rabia
Wed 7 April 2010, 10:53 am GMT +0200
Lafızların Delaleti
A. İktizanın Delaleti
B. İşaretin Delaleti
C. Hükmün Münasib Vasfa İzafesinden Ta´lili Anlamak
D. Mefhumu´l-Muvafakat (Fahve´l-Hıtab)
E. Mefhumu´l-Muhalefet (Deülu´l-Hıtab)
Mefhum İle İstidlal Edilebileceği Görüşünde Olanların Gerekçeleri
Delîlu´l-Hitâb´ın Dereceleri
F. Hz. Peygamberin Fiillerinin, Sükutunun Ve İstibşarının Delaleti
1. Fiilin Delaleti
2. Fiillerin Hükümleri Konusunda Farklı Gerekçeler
3. İki Fiilin Tearuz Etmesi
H. LAFIZLARIN FAHVA VE İŞARET YÖNÜNDEN DELALETİ
Lafızların, sıyga itibariyle değil de, fahvâ ve İşaret itibariyle delaleti beş çeşittir: İktizanın delaleti, işaretin delaleti, hükmün münasip vasıfa izafesinden ta´lili anlamak, mefhumu´l-muvâfakat ve mefhûmu´l-muhâlefet. [1]
A. İktizanın Delaleti
iktiza, lafzın delalet etmediği, doğrudan söylenmiş (mantukun bih) olmayan, fakat lafzın zaruretinden kaynaklanan bir delalet çeşididir. Şu durumlarda lafzın zarureti söz konusu olur;
a) Sözü söyleyen kişinin (mütekellim) doğru kabul edilebilmesi böyle bir iktizanın varlığına bağlı ise,
b) Lafızla ifade edilen hususun şer´an var olabilmesi ancak böyle bir iktizanın varlığı ile mümkün oluyorsa,
c) Lafızla ifade edilen hususun aklen sabit olabilmesi, ancak böyle bir iktizanın varlığı ile mümkün oluyorsa. [ü, 187]
Lafzın zaruretine örnekler:
(a. şıkkına örnek)
Sözü söyleyen kişinin doğru sözlü sayilabilmesinin zarureti olan mukte-za´nın örneği, Hz. Peygamberin "Oruca geceden niyet (tebyît) etmeyenin orucu yoktur" sözüdür. Çünkü bu söz, geceden niyet edilmemesi halinde orucun mevcut olamayacağını belirtmektedir (nefy). Halbuki bu durumda oruç şeklen mevcut olmuyor değildir, öyleyse bu sözün manası "Oruca geceden niyet etmeyen kimsenin orucu sahih olmaz veya tam (mükemmel) olmaz" şeklinde olmalıdır. 8u durumda orucun kendisi değil hükmü nefyedilmiş olmaktadır. Bu hadiste hüküm bahis konusu edilmemiştir, fakat Hz. Peygamberin söylediği bu sözün doğruluğunu gerçekleştirebilmek için hükmün takdir edilmesi (söylenmediği halde varmış gibi düşünülmesi) gereklidir. Biz buradan hareketle muktezanın umumunun olmadığını söylüyoruz. Çünkü mukteza lafzen değil iktizaen sabit olmuştur.
Bu örnekleme, şer´î isimleri inkar edip, oruç lafzının lügatteki muktezası üzere kaldığını ve şer´î bir anlam kazanmadığını ileri sürenlerin görüşüne göre sahih olur. Oruç lafzı, lügat anlamını koruduğu İçin zikredilmediği halde (izmar) böyle bir hükmün varsayılmasına gerek duyulmuştur.
Oruç lafzını, şer´î oruçtan ibaret sayanlara göre ise, geceden niyet edilmemesi halinde orucun mevcut olamayacağı hususu, iktiza yoluyla değil doğrudan doğruya söyleme (nutk) yoluyladır. Bunlara göre iktizanın misali; "Niyet yoksa amel de yoktur" ve "Ümmetimden yanılgı ve unutma kaldırılmıştır" gibi hadislerdir. Bunlara benzer örnekler "mücmel" konusunda geçmişti.
(b. şıkkının örneği):
Söylenen şeyin (mantukunbih) şer´an tasavvur edilebilmesi için iktizaen sabit olan şeylere örnek:
Birinin diğer bir kimseye, "Köleni benim adıma azat et" demesi, hiç söyle-nilmediği halde "mülkiyet"! tazammun ve iktiza etmektedir. Çünkü söylenilen (mantukunbih) azat etmenin nafiz olabilmesinin şartı, mülkiyetin azattan önce bulunmasıdır. O halde bu husus (mülkiyet) lafzın muktezası olmaktadır.
Aynı şekilde, başkasının kölesine işaret ederek "Vallahi ben bu köleyi azat edeceğim" dese, eğer yeminini yerine getirmeyi istiyorsa, o kölenin mülkiyetini elde etmesi gerekir. Gerçi o kölenin mülkiyetini elde etmeyi söz konusu etmemiştir, fakat yüklendiği şey (o kölenin azat edilmesi), zarurî olarak kölenin mülkiyetini elde etmeyi gerektirmektedir.
(c. şıkkının Örneği):
Söylenen şeyin aklen tasavvur edilebilmesi için iktizaen sabit olan şeyler:
ALLAH Teala "Size analarınız... haram kılındı..." {Nisa, 4/23} buyurmaktadır. Bu sözün, aklen doğru sayılabilmesi ve bir anlam ifade edebilmesi için, gizli bir vat´ (cinsel ilişki) lafzının varlığını takdir etmek gerekir. Böyle bir takdir yapılınca ayette ´Size analarınızı vat etmeniz haram kılındı´ denilmiş olmaktadır. [II, 188] Çünkü anneler, birer objedir (a´yân). Hükümler ise a´yana taalluk etmezler. Daha doğrusu, hükümlerin, mükelleflerin fiillerinden başka bir şeye taalluk etmesi düşünülemez. Öyleyse yukarıda geçen ayetin lafzı bir fiili gerektirmektedir ve bu fiil de, kullanım örfü sebebiyle diğer her hangi bir fiil değil, ´vat´ fiilidir.
Yine "Sîze meyte, kan haram kılındı" (Maide, 5/3), ve "Size behîmetu´l-en´âm helal kılındı" {Maide, 5/1} ayetlerinde, lafzın iktiza ettiği fiil ´yeme´ fiilidir.
"Köye sor" {Yusuf, 12/82} lafzı da buna yakındır. Yani ´Köy ahalisine sor´ demektir. Çünkü sormanın makul olabilmesi için lafzın içerisinde gizli bir ´ahali´ lafzının bulunması gereklidir. Bu son örneğin, iktiza değil İzmar (gizleme) olarak adlandırılması da mümkündür, tzmar hakkında söylenecekler de iktîza´ya yakındır. [2]
B. İşaretin Delaleti
Lafızdan değil lafzın işaretinden çıkarılan anlam:
Bununla, özellikle kastedilmeksizin lafza tabi olan şeyi kastediyoruz. Msl. konuşan kimsenin konuşma esnasındaki işaret ve hareketlerinden, lafzın kendisinin delalet etmediği şeyler anlaşılabilir. Buna ´işaret´ denilir. Yine Iafıza, kastedilmeyen şeyler de tabi olabilir ve bu şeyler lafız üzerine bina edilir.
Msl. Alimler, kadınların temizlik süresinin (tuhur) en az ve hayız süresinin en çok miktarını 15 gün olarak belirlerken, şu hadise tutunmuşlardır. Hz. Peygamber, "Kadınlar, akılca ve dince eksiktir[3] demiş, kendisine "Dince eksiklik nasıldır?" diye sorulunca da, "Kadınlardan her biri ömrünün yarısını evinin köşesinde, namazsız ve oruçsuz geçirir" demiştir. Aslında bu lafız, kadınların dince eksikliklerinin muhtevasını açıklamak için sevkedilmiştir ve bu sözün söyleniş maksadı sadece budur. Fakat bu söz ile, hayzın en çoğuna, tuhurun en azına işaret hasıl olmuştur. Burada hayzın, ömrün (dehr) yarısından yani bir ayda 15 günden fazla olamayacağına da işaret vardır. Çünkü eğer 15 günden fazla olabileceği tasavvur olunabilseydi, Hz. Peygamber, dince eksiklik hususunda mübalağalı bir biçimde vurgulamak için buna da değinirdi.
Bunun misali, Şafii´nin (rh.) az suyun, kendisini değiştirmeyen bir necasetle [E, 189] necis olacağına, Hz. Peygamberin "Biriniz uykudan uyandığında, elini üç defa yıkamadıkça kaba daldırmasın. Çünkü uykudan uyanan kişi, elinin nerede gecelediğini bilmez" hadisiyle istidlal etmiş ve ´şayet, yakînen bilinen necaset (yakînu´n-necase) suyu pisletmiyor olsaydı, Hz. Peygamber´in bu sözü, müs-tehaplık (istihbab) bile gerektirmeyen bir kuruntu (tevehhüm) olurdu´ demiştir.
"Çocuğun ana karnında taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır"
{Ahkâf, 46/15} ayetinden hareketle hamilelik müddetinin alt sınırının 6 ay olarak belirlenmesi de bu konuya örnek teşkil edebilir. Başka bir ayette "Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl İçindedir" {Lokman, 31/14} denilmektedir.
Ramazanda geceleyin cinsel İlişki kurup, cünüp olarak sabahlayan kimsenin orucunun bozulmayacağı sonucuna gidiş de bunun örneğidir. Şöyleki, ayette "Şimdi kanlarınızla mübaşeret edin" {Bakara, 2/187} denildikten sonra "Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden ayrılıncaya kadar yiyin, için"
{Bakara, 2/187} denilmekte ve ruhsat, beyaz iplik siyah iplikten ayrılıncaya kadar uzatılmaktadır. Ayet, gecenin tamamında yeme içme ve cinsel ilişkinin caiz olduğunu ve cinsel ilişkiyi gecenin sonunda yapan kişinin, gusül yapma işini gündüze tehir edebileceğini hissettirmektedir. Eğer böyle olmasaydı, gecenin gusül yapmaya yetecek miktardaki son parçasında cinsel ilişkide bulunmanın haram olması gerekirdi.
işte bu ve bunun benzerleri pek çoktur. Buna lafzın işareti adı verilir[4].
