- Kuran ve Vahiy

Adsense kodları


Kuran ve Vahiy

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
hafız_32
Sat 25 September 2010, 07:18 pm GMT +0200
Kur´an ve Vahiy

Kur´an´ın İsimleri Ve Bu İsimlerin Türetildiği Kökler

Allah Teâlâ vahyine, gerek bir bütün ve gerek parça parça olarak, Arabların sözlerine verdikleri isimlerden farklı isimler seçmiş [1] ve bu isimlerde, kelimelerin ihtiva eîiği sırtarla kök manalarını gözetmiştir. Bunlar arasında ise Kitab ve Kur´an isimleri şöhret bulmuştur.

Vahyin Kitab ile isimlendirilmesinde, onun yazılarak bir araya getirileceğine işaret vardır. Çünkü yazı, harfleri bir araya getirmek ´afizlan yazıya dökmektir. Nitekim Kur´an ile isimlendirilmesinde de, göğüslerde muhafaza edileceğine dair işaret vardır. Çünkü nin mastarıdır ve kıratte hatırlama sözkonusudur. Arapça olarak gelen bu apaçık vahiye öyle bir önem takdir edilmiştir ki, sapasağlam korunması ve sapıkların tahrifatından uzak tutulması garanti altına alınmıştır. Çünkü diğer kitablarda olduğu gibi ne sadece yazı ile ve ne de sadece ezbere nakledilmiştir. Aksine onun yazılı olarak gelişi tevatür yoluyla nakline, tevatür yoJuyia nakli de, sağlam ve hassas belgelere dayalı yazı ile îesbit edilmişine tam uygundur.

Bu iki kelime Ârâmi kökenli kelimelerdir. Çünkü bu dilde kitabet, yazmak ve kıraet de okumak manasınadır. Evet bu iki kelime Ârâmî kökenli olmakla birlikte vahyin onlarla isimlendirilmesi gerçekten yerinde ve tabiî olmuştur. Çünkü Hz. Muhammed´e gelen vahiy bütün merhalelerinde satırlara nakşedilmiş ve göğüslerde ezberlenerek korunmuştur.

Ayrıca bu iki isim arasından Kur´an lafzı daha cok kullanılmış olup du yüce Kitaba özel isim olmuştur. Onun için vahiy vakıasına ve Kur´an´ı ilgilendiren konulara girmeden önce Samı dillerinde kendisine benzer kelimeler bulunan bu lafzın türetilişi üzerinde durmamız ve Sâmî dilleri ile Arap dili arasında benzerlerinin olup olmadığına bakılmaksızın bu Kitao için isim olarak konan diğer kelimeler üzerinde durmamız uygun olacaktır.

Âlimler lafzı hakkında çeşitli görüşler ileri sürmüşlerdir. Bu kelime bazılarına göre hemzeli, bazılarına göre de hemzesizdir. imam Şafiî (öl. 204/819), Ferra´ (207/822)[2] ve Eş´arî (öl. 324)[3] hemzeli olduğunu söyleyenlerdendir.

Şafiî der ki: takısı ile marife kılman Kuran lafzı ne başka bir kelimeden türetilmiştir ve ne de hemzelidir. Aksine bu lafız, Peygamber (s.a.v.) e indirilen kelam için alemdir. O halde Şafiî´ye göre Kur´an lafzı den türememiştir. Eğer bu kelimeden türetilmiş olsaydı, her okunana Kur´an denilmesi gerekirdi. Tevrat ve İneil´e Tevrat ve İnoil isimleri verildiği gibi Kur´an-ı Kerim´e de Kur´an ismi verilmiştir. [4]

b- el-Ferra´ya göre, Kur´an kelimesi, kelimesinin çoğulu olan kelimesinden türemiştir. Çünkü Kur´an´ın âyetlerinden bir kısmı diğerlerine benzemektedir. Bazısı, bazısına karinedir. Ayrıea kelimesindeki harfinin, kelimenin kök harflerinden olduğu açıktır. (Bu da gösteriyor ki, Kur´an kelimesi hemzesizdir. [5]

c- Eş´arî ve onun görüşünde olan bazı âlimler de der ki: Kur´an lafzı, bir şeyi diğer bir şeye yaklaştırıp bitiştirmek manasına gelen fiilinden türemiştir. Çünkü Kur´an-ı Kerim´de sûre ve âyetler yan yana dizilerek bi.ribirierine eklenmişlerdir. [6]

Kur´an lafzının hemzesiz olduğu görüşünün, dilde, türetme kurallarından uzak olduğuna hüküm vermek için bu üç görüş yeterlidir. ez-Zeeeao (öl?311/923) [7] el-Lihyânî (öl. 215/830) [8] ve bir grup îlim ise, «Kur´an» lafzının hemzeli olduğu görüşündedir.

a- ez-Zeeoâe şöyle der: «Kur´an» lafzı vezninden olup lemzelîdir. Toplayıp bir araya getirme manasına gelen « »yil » keümesin-fen türemiştir. Havuz suyu salıverilmeyip biriktirildiği zaman denir. Çünkü Kur´an-ı Kerim de geçmiş kitapların meyvelerini kendisinde toplamıştır. [9]

b- el-Lihyanî ise şöyle demektedir: vezninde hemzeli bir masdar olup manasında olan ´den türemiştir. Bu masdar, ismi mefulün mastarla isimlendirilebileceği kaidesince manasin-dadır. [10]

Bu son görüş, görüşierin en güçlüsü ve tercih edilenidir. Lügatte masdarının müradifi bir masdardır. Yüce Allah´ın [11] sözünde geçen Kur´an bu anlamdadır. [12]

Araplar cahiliyet döneminde « \j » lafzıyla tanıştıklarında onu tilâvetten başka manada kullanmışlardır. derken bununla, devenin hiç gebe kalmadığını ve yavru doğurmadığını kastediyorlardı. Amr bin Gülsûm´un [13] sözü de bu anlamdadır. manasında kullanılışına gelince, Araplar bunu Ârâ-mî asıllı bir kelimeden alıp kullanmışlardır.

c- Bergtraesser´in belirttiği gibi Ârâmî dilleriyle Habeşçe ve Farsça-nın Arap dilini etkiledikleri bilinen bir husustur. Bu, inkâr edilemez. Çünkü bu diiier Hicretten önce Araplara komşu medenî milletlerin dilleriydi.

