır. Bakınız Ayet-i Kerimede ne buyuruluyor:
"Sonra onu (insanı) en aşağıya düşürdük." (Tin,4)
Bir mürşid-i kamil kendisine teslim olan bir müridine, önce hava unsurunun vermiş olduğu kibirliliği tasfiye ederek irşada başlar. O zaman âhfa latifesi bu huydan kurtularak yükselip terakki etmeye başlar. Münafıklığı giderdiği zaman akabinde hafa latifesi terakki eder. Daha sonra hiddet ve öfkeyi giderir, böylece sır letaifi terakki eder.
Akabinde, insandaki uyuşukluğu tedavi eder. Böylece kalb yükselip terakki eder.
Böylece izah ettiğimiz dört letaif nakısiyetlerini ve kötü vasıflarını bırakıp, sabır, tevazu, İslam’ın emir ve hükümlerine teslimiyet, Allah´dan gayrı hiç kimseye muhtaç olmama gibi güzel huy ve vasıfları kazanırlar.
Cenab-ı Hak bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor:
"Onlar boş şeylerle karşılaşınca yanlarından şerefle geçerler." (Furkan,72)
Bundan sonra ruh da nefs muhabbetinden sıyrılarak Allah´ın muhabbetini tahsil eder. Bundan sonra insanda bulunan letaifler Allah´a yakınlık kazanırlar. Nefs çok zalimdir. Kendisine ait bir gücü vardır. Bu güç vasıtası ile bazı zaman ruha galebe çalar. Onu egemenliğine alır. Böylece onu eski yerine döndürür. Bazı zaman olur ki ruh nefsi kendi hegomanyasına alarak terakkiyetini sürdürür.
Bu hal üzre devam ederken nefs zayıflar. Ruh ise güç kazanır. Bu halin sonunda letaifler, kalbin arş üzerinde bulunan makamına ulaşır. Bu makama temkin makamı denir. Bu makamdan sonra artık letaifler nefsin baskısı ile tekrar bu aleme dönmezler.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:
-Arş´a, kalbe bağlı olduğu için Arş denmiştir. Asıl arş ise kalbdir. Sohbetimizden konu ettiğimiz asliyet ve tebaiyyet ilahi tecelliler bakımındandır.
Ruhun makamı, kalbin makamının üzerinde bulunur. Onun üzerinde ahfanın makamı bulunur.
Nefsin makamı; mahlukat âlemi, ruh ile kalbin makamı âlem-i emir; sırrın, hefa´nın ve ahfanın makamı ise âlem-i zattır.
Sır´rın , hafa´nın ve ahfa´nın seyri ise zat aleminde gerçekleşir.
Âlem-i emir ise mahlukat âlemi ile zât alemi arasında bulunur.
Âlem-i emirde bulunan vasıflar sevmek ve sevilmektir. Bu vasıflardan dolayı yine uzaklık söz konusudur. Zat aleminde ise hiç bir vasıf bulunmaz. Letaiflerin geri dönüşü ise altı çeşittir. Bunlardan birisi nefsin makamından, çirkin sıfatların makamına dönerek olur. O zaman ise bütün alemi harap olur. Bazı zamanlarda letaifler kalbin makamından geri döner. O zaman bu makamın sahibi eksiği olup kemale eremeyenlerden kabul edilir.Tam geri dönüş ise ahfa´nın makamından nefsin makamına inerek gerçekleşen geri dönüştür.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle dedi:
Dervişin kelime manası; muhtaç, ıstılahtaki manası ise Allah´a muhtaç kimse demektir. lstılahtaki manaya sahip bir dervişe yük yük altın ve gümüş verseniz muhtaç olma ve fakirlik vasfından çıkmaz. Çünki meramı Allah´tır
Derviş sözcüğü Nakşibendilik dışında kalan diğer tarikatların mensuplarının unvanıdır.
Biz ümid ediyoruz ki şu kelam-ı kibarın içeriğine ancak nakşiler dahildir:
"Hakk’ın cezbelerinden bir cezbe, insanlar ile cinlerin amellerine denktir."