C. Hükmün Münasib Vasfa İzafesinden Ta´lili Anlamak
"Hırsızlık yapan erkek ve kadının ellerini kesin" {Mâide, 5/38} ve "Zina eden kadın ve erkekten her birine yüzer celde vurun" {Nur, 24/2} ayetleri böyledir. Bu ayetlerden, hırsızın elinin kesilmesi ve zina edene celde vurulması anlaşıldığı gibi, ki zaten bu açıkça söylenmektedir (mantuk bih), hırsızlık ve zinanın, söz konusu hükümlerin illeti olduğu da anlaşılmaktadır. Bunun İllet olduğu açıkça söylenmemiştir (mantuk bih değildir), fakat, sözün akışından (fahva´l-kelâm) öyle bir anlam çıkmaktadır.
[II, 190] "İyiler cennette, kötüler cehennemdedir" {Infitâr, 82/14}, yani iyiler iyi oldukları için, kötüler de kötü oldukları için. Övgü, yergi, teşvik, sakındırma kabilinden söylenen tüm sözler böyledir. Aynı şekilde bir kimse, Taciri kına, itaatkarı Öv, alimi tazim et´ dese, hiç zikredil mediği halde, bütün bunlardan talil anlaşılır. Bu çeşit delalet, ´îmâ ve işaret* olarak adlandınIdığı gibi, ´fahve´I-kelam´ ve ´lahnu´l-kelam´ olarak da adlandırılır. Türüne ve mahiyetine vakıf olduktan sonra bu çeşit delalete istediğin ismi vermekte serbestsin[5].
D. Mefhumu´l-Muvafakat (Fahve´l-Hıtab)
Sözün siyakının ve maksadının delaletiyle söylenenden (mantuk) söylenmeyeni anlamak:
"Onlara öf deme ve azarlama" {Isrâ, 17/23} sözünden, sövmenin, dövmenin ve öldürmenin haram olduğunun anlaşılması böyledir.
"Yetimlerin mallarını haksızlıkla (zulmen) yiyenler, karınlarına ateş doldurmuş olurlar" {Nisa, 4/10} ayetinden, yetim malını itlaf etmenin, yakmanın ve helak etmenin haramlığı anlaşılmaktadır.
"Zerre miktarı hayır işleyen onu görür" {Zelzele, 99/7} ve "Ehli kitaptan öyleleri var ki, bir dinar emanet etsen onu sana geri ödemez" {Al-i îmrân, 3/75} ayetlerinde, zerre ve dinardan fazlası da anlaşılmaktadır.
Yine ´Ona ait ne bir buğday tanesini yedim ne bir yudum suyunu içtim ne de onun malından bir tane aldım´ diyenin sözü, bunun arkasında olana da delalet eder.
Bunun, ´et-tenbîh bi´l-ednâ ale´l-a´lâ* (en alt sınırı söyleyerek en üst sınıra dikkat çekmek) olduğu söylenirse, deriz ki, bu isimlendirmede hiç bir kısıtlama yoktur. Fakat şunun anlaşılması şarttır: Sırf alt sının zikretmek, sözü ve sözün ne için sevkedildiğini anlamadıkça, böyle bir dikkat çekmeyi hasıl etmez. Şayet biz, ayetin, ana-babayı tazim ve ihtiram için sevkedildiğini bilmeseydik, öf demenin yasaklanmasından, dövme ve öldürmenin yasaklığını anlayamazdık. Zira sultan bir kiralın öldürülmesini emrettiğinde ´Ona öf filan deme fakat Öldür´ diyebilir. Aynı şekilde bir kimse, ´vallahi ben fulancanın malını yemedim´ diye yemin edebilir. Kendisi bizzat yememiştir fakat o fulancanın malını yakmıştır. Bu adam bu durumda yemini bozmuş (yeminin gereğine aykırı davranmış) olmaz.
Denirse ki:
Dövmek, öf demeye kıyasen haramdır. Çünkü öf demek eziyet vermek oluşu sebebiyle haram kılınmıştır. Dövmedeki eziyet verme ise Öf demekteki eziyetin üstündedir.
Deriz ki:
Bunun kıyas olmasıyla, üzerinde düşünmeyi ve bir illet istinbatını kastediyorsan bu yanlıştır. Yok eğer, dövme, söylenenden (mantuk) anlaşılan bir söylenmeyendir (meskut) demek istediysen bu da bir şartla sahih olur. Bu şart da, söylenmeyenin, söylenenden daha evvel veya birlikte anlaşılması ve ondan geriye kalmamasıdır. Buna, ´mefhûmu´l-muvâfaka´ denildiği gibi, ´fahve´t-lafz´ da denilir. Her gurubun kendine göre bir ıstılahı vardır. Sen lafızlara kulak asma, bu türün mahiyetini kavramaya çalış. [6]
E. Mefhumu´l-Muhalefet (Deülu´l-Hıtab)
Mefhumun anlamı, bir şeyin özellikle zikredilmesinden hareketle, hükmün bu zikredilenden başkası için söz konusu olmadığına (daha doğrusu, zikredilmeyenin hükmünün özellikle zikredilenin hükmünün tersi olduğuna) İstidlal etmektir. Bu nevi istidlalin mefhum olarak adlandırılmasının sebebi, elde edilen hükmün sırf mefhum olup mantuka dayanmamasıdır. Yoksa ki, mantukun delalet ettiği şey de mefhumdur. Bu tür istidlal, ´delîlu´l-hitâb´ olarak da adlandırılır. Sen isimlere fazla iltifat etme.
Mefhum istidlalinin mahiyeti şudur: Hükmün, bir şeyin iki vasfından birine talik edilmesi, bu hükmün vasıf bakımından zıt olanlar için söz konusu olmadığı anlamına gelir mi?
Msl. "İçinizden kasten adam öldürenler" (Mâide, 5/95) ayeti ile "Sâime koyunda zekat vardır", "Seyyib, kendi nefsi üzerinde velisinden daha fazla hak sahibidir*´, "Aşılanmış hurmalığın satılması durumunda bunun meyveleri satıcıya aittir" hadislerinda ´kast´, ´saimelik´, ´dulluk´ ve ´aşılama´nın söz konusu hükümlere tahsis edilmesi, bu hükümlerin bu vasıflar dışında geçerli olmadığı anlamına gelir mi?
Şâfıî, Malik ve bu ikisinin mezhebine bağlı çoğunluk alimlere göre, bu durumda hüküm diğer vasıflar için geçerli değildir. Eş´arî de bu görüşü benimsemiştir. Zira Eş´ari, haber-i vahidin isbatında "Size bir fasık haber getirdiğin- [n, 1921 de bunu (haberi) iyice araştırın" (Hucurat, 49/6) ayetini gerekçe göstermiş ve bu hükmün adil kişinin haber getirmesi durumunda söz konusu olmadığını yani haberi getiren kişinin adil olması durumunda araştırmaya gerek olmadığını belirtmiştir. Eş´ari, rü´yet meselesinde de "Hayır! O gün rablerinden perdelenecek-lerdir" (Mutaffıfîn, 83/15) ayeliyle ihticac etmiş ve ayette anlatılan hükmün müminler için söz konusu olmadığını yani müminlerin, ALLAH´ı göreceklerini söylemiştir.
Kadı´nın da içlerinde bulunduğu bir gurup kelamcı ile içlerinde tbn Süreyc´in de bulunduğu bir gurup hazık fakih bunun (mefhum ile istidlalin) delaleti olmadığını söylemişlerdir. Bize göre de daha tutarlı ve mantıklı olan budur. Şu yaklaşımlar (mesalik) bu anlayışın doğruluğunu göstermektedir:
1. meslek:
Saime koyunun zekatının verileceği "Saime koyunda zekat vardır" sözünden anlaşılmaktadır. Mücerred isbattan hareketle, yani sırf saime koyunun zekatı verileceğinden hareketle ma´lufede (besi koyunlarında) zekat olmadığı hükmünü çıkarmak ise ancak dil bilginlerinden (ehlu´1-lüğa) yapılan mütevatir ya da müte-vatir hükmünde bir nakil ile bilinebilir. Mütevatir hükmünde olan nakil, arapların ıdurûb* ve ´kutûV şeklindeki çoğul ifadelerinin çokluk (teksîr) için, alîm, a´lem, kadir ve ekdar gibi ifadelerinin yani ´c/ü/1 sıygasının mübalağa İçin olduğunu bilmemiz gibi hususlardır. Ahad nakiller bu hususta yeterli olamaz. Zira ALLAH kelamının nazil olduğu bir dil hakkında, yanılma ihtimali bulunan ahad nakille hüküm vermek doğru değildir.
Mefhumun delaleti bulunmadığını söyleyenlerin de, yine mütevatir nakle ihtiyaç duydukları söylenecek olursa, deriz ki, araplann vaz1 etmedikleri hususlarda ayrıca hüccete gerek yoktur. Çünkü bunun sonu yoktur. Hüccet getirmek, vaz´ (bir kelime veya sözün belirli bir anlamı ifade ettiği) iddiasında olanın borcudur.
2. Meslek:
Husnü´l-istifhâm (Açıklama isteyici soru sormanın uygun düşmesi):
Birisi, ´Zeyd sana kasten vurursa, sen de ona vur´ dese, bu hitaba muhatap olan kişinin ´Zeyd bana yanlışlıkla vurursa, ben de ona vuracak mıyım?´ diye açıklama istemesi dil açısından yerinde olur. Aynı şekilde, ´Saime koyunlarından zekat ver´ dese, karşıdaki kişinin ´Ma´lûfe olan koyunlardan da zekat vereyim mi?´ demesi uygun olur. îşte, dil ve sözün gelişi bakımından açıklama isteyici soru sormanın uygun düşmesi, bu hususun doğrudan doğruya sözün mefhumundan anlaşılmadığını (yani msl. "Saimede zekat vardır" sözünden, malufeye zekat gerekmediğinin anlaşılmayacağını) göstermektedir. Çünkü iyice anlamak için [II, 193] soru sorma (istifham), meskutun anh (söylenmeyen husus) hakkında uygun düştüğü halde mantuk (açıkça söylenen) hakkında güzel değildir.
´Soru sormanın (istifham) meskutun anh açısından uygun düşmesi, belki de bununla mecazen nefyin kastedilmiş olması ihtimaline binaendîr´ denilirse, deriz ki; aslolan, eğer böyle bir ihtimal varsa, bunun hakikat olmasıdır. Mecaza ise ancak bir delilin varlığı durumunda gidilebilir. Burada ise, böyle bir delil yoktur.
