- Kuran

Adsense kodları


Kuran

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
Hadice
Thu 13 January 2011, 07:04 am GMT +0200
Kur’an


1126. Kur’an, Müslümanların Kutsal Kitabıdır. Müslümanlar onun, Allah’ın yaratılmamış sözü olduğuna, Allah’ın Elçisi olarak görevlendirilen ve 23 yıl boyunca ilâhî tebliği insanlara bildirmeye çalışan Muhammed (AS)’e kısım kısım vahy edildiğine inanırlar. Müslümanlara göre bu kitap, asla Muhammed’in ortaya koyduğu bir eser olmayıp, aksine Allah’ın, insanlığa hitaben ve onların yararlanmaları için kendisine vahy etmiş olduğu, ayet ve surelerden meydana gelen bir eserdir. Muhammed (AS) bu ilâhî tebliğin yazarı değil, sadece onu insanlara iletmek üzere seçilmiş bir aracıdır.

1127. Tarihsel verilere göre, Resulullah (AS) ne zaman kendisine bir vahiy, yani Kur’an’dan bir parça gelse, bunu önce erkeklerden oluşan bir topluluğa, daha sonra da kadınlardan oluşan bir topluluğa okuyup tebliğ ederdi (Bu, onun kadınların eğitimine verdiği önemi açıkça göstermektedir) (bk. İbn İshâk, Megâzî, Fes bs., § 192). Daha sonra da yazıcılarından birini çağırıp, kendisine vahiy yoluyla gelen ayetleri yazı ile kaydettirirdi. Yazım işi tamamlanınca, Resulullah (AS) ona, kaydettiği ayeti yüksek sesle okumasını emreder ve böylece vahiy kâtibinin muhtemel yanlış ya da eksikliklerini düzeltme imkânı bulurdu (bkz. Heysemî, Mecma’uz-Zevâ’id, I, 152; VIII, 257, Taberânî’den naklen). Ayrıca Muhammed (AS), yeni vahyin, daha önce gelen parçalar arasında nereye ve hangi sıraya göre konulması gerektiğine de işaret ederdi. Muhammed (AS) inen bu parçaları, burada açıklamaya gerek duymadığımız bazı önemli nedenler doğrultusunda, vahy ediliş sırasına göre bir araya getirmemiştir. O, Kur’an’ın bu parçalarının yazı ile tespiti ve topluluğun diğer üyeleri için çoğaltılmasının yanı sıra, aynı zamanda bunların namazlarda okunmak üzere ezberlenmesini de Müslümanlardan istiyordu. Alınan bu iki yönlü önlem sayesinde kutsal metinler insanı oldukça tatmin edici bir biçimde muhafaza edilmiş oluyordu. Vahiy süreci Resulullah (AS)’ın vefatına kadar devam ettiği için, kendisi henüz hayatta iken Kur’an’ın tam ve kesin bir biçimde yazımı söz konusu olamazdı. Bununla birlikte aralarında Buhârî vb. nin de bulunduğu birçok güvenilir kaynak, Muhammed (AS) vefat ettiği sırada –az çok uzun Kur’an metinlerini ezbere bilen binlerce Müslümanı saymazsak-, Ensâr’dan en az dört kişinin, -6.000 i aşkın ayet ve 114 sureden meydana gelen ve bu haliyle Tevrat’ın Pentatök’ü ve dört İncil metninden daha kapsamlı bir kitap olan- Kur’an’ın tamamını ezbere bildiklerini belirtmektedirler. Resulullah Kur’an ayetlerini, her gün cemaatle olduğu kadar tek başına kıldığı namazlarda da okurdu. Ancak, tarihçilerin verdiği bilgilere göre o, her yıl bir defa, vefat edeceği yılda ise iki kez olmak üzere, Kur’an’ın tamamını, kendisinin belirlediği ayet ve sure sırasına göre baştan aşağı tekrarlayarak okumuştur.45 Tebliğ konusunda gösterdiği yumuşaklık ve hoşgörü nedeniyle, Resulullah (AS)’ın çeşitli kabilelere mensup sahabeleri arasında Kur’an’ın, Arap dilinin değişik lehçe ve ağızlarıyla okunuşunu hoş görüyle karşıladığını düşünmek makul bir yaklaşım sayılmalıdır. Resulullah’ın vefatından sonra ise bütün Müslümanlar, kuşkusuz bilinçaltında yatan bazı özlemler nedeniyle -Resulullah (AS)’ın kullandığı lehçe olan- Mekke ağzı üzerinde birleşmeyi tercih edeceklerdir. Öte yandan, kimi durumlarda, ellerinde Kur’an’la ilgili bazı yazılı ayet metinleri olan kimseler, orada geçen bazı kelimelerin açıklaması niteliğinde bizzat Resulullah’tan duyduğu bilgileri, unutmamak için, metnin kenarına haşiye şeklinde eklemişler ve bu ilave metinler, daha sonraki kuşaklarca, çok nadir de olsa, ayet metni sanılarak esas metne ilave edilmeye kalkışılmıştır. Yukarıda işaret ettiğimiz Arapça’daki lehçe farklılıkları ya da metin kenarı açıklamaları ile açıklanamayacak çok ender rastlanan durumlar da olmuştur. Örneğin, en güvenilir kaynaklardan biri olan Buhârî’nin Tefsir adlı eserinde de belirtildiği gibi, Kur’an’ın Leyl suresinin 3. ayetini önceleri Resûlullah, şeklinde okurken, daha sonra aynı metni  şeklinde okumaya başlamıştır. Bu farklı okuyuşun, üslûbun gözden geçirilmesi sırasında ortaya çıkan bir durum olduğu söylenebilir. Tabii burada, kesinlikle Allah’ın bir üslup değişikliğine gittiği ya da aynı şekilde Rûhu’l-Kudüs olan Cebrail’in, ayetleri Resulullah’a ulaştırırken bir hata işlediği ve daha sonra bunu düzeltme yoluna gittiği gibi bir şey akla getirilmemelidir. Resulullah (AS)’ın unutma ya da dalgınlık gibi insan doğası ile ilgili bir özelliğinin söz konusu olduğu da akla getirilmemelidir. Bu görüşlerimizle ilgili olarak diğer sahîh hadis kaynaklarının yanı sıra Buhârî (52/11 ve 80/19/5), Muslim (6/22, No. 788) ve Ahmed ibn Hanbel’de (6/138) yer alan Resulullah (AS)’ın şu hadisini ele alalım:

           “Kur’an’ı (geceleri okuduğum için) Allah bu kuluna merhamet etti de unuttuğum (yahut metin dışı kalmış) filân surede geçen falanca ayeti bana hatırlattı.”

           Acaba bu hadisteki bazı bilgilere bakarak, kendisine vahyedilen bu ilâhî tebliğlerin, -Musa (AS)’nın tabletlerinde olduğu gibi yazılı olarak değil de- şifahî olarak kendisine bildirilmesi nedeniyle, bazen küçük nüansların atlandığını mı düşüneceğiz? Ayrıca daha sonra her yıl Ramazan ayında Cebrâil’in huzurunda icra edilen ve Kur’an ayetlerinin karşılıklı okunma işlemi (arza) sırasında, ve yine Resulullah’ın arada sırada içine düştüğü ilâhî istiğrak hallerinde acaba Kur’an’ı daha net ve doğru bir biçimde alıyor ve kendi kendisini düzeltip doğrultma imkânı mı buluyordu? Resulullah’ın yukarıda bahsi geçen ve yılda bir kez gerçekleştirilen arza olayı, Ramazan orucunun ancak Medine’ye hicretten sonra farz kılınıp yerleşmesinden sonra başlamış gibi görünmektedir. Bütün bunları göz önünde bulundurarak, yukarıda verdiğimiz Buhârî’nin bu hadisiyle ilgili olarak, Kur’an’daki bütün ayetlerin yazıyla tespiti için bizzat Resulullah tarafından tayin edilmiş kâtipler olan, meselâ aralarında bir yandan Ebu’d-Derdâ ve İbn Mes’ûd’un, öte yandan Zeyd ibn Sabit’in bulunduğu kıdemli sahâbelerin, genç vahiy kâtiplerine tâbi olarak onlara teslimiyet göstermek istememelerinden kaynaklanan bir takım önemsiz kayıt ve tespit farklarının (varyantlar) ortaya çıkabileceği düşünülebilir. Ancak, işin aslına bakılırsa, bu varyantlar (tespit farklılıkları) çoğunlukla hayatî önem taşımayan farklılıklardan ibarettir.

