- La ilahe illallah kelimesinin önemi

Adsense kodları


La ilahe illallah kelimesinin önemi

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
hafız_32
Wed 29 September 2010, 12:14 pm GMT +0200
La İlahe İllallah" Kelimesini İkrar Etmenin İnsan Hayatındaki İzleri


Merhum üstad Mevdûdî, kitabında, Tevhid kelimesinin insan ha­yatındaki iz ve belirtilerini 9 maddede belirtmektedir.[73] Size bunları özetleyerek aşağıda gördüğünüz şekilde sunmak istiyoruz:

• 1- Bu kelimeyi söyleyen bir mü'min gerçekten kısır görüşlü ola­maz. Halbuki değişik tanrılara inananlarla inkarcılar hiç de böyle de­ğillerdir. Onlar hep kısır görüşlü olagelmişlerdir.

• 2- Gerçekten bu kelimeye içtenlikle ve samimi olarak ihlash bir şekilde inanan bir kimsede gerçek bir kişilik oluşur. Bu itibarla o hiç bir şeyin önünde eğilmez. Zira o, zarar ve yarar sağlayanın sadece Al­lah olduğunu bilir. Çünkü O Allah, hem diriltir hem de öldürür. O Allah (c.c) hikmet, güç, kuvvet ve kudret sahibidir. Bu itibarla o kim­se kalpte var olan tüm korkulan atmıştır. Zira O, her şeyden yüce ve münezzeh olan bir tek Allah'tan korkmaktadır. Aynı zamanda Tev­hid kelimesini içine sindirmiş olan bir mü'min hiç bir yaratığın önün­de asla baş eğmez. Mahlukatın hiç birisinin önünde küçülmez. O Tev­hid kelimesine nasıl bir şekilde iman edileceğini bildiği için Rabbinin büyüklüğü ve azameti konusunda herhangi bir ürperti ve korkuya ka­pılmaz. Çünkü o bilir ki, gerçekten en yüce ve her şeye kadir olan Al­lah (c.c)'dır. Böylesi bir mü'min hiç bir vakit bir müşrike benzemez, o, bir kâfir ve dinsiz gibi değildir.

• 3- Bu kelime sayesinde insanda gelişen kişilik, onur ve şahsiyet­ten gerçek anlamda zillete kapılmaksızın bir tevazu ve alçak gönüllü­lük ortaya çıkar. Kibre kapılmaksızın yükselir, büyür. Hiç bir zaman şeytan kendisini aldatma fırsatı bulamaz, onu değişik zinet ve süslerle aldatamaz. Çünkü bu kimse kesin olarak ve yakınen bilmektedir ki, Allah kendisine bahşeylediği ve verdiği şeyleri tekrar almaya kadir­dir. Bunu dilediği zamanda alabilir. Mülhid, dinsiz ve inkarcıya ge­lince o hep büyüklenir, şımanr, bir nimet ve iyilik gördüğünde adeta kendisinden geçer, kibirlenir.

• 4- Mü'min, bu kelime sayesinde kesinlikle ve yakînen şu gerçe­ği bilir ki, kişi ancak nefsini temize çıkararak ve salih amel işleyerek kurtuluşa ulaşabilir. Bunlarsız kurtuluş elde edilemez. Müşrik ve kâ­firler ise, onlar bütün hayatlarını yalancı temeller üzerinde kurup ge­çirirler. Hatta onlardan kimileri -şöyle demektedirler:

"Aslında Allah'ın oğlu (İsa) babasının katında bizim günahları­mızı silip süpürmek için var olmuştur, bizim günahlarımıza keffaret olarak gönderilmiştir."

Kimileri de şöyle demektedirler: "Biz Allah'ın oğullan ve dostla­rıyız. Bu bakımdan işlediğimiz günahlar yüzünden Allah (aç) bize as­la azab etmeyecektir."   

Bunlardan bazıları da şöyle söylemektedirler: "Biz, Allah nezdinde büyüklerimiz ve bizce iyi kimselerimiz sayesinde şefaat göreceğiz.5'

Yine bunlardan bazıları da ilahlarına, tanrılarına ve büyüklerine kurbanlar ve adaklar sunarlar. Bu yaptıklarıyla da, yapacakları kötü işlerde kendilerine bir ruhsat ve izin verileceğine kani olurlar. Böylece diledikleri kötülüğü yapabileceklerini kabullenirler.

Mülhid dinsizlere gelince, bunlar Allah'a iman etmezler. Kendi­lerini Allah'ın şeriatıyla kayıtlı tutmaksızın dünyada her bakımdan öz­gür ve serbest olduklarına inanırlar. Bunların ilahları ve tanrıları da kendi heva, istek ve arzularıdır. Kendi şehvetleri tanrıları haline gel­mektedir. Kısaca bunlar hevâ, heves, istek ve şehvetlerinin kulu köle­si durumundadırlar.

• 5- Tevhid kelimesini söyleyen ve onun gereklerini tümüyle yeri­ne getiren kimse hiç bir zaman ümitsizliğe kapılmaz. O ümitsizlik ne­dir bilmez. Çünkü o, göklerdeki ve yerdeki tüm hazinelerin Allah'a ait olduğuna inanmış bulunan bir kimsedir. Dolayısıyla huzur içinde­dir, sükun içindedir, hem ümitvardır. Hatta geçim sıkıntısı içerisinde kalsa da, bir çok durumlarla karşı karşıya da kalsa hiç bir zaman ümit­siz olmaz, olamaz.

Kaldı ki, Allah'ın gözü bir an olsun o kimseden gafil değildir. Allah (c.c), hiç bir zaman onu kendi nefsine teslim edip bırakmaz. O kimse de tüm çalışma ve gayretini Allah'a tevekkül ederek, her işini O'na havale ederek görür. Halbuki kâfirler böyle değildirler. Onlar kendi sınırlı güçlerine dayanıp dururlar. Çoğu zamanda bunlar hep ümitsiz­liğe ve ye'se kapılırlar. Şiddet ve sıkıntılarla karşı karşıya kaldıkların­da ise çoğu zaman ümitlerini kesmişler ve neticede işi intihara^kadar götürerek kendi canlarına kiymışlardır.

• 6- İnsanın Tevhid kelimesine gereğince iman etmiş olması, kişi­ye güç, kuvvet ve azamet verir. Karşılaştığı güç işler de, Allah (c.c)'ın rızasını ön planda tutarak hemen Öne atılır, sabırlıdır, azimlidir, se­bat sahibidir ve her şeyde Allah'a tevekkülü elden bırakmayan bir kim­sedir. Çünkü o bir iş yaparken, bütün bunların ardında göğün ve ye­rin sahibi olan Allah'ın gücünün olduğunu bilir ve buna iman eder. İşte onun böyle bir düşünceden kazanmış olduğu sebatı, işlerinde tu­tumluluğu ve azimkârlığı adeta yere perçinleşmiş olan dağlar misali­dir. Acaba kâfirlerde ve müşriklerde böyle bir güç, kuvvet ve sebat bulabilir misiniz, böyle bir direnç görebilir misiniz?

• 7- Bu tevhid kelimesi ve ona olan iman kişiye cesaret verir, kal­bini tümüyle cesaret ve atılganlık doldurur. Zira insanı korkutan ve insanın azmini ve gayretini kıran iki şey vardır:

a- Canım, malını ve ehlini (ailesini) her şeyden fazla sevmesi,

b- Bir de Allah'dan başka insanı öldüren bir varlığın olduğuna iman etmesi.