3. meslek:
Biz görüyoruz ki araplar, hükmü bazen meskutun anhin mantuka müsavatı durumunda (söylenmeyenin hükmünün söylenenin hükmüyle aynı olması durumunda) bazen de muhalefeti durumunda (söylenmeyenin hükmünün söylenene aykırı olması durumunda) sıfata talik ediyorlar. Bu durumda hükmün sübutu, vasfı zikredilen (mevsuf) açısından ´malum ve mantuk´, meskutun anh açısından ise ´muhtemel´ olmaktadır. Öyleyse artı bir karîne (ipucu) ve başka bir delil ile açıklama bulununcaya kadar karar vermemelidir. Bunun (hükmün talikinin), muvafakat durumunda mecaz, muhalefet durumunda ise hakikat olduğu iddiası ise delilsiz tahakküm olup, bunun aksi de söylenebilir.
4. meslek:
Bİr şeyden, o şeyin bir vasfını ön plana çıkararak haber vermek, bu vasıfta olmayan şeyleri nefyetmez. Msl. ´Siyah kalktı veya çıktı veya oturdu´ demek, bu işleri beyazın yapmadığı anlamına gelmez. Tam tersine bu şekildeki söz, beyaz hakkında bir şey söylememek demektir. Bazılarınca benimsendiği üzere, eğer buna (msl. beyazın zikredilmemiş olmasına) bir engel varsa, bu takdirde konuşanın lakabı (cins ismi) ve Özel ismi tahsis etmesi (özelikle belirtmesi) gerekir. Ta ki, *Zeydi gördüm´ sözü, başkasını görmemiş olduğuna ve ´Zeyd ata bindi´ sözü, binme işini başkalarının yapmadığına delalet edebilsin. Bu anlayışa tabi olanlar bulunmaktadır. Halbuki bu anlayış dile iftira ve uydurmadır. Nitekim ´Zeydi gördüm´ sözümüz, Zeydin elbisesini, atım ve elbisesini görmediğimiz anlamına gelmediği gibi, Zeydden başkasını görmediğimiz anlamına da gelmez. Eğer böyle olacak olsaydı ´Zeyd alimdir´ sözünün küfür olması gerekirdi. Zira böyle diyen kişi, ALLAH, melekler ve peygamberlerin bilmediğini söylemiş olmaktadır. Yine "Isa Allanın eiçİsidir" demek de küfür olurdu. Zira böyle diyen kişi Muham-med´in (s) ve diğer peygamberlerin peygamberliğini nefyetmiş olmaktadır.
Denirse ki: [jj^ 194]
Bu işlem, sıfatı isme (vasfı lakaba) kıyas etmektir. Halbuki dilde kıyas olmaz.
Deriz ki:
Bİz bununla yalnızca üzerinde düşünülsün ve tıpkı özel İsimlerin şahısları belirtmeye yaradığı gibi sıfatın da yalnızca mavsufu belirtmeye yaradığı anlaşılsın diye Örnek vermeyi amaçladık. Sığırda ve devede zekat bulunmadığını belirtmek açısından ´Koyunda zekat vardır´ sözüyle, malufede zekat olmadığını belirtmek açısından ´Saime koyunda zekat vardır´ sözü arasında hiç bir fark yoktur.
5. meslek:
Biz araplann, diğerlerini söylemeyip biriyle yetinerek, bir, iki veya üç haber vericiden haber verebileceğinden kuşku duymadığımız gibi, onların mavsufun yalnızca bir sıfatından haber verebileceklerinden de kuşku duymuyoruz. Buna göre, ´Zarif kişiyi gördüm´, ´Uzun boylu kişi kalktı*, ´Dul kadını nikahladım*, ´Saime koyun satın aldım´, ´Aşılanmış hurmalığı sattım´ diyebilirsin. Bu sözleri söyledikten sonra, ´Bakireyle de evlendim´ ve ´Malufe koyun da satın aldım´ desen, bu söz öncekiyle çelişmez, onun hükmünü kaldırmaz ve kendi kendini yalanlama anlamına gelmez; ancak eğer birinci sözün ardından ´Dul kadınla evlenmedim´, ´Saime koyun almadım´ deseydin ilk sözünle çelişmiş olurdun. Buna göre ´Dul kadını nikahladım´ sözü isbata delalet ettiği gibi, nefy´e de delalet edecek olsaydı, bu sözün arkasından söylenen ´Bakireyle de evlendim´ sözü ilk söze aykırı oturdu ve onu yalanlama anlamına gelirdi. [7]
Mefhum İle İstidlal Edilebileceği Görüşünde Olanların Gerekçeleri:
Birinci meslek:
Şâfıî (r), kendisi hem Arap ve hem da dil alimlerinden olduğu halde ´delîlu´l-hitâb´a yani mefhum ile istidlal edilebileceğine kail olmuştur. Yine dil bilginlerinden olan Ebû Ubeyde de bu kanaattedir. (Şâfıî,) Hz. Peygamber´in "Zenginin temerrüdü, onun dokunulmazlığını kaldıran ve cezalandırılmasını helal kılan bir zulümdür" hadisinden hareketle bu hadisin delilinin (mefhum-ı muhalifinin), zengin olmayanın ırz ve ukubetinin helal olmadığını, yine "Birinizin, karnını tıkabasa irin ile doldurması şiir ile doldurmasından daha hayırlıdır" [II, 195] hadisinden, -ki bu sözle kastedilenin hiciv ve sövme veya Hz. Peygamberin hic-vedilmesi olduğu söylenmiştir-ki, karın dolsun dolmasın bunun azının ve çoğunun haram olduğu görüşündedir- tıkabasa doldurma´nın (imtila) özellikle belirtilmesinin (tahsis) İse imtila olmaması durumunun hüküm bakımdan farklı olduğuna ve şiirle uğraştığı halde bütün vaktini şiire ayırmayan kişinin bu tehdid kapsamına girmeyeceğine delalet ettiğini söylemiştir.
Cevap:
Gerek Şâfıî gerekse EbÛ Ubeyde´nin hitab delili konusundaki kanaati, ictihad kaynaklıdır. Yani bu ikisi ´Eğer nefye delalet etmiyecekse özellikle zikretmenin (tahsis bi´z-zikr) ne faydası kalır* şeklinde ictihadda bulunmuşlardır. Onların yaptıkları bu istidlal, ilerde geleceği üzere itirazlara hedef olmuştur. Müctehid, dilcilerin veya peygamber hakkındaki kanaatleri hususunda hatadan masum olmayan kişilerin sözlerini kabul etmek durumunda değildir. Diğer taraftan Şâfıî ve Ebû Ubeyde´nin bu kanaati içtihada değil de nakle dayanmış olsa bile, hele hele aksi görüşü savunan alimler varken, bu husus tek, tek kişilerin nakli ile sabit olmaz. Aynca bazı alimler dilin, mezhep ve görüş sahibi kişilerin nakliyle sabit olmayacağını ileri sürmüşlerdir. Çünkü bunlar, kendi mezheplerini üstün ve haklı gösterme kaygısı taşıyabilir ve bu durumda da onların sözlerine güven hasıl olmaz.
ikinci meslek:
ALLAH Teala ´Onlar (münafıklar) için yetmiş defa mağfiret dilesen bile ALLAH onlara mağfiret etmeyecektir" {Tevbe, 9/801 buyurmuş, Hz. Peygamber de "Öyleyse ben de yetmişten fazla mağfiret dilerim" demiştir. Bu da gösteriyor ki, ayette yetmiş için getirilen hüküm, yetmişin dışındaki sayıların hükmü gibi değildir.
Cevap:
a) Bu, haber-i vahittir ve burada hüccet gösterilemez. Ki zaten bu haberin sahih olmaması belirgindir. Çünkü Hz. Peygamber, insanlar içinde sözün anlamlarını en iyi bilen kişi idi. Ayetteki 70 sayısı, tıpkı "tster şefaatçi ol, istersen olma. Onlar lehinde yetmiş kere de şefaat etsen senin şefaatini kabul etmem" sözünde olduğu gibi, artık ümit kalmadığını belirtme ve mağfiret arzusunu kesme hususunda mübalağa olarak zikredilmiştir.
b) Hz. Peygamber "Öyleyse ben de yetmişten fazla mağfiret dilerim" de- [II, 196] mistir. Fakat bu sözü onlara mağfiret edilsin için söylememiştir. Bu mağfiret,
umma anlamında da değildir. Aksine bu, belki de, ölmüş münafıklar için mağfiret beklemek için değil, gördüğü bir maslahat sebebiyle ve bir de dine teşvik amacıyla hayatta olan münafıkların kalplerini meylettirmek için söylemiştir.
c) Soruyoruz, ´Mağfiretin olmayacağının yetmiş sözü ile özellikle belirtilmesi, yetmişten sonra mağfiretin cevazına mı yoksa vukuuna mı daha fazla delalet eder?´ Eğer ´vukuuna daha fazla delalet eder´ derseniz, bu icmâ´a aykırıdır. Yok eğer ´cevazına daha fazla delalet eder´ derseniz, bu husus, ayetten önce akıl ile sabittir. Dolayısıyla yetmiş ile takdir edilen cevaz kalkmış olur ve ziyadenin cevazı, mefhum ile değil akıl delili ile sabit olur.
Üçüncü meslek:
Sahabe "Su (gusül), sudan (meni) dolayı gerekir (el-mâu mine´1-mâi)" hadisinin, Hz. Aişenin "İki hitan buluşunca gusül gerekir" sözüyle mensuh olduğunu söylemiştir. Şayet ´su, sudandır´ sözü suyun (meni) dışındaki durumlardan suyun (guslün) gerekmeyeceğini (nefy) ihtiva etmeseydi, suyun (guslün) başka bir sebeple vacip olması onun neshi sayılmazdı. Dolayısıyla meni sebebiyle guslün vacipliğİ neshedilmemiş, aksine guslün sadece meni sebebiyle gerekeceği hususu neshedi Emiştir.