1128. Anlaşıldığı kadarıyla “resmî” vahiy kâtiplerince kaydedilip çoğaltılan nüshalar, Resulullah tarafından saklanmış olmayıp, bunları yazan kâtipler tarafından ayrı ayrı muhafaza edilmişler ve bunları çoğaltmak isteyenlere de izin verilmiştir. Böylece yeni nüshalar da, günden güne artan müminlerin sayısıyla doğru orantılı olarak çoğalmıştır. Çok sayıda Müslüman, parşömen, deri, kürek kemiği, hurma yapraklarının orta damarı, düz satıhlı taş parçaları ve çanak çömlek kırıkları vb. çeşitli malzeme üzerine kaydettikleri ve aynı zamanda da ezberlemiş oldukları bu Kur’an parçalarını tilâvet etmek veya yeni baştan yazıp çoğaltmak amacıyla ya bizzat Resulullah’ın huzuruna çıkar, ya da kendisinden daha bilgili ve daha iyi yetiştirilmiş dindaşı diğer sahâbelerle birlikte ders çalışırlardı; ve böylece yapılan yanlışları düzeltme fırsatından yararlanırlardı. Tabii olarak bunlardan her biri, kendi yetenek ve imkânları oranında bu işlerle ilgilenirlerdi. Resulullah (AS), bütün bunları anadili Arapça olan kimseler için yapmıştı. Ancak Kur’an, Muhammed (AS)’in bütün insanlık için gönderildiğini açıklamaktadır (Sebe’: 34/28). Gerçekten de bütün peygamberlere örnek olarak gönderilmiş olan Muhammed (AS), Arap dilini bilmeyen toplumların gereksinimlerini de göz ardı etmemiştir. Aşağıdaki kısa fakat özlü anlatım bize bunu kanıtlamaktadır: es-Sarahsî’nin Mebsût adlı eserinde (bkz. I, 37) şöyle bir kayıt vardır:

           “İmâm Ebû Hanîfe’nin görüşüne göre, namaz esnasında Kur’an ayetlerinin, örneğin Farsça’dan yapılmış çevirilerinin okunması caizdir. Zira nakledildiğine göre, İranlılar Selmân el-Fârisî’ye bir mektup yazarak kendilerine Fâtiha Suresini (Fars alfabesiyle değil de herhalde Arap alfabesiyle) Farsça olarak yazıp göndermelerini istemişler, o da gerekli cevabı yazmıştır. Böylece İranlılar, dilleri Arapça telâffuza alışıncaya dek namazlarında bu Farsça tercümeleri okumuşlardır.”

           Sarahsî’nin metnini aynen alan Tâcu’ş-Şerî’a da (bk. Nihayetu Hâşiyeti’l-Hidâye, Delhi 1915 bs., s. 86, not 1) şu ek bilgiyi vermektedir:

           “Selmân el-Fârisî. bu (tercüme) çalışmasını bitirir bitirmez Resulullah’a sundu. O, böyle yapmasına ses çıkarmayınca, tercümeyi tamamlayıp İranlılara gönderdi. Onlar da Arapça metnin telâffuzu dillerine kolay gelinceye kadar bu tercümeyi namazlarında tilâvet ettiler...”

           Tâcu’ş-Şerî’a’nın verdiği bir başka bilgiye göre, bu tercümede geçen besmele’nin Farsçası şöyle idi:

           “Benâm-ı Hudâvend-i Bahşâyende-i Mihrebân.”