İşte kişinin "La ilahe illallah" kelimesine iman etmesi, kalbin­den tüm bu gibi yanlış sevgileri söküp çıkarır. Kesin olarak Allah'a yakînî manâda iman etmesini sağlar. Çünkü kendisinin zatına bizzat sahip ve malik olan varlığın Allah olduğunu bilir, malının, kısaca elin­deki her şeyinin Allah'a ait olduğunu bilir. Böyle bir imana sahip ol­ması halinde, kendisince değerli ya da değersiz gördüğü her bir şeyin Allah rızası önünde feda edilmesi gereken şeyler olduğunu bilir ve bun­ları o yolda kurban eder. Böylece birinci korkuyu kalbinden silip attığı gibi, ikinci korkuyu da silip atar. Çünkü artık bu iman ve inanç onun kalbine şu gerçeği yerleştirmiş bulunmaktadır. Onun ruhunu ve canını Allah'dan başka hiç bir güç ve kuvvet alamaz, ne bir insan, ne bir hayvan, ne bir top veya ne de bir başka silah, ne bir kılıç, ne bir taş evet bunların hiç birisi kişinin canını almaya muktedir değillerdir. Bütün bunlara kadir olan bir tek varlık vardır. O da Allah (c.c)'dir.

Bu bakımdan dünyada,- Allah'a iman edenden daha cesaretli ve daha cüretkâr biri bulunmaz. Artık o kimsenin gözünde kalabalık ve savaşçı orduların hiçbir önemi yoktur ve böyle şeyler kendisine bir kor­ku da vermez. Hatta kendisine çevrilmiş kılıçlar, silahlar, atom bom-. baları (v.s)'nin hiç birisinin böyle bir iman sahibinin gözünde önemi yoktur. Çünkü o ne zamanki Allah yolunda cihad için öne atılırsa, kendi gücünün üzerindeki onlarca güce karşı koyabileceğini bilir, hatta bunları ezeceğini de bilir. Artık böyle bir imana sahip olunca mü'min için bir endişe söz konusu olamaz. Feki o halde müşriklerin, kâfirle­rin ve dinsizlerin böyle bir iman gücü var mı? Nereden olabilsin ki?

• 8- "Lâ ilahe illallah'* kelimesine iman etmek demek, insanın değerini yüceltmesi demektir. Çünkü her türlü yüceliş, kanaatkârlık ve müstağni oluş yani Allah'dan başkasına ihtiyaç duymama hali bu­radadır. Böylece mü'min kalbini, tamahkârlıktan, kötülüklerden, ha-şedden, aşağılıktan ve başkalarını yermekten arındırmış olur. Aynı za­manda benzeri ne kadar kötü vasıflar var ise gönlünü ve kalbini tü­münden arındırmış olur.

• 9- Bu konuda daha önemli olan ve gerçekten söylenmeğe değer olan bir başka şey de şudur: "Lâ ilahe illallah" kelimesine iman et­mek, kişiye Allah'ın şeriatına bağlı kalmasını sağlar, o şeriat üzere de­vam etme imkânını verir. Çünkü mü'min kimse, kesin olarak bilir ki Allah (c.c), her şeyi bilir ve her şeyden haberdardır. Allah (c.c)'m, ken­disine kendisinin şah damarından daha yakın olduğunu da bilir. Aynı zamanda kişi herhangi birisinin zorbalığından ve elinin altında yaşa­maktan kurtulabilme imkânına sahip olsa bile, Allah (c.c)'ın kendisi­ni yakalamasından hiç bir zaman kurtulma imkânına sahip değildir.

İşte bu söylenilen ve anlatılan imanın insan kalbinde yer etmesi oranında kişi, Allah (c.c)'ın hükümlerine uymuş olur. Allah'ın orta­ya koymuş olduğu sınırlan ayakta tutar, Allah'ın haram kılmış oldu­ğu bir şeyi işleme gücünü kendisinde bulamaz, böyle bir şeye cesaret edemez. Sürekli olarak Allah'ın emrettiği amelîcri ve hayırları işleme­ğe koşar

Bütün bu anlatılan sebepler çerçevesinde "La ilahe illallah" keli­mesine iman etmek, İslam'ın ilk rüknü, temeli ve direği sayılmıştır. Bu da insanın müslüman olması için gereklidir. O halde müslüman kimdir?

Müslüman: Allah (c.c)'a kesin olarak boyun eğmiş olan itaatkar kuldur. Kişi tüm kalbiyle "La ilahe illallah" kelimesine iman etmedikçe mü'min olamaz. Çünkü bu, İslâm'ın temelidir, onun kuvveti­nin kaynağıdır. Bunun dışındaki İslâm itikadı ile İslâmî hükümlerin tümü bu temel üzerine kurulmuşturlar. Bütün bunlar gücünü tevhid kelimesinden alırlar. Şayet bu temel ortadan kalkacak olursa, artık İslâm'dan hiç bir şey kalmamış olur."[74]

Bunun faziletlerine gelince, İbn Receb'in zikrettiği ve Süfyân b. Uyeyne'den varid olan şeylerdir: "Allah (c.c), kullarına "La ilahe illallah" kelimesini öğretmekle onlara en büyük nimeti ihsan etmiştir ki, bunun üzerinde daha büyük bir nimet tasavvur edilip düşünüle­mez. Zira cennetlik olanlar için "La ilahe illallah" kelimesi, dünyaya önem verenler için soğuk su mesabesindedir. İşte bunun içindir ki, se­vap yurdu (cennet) ile ceza yurdu (cehennem) hazırlanmış bulunmaktadır. Sırf bunun için peygamberler cihad ile emrolundular. Kim bu kelimeyi gereğince söylerse malını ve canını korumuş, güvence altına, almış olur. Kim de bunu söylemekten, yani gereğini yerine getirmekten uzak duracak olursa, onun da malı ve kanı hederdir. Onun için, bir güvence sözkonusu değildir. Çünkü bu kelime cennetin anahtarı olduğu gibi, peygamberlerin de davetlerinin anahtarıdır."[75]

Ben bu konuda alimlerin söylediklerini -Allah kendilerine rahmet etsin- ve Hz. Peygamber (s.a)'in hadisleriyle selefin buna ait görüşle­rini anlatmış olsam iş daha da uzayacağından burada kesmeyi uygun gördüm.                                             

 

La İlahe İllallah" Kelimesiyle Çelişen Durumlar
 

Gerçek anlamda Tevhid nedir, yani "La ilahe illallah" ne demek­tir? Buna zıd ve aykırı olan bununla çelişen şeyler nelerdir? Bütün bun­ları açıklamaya gerçekten büyük bir özen ve dikkat göstermiştir İslâm...

Biz daha önce "La ilahe illallah" kelimesinin kavramı, şartları ve hakikatiyle, etkileri hakkında bilgi sunmuştuk. Şimdi ise bu keli­meyle çelişkiye düşen ve bu kelimenin ruhuna aykırı olan şeyleri anla­tacağız.

"La ilahe illallah" kelimesinin gerçek yönüyle zihinde şekillen­mesinden ve bunun iyice kavranmasından sonra, artık onunla zıddi­yet oluşturan şeyin açıklanması daha anlaşılır olacaktır. Nitekim: "Her şey zıddıyla bilinir" sözü bunu gayet iyi bir şekilde açıklamaktadır.

Şurası bilinen bir gerçektir ki, küfür, şirk nifak ya da riddet (din­den dönme) gibi şeyler İslâm ile çelişen ve İslâm'ı ortadan kaldırmaya yönelik şeylerdir. Zira bunların olduğu yerde İslâm'dan ve müslüman-lıktan eser kalmaz. Bilindiği gibi bunlar da değişik şekil ve suretlerde hep karşımıza çıkıp durmaktadır. Ancak bu noktayı belirtmeden ön­ce, mutlaka Ehli Sünnet ve'1-Cemaatin önemli bir kuralını aktarma­mız gerekecektir. Çünkü bu kuralın bilinmesiyle ancak asıl vefürû iti­bariyle meseleler kontrol altına alınabilir. Bunlar bilinmeden kontro­lü mümkün değildir. Yine bu kuralın açıklığa kavuşması sonucu Mürcie fırkasına gereken cevap ta verilmiş olur bu arada... Çünkü İslâm aki­desinin şeffaf ve berrak esasını bulandıranlar, değerini düşürenler bun­lar olmuşlardır. Bu akidenin doğru kavramını hep bozmuşlardır.

