Eslemnur
Fri 1 October 2010, 06:23 pm GMT +0200
Kur'ani Düşünce
İslâmi düşünce mi? Kur'an-î düşünce mi? Bunlar hakikatte birdirler ve ayrı şeyler değillerdir. Bu yaşayış nazariyesinin unvanı altında, bazı düşüncelere de îman etmek lâzımdır. Bazı ibadetleri de yerine getirmek gerekiyor. Bir kaç "şiar" (alamet) — ki umumî ıstılahta, bunlara: "Şe'âir-i Mezhebi: Dinî Şiarlar" denmektedir. — ı da göz Önünde bulundurmak gerekiyor. Bir parça düşünürsek, bu nazariyenin içeriğinde, yiyecek şeyler, giyecekler, elbisenin şekli, muaşeret birbiriyle geçinme âdabı, yolculuk, muaşeret usûlleri, ticaret ve alış veriş, geçim ve iş güç, siyasî rejim, medeniyet ve toplu yaşamanın çeşitli durumları, maddî vasıtalar ve tabiî kanunlar, ilim öğrenmek ve onu kullanmanın çeşitli yolları, bunların bazılarına bağlanıp bazılarını bırakmak.
Bakış açısı bir olunca, düşünce tarzı ve gaye de bir olur. Bağlı bulunma, yahut da terkedip bırakmanın ölçüsü de yine aynı olur. Bunun için, yaşayışı devam ettirmenin yolları, çalışıp uğraşmanın istikameti, dünya muamelelerinin usulleri de aynı olup biribirlerinden hiç bir ayrılıkları olmaz. Hükümlerin tefsirinde ve fer'î hükümleri, uygun hale getirme ettirmenin hususlarında ve cüz'î, hatta, ufak tefek ihtilâflar ve ayrılıklar olabilir. Bu, bir düşüncenin muhtelif şekillerde kendisini göstermesinin neticesinden ileri gelen şeydir. Bunlar, fer'î ve arızî (aslı olmayan) ihtilâflardır, asla ve hiç bir zaman işin esasını ve özünü oluşturan ihtilâflar değillerdir. Katiyyen aslî ve küllî ihtilâflar değillerdir.
İşte, İslâm bu temel üzerine, yaşayışın bütün cephelerini düzene koymuştur. Bu cephelerin her birini diğerine bağlamıştır. Bunların arasında da hiç bir ihtilâf şekli ortada bırakmamıştır. Bir kişi, isterse Pakistanlı olsun, isterse Türkiyeli Türk olsun veya Mısırlı Arap olsun; eğer bu kişi müslüman ise, bu gösterilen yolu takip edecek ve bu yolu tutup gidecektir. Bunun hilâfına, bunun aksi istikametine bir yol takip eder ve o yolu tutup giderse, o zaman, kendi inandığının, kendi îman ettiğinin hilâfına ve kendi îman ettiğinin aksi istikametine, yürümüş olacaktır.
Şimdi, siz de ister dinî bakımdan, ister dünyevî bakımdan olsun, bu yoldan ayrılmazsanız, ve bu yolları birbirlerinden ayrı tutmazsanız islâm görüşüne göre, dünya ve ahiret işinin birbirine, bir zincirin halkaları gibi bağlı olduklarını göreceksiniz. Bunların ikisi de yaşayışın merhaleleridirler (aşamalarıdırlar). Birincisi çalışma ve uğraşma merhalesi, ikincisi ise, bu çalışma ve uğraşmanın neticelerini elde etmek ve meyvelerini toplamak merhalesidir. — Siz yaşayışın ilk merhalesinde, yani bu dünyada neler ekerseniz, neler ederseniz, ikinci merhale olan ahiret merhalesinde onun neticelerini elde edecek ve onun semeresini o zaman toplayacaksınız. — islâm'ın maksadı, islâm'ın gayesi, sizin düşüncenizde ve sizin çalışma sisteminizde, öyle bir şekilde tertip edilmiştir ki, siz, eğer yaşayışın birinci merhalesi denilen dünya merhalesinde sahih ve doğru bir yol tutmuş olursanız, ikinci merhale olan ahiret merhalesinde de sahih ve doğru neticeler elde eder, sahih ve doğru neticeye kavuşmuş olursunuz. İşte bundan dolayıdır ki, bütün dünya yaşayışı tam olarak, bütün ve kül olarak, bir "dinî yaşayış" dır diyeceğiz. Burada, akaîd ve ibadetlerden tutun da, medeniyet, toplu halde yaşama, siyaset, geçim ve sairenin usulleri ve furuâtı (ayrıntıları), her şey ve herşey, bir manevî gaye ve maksada bağlanmıştır. Siz eğer, kendi siyasî ve geçim işlerinizde islâm'ı kabul etmeyerek onu, uygun görmiyerek onun yerine başka bir sistem, başka bir nizam tutmak isterseniz, o zaman bu iş zımnî bir irtidat (dinden dönme) küllî ve açık yoldan sapıtmaya kadar gider.