1129. Resulullah’ın vefatı üzerine İslâm camiasında birkaç ay süren ridde ya da irtidat adı verilen “dinden dönme savaşları” baş gösterdi. Sözde Peygamber Yemâmeli (Necd) Museylime’ye karşı verilen bu savaşlardan biri özellikle kanlı olmuş ve savaşta, Kutsal Kitabımız Kur’an’ı ezberlemiş olan ve onunla ilgili geniş bir bilgiye sahip ilk dönem Müslümanlarından çok sayıda kişi şehit düşmüştü. Bu durum, merkezî hükümeti harekete geçirmiş ve Halîfe Ebû Bekir, o sırada çeşitli sahâbelerin elinde dağınık vaziyette bulunan Kur’an’a ait bütün parçaları bir araya getirerek, tam ve mükemmel bir Kur’an nüshası hazırlamaya karar verdi. Bu amaçla Muhammed (AS)’in vahiy kâtiplerinden biri olan ve onun sağlığında esasen özel olarak bu işle uğraşmış olan Zeyd ibn Sabit bu işle görevlendirildi. Bu vahiy kâtibinin aynı zamanda Kur’an metnini baştan sona ezberlemek gibi seçkin bir özelliği de vardı. Kendisi yukarıda değindiğimiz nitelikleri taşıyan dört sahabeden biriydi. Hazırlanacak olan Kur’an metninin mümkün olan en büyük itimat ve güvene sahip olabilmesi için Halife Ebû Bekir, Zeyd’e, her bir ayetin yazılı bir halde metne katılabilmesi için en az iki yazılı delil ile kanıtlanması ve kesinlikle sadece hafızaya itimat edilmemesi emrini verdi. Haklarında sadece birer yazılı kanıt bulunan ikisi dışında bütün ayetler için bu emir yerine getirildi. Ancak bu ayetlerin doğruluğu da bir çok kimsenin hafızasından olmak üzere tasdik edilmişti. Böylece bütün metin tek bir kitap halinde derlenip toparlanarak, buna Mushaf (sahifelerin toplanıp bir araya getirildiği yer) adı verildi.46

1130. Yıllar geçtikçe Kur’an nüshalarının sayısıyla birlikte Kur’an’ı ezberleyenlerin sayısı da giderek çoğalıyordu. Resulullah’ın vefatı üzerinden henüz bir yıl geçmeden hazırlanmış olan bu resmî nüsha önceleri Halife Ebû Bekir’in yanında kaldı. Sonra onun vefatı üzerine Halife Ömer’e geçti. Halifeliğinin son dönemlerinde Ömer, esasen Kur’an’ın özel kişilerdeki nüshalarını kontrolden geçirmeyi tasarlıyordu. Ancak kendisi bu konuda bir karar alamadan vefat etmiş, böylece onun muhafazası altında tuttuğu resmî nüsha, Resulullah’ın dul eşi olan ve ilimce oldukça yüksek seviyedeki kendi kızı, “Müminlerin annesi” Hafsa’nın eline geçmiştir. Bundan sonra Devlet yönetiminde kısa süreli bir boşluk yaşanmıştır.