Aynı zamanda Haricîlere de bir cevap oluşturmuş olacaktır. Bunlar o kadar aşın bir fırkadırlar ki, dosdoğru olan yolu, sırat'ı Müstakimi terketmişlerdir. İslâm'ın gerçek yolundan daima yan çizmişlerdir. Hal­buki İslâm dini orta yolu tercih eden bir dindir. O ne İfratı, ne de tef­riti kabullenir.

Kaldı ki, öteden beri bu konu etrafında bir hayli söz edilmiştir. Hemen herkesin kendi düşüncesine ve inancına göre getirdiği bir yo­rumu vardır. Ancak ben burada şunu belirtmeliyim ki, Allame İbn'i Kayyım'ın buna ilişkin çok değerli bir ifadesini keşfettim. Az önce işaret etmiş olduğum önemli kural, işte onun ortaya koyduğu kural idi ki, şimdi ben size, uzunluğuna rağmen bunu tümüyle aktarmak isterim.

Allah (c.c), kendisine rahmetiyle muamele buyursun, "Namaz" adlı kitabında İbn Kayyım der ki:

"Küfür ile îman, biri diğerinin karşısında yer alır. Şayet bunlar­dan biri giderse, yerini ötekisi alır. Mademki iman, asıl ve temel un­surdur. Bunun kendisine göre müteaddit şubeleri ve bölümleri bulun­maktadır. Bu bakımdan her bir şubeye iman adı verilmektedir. Mese­lâ namaz, imandan bir şubedir. Aynı şekilde zekât, hacc ve oruç da böyledirler. Diğer taraftan içe bağlı ameller dediğimiz hususlar da böy­ledir. Meselâ Haya denilen ar duygusu, tevekkül, Allah'dan korkmak, O'na yönelmek gibi her şey, hatta yolda insana eziyet veren bir şeyi oradan kaldırıp atmak da imanm şubelerindendirler."

"İşte bütün bu şubeler ve bölümlerin herhangi birisinin bozulması ve zarar görmesi, imanın da bozulup yok oluşuna neden olur. Meselâ Şehadet şubesi gibi. Bunun olmaması, imansızlığı ortaya koyar. Ama bazı şeyler de vardır ki, bunlarla imanm ortadan kalkması söz konu­su olamaz. Meselâ bir insan giderken, yolda insanlara eziyet veren bir şeyi oradan kaldırmayıp bıraksa, bunun sonucunda o kimsenin imam ortadan kalkmaz. Böylece anlıyoruz ki iman bölümler ve şubelerden oluşur. Bu bölümler arasında gerçekten pek büyük farklılıklar vardır. Meselâ öyle şeyler vardır ki, Şehadet yani ilahî varlığa ve iman esasla­rına tanıklığı gerektirir, buna bağlı olan şeyler de tıpkı bu şehadet gibi muamele görmüş olurlar. Kimi şeyler de vardır ki, tıpkı yoldaki taşı atma hükmündedir ve onun gibi bir muameleye tabi tutulur." "İma­nın kendisine göre, dalları ve budakları olduğu gibi küfrün de asıl olan­ları ve ikinci derecede olanları yani şubeleri vardır. Meselâ imanm asıl şubelerinden herhangi birisi nasıl ki, imanın kendisiyse, küfrün asıl ve temellerinden biri de aynen küfrün kendisidir. Onlar da küfürdür. Meselâ Haya imanın bir şubesindendir. Hayanın azlığı ise küfrün şu-belerindendir. Yine doğruluk imandan bir parçadır, onun bir şubesi ve bölümüdür. Aynı şekilde yalan da küfrün şubelerinden birisidir. Meselâ Namaz, zekât, hacc, oruç bütün bunlar imanın şubelerindendirler. Bunları terk etmek ise küfrün şubelerinden, bölüm ve parçalarındandır. Aynı şekilde Allah'ın indirdiğiyle hükmetmek imanın şu­belerinden Allah'ın indirdiğini bir kenara bırakıp insanların kendi ka­falarının ürünü olan şeylerle hüküm vermeleri küfrün şubelerindendir. Nasıl ki, tüm iteatler imanın şubelerinden sayilıyorsa, Measî yani tüm isyanlar da küfrün şubelerindendir.

"İmanın şubeleri iki kısma ayrılırlar. Biri kavli yani söz ile ifade olunandır. İkincisi ise fiilî olanıdır. Aynen bunun gibi küfrün şubeleri de ikiye ayrılmaktadır. Sözle ifade olunanı ve fiilî olarak yapılanı.."

"îmanın sözle ifade olunan şubelerinden öyleleri vardır ki, bun­ların yerine getirilmemesi halinde kişiyi imansız kılar, imanın ortadan kalkmasına neden olur. Aynı şekilde imanın fiilen yapılması gereke­nin de yapılmaması halinde yine imanın yok olmasına neden olur. Küf­rün sözlü, ve fiilî bölümleri de aynen böyledir. Meselâ bir kimse iste­yerek küfür ifadesini ya da kelimesini söylemiş olsa, küfrün şubele­rinden birini işlemiş olur. Aynı şekilde fiilen işlenmesi gereken bir şe­yi işlememesi, ya da fiilen yapması haram olan bir şeyi yapması halin­de yine küfrün bir şubesini işlemiş olur. Meselâ puta secde edilmesi bazı varlıklar önünde saygı ifadesiyle durulması, Kur'ân'ın hafife alın­ması gibi. İşte bunlar asıldırlar."

"Şimdi bu hususta bir başka asıl ve temel kural vardır. Bu da iman gerçeğinin söz ve amelle yani söylediğinin pratiğini yapmasıyladır. Söz ile olanı da iki bölümdür. Birincisi kalbin söyleyip inanması, bir de dilin söylemesidir. Bu da dilin, müslüman olduğunu açık bir şekilde söyleyip ortaya koyması gerçeğidir."

"Amel de iki bölüme ayrılır. îlki kalbin ameli, işlemesi ve uygu­lamasıdır. Bu ise kişinin niyeti ve ihlasım içerir. Diğeri ise organlarla ortaya konan ameller ve işlerdir, kısaca organların ameli. İşte bu dör­dünün ortadan kalkması halinde, yani kalben söylemek ve inanmak, dil ile söylemek, kalbiyle niyyetini ve samimiyyetini ortaya koymak, organlarla da bunları yapmak eylemi ortadan kalkarsa, tümüyle iman "denilen olay yok olur gider. Aynı zamanda kalbin tasdiki ya da doğ­rulaması olayı ortadan kalkınca artık diğer cüzlerin varlığının herhangi bir faydası kalmaz. Çünkü kişinin o kelimeye itikadında ve imanında kalbin tasdik ve doğrulaması şarttır bunun fayda getirmesi için de kal­bin tasdiki şarttır."

"Kalbî itikad ve inancın (kişide doğru itikadın) var olup da kalbî amel, niyyet ve İhlasın olmaması halinde durum ne olabilir? Bu husus Ehli Sünnet ile Mürcie arasında tartışmalı bir konudur."