Bu demektir ki, siz, islâm öğretisini bölerek, parçalıyarak, bölümlere ayırarak, bunların bazılarını kabul edip, bazılarına bağlanıp, bazılarını reddedip bırakmış oluyorsunuz. Siz, dinin akaidini, inançlarını, ibadetlerini kabul ediyorsunuz; fakat, onun yaşayış nizamını, hayat yolunda çizmiş olduğu düzenli plânı kabul etmeğe yanaşmıyorsunuz. Halbuki bu ibâdet binasının esas temelleri de, dünya yaşayış plânının üzerine oturtulmuş ve kurulmuş bulunuyor.
Her şeyden önce, böyle bir ayırma, böyle bir taksim ve tefrik İslama göre yanlış ve hatalıdır. İslâmın hakikatine iman etmiş, onun güzellik ve üstünlüğünü idrâk etmiş ve ona can ve gönülden bağlanmış bulunan her müslüman ,ayırma yoluna gidemez ve böyle bir niyet besliyemez. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de de şöyle buyurulmuştur:
"Bu nasıl iş? Siz (Allah'ın) kitabının bazı kısımlarına imân eder, kabul edersiniz de bazı kısımlarına inanmaz, inkâr mı edersiniz?"
(Bakara: 85)
Bu âyet-i kerîmenin açıkladığı mâna, sizin şu tuttuğunuz yolu tam olarak anlatmıyor mu? Sizin ayırmak, bölümlemek yolundaki kanaat ve hareketiniz, adı geçen bu âyet-i kerimenin işaret ettiği durumun tâ kendisi değil midir? Siz bu şekilde ayırıp bölümlemek yoluna gittikten sonra, İslâmî itikadınız da uzun zaman devam etmeden ortadan kalkmış olacaktır. Çünkü İslâm'ın umumi yaşayış düzenine alâkasız ve ilgisiz davrandıktan sonra, sizin inanç ve ibâdetinizin de binası çökecek, ortadan kalkıp gidecek ve mânâsız bir hâl almış bulunacaktır. Zira, gayrı İslâmî yaşayış düzenine inanıp îman ettikten sonra, Kur'an'a îman etmek, Kur'an yolunu tutup gitmek imkânı yoktur. Yine, o nizam ve usuller, bu nizam ile ve bu usullere her bakımdan ve her adımda muhalif ve zıttır.
Bunun aksi olarak, siz eğer kendi siyasî ve sosyal yaşayış tarzınızı İslâm'ın kabul ettiği yol ve çizdiği şekil üzerine kurmuş olursanız, o zaman ayrı ayrı partilere, siyasî kanaatlere, hiziplere bölünmeğe ve ayrılmağa ne lüzum var? Allah partisi, Allah fırkası ve Allah hizbi Bu da her işe ve her hususa kâfi değil mi?