1131. Bilindiği gibi, Muhammed (AS)’in vefatından sonra geçen onbeş yıl, O’nun yolundan giden Müminler ordusunun bir yandan Endülüs’e (İspanya), diğer yandan Mâverâünnehir’e kadar ulaşmasına ve bu iki uç arasındaki bütün toprakları ele geçirmesine yetmişti. Bunlar ayrıca Ermenistan’dan Batı Hindistan’ın kıyı şehirlerine kadar uzanan ülkeleri tamamen fethetmişlerdi. Kuşkusuz, Arapların dışındaki yüz binlerce insanın dinlerini değiştirip Müslüman olması, hiç beklenmedik sorunları da beraberinde getiriyor ve bu nüshaların o sırada henüz pek gelişmemiş bir yazı biçimi ile çeşitli topluluklar arasında yayılması, Kur’an metninin saf ve doğru bir biçimde öğrenilebilmesinde kötü ve tehlikeli sonuçlara yol açıyordu. Üçüncü Halife Osman, bu durumu göz önünde bulundurarak, sorunu çözmek için etkili bir yöntem önerdi: Yukarda adı geçen Hafsa’nın yanında muhafaza edilen resmî Mushaf’ı getirtti ve aynı Zeyd ibn Sâbit’i, yanına birkaç yardımcı daha alarak bu resmî metinden yedi ayrı nüsha çıkartmakla görevlendirdi. Bu heyet, Mekke lehçesi esas alınmak suretiyle ayetlerin daha tam ve daha doğru telâffuz edilebilmesi için yazılış tarzı ve imlâsını da gözden geçirerek kısa zaman içinde çalışmasını tamamladı. Halife bunlardan birini kendi yanında alıkoydu, diğer altı nüshayı ise üç kıtaya yayılmış olan bu muazzam İslâm ülkesinin altı büyük merkezine gönderdi. Kur’an bilimleri ile uğraşanlar arasında çıkan ihtilâf ve fikir ayrılıkları durumu iyice karıştırıp bozduğundan, ortaya çıkan ciddi sorunları halletmek üzere Halife Osman, hadis bilgini İmam Buhârî’nin bize naklettiğine göre, o sırada elden ele dolaşmakta olan Kur’an parçalarının toplatılıp yakılmak suretiyle ortadan kaldırılmalarını emretti. Muhtemelen burada, düşünce ve kanaatlerini açıkça beyan etmekten çekinmeyen bazı inatçı ve dik kafalı kimselerin elinde bulunan bir kısım yazılı metinler söz konusu idi. Aksi takdirde, bu resmî nüshalar dışında bütün yazılı Kur’an metinlerinin imha edildiğini söylemek pek abartılı bir ifade olurdu. Bizi böyle söylemeye iten neden, çok daha sonraki devirlerde, Osman (RA) tarafından yapıldığı iddia edilen bu imha hareketinden iki, üç, hattâ dört asır sonra bile, resmî nüshalar ile aralarında sadece bazı kelimelerin yazılışı bakımından farklılıklar bulunan İbn Mes’ûd, Ubeyy, ‘Ukbe ibn ‘Amir el-Cuhenî gibi sahabelerin yazıyla tespit ettiği Kur’an parçalarının hala var olmasıdır. O dönemde kâğıt denilen yazı malzemesi henüz keşfedilmemişti. Üzerine yazı yazılan parşömenleri yakmak yahut yırtmak yerine, üzerinde yazılar bulunan bu değerli malzemeyi yıkayıp yeniden kullanmak daha kolay olurdu. Bazı hadis mecmualarındaki anlatımlarda, Kûfe şehrinde bulunan İbn Mes’ûd’un resmî nüshalardaki metne karşı çıktığından bahsedilmekte ve kendisinin başşehir Medine’ye çağrılarak Halife Osman tarafından cezalandırıldığı bildirilmektedir. Emevî karşıtı bu efsânenin ciddi bir inceleme karşısında tutarlı hiçbir yanı yoktur: Bu anlatımda, o sırada İbn Mes’ûd’un oturmakta olduğu Kûfe’de, şehrin valisi olduğu söylenen bir kişinin, İbn Mes’ûd’u yakalayıp onu işkenceye tâbi tutmakla görevlendirildiği belirtilmektedir. Aynı kaynaklar, bu valinin daha sonra uzunca bir süre bir başka eyaletin valiliğini yaptığından söz ederler. Anlaşıldığı kadarıyla, gerçek gayet açıktır ve aşağıdaki gibidir: Halife Osman zamanında, bir takım münafıklar tarafından uydurularak, henüz doğmakta olan bu dini bozmak amacıyla elden ele dolaştırılan bazı Kur’an parçaları bulunuyordu. İşte Halife Osman, bu sahtekâr münafıkları büyük bir üzüntü ve kedere boğacak şekilde bu parçaları yaktırmıştır; bu tür insanların döktüğü timsah göz yaşlarının nedenini anlamak gayet kolaydır. Bu arada, İbn Mes’ûd’a ait olduğu iddia edilen bu sözde Kur’an parçalarında Ali’yi yüceltip öven ayetlerin bulunduğunu ve bu Kur’an nüshasının, aradan asırlar geçtikten sonra Ali taraftarı bir mezhep mensubunun yanında bulunduğunu da hatırlatalım.47 Her halde o sırada bazı namuslu ve dinine samimiyetle bağlı kimselerin elinde eski metinler olup, bunlar özellikle eyâletlerde oturdukları için bazı ayetlerin sonradan nesih edildiğinden (hükümlerinin kaldırıldığından) ve bizzat Resulullah tarafından metin dışı bırakılmış olduğundan habersiz idiler. Yakûbî’nin naklettiğine göre parşömenler sıcak ve sirkeli suda yıkanıyorlardı.48 Bu yöntem, Kur’an’ın resmî nüshasına uygun olması gerektiğini kendiliklerinden kabul edenlerin ellerinde bulundurdukları parçalara uygulanmış olabilir. Bu olayın geçtiği söylenen devirde (H. 32 yılına doğru), Halifenin başında bulunduğu Devletin sınırları Endülüs’ten Mâverâünnehir’e, Ermenistan’dan Hindistan’daki Gucerât kıyılarına kadar yayılmış bulunuyordu. Bu uçsuz bucaksız topraklarda hiç şüphesiz binlerce, hattâ yüz binlerce Kur’an nüshası bulunuyordu. Bu arada, resmî nüshaya uygun nüshaları imha etmek gerekmiyordu; uygun olmayan diğerlerinin ise her bir kelimesini bu sayısız nüshalarla karşılaştırmak gerekiyordu. Bu ise maddî bakımdan çok zor hattâ imkânsız bir husus olduğu gibi, tarihsel olarak da böyle bir olay cereyan etmemiştir. Bilindiği gibi Halife Osman’ın yaptığı tek şey, Ebû Bekir zamanında bizzat Resulullah’ın baş vahiy kâtibi Zeyd tarafından toparlanarak bir araya getirilen Kur’an’ı çoğaltıp yaymak olmuştur. Halife Osman bu konuda o kadar titizdi ki, sıkça geçen bir anlatıma göre, resmî nüshadaki bazı kelimelerin imlâsını (yazılış biçimini) kişisel olarak beğenmediği halde, bu tür önemsiz ayrıntılarda bile işe müdahale etmek istememişti. O şöyle söylemekle yetiniyordu: Nasıl olursa olsun yazınız, Arap okurlar bunların nasıl dosdoğru okunacağını bileceklerdir.49 El-Aynî’nin söylediğine bakılırsa, 50 Halife Osman, Zeyd’in hazırlamış olduğu nüshadaki imlâ tarzının muhafaza edilmesini emretmişti. İslâm dünyasında halen bu yazılış tarzı devam ettirilmektedir ve hatırlanacağı gibi, Resulullah’ın göndermiş olduğu mektupların orijinallerinin gerçek ve doğru nüshalar olup olmadığı ile ilgili bölümlerde bu husus, bilimsel bir araştırma ortaya koyabilmemiz için çok işimize yaramıştı.