Ehli Sünnete göre, ittifakla böylesinin imam yok olmuştur. Çün­kü kalbî amel noktasında kişide niyet, samimiyet ve ihlas yoksa, sa­dece doğrulamanın bir menfaati ve yararı yoktur. Kalbî amel denilin­ce, kişinin bu-konudaki muhabbeti ve Allah'a boyun eğmesi, emirle­rine kesinlikle itaat etmesidir. Bu itibarla mücarred (soyut) doğrula­manın bir yararı olamaz. Nitekim îblis denilen Şeytan'a, Firavun ile kavmine, Yahudilere ve müşriklere bu anlamdaki bir doğrulamanın yararı dokunmamiştır. Çünkü bunlar peygamberin doğruluğuna ina­nıyorlardı. Hatta dahası, kimi zaman gizli ya da açık bunu ikrar bile edip şöyle diyorlardı: "O aslında yalancı değildir. Ancak biz ona tabi olmayız ve ona iman etmeyiz. Demekki işin doğruluğunun bilinip, ge­reğinin yapılmaması halinde bunun insana bir yararı ve menfaati yok­tur."

"Mademki kalbî amelin ortadan kalkmasıyla iman da ortadan kalkmaktadır. Bu takdirde organlarla yerine getirilmesi gereken amel­lerin bir çoğunun yerine getirilmemesi halinde, yine de imanın orta­dan kalkması inkâr edilecek değildir. Özellikle de burada kalbî mu­habbet denilen sevgi ve emirlere kesin itaat yoksa, iman da böylece yokolup gider. Zira kesin tasdik için bu sayılanlar gerçekten gerekli­dir. Zaten bunun böyle olduğu hususu da anlatıldı."

Zira bir şey kalbin itaati yoksa, orada organların (pratik uygula­yıcımız) da itaatsizliği kendiliğinden gündeme gelir. Bunların biri di­ğerinden ayrılmaz. Şayet kalbî itaat varsa, peşinden mutlaka boyun eğiş gündeme girer. Bunu da organların yapması gereken amellerle bo­yun eğiş izler. Mademki bunlarda bir itaat ve boyun eğiş yoktur, bu takdirde taatin gerekliliğini ortaya koyan tasdik denilen doğrulama'ola­yı da ortadan kalkmış olur. Çünkü tasdik İçin zaten itaat gereklidir. İmanın hakikati ve gerçeği de bundan ibarettir. Çünkü iman hadisesi soyut bir tasdik ve doğrulama olayı değildir. Nitekim bu husus daha önce de anlatılmış idi. İman, itaat etmeyi ve boyun eğişi gerektiren bir tasdik ve doğrulama olayıdır."

"Ayrıca hidâyet de, sadece hakkın bilinmesi ve açıklanması de­mek değildir. Aksine bu, öyle bir tanınma ve bilinme olayıdır ki, ona uyanlar için, bunun gereklerini yerine getirmeyi, bununla gereğince amel etmeyi zorunlu kılar. Her ne kadar ilkine hidâyet adı verilse bile, bu ihtidayı gerektiren tam anlamıyla bir hidayet değildir. Nasıl tasdiki iti­kada, tasdik adı verilip, bu imanı gerektiren bir tasdik olmamışsa, iş­te bu hidayet de öyle olmuş olmaktadır. Size tavsiyem bu prensibe sı­kıca bağlı kalmanız ve bunlara uymamzdır."

"Şimdi ise bir başka temel prensibi ele alacağız. Küfür iki tür­dür. Biri amelî, diğeri ise cuhudî yani inada dayalı olan küfürdür."

Cuhudî yani inada dayalı küfür: Allah Rasûlünün Allah'dan ge­tirdiği şeyleri kişinin kesinlikle bilmesine rağmen, sırf inadı yüzünden inkâra kalkışması gibi. Meselâ Rabbin isim ve sıfatlarını, fiillerini ve hükümlerini inkâr bunun örneğini oluşturur. İşte bu küfür türü, her bakımdan iman ile çelişen ve ona zıt düşen küfürdür.

Amelî küfre ve inkâra gelince: Bu da iki kısımda ele alınır. Biri iman ile çelişen ve iman ile zıt olan küfür, diğeri de iman ile zıddiyet oluşturmayan amelî küfürdür. Meselâ puta secde etmek (dikilmiş taş­lara saygı duruşunda bulunmak), Mushaf i küçümsemek, peygamberi Öldürmek ve peygambere sebbetmek (küfretmek, dil uzatmak) gibi hu­susla iman ile çelişen ve iman ile zıddiyet oluşturan şeyler, amelî kü­fürdür."

"Allah'ın indirdiğiyle hükmetmemek[76] ve namaz kılmamak ise kesin olarak amelî küfürdürler. Allah ve Rasûlü buna küfür ismini mut­lak olarak verdiklerine göre, bunlardan küfür ismini kaldırmak müm­kün değildir. Bu itibarla Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen kâüfir-dir, aynı zamanda namazı terkeden kimse de kâfirdir. Zira bu husus­ta Rasûlullah (s.a)'m nassı bulunmaktadır. Ancak bu kimse itikadî ba­kımdan küfre girmeyip amelî yani uygulama bakımından küfre girer. Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyen kimseye Allah'ın kâfir adını ver­diği gibi Peygamber (s.a)'in de namazı terkeden kimseye[77] kâfir adı­nı verdiği vakgi değildir. Bu ikisine mutlak manâda küfür adı verile­mez."

Mesela Rasûlullah (s.a), zina eden kimseden, hırsızlık edenden ve içki içenden iman vasfını kaldırdığı gibi, komşusu kendisinin kötülü­ğünden güvencede olmayan kimseden de iman vasfını kaldırmıştır. An­cak bir şeyden iman vasfı ya da isminin kal'rnlmasi hali, o kimsenin amel noktasından küfre girdiğine işarettir. Yoksa onların inadı veya chudî manâda bir küfre girdikleri anlamında değildir."

"Nitekim Rasûlullah (s.a)'ın şu hadisi de bu manâda değerlendi­rilmesi gereken bir hadistir. Buyuruyorlar ki:

"Benden sonra kiminiz kiminizin boyunlarını vurarak küfre gi­rerek geri dönüş yapmayın."[78]

"İşte bu hadiste amelî küfrü bildiren bir hadistir. Yine Rasûlul­lah (s.a)'ın şu hadisi de böyle değerlendirilmesi gereken bir hadistir:

"Kim bir kâhine gider ve söylediklerini tasdik ile doğrularsa, ya da hanımına dübüründen cinsel ilişkide bulunursa o, Muhammed (s.a)'e indirilenden uzaktır.[79]

Hz. Peygamber (s.a)'in şu sözü de bu anlamdadır:

"Kişi, kardeşine ey kâfir diye seslense, bununla bu ifade ikisin­den birine geçmiş olur"[80]

Nitekim Allah (c.c) da Kur'ân'ında, kitabının bir kısmıyla ya da bazısıyla amel edip bazısını terkeden kişiyi, amel ettiği kısmın mü'mi-ni, etmediği kısmınısa kâfiri olarak vasfetmiştir. Yani amelde bulun­duğuna iman etmiş, amel etmediğine de küfretmiş diye bildirmektedir;

"Hani sizden 'Birbirinizin kanını dökmeyin, birbirinizi yurt­larınızdan çıkarmayın' diye kesin söz almıştık. Sonra sizler bunu onaylamıştınız, hala da (buna) şa­hitlik etmektesiniz. Bu misakı ka­bul eden sizler, (verdiğiniz sözün tersine) birbirinizi Öldürüyor, ara­nızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarıyor, kötülük ve düşmanlık­ta onlara karşı birleşiyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak si­ze haram olduğu halde (hem çıka­rıyor hem de) size esirler olarak

geldiklerinde fidye verip onları kurtarıyorsunuz. Yoksa siz kitabın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizlerden öyle dav­rananların cezası dünya hayatında ancak rüsvaylık; kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir." (Bakara, 2/84-85).