Bir mürid, cezbe haline düşünce nakşi olur. Ama bir nakşibendi sûfisi cezbeye düşmedikçe gerçek anlamda Nakşibendi olamaz. Diğer tarikatların mensupları terki terk makamına eremezler. Nakşibendi sûfileri ise gerçek anlamı ile derviştirler. Çünkü bu yolun mensupları şu safhaları terk ederler:
A-Dünyayı terk etmek,
B-Ahireti terk etmek,
C-Varlığı terk etmek,
O-Yokluğu terk etmek,
E-Terk-i terk (terk etmeyi terk etmek)
Derviş sözcüğünü meydana getiren harfler şu manayı ifade ederler:
Dal : Dünyayı terki,
Re : Ahireti terki,
vav : Varlığı terki,
ya : Yokluğu terki,
şin harfi ise: terki terk işarettir. Bu mana işaretler Nakşibendi ıstılahına göredir.
Abdurrahman-ı Tâği (k.s) şöyle buyuruyor:
-Bir kişinin tarikata intisab edip, mürşide bağlanmasından gaye ve maksad nefs ve şeytanın hilelerine düşmeyip, şeyhin gölgesine sığınarak vâsıl-ı ilallah olmaktır.
Şeyhin gölgesine girmek demek: Kulluk ve itaattır. Bir mürid, şeyhinin gölgesinin üzerine düştüğünü nasıl anlayabilir? diye sorulan bir soruyu Abdurrahmân-i Tâğî şöyle cevapladı:
-Şeyhin gölgesine girmek müridin kendi ihtiyari dahilindedir.
Bakınız bir kişi ağacın gölgesine nasıl sığınır, bir ağacın gölgesi altına girmek mutlak kişinin kendi iradesi dahilindedir.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:
-Makbul mürid ilkbahar aylarında daha çok amel işlemeye gayret gösteren müriddir. Çünkü ilkbahar bitkilerin filizlenme dönemidir. İnsan da toprak unsurundan yaratıldığından bahar mevsiminde bitmesi, filizlenmesi gerekir. Bu filizlenme ya gaflete ya da uyanklığa doğru olur.
İnsan çok amel işlemeli ki gaflet damarı kesilsin. Uyanıklık damarları açılsın.
Seyrüsülûk etmek isteyenler seher vakti uyumamalı. Çünkü vakt-i seher çok önemlidir. Gelişme zamanıdır. Onun için seyru sülük yapmak için bu vakitlerden daha makbul bir vakit yoktur.

armi
Tue 22 December 2009, 05:17 pm GMT +0200
Abdurrahman-ı Tâği (k.s) şöyle buyuruyor:
-İnsan her zaman nefsin hile ve şerrine düşmekten çekinmelidir. Çünki nefis insanı her zaman helake sürüklemek ister. Bu hâlinden bir an dahi geri durmaz.
Ben (Abdurrahmân-i Tâğî) nefsin insanı aldatan halini bizzat hanımlarımla olan ilişkilerimde de gördüm. Ne zaman ki bu durumlardan ayrıldım, o zaman büyük bir huzur buldum ve cezbeye düştüm.
Ben eşlerimi şeytanın tuzağına düşmemeleri konusunda devamlı uyarırdım.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyuruyor:
-Dargın bulunduğu bir kimsenin elini öpmekle kişi kendi nefsini ezebilir. Üstün durumda bulunan bir müridin kendisinden daha aşağı durumda bulunan bir sûfi kardeşinin elini öpmesi adet olmuştur. El öpen kişi nefsinin daha saf olup, böylece özür dilediğini ispat eder. Her mürid karşısındaki arkadaşına hüsnü zan besleyip onun kendisinden daha üstün durumda olduğunu düşünerek şöyle demelidir: Ben eğer bu özür dilemeleri kabul etmezsem umulur ki onun bana kırılıp beddua etmesi ile büyük zarar görürüm.
Arkadaşının özürünü kabul edip barışmalıdır. Dargın durmak çok kötü bir şeydir.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s):
-Üstadın muhabbeti Allah içindir, diye söyleyince öğrenmek maksadıyla şöyle sordum.
-Üstadı zatı için sevmek Allah muhabbetinden değil midir?
-Hayır. Üstadı zatı için sevmek Allah muhabbetinde fani olup üstadı unutarak ve Allah ile üstadın muhabbetini farketmemekten ileri gelir.
- Buna misal şudur. Bir adam sevgilisine olan aşkından dolayı onun hizmetçisini de sever. Bu sevgi o kadar ileri gider ki hizmetçisi hakiki sevgili durumuna geçer. Üstada karşı olan zatı muhabbeti olmadan mürşidinin sohbetinden bir lezzet alamaz.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) buyurdu:
-Keşke müridler ayaklarının uçlarından başka yere bakmasalar. Zira şeriatta kadına bakmak haram olduğu gibi, azimetle amel etmenin gerekliliğinden dolayı gayriye bakmak haramdır.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) buyurdu:
-Kendi isteğiyle cezbelenmek caiz değildir.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) Nurşin köyünde bir sohbetinde şöyle buyurdu:
-"Bize bazı duaların dilimizle okunması emredildi. Hatta duaları okurken sesimizi yükseltiyorduk. Bu dualardan biri hatmeyi haceganda okunan duadır."