1132. Kısaca söylemek gerekirse, şimdi elimizde bulunan Kur’an metni, Ebû Bekir zamanında toplatılıp bir araya getirilen ve Halife Osman tarafından resmen çoğaltılıp İslâm Dünyasının yedi tarafına yayılan metindir. Şimdi bütün dünyada yaygın olan metin budur. Tarihçiler, bu eski metinlerle ilgili bazı hatıraları eserlerinde muhafaza etmişler ve sayıca az ve pek önemli olmasalar da, bugün elimizdeki metinden farklı olduğu anlaşılan bazı bölümleri aktarmışlardır. Bu farklı metinler daha yakından incelendiğinde, bunlardan çoğunun, vaktiyle Kur’an nüshalarını elinde bulunduranlar tarafından yapılmış, açıklama ve yorum niteliğinde bilgiler olduğu kolayca görülür. Bu eklemeleri yapanlar, muhtemelen bizzat Resulullah’tan duydukları bu bilgileri başlangıçta açıklama amacıyla satır aralarına yerleştirmişken, daha sonraları bilgisiz birtakım yazıcılar (müstensihler) bu nüshaları esas alarak yazdıkları Kur’an’larda bu açıklayıcı bilgileri esas metne dahil etmişlerdir. Özellikle İbn Mes’ûd’a ait olduğu belirtilen farklı ayet metinlerinde durum böyledir. Diğer farklılıklar ise Resulullah’ın emri ile yürürlükten kaldırıldıkları için Kur’an metninden çıkarılanlar dışında, yazıcı (müstensih) hatalarından, yanlış okuma hatalarından vb. kaynaklanmaktadır. Her halde, şurası kesindir ki bugün elimizde bulunan Kur’an metni, ta işin başından beri, onu ezberlemiş olan kimselerin hafızalarının yanı sıra, aynı zamanda yazılı metinlere de dayandırılmaktadır. Burada şunu belirtmek yerinde olacaktır ki, Kur’an öğretimiyle ilgilenen Müslüman öğretmenler, öğrencilerine diploma (icazet) verirken, bu talebelerine kendi üstatlarının ağızlarından çıkan aynı telâffuz ve ses ölçüleri içinde öğretim yaptıklarını, onların da aynı şeyi kendi hocalarından gördüklerini ve zincirleme olarak bu tarz Kur’an okuyuş ve tilâvetinin Osman, Ali, Zeyd ibn Sabit, Ubeyy gibi sahabelerin ağızlarından çıktığı şekilde olduğunu tasdik ve ifade ederler ki, bu dört sahabe de bu okuyuş tarzını Resulullah’ın ağzından duydukları şekliyle kendi talebelerine naklettiklerini tasdik etmektedirler. (Benim de Medineli Şeyh Hasan ibn İbrahim eş-Şair’den aldığım bu tür bir icazetnamem vardır). Bu da, Resulullah’ın çeşitli sahabelerine atfedilen bazı varyantların gerçekte bu ayetlerin açıklama ve yorumlarından başka bir şey olmadığı varsayımını doğrulamaktadır.