Bu gerekçeye birkaç yönden cevap verilebilir:
a) Bunlar haber-i vahiddir ve haber-i vahidle lügat sabit olmaz.
b) Bu husus, sahabenin tamamından değil sınırlı sayıdaki bazı sahabilerden nakledilmiştir. Bu itibarla, onların bu görüşe ictihad yoluyla ulaşmış olmaları mümkündür. Bu hususta onları taklid etmek gerekmez.
c) Sahabenin, ´su, sudandır´ sözünden, guslün sadece meninin boşalması durumunda gerekli olduğunu anlamış olması muhtemeldir. Sahabe, ilk önce zikredilen su lafzından suyun kullanılma cinsi için umûm ve istiğrakı anlamış; sonradan da iki hitanın buluşması haberinin, birinci sözün mefhumunu ve hitap delilini
[II, 197] değil umumunu neshettiğini anlamıştır. Kendisiyle istiğrak kastedilen her umumdan sonra gelen hâss, bu umumunun bir kısmını nesheder ve eğer olay tek ise has ve âmm karşı karşıya gelir (tekabül).
d) ´Su, sudandır´ hadisi **Su ancak sudandır (Lâ mâe illâ mine´1-mâ)" şeklinde de nakledilmiştir. Bu rivayet, tıpkı, "Nikah ancak velî île olur" ve "Namaz ancak abdest île olur" hadisleri gibi, nefy ve isbat tarafını açıkça belirtmektedir. Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber, ensardan bir adamın kapısına gelip ona seslenmiş, adam biraz gecikerek ve başından su damlayarak dışarı çıkınca Hz. Peygamber "Acele ettin acele ettin, boşalmadığın zaman gusletme; su sudandır" demiştir. Bu haber de nefyi (meni gelmedikçe guslün gerekmeyeceğini) açıkça belirtmektedir. Onlar iki hitanın buluşması haberinin, bu delillerden anlaşılan muhtevayı neshettiği görüşündedirler.
e) Bir rivayette "İnneme´1-mâu mine´l-mâF´ denilmiştir. Mefhumu inkar edenlerden kimileri, bu ifadenin hasr, nefy ve isbat için olduğunu; ´mâ´nın (su) bir lakap olup, lakabın mefhumu olmadığını; dolayısıyla da su´yun sudan gerekeceği hükmünün - mücerred tahsis sebebiyle değil- elif-lam´ıa ve ´İnnemâ´ sözünün delalet ettiği hasr´dan çıkarıldığını söylemişlerdir. Halbuki hiç bir sahabi, bu lafzın mefhumunun (îltikâu´l- hıtaneyn hadisi ile) neshedildiğini söylememiştir. Belki de neshedilen, bu lafzın umumu veya bilinen hasr´dır. Zaten tartışma mücerred tahsis (özel belirtme) konusundadır.
Dördüncü meslek:
Ya´lâ b. Ümeyye´nin Ömer´e ´Emniyet içerisinde olduğumuz halde ne diye hala namazları kısaltıyoruz´ demiş, Ömer de ´Aynı şeyi ben de merak edip Hz. Peygamber´e sormuştum. Hz. Peygamber bana dedi ki; "Bu Allanın size (kullarına) bahşettiği bir sadakadır. Allanın sadakasını kabul edin". Onlar bu olaya dayanarak, bu ikisinin (Ömer ve Ya´lâ) merakının, "Eğer korkarsanız" (Nisa, 4/101) ayetindeki özel belirtmenin (tahsis) mefhumunun geçersizliğinden kay-[II, 198] naklandığını söylerler. Deriz ki:
Namazda aslolan tam kılmak olup, korku ve endişe durumu istisna edilmiştir. Öyleyse korku olmaması durumunda tamamlamanın vacip olması tahsis sebebiyle değil aslın hükmü sebebiyledir.
Beşinci meslek:
îbn Abbas, "Riba ancak nesîededir" sözünden riba´l-fadl´ın nefyini; "Eğer ölenin kardeşleri varsa, ölenin annesi altıda bir alır*´ {Nisa, 4/11} ayetinden, ölenin iki erkek kardeşi olması durumunda Ölenin annesinin üçte bir atacağını; ve "Erkek çocuk bırakmaksızın ölen kişinin sadece bir kız kardeşi varsa bu kız kardeş terekenin yarısını alır" {Nisa, 4/176} ayetinden hareketle de erkek çocuklar ile bulunmaları halinde kız kardeşlerin miras alamayacaklarım anlamıştır. Çünkü kız kardeşe, çocuk bulunmaması şartıyla nısf (terekenin yarısının) verilmesi, bu hükmün çocuğun varlığında bulunmadığını gösterir.
Bu gerekçeye birkaç yönden cevap verilebilir:
a) 8u anlatılanlar tbn Abbas´ın şahsi görüşü olmaktan Öte gitmez, tbn Ab-bas´ın şahsî görüşü ise bizim için hüccet teşkil etmez.
b) Bütün sahabiler bu konuda tbn Abbasa muhalefet etmişlerdir. Eğer Îbn Abbasm mezhebi, mefhum ile istidlalin caizliğine delalet ediyorsa, diğer tüm sa-habilerin mezhebi de bu görüşün aksine delalet etmektedir.
c) îbn Abbas´ın fazlalık ribasını (riba´İ-fadl) sırf bu hadisten hareketle kabul etmediği sabit değildir, tbn Abbas, belki de başka bir delilden ve başka bir karineden hareketle fazlalık ribasını reddetmiştir.
d) Belki de tbn Abbas, ´akıl delili´ veya "ALLAH alım satımı helal ribayı haram kılmıştır" {Bakara, 2/275} ayetinin umumundan hareketle alım-satırmn asıl İtibariyle ibaha üzere olduğuna kanaat getirmiştir. Hadisteki yasaklama nesie ri-bastna yönelik olduğuna göre, bunun dışındaki ribalar, mefhum ile değil, yukarıdaki ayetin umumu ve akıl delili ile helal olmuş olur.
e) Bu hadis "La riba illa ft´n-nesie" şeklinde de nakledilmiştir. Bu nefy ve isbat hususunda nasstır. Bazı kıyas inkarcıları, hasr ifade etmesi sebebiyle "în-nema´r-ribaji´n-nesie" sözünü benimsemişlerdir.
Altıncı meslek: rjj 1991
Birisi, ´Bana siyah bir köle satın al´ dediğinde, bu sözden, adamın beyaz köle istemediği (beyazı nefyettiği) anlaşılır. Aynı şekilde ´Kalktığı zaman onu döv´ sözünden de, kalkmayınca dövülmeyeceğİ anlaşılır.
Deriz ki:
Bu durum, mefhumu´l-muhalefetin delil olduğunu göstermez. Çünkü aslolan, izin verilen durumlar hariç, satın alma ve dövmenin olmayışıdır, tzin ise belli bir alana münhasır (kasır) olup izin verilenin dışındakiler asıl (nefy) üzere kalmıştır. Siyah ve beyaz arasındaki farkın idrak edilişi buradan doğmaktadır. Bu farkın temeli, isbat ve nefy olup, nefyin dayanağı ´asıl´ (yani satın alma ve dövmenin olmayışı), isbatın dayanağı ise bir alana tahsis edilen izindir (izn-i kasır). Zihin, ancak, siyaha özel izin verildiğinde aradaki farkı kavrar ve siyaha özel izin verilir verilmez hemen beyazı hatırlar. Basit (âmi) evham hemencecik, zihnin bu özel belirtmeyi (ihtisas) ve ikisi arasındaki farkı idrak edişinin ´kasır zikir´den (siyahın özellikle belirtilmesinden) olduğunu daha doğrusu bunun, zikr-i kasırla birlikte olduğunu zanneder. Fakat farkın iki ucundan biri zikirden hasıl olmuş olup diğeri zaten asldan hasıl olmuştu. Zihin, siyahın özellikle zikrediİmesiyle (tahsis) birlikte bunu hatırlar. Görüldüğü gibi, siyah ile beyaz arasında ayırım yapılmasının (fark) meydana gelişi (husul), zikir sebebiyle değil, zikirle birliktedir. İşte burası ayaklann kaydığı bir yer olup, birçokları bu yüzden yanlışlık yapmışlardır.
Yine bu hususa delalet etmek üzere şöyle bir Örnek zikredebiliriz:
Bir kimse, bir koyun, bir inek ile Ğânİm ve Salim adlarındaki iki köleyi satışa arzetse ve ´Ğânimi ve koyunu satın al´ dese, bundan hemencecik, Ganim ile Salim ve koyun ile inek arasındaki fark anlaşılır. Usul İlminde mesafe katetmiş bütün alimler ittifakla, lakabın mefhumu olmadığı görüşündedirler. Zira, "Buğdayı buğday mukabili satma" sözü, ittifakla altı eşya dışında ribanın bulunmadığına delalet etmez. Şayet buna delalet edecek olsaydı, kıyas kapısı kapanırdı. Zaten kıyasın faydası, tahsisi iptal ederek (yani hükmün, sadece, özellikle zikredilen şey için geçerli olmayıp) hükmü mansustan mansus olmayana geçirmektir. Ne var ki, zikrettiğimiz bu şeyler ayak kayma yeridir ve sabit bir asıldan kesip almayı içeren bütün hususlarda caridir. Msl. bir adam karısına ´Eğer eve girersen [II, 200] boşsun´ dese kadın eğer eve girmezse boş olmayacaktır. Kadının bu durumda boş olmayışı, eve girmenin özellikle zikredilmesinden dolayı değil, aslolanın zaten ´boşamanın yokluğu´ olmasındandır. Zira koca karısına ´eğer eve girersen boş değilsin´ deseydi, eve girmemesi halinde kadın boş olmayacaktı. Çünkü aslolan boşamanın vukuu değildir ki, boşamanın olmayışının eve girmeye bağlanması, eve girmenin olmaması halinde asıla başvurmayı gerektirsin. Bu apaçık bir durumdur.
Yedinci meslek:
Mefhumu muhalifi savunanların hemen hepsinin dayandığı ve yanılgılarının da en büyük sebebi olan bu gerekçe şöyledir:
Bir şeyin özellikle zikredilmesinin bir faydası ve amacı olmalıdır. Eğer sâime ile ma´lûfe, dul ile bakire ve kasıt ile hata birbirine eşit ise, ne diye bunlardan biri özellikle belirtiliyor! Üstelik hüküm kapsayıcıdır (şamil) ve açıklama ihtiyacı, her iki kısım için söz konusudur; dolayısıyla O´nu (Şarii), hükmü belli bir kısma has kılmaya sevkeden bir etken de yoktur. Eğer özellikle zikretmenin bir amacı ve faydası yoksa, söz boşa gider.