Hatmenin yapılış şekli "Câmiul-Usûl" adlı kitapda şöyle tarif edilmiştir.
1-Faliha-ı Şerife Besmele ile birlikte (yedi) defa okunur.
2-Peygamber Efendimize yüz defa Selavat getirilir.
3-Elemneşrahleke Suresi yetmişdokuz defa Besmele ile birlikte okunur.
4-İhlası şerife binbir sefer okunur.
5-Fatihayı Şerife Besmele ile birlikte tekrar yedi sefer okunur.
6-Peygamber Efendimize tekrar yüz selavat getirilir
7-Hatme Duası okunur.
Imam-ı Rabbaninin hatmesinde ihlas-ı Şerif yerine "La havle vela kuvveti illa billahil aliyyil Azîm" denilir.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) buyurdu:
-Bir insanın iki insan olması demek zahirinin halk ile, batınının Hakk ile beraber olması demektir. Böyle olan kimseler zahiren değişik meseleleri konuşmaları kalplerindeki ile olan huzura mani olmaz. Halidi Ölekî bu konuda şöyle söylemiştir; Büyüklerin zikrine mani olacak hiç bir şey yoktur.
Seyda-ı Tâği (k.s) buyurdu:
-Behlül-ü Dane´nin "Allah ile ye, Allah ile uyu, Allah ile konuş" sözünün bu üç vakitte uyanık olunmasına teşvik içindir. Zira, bir kimsenin gafil olduğu zamanlar yemek, uyumak ve dostlarının meclislerindeki zamanlardır.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) buyurdu:
Kendisinde ubudiyet vasfı hasıl olmayan mürid, mürid olamaz. Müridten maksat Allah´ın emirlerne muti olmaktır. Ubudiyetten maksat ise Allah´ın hükümlerine rıza göstermektir.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) buyurdu:
-Gavs-i Hizanî (k.s) tarikattan kovulanlara iltifat etmezdi. Yanlız, Mevlânâ Halid (k.s) hazretlerinin kovduğu Şeyh Abdulkadir istisna idi. Ona önem verir, nisbetinin tamamı ile kesilmediğini söylerdi.
Şeyh Abdurrahman-ı Talabani’nin halifelerinden Derviş Emin isminde bir şeyh var idi. Çok güzel bir nisbete sahipti.Tarikattan kovulunca vergi tahsildarlığına başladı. Abdurrahmân-i Tâğî (k.s), Şah-ı Nakşibend´in şu mısrasını okudu.
- Tarikatımızdan yüz çevirenin dini tehlikeye girer.
Ayrıca, Meşâyihi kiramın şu sözünü nakletti. "Tarikatımızdan kovulan kimseye Rahman olan Allah´ın feyz ve yakınlık kapısı kapanır."
Daha sonra Abdurrahmân-i Tâğî Meşâyıhı Kiram´ın bu sözünü aşağıdaki ayet-i kerimeye ters düştüğünü belirtti.
"Ancak tevbe eden ve iman edip de salih amel işleyen kimse müstesnadır." (Furkan 25/70)
İki söz bir birine zıt düştüğünde birisininin doğru birisinin yanlış olması gerekir. Zıtlığı ortadan kaldırabilmek için tevil lazımdır. Allah´ın sözü doğru olduğuna göre Meşayıhın sözü tevil edilir. Bu sözün tevili şudur: Meşayıhın sözünde istisna vardır. Kovulan kimse pişman olur, istiğfar ederse Allah´a yakınlık kapısından uzaklaşmamış olur.
Kovulan kimsede sadatların eğer bir iltifat nazarı kalmış ise sonuçta o kimse pişman olacaktır. Eğer Sadatlar bir kimseden tamamıyla yüz çevirmiş ise o kimse pişman olmayacaktır. Şah-ı Nakşibend´in bir halifesi kovulduktan sonra ticaretle uğraşıp zengin olmuştr. Bu zat zaman zaman sırt üstü uzandığı zaman şeyhsizlik nekadar güzel dermiş.