Nitekim, sermaye sahibi kapitalist ile çalışan işçi, arazi ve malikâne sahibi ağa ile bu arazide çalışan çiftçi ve ekinci, memleketi idare eden idareci ile idare edilen memleket halkı arasında, o zaman ne bir anlaşmazlık bulunur ne de bir ihtilâf kalmış olur. Belki bunların, bu zıt ve birbirlerine muhalif görülen ve aslında bir olan zümrelerin esasta aralarında bir anlayış, bir birlik, bir muvafakat ve bir nevi iş ortaklığı ve iş taksiminden başka bir şey de usulen mevcut bulunmaz ve olamaz. Şimdi, siz bu usule uygun bir şekilde, neden kendi milletiniz arasında ve mîlletinizin muhtelif sınıfları gibi bir ahenk vücuda getirmek için çalışmak istemezsiniz. Ellerinde böyle mükemmel bir İslâmî usul ve İslâmî nizam mevcut olmayan zümreler ve milletler arasında ise mecburî olarak sınıf ihtilâfları (Class War) ateşi ister istemez alevlenecektir. Ve alevlenmiştir bile. O zaman, siz bu ateşten nasıl kaçınacaksınız? Nasıl kurtulmuş olacaksınız?
Eğer siz, maddeten ilerlemek, yükselmek, kalkınmak ve yer yüzüne hâkim olmak istiyorsanız, o zaman islâm'ın kendisinin, bu yolu size göstermiş, bunun kapılarını sizin yüzünüze açmış olduğunu anlamanız lâzımdır. Bununla beraber İslâmda Firavunca, Nemrutça yükselmek ve kalkınmakla, İbrahim'e ve Musâ'ya, kalkınmak ve yükselmek arasında fark gözetilmiştir. Bu kalkınmalardan biri, Japonya veya İngilterenin kalkınması şeklidir. Diğeri ise, Sahabe-i Kiram (R.A.) ın İslâm'ın ilk çağlarındaki kalkınmaları ve ilk müslümanların yükselmeleridir. Kalkınma iki şekildedir, ikisi de unsurları, elemanları kendile rine tabi kılmışlardır. Sebepleri hesaplayarak, ilmin tabiî kanunlarından istifade ederek kalkınma neticesini elde etmişler. Fakat bu iki kalkınma ve bu iki yükselmenin arasında yerle gök arası kadar fark vardır. Siz ancak, bu neticelerin dış ve kabuğa ait sebeplerini görebiliyor ve onların üzerinde düşünüyorsunuz. Bunların ruhî ve ahlâkî cephelerini görmekten ve düşünmekten çok uzak bulunuyorsunuz. - Doğudan batıya kadar uzak
Dünya-perestlerin kalkınmaları, gelişmeleri, ilerlemeleri ve yükselmeleri, tabiî kaynakları ve elemanları kontrol altına almak, sebep ve neticelerini doğru kullanabilmek iledir. Bu da yaşayışın hayvani cephesidir. Böyle madde gücü ile kalkınma ve bu şekilde yer yüzüne hâkim olma, Kur'an-ı Kerim'in vaad ettiği kalkınmanın yer yüzüne hâkim olmanın tamamen aksine, tamamen zıddınadır. Bu şekilde her ne kadar tabiî kaynakları ve elemanları kontrol altına almak sebeplerini ve neticelerini istendiği, şekle yöneltmek istendiği gibi kullanmak mümkün oluyorsa da, yine bunların asıl gayesi, yaşayışın esas maksadı olan, ahlâkî ilerleme ve ruhî yükselme gerçekleşmez. Bu ahlâkî ilerleme ve ruhî yükselmenin, elde edilmesi için de ancak ve ancak, Hak Tealâ'ya îman etmek, ahiret gününe inanmak, lâzımdır. Yaşayıştaki bu çalışıp çabalamaların bir demir çerçeve içinde kontrol altına alınarak, namazla, oruçla, hac'la ve zekâtla size farz kılınmasının sebebi bu değilmidir? Bunlar İslâm'ın erkânıdırlar ki, siz bunlara kendi düşüncenizle Mevlevîlikten bozma bir mezhep, Hoca'nın yanlış dîn anlayışı diye bir istılah uydurmuş bulunuyorsunuz.