A. İktizanın Delaleti
B. İşaretin Delaleti
C. Hükmün Münasib Vasfa İzafesinden Ta´lili Anlamak
D. Mefhumu´l-Muvafakat (Fahve´l-Hıtab)
E. Mefhumu´l-Muhalefet (Deülu´l-Hıtab)
Mefhum İle İstidlal Edilebileceği Görüşünde Olanların Gerekçeleri
Delîlu´l-Hitâb´ın Dereceleri
F. Hz. Peygamberin Fiillerinin, Sükutunun Ve İstibşarının Delaleti
1. Fiilin Delaleti
2. Fiillerin Hükümleri Konusunda Farklı Gerekçeler
3. İki Fiilin Tearuz Etmesi
H. LAFIZLARIN FAHVA VE İŞARET YÖNÜNDEN DELALETİ
Lafızların, sıyga itibariyle değil de, fahvâ ve İşaret itibariyle delaleti beş çeşittir: İktizanın delaleti, işaretin delaleti, hükmün münasip vasıfa izafesinden ta´lili anlamak, mefhumu´l-muvâfakat ve mefhûmu´l-muhâlefet. [1]
A. İktizanın Delaleti
iktiza, lafzın delalet etmediği, doğrudan söylenmiş (mantukun bih) olmayan, fakat lafzın zaruretinden kaynaklanan bir delalet çeşididir. Şu durumlarda lafzın zarureti söz konusu olur;
a) Sözü söyleyen kişinin (mütekellim) doğru kabul edilebilmesi böyle bir iktizanın varlığına bağlı ise,
b) Lafızla ifade edilen hususun şer´an var olabilmesi ancak böyle bir iktizanın varlığı ile mümkün oluyorsa,
c) Lafızla ifade edilen hususun aklen sabit olabilmesi, ancak böyle bir iktizanın varlığı ile mümkün oluyorsa. [ü, 187]
Lafzın zaruretine örnekler:
(a. şıkkına örnek)
Sözü söyleyen kişinin doğru sözlü sayilabilmesinin zarureti olan mukte-za´nın örneği, Hz. Peygamberin "Oruca geceden niyet (tebyît) etmeyenin orucu yoktur" sözüdür. Çünkü bu söz, geceden niyet edilmemesi halinde orucun mevcut olamayacağını belirtmektedir (nefy). Halbuki bu durumda oruç şeklen mevcut olmuyor değildir, öyleyse bu sözün manası "Oruca geceden niyet etmeyen kimsenin orucu sahih olmaz veya tam (mükemmel) olmaz" şeklinde olmalıdır. 8u durumda orucun kendisi değil hükmü nefyedilmiş olmaktadır. Bu hadiste hüküm bahis konusu edilmemiştir, fakat Hz. Peygamberin söylediği bu sözün doğruluğunu gerçekleştirebilmek için hükmün takdir edilmesi (söylenmediği halde varmış gibi düşünülmesi) gereklidir. Biz buradan hareketle muktezanın umumunun olmadığını söylüyoruz. Çünkü mukteza lafzen değil iktizaen sabit olmuştur.
Bu örnekleme, şer´î isimleri inkar edip, oruç lafzının lügatteki muktezası üzere kaldığını ve şer´î bir anlam kazanmadığını ileri sürenlerin görüşüne göre sahih olur. Oruç lafzı, lügat anlamını koruduğu İçin zikredilmediği halde (izmar) böyle bir hükmün varsayılmasına gerek duyulmuştur.
Oruç lafzını, şer´î oruçtan ibaret sayanlara göre ise, geceden niyet edilmemesi halinde orucun mevcut olamayacağı hususu, iktiza yoluyla değil doğrudan doğruya söyleme (nutk) yoluyladır. Bunlara göre iktizanın misali; "Niyet yoksa amel de yoktur" ve "Ümmetimden yanılgı ve unutma kaldırılmıştır" gibi hadislerdir. Bunlara benzer örnekler "mücmel" konusunda geçmişti.
(b. şıkkının örneği):
Söylenen şeyin (mantukunbih) şer´an tasavvur edilebilmesi için iktizaen sabit olan şeylere örnek:
Birinin diğer bir kimseye, "Köleni benim adıma azat et" demesi, hiç söyle-nilmediği halde "mülkiyet"! tazammun ve iktiza etmektedir. Çünkü söylenilen (mantukunbih) azat etmenin nafiz olabilmesinin şartı, mülkiyetin azattan önce bulunmasıdır. O halde bu husus (mülkiyet) lafzın muktezası olmaktadır.
Aynı şekilde, başkasının kölesine işaret ederek "Vallahi ben bu köleyi azat edeceğim" dese, eğer yeminini yerine getirmeyi istiyorsa, o kölenin mülkiyetini elde etmesi gerekir. Gerçi o kölenin mülkiyetini elde etmeyi söz konusu etmemiştir, fakat yüklendiği şey (o kölenin azat edilmesi), zarurî olarak kölenin mülkiyetini elde etmeyi gerektirmektedir.
(c. şıkkının Örneği):
Söylenen şeyin aklen tasavvur edilebilmesi için iktizaen sabit olan şeyler:
ALLAH Teala "Size analarınız... haram kılındı..." {Nisa, 4/23} buyurmaktadır. Bu sözün, aklen doğru sayılabilmesi ve bir anlam ifade edebilmesi için, gizli bir vat´ (cinsel ilişki) lafzının varlığını takdir etmek gerekir. Böyle bir takdir yapılınca ayette ´Size analarınızı vat etmeniz haram kılındı´ denilmiş olmaktadır. [II, 188] Çünkü anneler, birer objedir (a´yân). Hükümler ise a´yana taalluk etmezler. Daha doğrusu, hükümlerin, mükelleflerin fiillerinden başka bir şeye taalluk etmesi düşünülemez. Öyleyse yukarıda geçen ayetin lafzı bir fiili gerektirmektedir ve bu fiil de, kullanım örfü sebebiyle diğer her hangi bir fiil değil, ´vat´ fiilidir.
Yine "Sîze meyte, kan haram kılındı" (Maide, 5/3), ve "Size behîmetu´l-en´âm helal kılındı" {Maide, 5/1} ayetlerinde, lafzın iktiza ettiği fiil ´yeme´ fiilidir.
"Köye sor" {Yusuf, 12/82} lafzı da buna yakındır. Yani ´Köy ahalisine sor´ demektir. Çünkü sormanın makul olabilmesi için lafzın içerisinde gizli bir ´ahali´ lafzının bulunması gereklidir. Bu son örneğin, iktiza değil İzmar (gizleme) olarak adlandırılması da mümkündür, tzmar hakkında söylenecekler de iktîza´ya yakındır. [2]
B. İşaretin Delaleti
Lafızdan değil lafzın işaretinden çıkarılan anlam:
Bununla, özellikle kastedilmeksizin lafza tabi olan şeyi kastediyoruz. Msl. konuşan kimsenin konuşma esnasındaki işaret ve hareketlerinden, lafzın kendisinin delalet etmediği şeyler anlaşılabilir. Buna ´işaret´ denilir. Yine Iafıza, kastedilmeyen şeyler de tabi olabilir ve bu şeyler lafız üzerine bina edilir.
Msl. Alimler, kadınların temizlik süresinin (tuhur) en az ve hayız süresinin en çok miktarını 15 gün olarak belirlerken, şu hadise tutunmuşlardır. Hz. Peygamber, "Kadınlar, akılca ve dince eksiktir[3] demiş, kendisine "Dince eksiklik nasıldır?" diye sorulunca da, "Kadınlardan her biri ömrünün yarısını evinin köşesinde, namazsız ve oruçsuz geçirir" demiştir. Aslında bu lafız, kadınların dince eksikliklerinin muhtevasını açıklamak için sevkedilmiştir ve bu sözün söyleniş maksadı sadece budur. Fakat bu söz ile, hayzın en çoğuna, tuhurun en azına işaret hasıl olmuştur. Burada hayzın, ömrün (dehr) yarısından yani bir ayda 15 günden fazla olamayacağına da işaret vardır. Çünkü eğer 15 günden fazla olabileceği tasavvur olunabilseydi, Hz. Peygamber, dince eksiklik hususunda mübalağalı bir biçimde vurgulamak için buna da değinirdi.
Bunun misali, Şafii´nin (rh.) az suyun, kendisini değiştirmeyen bir necasetle [E, 189] necis olacağına, Hz. Peygamberin "Biriniz uykudan uyandığında, elini üç defa yıkamadıkça kaba daldırmasın. Çünkü uykudan uyanan kişi, elinin nerede gecelediğini bilmez" hadisiyle istidlal etmiş ve ´şayet, yakînen bilinen necaset (yakînu´n-necase) suyu pisletmiyor olsaydı, Hz. Peygamber´in bu sözü, müs-tehaplık (istihbab) bile gerektirmeyen bir kuruntu (tevehhüm) olurdu´ demiştir.
"Çocuğun ana karnında taşınması ve sütten kesilmesi otuz aydır"
{Ahkâf, 46/15} ayetinden hareketle hamilelik müddetinin alt sınırının 6 ay olarak belirlenmesi de bu konuya örnek teşkil edebilir. Başka bir ayette "Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl İçindedir" {Lokman, 31/14} denilmektedir.
Ramazanda geceleyin cinsel İlişki kurup, cünüp olarak sabahlayan kimsenin orucunun bozulmayacağı sonucuna gidiş de bunun örneğidir. Şöyleki, ayette "Şimdi kanlarınızla mübaşeret edin" {Bakara, 2/187} denildikten sonra "Sabahın beyaz ipliği (aydınlığı) siyah ipliğinden ayrılıncaya kadar yiyin, için"
{Bakara, 2/187} denilmekte ve ruhsat, beyaz iplik siyah iplikten ayrılıncaya kadar uzatılmaktadır. Ayet, gecenin tamamında yeme içme ve cinsel ilişkinin caiz olduğunu ve cinsel ilişkiyi gecenin sonunda yapan kişinin, gusül yapma işini gündüze tehir edebileceğini hissettirmektedir. Eğer böyle olmasaydı, gecenin gusül yapmaya yetecek miktardaki son parçasında cinsel ilişkide bulunmanın haram olması gerekirdi.
işte bu ve bunun benzerleri pek çoktur. Buna lafzın işareti adı verilir[4].