Daha sonra Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) şöyle buyurdu: Tarikat büyükleri bazı münkirlerden yüz çevirince o münkirlerin dini de zarar görür. Gavs-ı Azam’ın münkirlerinin çoğu dinlerinde de zarar gördüler.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) hazretleri, müridin Allah´tan üstada gitmesiyle üstaddan Allah´a gitmesi arasındaki farkı şöyle açıkladı:
Müridin Allah´tan üstada gitmesi, müridin Allah´ı bulmak gayesiyle üstada gitmesi, Allah´ı bulmaya olan iştiyak ve muhabbetini artırır. Allah´ı bulmaya olan talebi müridi devamlı dolaştırır, çare arattırır. Bir mürşid-i kâmili bulduğunda elini tutmasıyla birlikte Allah´ın azamet-i kibriyasına ve celâline vakıf olur. Bu vukufiyeti Allah´a ulaşmanın kendi aklına göre zorluğunu idrak ettirir. Bu durumda bütün himmetini üstada ulaşmaya sarfeder. Allah´ın dostuna ulaşmak Allah´a ulaşmaktan kolaydır. Mürşidine ulaşmaya çalışan böyle müridlere meczûb-i sâlik denir. Cezbeden sonra sülûka başlamışlardır.
Üstaddan Allah´a gitmenin manası ise şudur. Mürid önce dünyevi bir gaye ile büyüklerin kapısına gider, onların himmeti müridin talebini Allah´a çevirir. Bu durumdaki müridler, Hz.Yusuf´a âşık olan kadının durumuna benzer. Bir başka misal de şudur:
Mescid-i Haram´a gittiğimde orada hizmet eden bir adama rastladım. Bu adam Mekke´ye askerlik gayesiyle gelmişti. Fakat Kâbe-i Muazzama´nm bereketiyie gayesini Allah´a döndürmüştü.
Gavs-ı Hizânî (k.s) hazretlerinin bazı hizmetçileri de o kapıya dünyalık için gelmişlerdi. Gavs´ın nazarı onların da gayretlerini Allah´a çevirdi. Bu tür müridlere de sâlik-i meczûb denir.
Nurşin köyünde genel sohbetinde şöyle buyurdu:
Şeyhlerin inkarına düşmemeniz için kendisini derviş olarak tanıtan kimseyi kötülememenizi ısrarla tavsiye ederim. Bir kimse, veli, şeyh veya kutup olduğunu söylüyorsa, o sözü kendisine bırakın. Ancak velî olduğunu tasdik ettiğiniz halde, nehyedilenleri yaptığını ve emredilenleri terkettiğini gördüğünüz zaman o davranışını kabul etmeyiniz. O kimse o kötü fiiline devam ederse, Mansur-ı Hallc´a ve Şehabeddin Sühreverdî ´ye uygulanan seri hüküm aynı şekilde kendisinede uygulanır. Ehlullah´ın inkarına düşmekten kurtulmanın yolu onlar hakkında hüsn-i zan etmekle mümkündür. Başkalarına karşı hüsn-i zan edebilmek kendi nefsinin ayıplarını düşünmekle olur. Nefsinin kusurunu görmek de kişinin Allah´ın kendisine lütfettiği nimetleri yaratılış gayesine uygun olarak kullanmadığını düşünmekle gerçekleşir.
Nefsin kusurları mülahaza edildiği zaman insan başkalarının kusurlarını görmekten uzaklaşır. Böylece inkara yol bulamaz.
Şeyh Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) buyurdu:
Tarikat ehli "filan veli terakki etmektedir. Filan velinin ise terakkisi durmuştur." şeklindeki sözleri bana müşkül geliyor. Daha sonra bu sözünü şöyle açıkladı:
Terakki etmek nefsinin kusurunu görüp ve kemalini talep etmekle olur. Durgunluk ise nefsinin kusurunu görmemekten ve kemalâtı talep etmekten kaynaklanır.
Halifelik makamı bir kimseye verildiğinde o kimse kendini halife görürse terakki edemez. Fakat kendisini halife görmeyip ayıplarını görmeye devam ederse terakki devam eder.
Şeyh Abdurrahmân-i Tâğî´dan (k.s) sordum:
-Kurban bazen sohbet esnasında müride bir nevi fena hasıl oluyor. Eğer hayalini o taraftan keserse talepten uzaklaşıyor. Bu durumda hayalini fena tarafına mı bıraksın yoksa talebe mi devam etsin? Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) cevaben:
"Hayalini fena tarafına bıraksın "buyurdu. Biraz sonra Farsça olarak:
"Makam sahipleri çeşit çeşit yollarda yürüdüler"mısrasını okudular.