Allah (c.c), burada şu gerçeği bildirmiş olmaktadır. Bunlar, Al­lah'ın kendilerine emrettiği ve bağlı kalmalarını istediği şeyi ikrar etti­ler, kabul ettiler. İşte işin bu yönü onların bu şeyi tasdike ve doğrula­maya yanaştıklarını ortaya koymaktadır. Burada onlardan birbirleri­ni öldürmemeleri ve birbirlerini yurtlarından çıkarmamaları sözü alın­mıştır.

Daha sonra âyette Rabbim şu hususu haber veriyor. Bu kimseler Allah'a asi oldular, emrine karşı koydular. Bir kısmı diğerini öldür­düler ve onları yurtlarından çıkardılar. İşte işin bu yönü de, Allah'ın kitapta kendilerinden* almış olduğu sözü yerine getirmeyip küfretmiş olmalarıdır. Sonra yine Rabbim şunu da bildirmektedir. Bu fırkadan yurtlarından çıkarılmış olanlardan yani esir edilenlerden fidye aldık­larını... Yani fidye karşılığında bırakıldıklarını görmekteyiz ki, bu da, kitapta kendilerinden alman söze imanlarını bildiren bir husustur. Böy­lece bunların kitaptan kendilerinden alınan söz ile amel ettikleri yöne iman ettiklerini, terkettikleri kısmını da küfür ile inkâr ettiklerini bil­dirmiş olmaktadır."

Amelî iman ile amelî küfür birbirleriyle zıddiyet teşkil ederler. Yine itikadı imanı ile itikadî küfür birbirleriyle zıddiyet oluşturur. Hatta bizim bu söylediğimizi Rasûlullah (s.a) sahih olan şu hadislerinde açıkça ilan etmişlerdir.

"Mü'mine küfretmek (sövmek) fasıkhk, onu öldürmek ise küfür­dür."[81] "Böylece Rasûlullah (s.a) mü'mini öldürme ile ona sövme ara­sındaki durumu ayırmış, bunlardan birisini küfür değil, fasıklık ola­rak vasfetmişken, diğerini küfür olarak nitelemiştir. Şu da bilinen bir gerçektir ki, buradaki küfürden maksat amelî küfür olup itikadî küfür değildir.[82] İşte bu manâdaki bir küfür, yani amelî küfür kişiyi İs­lâm dairesinin dışına çıkarmaz, tümüyle kişiyi dinden çıkarıp kâfir yap­maz. Tıpkı zina edenden, hırsızlık yapandan ve içki içenden iman is­minin kaldırılmasına rağmen dinden çıkmadığı gibi."

İşte bu açıklama, bizzat sahabenin görüşüdür. Bunlar ki, ümmet içerisinde Allah'ın kitabını en iyi bilenler, İslâm'ı en güzel öğrenmiş, küfrün ne olduğunu da çok iyi kavramış olanlardır. Yine bu sahabe İslâm ve küfrün ne gibi durumları olduğunu da bilenlerdir. Yani İs­lâm nedir? Onun ne gibi şartları vardır? Küfür nedir? Hangi şeyler, küfürdür ve kişiyi küfre götüren unsurlar nelerdir? Bütün bunları çok iyi bilen ve değerlendiren zatlardır. Bu hususlara ait her türlü bilgiler de ancak bunlardan öğrenilmiştir. Müteahhirîn yani sonradan gelen alimler ise bunların maksatlarını kavrayamadılar, iki fırkaya ayrıldı­lar. Fırkanın biri, kişiyi büyük günah işlemekle dinden çıkardılar. Böy­lece büyük günah işleyen kimseleri ebedî cehennemlik olarak bildirdi­ler.[83] Diğer fırka da büyük günah işleyenleri kâmil mü'minler olarak kabul ettiler.[84] İşte bunlardan ilk fırka, pek aşırı gidip sapıttı, ikinci­leri de esas amaçtan uzaklaştılar. Ancak en doğru orta ve örnek yol ise, Allah'ın Ehl'i Sünneti sevketmiş olduğu yoldur. Dinler içerisinde nasıl ki, İslâm en doğrusu ise, mezhepler içerisinde de en doğrusu Ehl'i Sünnet'inkidir."

"Bütün bu gördüklerimizden anlaşılacağı gibi küfür içerisinde kü­für, şirk içerisinde şirk, fasıkhk içerisinde fasıkhk ve zulüm içerisinde zulüm olan şeyler vardır. Bunların bilinmesi gerekir."

"Rabbimizin; "Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar, kâfirle­rin tâ kendileridir.*' (Maide, 5/44)

âyetiyle ilgili olarak İbn Abbas kanalıyla gelen ve Hişâm b. Huceyr ile Tavûs'un aktardıkları, Süfyân b. Uyeyne'nin de bize intikal ettir­diği gerçeği bilmemiz gerekecektir.

Demiştir ki: "O, bunları inkâr ile küfretmiş olur. Ancak bu, "Bun­lar tıpkı "Allah'ı, meleklerini, peygamberlerini inkâr edenler gibidir," demek değildir. Yine ondan gelen bir başka rivayette ise şöyledir. "Bu bir küfürdür ama, kişiyi dinden çıkarmayan bir küfür." Tavus ise şun­ları söylemektedir: "Bu, kişiyi dinden çıkaran bir küfür değildir."[85]

Veki' b. Süfyan da İbn Cüreyc kanalıyla Ata'dan rivayetinde şun­ları zikretmektedir: "Bu, küfürden aşağı olan bir küfür, esas zulüm­den sonra gelen bir zulüm, asıl fasıklıktan sonra gelen bir fasiklık-tır."[86] İşte Ata'nın söylemiş olduğu bu husus var ya, Kur'ân'ı anla-yanlarca, açıklanmak istenendir. Nitekim Allah (c.c), Allah'ın indir­diğiyle hüküm vermeyen hâkimi kâfir diye adlandırmıştır. Allah (c.c), Peygamberi Muhammed (s.a)'e indirdiği şeyi inadı sebebiyle inkâr eden kimseyi de kâfir diye adlandırmıştır. Fakat buna rağmen bu iki kâfir aynı anlamda kâfir demek değildirler. Çünkü kâfirlikte eşit değillerdir.

Hatta Allah (c.c), kâfiri zalim diye de isimlendirmiştir. Nitekim şöyle buyurmaktadır:

"Kâfirler, zalimlerin tâ ken­dileridir. " (Bakara, 2/254).

Yine Allah (c.c), nikahta, talak (boşama)da, ric'î talakta, Hulu'-da haddi aşıp sınırı tanımayanlar hakkında da zalim ismini kullanmıştır.

"Kim   Allah'ın   hududunu

(koymuş olduğu sınırlan) aşarsa, kesinlikle kendisine zulmetmiş olur." (Talak, 64/1)

Yüce Mevla'nın peygamberi Hz. Yûnus da şöyle söylemiştir:

"İlahî Senden başka ilah yoktur. Seni eksikliklerden tenzih ederim. Gerçekten ben nefsime zulmedenlerden oldum.'* (Enbi­yâ, 21/87)   ,

Yine O'nun seçkin kulu Hz. Adem (a.s) de şöyle demiştir:

"Ey Rabbimiz, biz nefsimi­ze (kendimize) zulmettik." (A'~ raf, 7/23).

Allah'ın Kelimi Hz. Mûsâ (s.a) da şöyle söylemiştir:"

"Rabbim, gerçekten ben nef­sime zulmettim. Bana mağfiret eyle (Beni bağışla)". (Kasas, 28/16).