C. Hükmün Münasib Vasfa İzafesinden Ta´lili Anlamak
"Hırsızlık yapan erkek ve kadının ellerini kesin" {Mâide, 5/38} ve "Zina eden kadın ve erkekten her birine yüzer celde vurun" {Nur, 24/2} ayetleri böyledir. Bu ayetlerden, hırsızın elinin kesilmesi ve zina edene celde vurulması anlaşıldığı gibi, ki zaten bu açıkça söylenmektedir (mantuk bih), hırsızlık ve zinanın, söz konusu hükümlerin illeti olduğu da anlaşılmaktadır. Bunun İllet olduğu açıkça söylenmemiştir (mantuk bih değildir), fakat, sözün akışından (fahva´l-kelâm) öyle bir anlam çıkmaktadır.
[II, 190] "İyiler cennette, kötüler cehennemdedir" {Infitâr, 82/14}, yani iyiler iyi oldukları için, kötüler de kötü oldukları için. Övgü, yergi, teşvik, sakındırma kabilinden söylenen tüm sözler böyledir. Aynı şekilde bir kimse, Taciri kına, itaatkarı Öv, alimi tazim et´ dese, hiç zikredil mediği halde, bütün bunlardan talil anlaşılır. Bu çeşit delalet, ´îmâ ve işaret* olarak adlandınIdığı gibi, ´fahve´I-kelam´ ve ´lahnu´l-kelam´ olarak da adlandırılır. Türüne ve mahiyetine vakıf olduktan sonra bu çeşit delalete istediğin ismi vermekte serbestsin[5].
D. Mefhumu´l-Muvafakat (Fahve´l-Hıtab)
Sözün siyakının ve maksadının delaletiyle söylenenden (mantuk) söylenmeyeni anlamak:
"Onlara öf deme ve azarlama" {Isrâ, 17/23} sözünden, sövmenin, dövmenin ve öldürmenin haram olduğunun anlaşılması böyledir.
"Yetimlerin mallarını haksızlıkla (zulmen) yiyenler, karınlarına ateş doldurmuş olurlar" {Nisa, 4/10} ayetinden, yetim malını itlaf etmenin, yakmanın ve helak etmenin haramlığı anlaşılmaktadır.
"Zerre miktarı hayır işleyen onu görür" {Zelzele, 99/7} ve "Ehli kitaptan öyleleri var ki, bir dinar emanet etsen onu sana geri ödemez" {Al-i îmrân, 3/75} ayetlerinde, zerre ve dinardan fazlası da anlaşılmaktadır.
Yine ´Ona ait ne bir buğday tanesini yedim ne bir yudum suyunu içtim ne de onun malından bir tane aldım´ diyenin sözü, bunun arkasında olana da delalet eder.
Bunun, ´et-tenbîh bi´l-ednâ ale´l-a´lâ* (en alt sınırı söyleyerek en üst sınıra dikkat çekmek) olduğu söylenirse, deriz ki, bu isimlendirmede hiç bir kısıtlama yoktur. Fakat şunun anlaşılması şarttır: Sırf alt sının zikretmek, sözü ve sözün ne için sevkedildiğini anlamadıkça, böyle bir dikkat çekmeyi hasıl etmez. Şayet biz, ayetin, ana-babayı tazim ve ihtiram için sevkedildiğini bilmeseydik, öf demenin yasaklanmasından, dövme ve öldürmenin yasaklığını anlayamazdık. Zira sultan bir kiralın öldürülmesini emrettiğinde ´Ona öf filan deme fakat Öldür´ diyebilir. Aynı şekilde bir kimse, ´vallahi ben fulancanın malını yemedim´ diye yemin edebilir. Kendisi bizzat yememiştir fakat o fulancanın malını yakmıştır. Bu adam bu durumda yemini bozmuş (yeminin gereğine aykırı davranmış) olmaz.
Denirse ki:
Dövmek, öf demeye kıyasen haramdır. Çünkü öf demek eziyet vermek oluşu sebebiyle haram kılınmıştır. Dövmedeki eziyet verme ise Öf demekteki eziyetin üstündedir.
Deriz ki:
Bunun kıyas olmasıyla, üzerinde düşünmeyi ve bir illet istinbatını kastediyorsan bu yanlıştır. Yok eğer, dövme, söylenenden (mantuk) anlaşılan bir söylenmeyendir (meskut) demek istediysen bu da bir şartla sahih olur. Bu şart da, söylenmeyenin, söylenenden daha evvel veya birlikte anlaşılması ve ondan geriye kalmamasıdır. Buna, ´mefhûmu´l-muvâfaka´ denildiği gibi, ´fahve´t-lafz´ da denilir. Her gurubun kendine göre bir ıstılahı vardır. Sen lafızlara kulak asma, bu türün mahiyetini kavramaya çalış. [6]
E. Mefhumu´l-Muhalefet (Deülu´l-Hıtab)
Mefhumun anlamı, bir şeyin özellikle zikredilmesinden hareketle, hükmün bu zikredilenden başkası için söz konusu olmadığına (daha doğrusu, zikredilmeyenin hükmünün özellikle zikredilenin hükmünün tersi olduğuna) İstidlal etmektir. Bu nevi istidlalin mefhum olarak adlandırılmasının sebebi, elde edilen hükmün sırf mefhum olup mantuka dayanmamasıdır. Yoksa ki, mantukun delalet ettiği şey de mefhumdur. Bu tür istidlal, ´delîlu´l-hitâb´ olarak da adlandırılır. Sen isimlere fazla iltifat etme.
Mefhum istidlalinin mahiyeti şudur: Hükmün, bir şeyin iki vasfından birine talik edilmesi, bu hükmün vasıf bakımından zıt olanlar için söz konusu olmadığı anlamına gelir mi?
Msl. "İçinizden kasten adam öldürenler" (Mâide, 5/95) ayeti ile "Sâime koyunda zekat vardır", "Seyyib, kendi nefsi üzerinde velisinden daha fazla hak sahibidir*´, "Aşılanmış hurmalığın satılması durumunda bunun meyveleri satıcıya aittir" hadislerinda ´kast´, ´saimelik´, ´dulluk´ ve ´aşılama´nın söz konusu hükümlere tahsis edilmesi, bu hükümlerin bu vasıflar dışında geçerli olmadığı anlamına gelir mi?
Şâfıî, Malik ve bu ikisinin mezhebine bağlı çoğunluk alimlere göre, bu durumda hüküm diğer vasıflar için geçerli değildir. Eş´arî de bu görüşü benimsemiştir. Zira Eş´ari, haber-i vahidin isbatında "Size bir fasık haber getirdiğin- [n, 1921 de bunu (haberi) iyice araştırın" (Hucurat, 49/6) ayetini gerekçe göstermiş ve bu hükmün adil kişinin haber getirmesi durumunda söz konusu olmadığını yani haberi getiren kişinin adil olması durumunda araştırmaya gerek olmadığını belirtmiştir. Eş´ari, rü´yet meselesinde de "Hayır! O gün rablerinden perdelenecek-lerdir" (Mutaffıfîn, 83/15) ayeliyle ihticac etmiş ve ayette anlatılan hükmün müminler için söz konusu olmadığını yani müminlerin, ALLAH´ı göreceklerini söylemiştir.
Kadı´nın da içlerinde bulunduğu bir gurup kelamcı ile içlerinde tbn Süreyc´in de bulunduğu bir gurup hazık fakih bunun (mefhum ile istidlalin) delaleti olmadığını söylemişlerdir. Bize göre de daha tutarlı ve mantıklı olan budur. Şu yaklaşımlar (mesalik) bu anlayışın doğruluğunu göstermektedir:
1. meslek:
Saime koyunun zekatının verileceği "Saime koyunda zekat vardır" sözünden anlaşılmaktadır. Mücerred isbattan hareketle, yani sırf saime koyunun zekatı verileceğinden hareketle ma´lufede (besi koyunlarında) zekat olmadığı hükmünü çıkarmak ise ancak dil bilginlerinden (ehlu´1-lüğa) yapılan mütevatir ya da müte-vatir hükmünde bir nakil ile bilinebilir. Mütevatir hükmünde olan nakil, arapların ıdurûb* ve ´kutûV şeklindeki çoğul ifadelerinin çokluk (teksîr) için, alîm, a´lem, kadir ve ekdar gibi ifadelerinin yani ´c/ü/1 sıygasının mübalağa İçin olduğunu bilmemiz gibi hususlardır. Ahad nakiller bu hususta yeterli olamaz. Zira ALLAH kelamının nazil olduğu bir dil hakkında, yanılma ihtimali bulunan ahad nakille hüküm vermek doğru değildir.
Mefhumun delaleti bulunmadığını söyleyenlerin de, yine mütevatir nakle ihtiyaç duydukları söylenecek olursa, deriz ki, araplann vaz1 etmedikleri hususlarda ayrıca hüccete gerek yoktur. Çünkü bunun sonu yoktur. Hüccet getirmek, vaz´ (bir kelime veya sözün belirli bir anlamı ifade ettiği) iddiasında olanın borcudur.
2. Meslek:
Husnü´l-istifhâm (Açıklama isteyici soru sormanın uygun düşmesi):
Birisi, ´Zeyd sana kasten vurursa, sen de ona vur´ dese, bu hitaba muhatap olan kişinin ´Zeyd bana yanlışlıkla vurursa, ben de ona vuracak mıyım?´ diye açıklama istemesi dil açısından yerinde olur. Aynı şekilde, ´Saime koyunlarından zekat ver´ dese, karşıdaki kişinin ´Ma´lûfe olan koyunlardan da zekat vereyim mi?´ demesi uygun olur. îşte, dil ve sözün gelişi bakımından açıklama isteyici soru sormanın uygun düşmesi, bu hususun doğrudan doğruya sözün mefhumundan anlaşılmadığını (yani msl. "Saimede zekat vardır" sözünden, malufeye zekat gerekmediğinin anlaşılmayacağını) göstermektedir. Çünkü iyice anlamak için [II, 193] soru sorma (istifham), meskutun anh (söylenmeyen husus) hakkında uygun düştüğü halde mantuk (açıkça söylenen) hakkında güzel değildir.
´Soru sormanın (istifham) meskutun anh açısından uygun düşmesi, belki de bununla mecazen nefyin kastedilmiş olması ihtimaline binaendîr´ denilirse, deriz ki; aslolan, eğer böyle bir ihtimal varsa, bunun hakikat olmasıdır. Mecaza ise ancak bir delilin varlığı durumunda gidilebilir. Burada ise, böyle bir delil yoktur.