Ben bu mısrayı okumasından, talep ehli olanların talebe devam etmesi gerektiğini, talebi az olanın da hayalini fenaya bırakmasının daha iyi olacağını anladım. Abdurrahmân-i Tâğî´nin (k.s) ilk sözü bazı arkadaşlarımız için geçerlidir. Daha sonraki sözüyle ise durumu genelleştirmiştir.

Ramazan Bayramı arefesinde mezarlığa hatim maksadıyla gittik. Şeyh Abdurrahmân-i Tâğî´ye (k.s) birinci cüzü vermek için cüzleri karıştırmaya başlayınca şöyle buyurdu: " Kur´an-ı Kerim cüzleri arasında seçim yapmak doğru değildir. Hatta Seyyid Tâhâ (k.s) zamanında cüzleri dağıtan kimse bu işi gözleri kapalı olarak yapıyordu."

Şeyh Abdurrahmân-i Tâğî hazretleri buyurdu:
-Şeriat, nefsi istikamet üzere tutmak için konulmuştur. Tarikat ondan daha incedir. Onun için tarikat da bidat-ı hasane ve ruhsatları terk etmektedir. Azimet konusunda şeriat ve tarikat birbirinden ayrıdır. Sadat-ı kiram´ın sözlerine muhalefet olmadığı sürece mürid bidatlar ve ruhsatlar konusunda şeriata göre amel etmelidir. Muhalif durumlarda ise sadatın emrini yerine getirmelidir.
Abdurrahmân-i Tâğî hazretleri dünya ehlinin işleri ile tarikat ehlinin işleri şekil ve işleyiş bakımından birbirinin aynı gözüktüğü halde, hakikatte aralarında fark olduğunu şöyle izah etti:
"Biz Nakşibendi cemaati, zahidler gibi dünyayı terketmiyoruz. Biz dünya işleriyle sizlerden daha fazla meşgul oluyoruz. Bizim çalışmamızla sizlerin çalışmanız arasındaki fark şöyledir: Mesela, güsul abdesti alırken biz Peygamber Efendimiz’in sünnetini ihya niyetiyle yaparız. Her damlasında on sevab ümit ederiz. Ayrıca bize yardımcı olanların sevab kazandıklarını düşünürüz.
Siz ise vücudunuzu temizlemek veya şehvetinizi tatmin etmek için yıkanırsanız. Dolayısıyla sizin yaptığınız güsul ya aleyhinizedir veya bir menfaati yoktur.

Yine biz bayram günlerinde Peygamber Efendimiz’in sünnetini yerine getirmek için güzel koku kullanırız. Sizin öyle bir niyetiniz olmadığından karşılık alamıyorsunuz.
Bizim çoluk çocuğumuza yaptığımız ikramlar sünnete mutabaat niyetiyle olacağından sevab umarız. Sizin öyle bir niyetiniz olmadığından sevabınızda yoktur.
Abdurrahmân-i Tâğî (k.s) hazretleri Bitlisli Süleyman Efendi´den;
-Kalb hastalıkların en kötüsü sana göre hangisidir? diye sordu. O´da;
-Riyadır kurban dedi. Bana da aynı soruyu sorduğunda cevaben
-İnsan mizacının sertliğidir, kurban dedim. Bana
-Gazap, celâle tebdil olduğunda sertlikden kolaylıkla kurtulunur.
Daha sonra Abdurrahmân-i Tâğî hazretleri İmam Gazâlî’den naklederek şöyle buyurdu.
-Hasetten kurtulmak, diğer kalb hastalıklardan kurtulmaktan zordur.
Ben kendisine nefsimde haset kalmadığını, zira daha önce herkesten daha fazla Üstad´a yakın olmayı arzu ettiğimi, şimdi ise daha çok yakın olanları gördüğümde haset duymadığımı söyledim.
Seyday-i Tâği,
-Hayır, ben haset sahibi olmamakla bilindiğim, şan ve şöhreti ayağımın altına aldığım halde ve haset kalbimde sabit olmamasına rağmen, yine hasetten korkuyorum.
Bu sözlerin devamından anlaşıldı ki, şeriattaki gıpta etmek kötü bir haslet değilse de, tarikat-ı aliyede kötülenmiştir. Daha sonra şunları söyledi.
-Salihlerin kalb hastalıkları başkalarının kalb hastalıklarına benzemez. Onlardaki gıpta şeriata zarar vermiyorsa da tarikata zarar verir.