İşte buralarda anlatılan zulüm, küfürle eş manâdaki zulüm de­ğildir.

Allah (c.c), aynı zamanda kâfire fasık adını da vermiştir. Rabbim bu hususta şöyle buyurmaktadır:

"Verdiği misallerle Allah an­cak fasıkları saptırır. Onlar Öyle sapıklar ki, kesin söz verdikten sonra sözlerinden dönerler." (Bakara, 2/26-27).

Yine bir diğer âyette de şöyle buyurmaktadır:

"Andolsun ki biz sana apaçık âyetler indirdik. Bunları fasık-lardan başkası inkâr etmez." (Ba­kara, 2/99).

Buna dair örnekler Kur'ân'ı Kerîm'de çokça bulunmaktadır. Ay­rıca Kur'ân'da mü'min olan kimseye de fasık ismi verilmektedir:

"Ey iman edenler! Eğer fa-sıkın biri size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yok­sa bilmeden bir topluluğa sataşır­sınız da sonra yaptığınıza pişman olursunuz." (Hucurât, 49/6).

Aynı zamanda her fasılan aynı anlamda olmadığı ve aynı olma­dığı noktası bilinmelidir. Şimdi aşağıda sunacağımız âyet ise Hakem b. Ebu*l-Âs hakkında nazil olmuştur, dolayısıyla buradaki fasıklığm da diğer faşıklık manâlarından farklı bir anlamı vardır. Rabbimiz bu­yuruyor:

''Namuslu kadınlara zina is­nadında bulunup, sonra (bunu isbat için) dört şahit getiremeyen­lere seksener sopa vurun ve artık onların şahitliğini hiç bir zaman kabul etmeyin. Onlar i asıkların tâ kendileridirler." (Nûr, 24/4)1

Rabbimiz (c.c), İblis hakkında şöyle buyurmaktadır:

"(İblis) Rabbinin emrinden dışarı çıktı (Rabbinin emrine karşı fasıklıkta bulundu)." (Kehf, 18/50).

Rabbimiz yine şöyle buyurmaktadır:

"Kim o aylarda hacca niyet ederse, hac esnasında kadına yak­laşmak, fıska yönelmek (günah sayılan davranışlara yönelmek), kav­ga etmek yoktur." (Bakara, 2/197).

Burada görüldüğü gibi her fısk aynı manada değildir.

Küfür iki türdür. Aynı şekilde zulüm de ikidir, fasıklık ta ikidir. Bunlar gibi cehalet de ikidir. Birisi küfür olan cehalet, diğeri ise küfür olmayan cehalettir. Küfür olan cehaletle ilgili olarak Rabbimiz (c.c) şöyle buyurmaktadır:

"Rasûlüm! Sen af yolunu tut, iyiliği emret ve cahillerden yüz çevir." (A'raf, 7/199).

İşte buradaki bu âyet, cahili küfrü gerektiren şeylerden uzak dur­mayı ifade buyurmaktadır.

Küfür olmayan cehaletle ilgili olarak ta Rabbimiz şöyle buyur­maktadır:

"Allah'ın kabul ettiği tevbe, ancak bilmeden (cehaletle) kötü­lük edip te sonra tez elden tevbe edenlerin tevbesidir." (Nisa, 4/17).

Aynı şekilde şirk de ikiye ayrılmaktadır. Şirkin bir nevi var ki, kişiyi dinden çıkarır. Buna büyük şirk anlamında **Şirk'i Ekber" de­nilir. Diğer bir türü de kişiyi dinden çıkarmaz. Buna da küçük şirk anlamında "Şirk'i asğar" denilir. Bu da insanların amellerini ilgilen­diren bir şirktir, meselâ riya denilen gösteriş olayı bu türden bir şirktir.

Rabbimiz büyük şirkle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

"Biliniz ki kim Allah'a şirk (ortak) koşarsa muhakkak Allah ona cenneti haram kılar; artık onun yeri cehennem ateşidir." (Maide, 5/72).

Yine Rabbim bir başka âyette de şöyle buyurmaktadır:

"Kim Allah'a ortak (şirk) koşarsa sanki o, gökten düşüp parçalanmış da kendisini kuşlar kapmış, yahut rüzgar onu uzak bir yere sürüklemiş (bir nesne) gibi­dir." (Hacc, 22/31).

Şirk olan riya ve gösterişe gelince, bununla ilgili olarak Rabbim şöyle buyurmaktadır:

"Artık her kim, Rabbine ka­vuşmayı umarsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiç bir şeyi or­tak koşmasın." (Kehf, 18/110).

Yine küçük şirk denilen şirkin bu türüyle ilgili olarak Rasûlullah (s.a) de şöyle buyurmaktadırlar: "Kim Allah'dan başkası adına ye­min ederse, o kesinlikle Allah'a ortak koşmuş olur." Bu hadis Ebû Dâvud ve başkaları tarafından rivayet olunmuştur.[87]

Bilindiği gibi, Allah'dan başkası adına yemin etmek kişiyi din­den çıkarmaz. Böyle bir kimseye, kâfirlere uygulanan hükümler uy­gulanmaz. Nitekim Rasûlullah (s.a)'ın şu sözleri de bu türdendir: "Bu ümmetde şirk, karıncaların gezişinden (devinme ve hareketinden) çok daha gizlidir."[88]

Dikkat edecek olursanız şirk, küfür, fasıklık, zulüm ve cehalet, evet bütün bunların her biri, iki türden oluşmaktadır. Bir nevi kişiyi dinden çıkarmakta, diğeri ise dinden çıkarmamaktadır. Aynı şekilde nifak denilen münafıklık da ikiye ayrılmaktadır. Bunlardan birisi iti-kadî nifaktır, diğeri de amelî nifaktır. İtikadı bakımdan nifak yani mü­nafıklık, Rabbimizin münafıklarla ilgili olarak Kur'ân'da beyan bu­yurduğu ve hoş görmediği nifaktır ki, Allah (c.c), bunlar için cehen­nemin en alt tabakasında kalmayı vacip kılmıştır.

Amelî nifak ise, Hz. Peygamber (s.a)'in sahih hadislerinde ifade buyurmuş oldukları nifaktır. Rasûlullah (s.a) buyuruyor ki:

"Münâfıkın alameti üçtür. Konuşunca yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, kendisine bir şey emanet olununca ihanet eder."[89]

Yine Buhârî'nin Sahihinde şu hadisi görmekteyiz: "Dört haslet (huy) vardır ki, kimde bunlar bulunursa o kimse halis (katıksız) mü­nafık olur. Kimde de bu hasletlerden bir bulunursa, o kimsede o has­let bulunduğu ve onu terk etmediği sürece, münafıklıktan bir haslet bulunmuş oiur. Konuştuğu zaman yalan söyler, söz verince sözünde durmaz, husumet zamanında haktan ayrılır, kendisine bir şey emanet olununca hıyanetlik eder."[90]

İşte bu anlatılan amelî yönden nifaktır. Kişide iman olmasının ya­nında bazen bu tür bir nifak ta bulunabilir. Fakat bu sayılan nifak olayı, şayet kişide iyice yer ederse, adeta o kişinin ayrılmaz bir vasfı haline gelecek olursa, bu takdirde o kimseyi tümüyle İslâm'dan sıyırır götürür. Hatta böyle bir kimse namaz kılıp oruç tutsa ve müslüman olduğunu ileri sürse de, artık onda İslâm'dan bir şey kalmamış olur.

Çünkü iman, mü'minde bu gibi hasletlerin olmamasını öngörür. Fa­kat bir kimsede nifak ile ilgili özellik ve huylar gereğince yer ederse ve onu bundan menedecek bir durum da kalmamış ise artık o halis yani katıksız münafık olmuş olur.