3. meslek:
Biz görüyoruz ki araplar, hükmü bazen meskutun anhin mantuka müsavatı durumunda (söylenmeyenin hükmünün söylenenin hükmüyle aynı olması durumunda) bazen de muhalefeti durumunda (söylenmeyenin hükmünün söylenene aykırı olması durumunda) sıfata talik ediyorlar. Bu durumda hükmün sübutu, vasfı zikredilen (mevsuf) açısından ´malum ve mantuk´, meskutun anh açısından ise ´muhtemel´ olmaktadır. Öyleyse artı bir karîne (ipucu) ve başka bir delil ile açıklama bulununcaya kadar karar vermemelidir. Bunun (hükmün talikinin), muvafakat durumunda mecaz, muhalefet durumunda ise hakikat olduğu iddiası ise delilsiz tahakküm olup, bunun aksi de söylenebilir.
4. meslek:
Bİr şeyden, o şeyin bir vasfını ön plana çıkararak haber vermek, bu vasıfta olmayan şeyleri nefyetmez. Msl. ´Siyah kalktı veya çıktı veya oturdu´ demek, bu işleri beyazın yapmadığı anlamına gelmez. Tam tersine bu şekildeki söz, beyaz hakkında bir şey söylememek demektir. Bazılarınca benimsendiği üzere, eğer buna (msl. beyazın zikredilmemiş olmasına) bir engel varsa, bu takdirde konuşanın lakabı (cins ismi) ve Özel ismi tahsis etmesi (özelikle belirtmesi) gerekir. Ta ki, *Zeydi gördüm´ sözü, başkasını görmemiş olduğuna ve ´Zeyd ata bindi´ sözü, binme işini başkalarının yapmadığına delalet edebilsin. Bu anlayışa tabi olanlar bulunmaktadır. Halbuki bu anlayış dile iftira ve uydurmadır. Nitekim ´Zeydi gördüm´ sözümüz, Zeydin elbisesini, atım ve elbisesini görmediğimiz anlamına gelmediği gibi, Zeydden başkasını görmediğimiz anlamına da gelmez. Eğer böyle olacak olsaydı ´Zeyd alimdir´ sözünün küfür olması gerekirdi. Zira böyle diyen kişi, ALLAH, melekler ve peygamberlerin bilmediğini söylemiş olmaktadır. Yine "Isa Allanın eiçİsidir" demek de küfür olurdu. Zira böyle diyen kişi Muham-med´in (s) ve diğer peygamberlerin peygamberliğini nefyetmiş olmaktadır.
Denirse ki: [jj^ 194]
Bu işlem, sıfatı isme (vasfı lakaba) kıyas etmektir. Halbuki dilde kıyas olmaz.
Deriz ki:
Bİz bununla yalnızca üzerinde düşünülsün ve tıpkı özel İsimlerin şahısları belirtmeye yaradığı gibi sıfatın da yalnızca mavsufu belirtmeye yaradığı anlaşılsın diye Örnek vermeyi amaçladık. Sığırda ve devede zekat bulunmadığını belirtmek açısından ´Koyunda zekat vardır´ sözüyle, malufede zekat olmadığını belirtmek açısından ´Saime koyunda zekat vardır´ sözü arasında hiç bir fark yoktur.
5. meslek:
Biz araplann, diğerlerini söylemeyip biriyle yetinerek, bir, iki veya üç haber vericiden haber verebileceğinden kuşku duymadığımız gibi, onların mavsufun yalnızca bir sıfatından haber verebileceklerinden de kuşku duymuyoruz. Buna göre, ´Zarif kişiyi gördüm´, ´Uzun boylu kişi kalktı*, ´Dul kadını nikahladım*, ´Saime koyun satın aldım´, ´Aşılanmış hurmalığı sattım´ diyebilirsin. Bu sözleri söyledikten sonra, ´Bakireyle de evlendim´ ve ´Malufe koyun da satın aldım´ desen, bu söz öncekiyle çelişmez, onun hükmünü kaldırmaz ve kendi kendini yalanlama anlamına gelmez; ancak eğer birinci sözün ardından ´Dul kadınla evlenmedim´, ´Saime koyun almadım´ deseydin ilk sözünle çelişmiş olurdun. Buna göre ´Dul kadını nikahladım´ sözü isbata delalet ettiği gibi, nefy´e de delalet edecek olsaydı, bu sözün arkasından söylenen ´Bakireyle de evlendim´ sözü ilk söze aykırı oturdu ve onu yalanlama anlamına gelirdi. [7]
Mefhum İle İstidlal Edilebileceği Görüşünde Olanların Gerekçeleri:
Birinci meslek:
Şâfıî (r), kendisi hem Arap ve hem da dil alimlerinden olduğu halde ´delîlu´l-hitâb´a yani mefhum ile istidlal edilebileceğine kail olmuştur. Yine dil bilginlerinden olan Ebû Ubeyde de bu kanaattedir. (Şâfıî,) Hz. Peygamber´in "Zenginin temerrüdü, onun dokunulmazlığını kaldıran ve cezalandırılmasını helal kılan bir zulümdür" hadisinden hareketle bu hadisin delilinin (mefhum-ı muhalifinin), zengin olmayanın ırz ve ukubetinin helal olmadığını, yine "Birinizin, karnını tıkabasa irin ile doldurması şiir ile doldurmasından daha hayırlıdır" [II, 195] hadisinden, -ki bu sözle kastedilenin hiciv ve sövme veya Hz. Peygamberin hic-vedilmesi olduğu söylenmiştir-ki, karın dolsun dolmasın bunun azının ve çoğunun haram olduğu görüşündedir- tıkabasa doldurma´nın (imtila) özellikle belirtilmesinin (tahsis) İse imtila olmaması durumunun hüküm bakımdan farklı olduğuna ve şiirle uğraştığı halde bütün vaktini şiire ayırmayan kişinin bu tehdid kapsamına girmeyeceğine delalet ettiğini söylemiştir.
Cevap:
Gerek Şâfıî gerekse EbÛ Ubeyde´nin hitab delili konusundaki kanaati, ictihad kaynaklıdır. Yani bu ikisi ´Eğer nefye delalet etmiyecekse özellikle zikretmenin (tahsis bi´z-zikr) ne faydası kalır* şeklinde ictihadda bulunmuşlardır. Onların yaptıkları bu istidlal, ilerde geleceği üzere itirazlara hedef olmuştur. Müctehid, dilcilerin veya peygamber hakkındaki kanaatleri hususunda hatadan masum olmayan kişilerin sözlerini kabul etmek durumunda değildir. Diğer taraftan Şâfıî ve Ebû Ubeyde´nin bu kanaati içtihada değil de nakle dayanmış olsa bile, hele hele aksi görüşü savunan alimler varken, bu husus tek, tek kişilerin nakli ile sabit olmaz. Aynca bazı alimler dilin, mezhep ve görüş sahibi kişilerin nakliyle sabit olmayacağını ileri sürmüşlerdir. Çünkü bunlar, kendi mezheplerini üstün ve haklı gösterme kaygısı taşıyabilir ve bu durumda da onların sözlerine güven hasıl olmaz.
ikinci meslek:
ALLAH Teala ´Onlar (münafıklar) için yetmiş defa mağfiret dilesen bile ALLAH onlara mağfiret etmeyecektir" {Tevbe, 9/801 buyurmuş, Hz. Peygamber de "Öyleyse ben de yetmişten fazla mağfiret dilerim" demiştir. Bu da gösteriyor ki, ayette yetmiş için getirilen hüküm, yetmişin dışındaki sayıların hükmü gibi değildir.
Cevap:
a) Bu, haber-i vahittir ve burada hüccet gösterilemez. Ki zaten bu haberin sahih olmaması belirgindir. Çünkü Hz. Peygamber, insanlar içinde sözün anlamlarını en iyi bilen kişi idi. Ayetteki 70 sayısı, tıpkı "tster şefaatçi ol, istersen olma. Onlar lehinde yetmiş kere de şefaat etsen senin şefaatini kabul etmem" sözünde olduğu gibi, artık ümit kalmadığını belirtme ve mağfiret arzusunu kesme hususunda mübalağa olarak zikredilmiştir.
b) Hz. Peygamber "Öyleyse ben de yetmişten fazla mağfiret dilerim" de- [II, 196] mistir. Fakat bu sözü onlara mağfiret edilsin için söylememiştir. Bu mağfiret,
umma anlamında da değildir. Aksine bu, belki de, ölmüş münafıklar için mağfiret beklemek için değil, gördüğü bir maslahat sebebiyle ve bir de dine teşvik amacıyla hayatta olan münafıkların kalplerini meylettirmek için söylemiştir.
c) Soruyoruz, ´Mağfiretin olmayacağının yetmiş sözü ile özellikle belirtilmesi, yetmişten sonra mağfiretin cevazına mı yoksa vukuuna mı daha fazla delalet eder?´ Eğer ´vukuuna daha fazla delalet eder´ derseniz, bu icmâ´a aykırıdır. Yok eğer ´cevazına daha fazla delalet eder´ derseniz, bu husus, ayetten önce akıl ile sabittir. Dolayısıyla yetmiş ile takdir edilen cevaz kalkmış olur ve ziyadenin cevazı, mefhum ile değil akıl delili ile sabit olur.
Üçüncü meslek:
Sahabe "Su (gusül), sudan (meni) dolayı gerekir (el-mâu mine´1-mâi)" hadisinin, Hz. Aişenin "İki hitan buluşunca gusül gerekir" sözüyle mensuh olduğunu söylemiştir. Şayet ´su, sudandır´ sözü suyun (meni) dışındaki durumlardan suyun (guslün) gerekmeyeceğini (nefy) ihtiva etmeseydi, suyun (guslün) başka bir sebeple vacip olması onun neshi sayılmazdı. Dolayısıyla meni sebebiyle guslün vacipliğİ neshedilmemiş, aksine guslün sadece meni sebebiyle gerekeceği hususu neshedi Emiştir.