1133. Halife Osman devrinde çoğaltılıp dağıtılan yedi asıl nüsha ile Ebû Bekir zamanında bir araya getirilen nüshalardan hiç biri günümüze kadar ulaşamamıştır. Ancak, bugün Taşkent, Londra ve İstanbul’da sergilenen nüshaların Halife Osman dönemine ait olduğu düşünülmektedir. Eski yazarlar bu ilk nüshaların yanıp kül olduğu muhtelif devirlerde çıkmış bir takım yangınlardan söz etseler de bugün elimizde, bu ilk nüshaların henüz mevcut olduğu bir sırada bunlara bakılarak çoğaltılmış, sonraki dönemlere ait bir çok el yazması Kur’an nüshası bulunmaktadır. Yine belirtelim ki, bu en eski el yazması Kur’anlarla bugün elimizde bulunan Kur’an metinleri en küçük bir fark olmaksızın tıpatıp aynıdır. Kur’an’ın yazıyla tespiti konusunda manzara böyledir. Öte yandan, Kur’an’ı ezberlemiş bulunan hafızlar her devirde var olmuş ve hattâ günümüzde de mevcut bulunmaktadır. 1956 yılında bana söylendiğine göre, sadece Türkiye’de çoğunluğu genç olan bu hafızların sayısı 150.000’e varmaktaydı. Bu hafızların ezberlerindeki Kur’an ile yazılı metin halindeki Kur’an mükemmel bir uyum göstermektedir. Hafıza ve yazılı metin, her ikisi birden, Kur’an metninin doğruluk ve sahihliğinin dayandığı ana temelleri oluştururlar. Daha ayrıntılı bilgi için, benim Fransızca Kur’an çevirime* bakılabilir.


45 İbn Hişâm, s. 97.

46 Belâzurî, Ensâb, I, § 126.

47 A.g.e., I, § 127.

48 A.g.e., I, § 127.

49 İbn Hişâm, s. 34.

50 Fil Suresi.

Haktan7/b
Mon 13 April 2015, 02:15 pm GMT +0200
Selaymun Aleyküm .
Yüce Allah Bizleri Kur'an-ı Kerim Okuyanlardan Eylesin İnşallah . Bizimle Böyle Bir Bilgi Paylaştığınız İçin Çok Teşekkürler . Paylaşım İçin Allah Razı Olsun .

bahrişan 8/b
Mon 13 April 2015, 02:24 pm GMT +0200
rabbimiz bize kuranı kerimmi okuyalım diye bize vermiştir