"Ahmed b. Hanbel'in ifadesi buna delalet etmektedir. Zira İs­mail b. Saîd es-Şalencî[91] demiştir ki: Ahmed b. Hanbel'den, büyük günahlarda ısrar eden ve bunu kendi çabasıyla isteyerek sürdüren, fa­kat bununla birlikte namazını kılan, zekatını veren ve orucunu da tu­tan kimse hakkında soru sordum. Böyle bir kimse bütün bu ibadetle­rine rağmen yine de büyük günahlarda ısrarlı olan biri olarak sayılır mı. Çünkü hem ibadetleri yapıyor, hem de büyük günahları sürdürü­yor, böylesinin durumu nedir?

Ahmed b. Hanbel şu cevabı vermişdir. Bu kimse aşağıdaki ha­diste ifadesini bulan kimseler gibidir ve musir yani ısrar eden olarak kabul edilir. Hadis şöyledir: "Zina eden bir kimse, zina ettiği sırada mü'min olarak zina edemez."[92] Bu kimse imandan çıkar fakat İslâm'a girer, yani müslim olarak kalır. Tıpkı Hz. Peygamber'in şu sözünde yer alanlar gibi: "İçki içen kimse, mü'min olarak içki içemez, hırsız­lık eden kimse de, mü'min olarak hırsızlık yapamaz."[93]

Yine İbn Abbas'ın Maide, 44. âyetiyle ilgili olan ifadesini de bu­na delil olarak gösterebiliriz. Âyette Rabbimiz şöyle buyuruyor:

"Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin tâ kendileridir." (Maide, 5/44).

Yukarıda adı geçen İsmail Şalencî diyor ki, ben: "Nedir bu kü­für diye, İbn Abbas'tan sordum da şöyle cevap verdiler: "Bu, kişiyi dinden çıkarmayan bir küfürdür. Tıpkı her iman derecesinin de aynı olmadığı gibi. Aynı şekilde küfür de böyledir. Ancak hakkında hiç bir

ihtilaf ve tartışma olmayan bir konu sözkomısu ise o zaman değişir.

durum

"Şimdi de bir başka temel prensibi ele alacağız. Bu temel prensip de şudur. Bir kimsede hem küfür hem de iman aynı zamanda toplan­mış olabilir. Evet bir kimsede küfür, iman, şirk, tevhid, takva, facirlik, küiıir ve iman toplanmış olabilir. İşte bu temel prensip Ehli Sün­netin en önemli temel prensiplerindendir. Ancak bu konuda bid'at ehli olan Haricîler, Mutezile[94] Kaderiye[95] gibi mezhepler farklı düşünmek-teler ve bunlar Ehl'i Sünnete muhalif durumdadırlar."

"İşte büyük günah işleyen kimsenin ebedî cehennemlik olmaya­cağı, ateşten çıkacağı veya ebedî cehennemlik olacağı gibi görüşler bu temel prensibe dayanmaktadır. Ehl'i Sünnet ile diğer mezhepler ara­sındaki fark ta buradan çıkmaktadır. Nitekim buna delil olarak Ehl'i Sünnet, Kur'ân'dan, Sünnet'ten, Fıtrattan ve Sahabe'nin icmaından delil getirmişlerdir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır;

"Onların çoğu Allah'a ortak (şirk) koşmaksizm iman etmez­ler." (Yusuf, 12/106).

Allah (c.c), şirk koşmakla birlikte bunların iman sahibi oldukla­rını da âyetlerinde bildirmiş bulunmaktadır. Rabbim şöyle buyuruyor:

"Bedeviler' inandık' dediler. De ki: Siz iman etmediniz, ama İslâm olduk' deyin. Henüz iman kalplerinize yerleşmedi. Eğer Al­lah'a ve elçisine itaat ederseniz, Allah işlerinizden hiç bir şeyi ek­siltmez. Çünkü Allah çok bağışlayan, çok esirgeyendir." (Hucurât, 49/14).

Yine görüldüğü gibi Allah (c.c), onların İslâm olduklarını, Allah ve Rasûlü için taatte bulunduklarını tesbit ederken, aynı zamanda ima­nın da olmadığı tesbit etmektedir bunlar için. Ancak buradaki iman­dan maksat, mutlak manadaki imandır ki, kişi mutlak olarak bu ismi hakketmiş olur. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Mü'minler ancak Allah'a ve Rasûlüne iman eden, ondan sonra asla şüpheye düşmeyen, Al­lah yolunda mallarıyla ve canlarıyla savaşanlardır. İşte doğrular an­cak onlardır." (Hucurât, 49/15).

İşte bu kimseler iki görüşten en sahih olanına göre münafık ol­mayan kimselerdir. Aksine bunlar'yapageldikleri işlerden, yani Allah'a ve Rasûlüne olan itaatlerinden dolayı müslümandırlar, fakat bu kim­seler mü'min değillerdir. Gerçî bunlarda kendilerini küfre sokmayan, küfürden çıkaran bir parça iman bulunmaktadır.

İmam Ahmed b. Hanbeî (r.a), zinayı, hırsızlığı, içki içmeyi ve yağ­macılığı kasdederek, kim şu dört şeyi veya bunların benzerini yapa­cak olursa o kimse müslümandır, ancak biz böyle bir kimseye mü'-min adını vermeyiz. Kim de bunlardan aşağısını yaparsa, yani büyük günah olmayan şeyleri işlerse, ona da imanı eksik mü'min adını veri­riz. Nitekim bunun böyle olduğuna dair, Hz. Peygamber'in şu hadisi delalet ediyor:

"...kimde de bu hasletlerden bir tanesi bulunacak olursa, işte onda nifaktan bir haslet bulunmuş demektir."                         

Bu da göstermektedir ki, kişi kendisinde hem nifakı hem do İs­lam'ı toplamış olabilir.

Aynı şekilde riya ve gösteriş de şirktir, şayet kişi, yaptığı herhan­gi bir iş ya da amelinde gösteriş yapacak olursa, işte o kimse kendisin­de hem şirki hem de İslâm'ı toplamış olur.

Yine bir kimse Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, ya da Allah Rasûlünün küfür olarak isimlendirdiği bir işi işlerse, bununla beraber kendisi İslâm'a ve şeriata da bağlı ise, bu takdirde o kimse hem küfrü hem de İslâm'ı nefsinde toplamış olur.

Nitekim biz şu hususu açıklamıştık. Masiyetlerin tümü, küfrün şubelerinden bir şube durumundadır. Taatlerin tümü de imanın şubelerinden birini teşkil etmektedir. Bu itibarla kul, herhangi bir şubeyi veya iman şubelerinden bir çoğunu yerine getirir, bunlarla o kimse mü'~ min adını alır, bazan da bu ismi almayabilir. Aynı şekilde, küfür şu­belerinden birini işlemekle kafir adını alabilir, bazan bu hal ona İs­lam adını mutlak olarak vermemiş olur.

İşte,burada iki durum bulunmaktadır, biri isme dayalı lafzıdır. Diğeri de hükümle ilgili olup manevîdir.

Bunun manevî olanı, acaba küfrü gerektiren bir haslet mi, yoksa değil mi? Lafzî olanını yerine getiren kimseye acaba kâfir adı verilir mi, verilemez mi?

Birincisi yani manevî olanı sırf şer'î olanıdır. Yani şeriatle ilgili bulunanıdır. İkincisi yani lafzî olanı ise, hem lüğavî yani dil bilgisine dayalıdır, hem de şer'îdir yani din ile ilgilidir.