Bu gerekçeye birkaç yönden cevap verilebilir:
a) Bunlar haber-i vahiddir ve haber-i vahidle lügat sabit olmaz.
b) Bu husus, sahabenin tamamından değil sınırlı sayıdaki bazı sahabilerden nakledilmiştir. Bu itibarla, onların bu görüşe ictihad yoluyla ulaşmış olmaları mümkündür. Bu hususta onları taklid etmek gerekmez.
c) Sahabenin, ´su, sudandır´ sözünden, guslün sadece meninin boşalması durumunda gerekli olduğunu anlamış olması muhtemeldir. Sahabe, ilk önce zikredilen su lafzından suyun kullanılma cinsi için umûm ve istiğrakı anlamış; sonradan da iki hitanın buluşması haberinin, birinci sözün mefhumunu ve hitap delilini
[II, 197] değil umumunu neshettiğini anlamıştır. Kendisiyle istiğrak kastedilen her umumdan sonra gelen hâss, bu umumunun bir kısmını nesheder ve eğer olay tek ise has ve âmm karşı karşıya gelir (tekabül).
d) ´Su, sudandır´ hadisi **Su ancak sudandır (Lâ mâe illâ mine´1-mâ)" şeklinde de nakledilmiştir. Bu rivayet, tıpkı, "Nikah ancak velî île olur" ve "Namaz ancak abdest île olur" hadisleri gibi, nefy ve isbat tarafını açıkça belirtmektedir. Rivayet edildiğine göre Hz. Peygamber, ensardan bir adamın kapısına gelip ona seslenmiş, adam biraz gecikerek ve başından su damlayarak dışarı çıkınca Hz. Peygamber "Acele ettin acele ettin, boşalmadığın zaman gusletme; su sudandır" demiştir. Bu haber de nefyi (meni gelmedikçe guslün gerekmeyeceğini) açıkça belirtmektedir. Onlar iki hitanın buluşması haberinin, bu delillerden anlaşılan muhtevayı neshettiği görüşündedirler.
e) Bir rivayette "İnneme´1-mâu mine´l-mâF´ denilmiştir. Mefhumu inkar edenlerden kimileri, bu ifadenin hasr, nefy ve isbat için olduğunu; ´mâ´nın (su) bir lakap olup, lakabın mefhumu olmadığını; dolayısıyla da su´yun sudan gerekeceği hükmünün - mücerred tahsis sebebiyle değil- elif-lam´ıa ve ´İnnemâ´ sözünün delalet ettiği hasr´dan çıkarıldığını söylemişlerdir. Halbuki hiç bir sahabi, bu lafzın mefhumunun (îltikâu´l- hıtaneyn hadisi ile) neshedildiğini söylememiştir. Belki de neshedilen, bu lafzın umumu veya bilinen hasr´dır. Zaten tartışma mücerred tahsis (özel belirtme) konusundadır.
Dördüncü meslek:
Ya´lâ b. Ümeyye´nin Ömer´e ´Emniyet içerisinde olduğumuz halde ne diye hala namazları kısaltıyoruz´ demiş, Ömer de ´Aynı şeyi ben de merak edip Hz. Peygamber´e sormuştum. Hz. Peygamber bana dedi ki; "Bu Allanın size (kullarına) bahşettiği bir sadakadır. Allanın sadakasını kabul edin". Onlar bu olaya dayanarak, bu ikisinin (Ömer ve Ya´lâ) merakının, "Eğer korkarsanız" (Nisa, 4/101) ayetindeki özel belirtmenin (tahsis) mefhumunun geçersizliğinden kay-[II, 198] naklandığını söylerler. Deriz ki:
Namazda aslolan tam kılmak olup, korku ve endişe durumu istisna edilmiştir. Öyleyse korku olmaması durumunda tamamlamanın vacip olması tahsis sebebiyle değil aslın hükmü sebebiyledir.
Beşinci meslek:
îbn Abbas, "Riba ancak nesîededir" sözünden riba´l-fadl´ın nefyini; "Eğer ölenin kardeşleri varsa, ölenin annesi altıda bir alır*´ {Nisa, 4/11} ayetinden, ölenin iki erkek kardeşi olması durumunda Ölenin annesinin üçte bir atacağını; ve "Erkek çocuk bırakmaksızın ölen kişinin sadece bir kız kardeşi varsa bu kız kardeş terekenin yarısını alır" {Nisa, 4/176} ayetinden hareketle de erkek çocuklar ile bulunmaları halinde kız kardeşlerin miras alamayacaklarım anlamıştır. Çünkü kız kardeşe, çocuk bulunmaması şartıyla nısf (terekenin yarısının) verilmesi, bu hükmün çocuğun varlığında bulunmadığını gösterir.
Bu gerekçeye birkaç yönden cevap verilebilir:
a) 8u anlatılanlar tbn Abbas´ın şahsi görüşü olmaktan Öte gitmez, tbn Ab-bas´ın şahsî görüşü ise bizim için hüccet teşkil etmez.
b) Bütün sahabiler bu konuda tbn Abbasa muhalefet etmişlerdir. Eğer Îbn Abbasm mezhebi, mefhum ile istidlalin caizliğine delalet ediyorsa, diğer tüm sa-habilerin mezhebi de bu görüşün aksine delalet etmektedir.
c) îbn Abbas´ın fazlalık ribasını (riba´İ-fadl) sırf bu hadisten hareketle kabul etmediği sabit değildir, tbn Abbas, belki de başka bir delilden ve başka bir karineden hareketle fazlalık ribasını reddetmiştir.
d) Belki de tbn Abbas, ´akıl delili´ veya "ALLAH alım satımı helal ribayı haram kılmıştır" {Bakara, 2/275} ayetinin umumundan hareketle alım-satırmn asıl İtibariyle ibaha üzere olduğuna kanaat getirmiştir. Hadisteki yasaklama nesie ri-bastna yönelik olduğuna göre, bunun dışındaki ribalar, mefhum ile değil, yukarıdaki ayetin umumu ve akıl delili ile helal olmuş olur.
e) Bu hadis "La riba illa ft´n-nesie" şeklinde de nakledilmiştir. Bu nefy ve isbat hususunda nasstır. Bazı kıyas inkarcıları, hasr ifade etmesi sebebiyle "în-nema´r-ribaji´n-nesie" sözünü benimsemişlerdir.
Altıncı meslek: rjj 1991
Birisi, ´Bana siyah bir köle satın al´ dediğinde, bu sözden, adamın beyaz köle istemediği (beyazı nefyettiği) anlaşılır. Aynı şekilde ´Kalktığı zaman onu döv´ sözünden de, kalkmayınca dövülmeyeceğİ anlaşılır.
Deriz ki:
Bu durum, mefhumu´l-muhalefetin delil olduğunu göstermez. Çünkü aslolan, izin verilen durumlar hariç, satın alma ve dövmenin olmayışıdır, tzin ise belli bir alana münhasır (kasır) olup izin verilenin dışındakiler asıl (nefy) üzere kalmıştır. Siyah ve beyaz arasındaki farkın idrak edilişi buradan doğmaktadır. Bu farkın temeli, isbat ve nefy olup, nefyin dayanağı ´asıl´ (yani satın alma ve dövmenin olmayışı), isbatın dayanağı ise bir alana tahsis edilen izindir (izn-i kasır). Zihin, ancak, siyaha özel izin verildiğinde aradaki farkı kavrar ve siyaha özel izin verilir verilmez hemen beyazı hatırlar. Basit (âmi) evham hemencecik, zihnin bu özel belirtmeyi (ihtisas) ve ikisi arasındaki farkı idrak edişinin ´kasır zikir´den (siyahın özellikle belirtilmesinden) olduğunu daha doğrusu bunun, zikr-i kasırla birlikte olduğunu zanneder. Fakat farkın iki ucundan biri zikirden hasıl olmuş olup diğeri zaten asldan hasıl olmuştu. Zihin, siyahın özellikle zikrediİmesiyle (tahsis) birlikte bunu hatırlar. Görüldüğü gibi, siyah ile beyaz arasında ayırım yapılmasının (fark) meydana gelişi (husul), zikir sebebiyle değil, zikirle birliktedir. İşte burası ayaklann kaydığı bir yer olup, birçokları bu yüzden yanlışlık yapmışlardır.
Yine bu hususa delalet etmek üzere şöyle bir Örnek zikredebiliriz:
Bir kimse, bir koyun, bir inek ile Ğânİm ve Salim adlarındaki iki köleyi satışa arzetse ve ´Ğânimi ve koyunu satın al´ dese, bundan hemencecik, Ganim ile Salim ve koyun ile inek arasındaki fark anlaşılır. Usul İlminde mesafe katetmiş bütün alimler ittifakla, lakabın mefhumu olmadığı görüşündedirler. Zira, "Buğdayı buğday mukabili satma" sözü, ittifakla altı eşya dışında ribanın bulunmadığına delalet etmez. Şayet buna delalet edecek olsaydı, kıyas kapısı kapanırdı. Zaten kıyasın faydası, tahsisi iptal ederek (yani hükmün, sadece, özellikle zikredilen şey için geçerli olmayıp) hükmü mansustan mansus olmayana geçirmektir. Ne var ki, zikrettiğimiz bu şeyler ayak kayma yeridir ve sabit bir asıldan kesip almayı içeren bütün hususlarda caridir. Msl. bir adam karısına ´Eğer eve girersen [II, 200] boşsun´ dese kadın eğer eve girmezse boş olmayacaktır. Kadının bu durumda boş olmayışı, eve girmenin özellikle zikredilmesinden dolayı değil, aslolanın zaten ´boşamanın yokluğu´ olmasındandır. Zira koca karısına ´eğer eve girersen boş değilsin´ deseydi, eve girmemesi halinde kadın boş olmayacaktı. Çünkü aslolan boşamanın vukuu değildir ki, boşamanın olmayışının eve girmeye bağlanması, eve girmenin olmaması halinde asıla başvurmayı gerektirsin. Bu apaçık bir durumdur.
Yedinci meslek:
Mefhumu muhalifi savunanların hemen hepsinin dayandığı ve yanılgılarının da en büyük sebebi olan bu gerekçe şöyledir:
Bir şeyin özellikle zikredilmesinin bir faydası ve amacı olmalıdır. Eğer sâime ile ma´lûfe, dul ile bakire ve kasıt ile hata birbirine eşit ise, ne diye bunlardan biri özellikle belirtiliyor! Üstelik hüküm kapsayıcıdır (şamil) ve açıklama ihtiyacı, her iki kısım için söz konusudur; dolayısıyla O´nu (Şarii), hükmü belli bir kısma has kılmaya sevkeden bir etken de yoktur. Eğer özellikle zikretmenin bir amacı ve faydası yoksa, söz boşa gider.