"Şimdi burada bir başka prensip bulunmaktadır. O da kulun, imanla ilgili meselelerden herhangi birisini yerine getirmesi halinde, yerine getirdiği bu iş, iman da olsa, o kimseye mü'min adı verilmesini gerektirmez. Aynı zamanda işlemiş olduğu şey küfür olsa ve bununla küfrün şubelerinden birini işlemiş olsa, kişinin bundan ötürü kâfir adını alması gerekmeyebilir. Tıpkı bir ilmin bir bölümünü bilen kimseye alim adının verilmesi gerekmediği gibi. Aynı şekilde bazı fıkhî meseleleri veya tıbbî problemleri bilen kimseye fakih ya da tabîb = hekim demle­meyeceği gibi. Bunu böylece ifade ederken, aynı zamanda imanın şu­belerinden olan bir şubesine iman adı verilemez diye bir mana çıkarıl­mamalıdır. Aynı şekilde nifaka dair şubelerden veya küfürün şubele­rinden herhangi birisine nifak veya küfür adı verilemez manâsı dal çı­karılmamalıdır."                                                                       

"Bazan da işlenen fiil sebebiyle mutlak bu isim verilebilir. Mese­lâ: "Kim de onu terkederse, küfretmiş (kâfir olmuş) olur." ve "Kim de Allah'dan başkası adına yemin ederse, kesinlikle küfretmiş olur." ve yine: "Kim bir kahine (falcıya) gider ve onun söylediklerini doğru-larsa, kim de Allah'dan başkası adına yemin ederse, kesinlikle küfre girmiştir." Hadisleri (Bu son hadisi Hakim bu lafızla sahih olarak ri­vayete etmiştir.) Böylece herhangi bir kimsenin, küfür sayılan bu şey­lerden birisini işlemesi durumunda o kimse mutlak olarak kâfir adını almaya layıktır, demek değildir. Aynı şekilde, herhangi haram bir fii­li işleyen kimseye, o kimse fasıkhk olan bir fiil işlemiştir, o bu haramı

işlemekle fasik olmuştur da denilemez. Bu itibarla o kimseye fasıkhk adı verilemez. Ancak bü gibi fiil ve davranışların onda çoğalıp galebe çalması halinde, kendisine fasık adı verilebilir."[96] (İbn Kayyım'ın açıklamaları) Benim de bu yapmış olduğum alıntıya bağlı olarak söy­leyeceklerim vardır.


[73] Mevdûdî, Mebadiu'l-İslâm îslâm Esasları, 80-87.

[74] Mevdûdî, İslâm Esasları, 87.

[75] İbn Recep, İhlas Kelimesi, 53.

[76] Bu nassın tamamlanmasından sonra bu fıkrada buna ilişkin daha etraflı bilgi verilecek, kişi ne zaman dinden çıkar ve ne zaman çıkmaz, bunlar anlatılacaktır.

[77] Müslim, İman, 82.

[78] Müslim, İman, 65.

[79] Ebû Dâvud, Tıbb, 21; Mişkatu'l-Mesabîh, 4599. (Elbânî, hadisin isnadının sahih olduğunu bildirmiştir).

[80] Müslim, İman, 60.

[81] Müslim, imân, 64.

[82] Belki de İbn Kayyım, burada bununla müslümanlarm kendi aralarındaki çekişmele-

rini, öldürme ve birbirlerini vuruşlarını kasdetmiştir. Tıpkı sahabe-Allah kendile­rinden razı olsun- arasında meydana geldiği gibi. Ancak amacı sırf mü'minlerİ öl­dürmek olan, böylece İslâm ve müslümanlar aleyhinde savaşı kızdırmak olan kim­selerin küfürde olduklarından ve böylelerinin dinden çıktıklarından da şüphe edil-riıemelidir. Tıpkı İslâm düşmanlarının durumu gibi ki, bunlar hiç bir vakit herhangi . - - Bir mü'min için ya da bir mü'mine karşı ne akrabalık bağlarını, ne de sözleşme hü-i kümlerini gözetip tanımazlar. Bunların tek bir amaçları vardır: "Bunlar, kendilerinin küfre sapmaları gibi, sizin de küfre girmenizi istediler." (Nisa, 4/89).

[83] Sununla Haricîler fırkası kasdolunmaktadır.

[84] Burada da Mürcie fırkası kasdolunmuştur.

[85] bk. İbn Kesîr Tefsiri, III, 111.

[86] a.g.e., III, 111.

[87] Ebû Dâvud, K. Eyman ven Nuzûr, s. 5-9; Tirmizî, Eymân, (9/1535). Tirmizî'deki lafız da şöyledir: "Kesinlikle kâfir olmuştur ya da şirke girmiştir." Bu Hasen bir hadistir. Şevkânî, bu hadis, Hakim tarafından sahih görüldü, demektedir, bk. Neylü'l-Evtâr, VIII, 257.   

[88] Ahmed b. Hanbel, Müsned IV, 403. Elbânî, hadisin sahih olduğunu belirtmiştir. bk. Sahihu'l-Camiu's-Sağîr, III, 233, 3624.

[89] Buhârî, İman, 24; Müslim, İman, 108, 109.

[90] Buhârî, İman, 27, Mezâlim, 17, Cizye, 17; Müslim, İman, 106; Ebû Dâvud, Sün­net, 15; Tirmizî, İman, 14; Nesâî, İman, 20, Ahmed b. Hanbel, Müsned II, 189-198.

[91] İsmail b. Saîd eş-Şalencî Ebû İshâk, Ebû Bekr eİ-Hilâl, kendisi hakkında şunları anlatmaktadır:Bu zat, gerçekten bir çok meseleleri bilen biridir. Ahmed b. Han­bel'in kendilerinden rivayette bulunduğu ashabı arasında onun kadar rivayeti güzel olanını sanmıyorum, ondan daha doyurucu olanını, daha çok mesele bilenini bilmi­yorum. Gerçekten rey hakkında Önemli bilgilere sahipti. Değeri de büyük olan bir zat. Bu zatın fakihlerin tertibini esas alarak ortaya koyduğu bîr kitabı vardır, bk. İbn Ebû Ya'lâ, Tabakatü'l-Hanabile, 1/104.

[92] Müslim, İman, 57.   

[93] Müslim, İman, 57.   

[94] Mutezile: Bunlar Kur'an'ın mahluk (yaratılmış) olduğunu söylerler. Rü'yeti inkar ederler. Kabir azabım, şefaati, havzı yalanlarlar. Bunlar kendileri gibi olmayanla-"rın arkasında namaz kılmazlar. Yani Kıble ehlininin arkasında beş vakti kılmadık­ları gibi Cuma namazını da kılmazlar, bkz. İmam Ahmed, Kitabu's-Sünne, 81, İbnu'l-Cevzî, Telbîsu İblîs, 30.

[95] Kaderiye: Bunlar her şeyde kendi güçlerinin, meşietlerinin (dilemelerinin) ve kud­retlerinin olduğunu ileri sürenlerdir. Bunlar, biz kendi adımıza iyilik ve kötülük yap­maya, zarar ve yarar sağlamaya, itaate ve masiyete kadiriz, hidayet ve dalalete güç­lüyüz, diyenlerdir. Yine bunlara göre kullar tüm yaptıklarını, Allah'ın ezelî İlminde herhangi bir şeye dayanmaksızın yaparlar. Onların görüşü tıpkı Mecûsilerinkine ben­zemektedir. Ahmed b. Hanbel, es-Sünne, 81.

[96] Muhammed b. Ebu Bekr b. Kayyım, el-Cevziyye, K. es-Salat, 25-31.

ceren
Wed 21 October 2015, 08:45 pm GMT +0200
Esselamu aleyküm.Rabbim razı olsun bilgilerden kardeşim.La ilahe illallah Müslüman olmanın şartıdır.Her anında kelime-i tevhid getiren ve feyzine eren kullardan olalım inşallah.....