Bu görüşü neden garipseyip doğrulamayalım? Biz biliyoruz ki Ârâmî-cenin çeşitli lehçeleri Filistin, Suriye, Mezopotamya ve Irak´ın bazı bölgelerine hakimdi. Yine biliyoruz ki, dinî dilleri Ârâmîce olan Yahudîlere Arapların komşu olması, Ârâmî dilinde pekçok dinî kelimenin yaygınlaşmasını çabuklaştırmıştır. Müsteşrik Krenkovv «İslâm Ansiklopedisi» nde [14] «kitap» kelimesini incelerken buna işaret etmiştir. Blachere, Ârâmice, Sürya-nice ve İbranîce dilinden birtakım kelimeler naklederek Arapların Yahudilerle diğer din sahiplerine komşuluklarından dolayı bu kelimeleri kullandıklarını pekiştirir. [15]Bu kelimeler arasında: kelimelerinin de geçtiğini zikredelim.

Kur´an´ın isimlerinden biri de dır. Allah Tealâ şöyle buyuruyor: [16]. kelimesi Ârâm? asıllıdır. Kelimenin kök manası, ayırdetmek olup bu isimlendirme ile, bu kitabın hak ile batıl arasını ayırt etmesi iş´ar edilmektedir.

Kur´an´ın isimlerinden bir diğeri ise dir. Şeref manasına gelen bu kelime kök itibariyle tamamen Arapçadır. Yüce Allah şöyle buyurur:

Kur´an´ın diğer bir ismi de dir. Yüce Allah şöyle buyurur: [17]. Bu kelime de Arapça olup Kur´anin, vahye-diien ve Yüce Rasûi´ün kalbine indirilen bir vahiy olduğunu da iş´ar etmektedir.

Kur´an´ın yaygın ve meşhur isimleri bunlardır. Ancak bazı alimier bu sayıyı kabartarak mübalağaya düşmekte, hatta ez-Zerkeşî, Kadı Şeyzele´-den [18] nakille ellibeş isim zikretmektedir. Hiç şüphesiz o, Kur´an´m isimleriyle sıfatlarını biri birine karıştırmıştır. Meselâ ona göre Yüce Aliah: akilli [19] buyurduğu için isimlerinden biri dır. [20]. buyurduğu için «» dir. [21] buyurduğu için dir. [22] buyurduğu için isimlerinden bir diğeri dir. Alimlerden bazısı[23] bu sayıyı doksan küsura ulaştırır.

Kur´an, -onu hangi isimle isimiendirirsen isimlendir- Peygamber´e (SAV) indirilen, mushaflarda yazılan, tevatürle nakledilen, tilavetiyle te-abbüd olunan mu´ciz kelâmdır. Kur´anın bu şekilde tarif edilmesi, usûi âlirn-leriyie fukaha ve Arap dili âlimleri arasında ittifak edilen bir husustur. [24]


Vahiy Vakıası


Muhamrned, ne RasuHerin ve ne de vahiy adına insanlara hitabeden ve göğün sözlerini onlara aktaran nebilerin ilkidir. Ta Hz. Nuh zamanından beri, Allah´ın sözlerini insanlara aktaran ve kendi nevalarından konuşmayan, seçilmiş kimseler zaman zaman geldi. Allah´ın onunla kendilerini desteklediği vahy, kendisiyle Muhammedi desteklediği vahiyden farklı değildi. Aksine vahiy vakıası hepsinde aynı idi. Çünkü kaynağı birdi; hedefi birdi. [25] Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

«Nuh´a ve ondan sonraki peygamberlere vahyettiğimiz gibi (Habibim) sana da vahyettik; ve yine İbrahim´e, İsmail´e, İshak´a, Yakub´a, Yakub´un evlatlarına, İsa´ya, Eyyub´a, Yunus´a, Harun´a, Süleyman´a vahyetik ve Davud´a Zeburu verdik. Gönderdiğimiz öyle peygamberler vardır ki, onları, bundan (bu sûreden) önce sana beyan ettik. -Öyle peygamberler de vardır ki, sana onların kıssalarını bildirmedik; ve Allah, Musa´ya (vasıtasız) hitabetti» [26]. Açıktır ki ayetin isimlerini sarahaten zikrettiği peygamberlerin özellikle zikredilmeleri, İsrailoğuilarının en meşhur peygamberleri olmalarındandır. Onlar hakkında söylenen haberler, Hicaz ve çevresinde Rasuiüllah (s.a.v.) e komşu bulunan Kitab Ehli arasında yaygındı» [27].

Onun için Kur´an´ı Kerim, Muhamrned´in kalbine indirilene vahiy demeye özen göstermiştir. Ta ki, bütün peygamberlerle ona gelen vahiy . hem mana ve hem de iâfız olarak birbirine benzesin. Kur´an şöyle buyuruyor:

«Yıldıza (Süreyya), battığı zaman kasem olsun ki, Sapmadı doğru yoldan arkadaşınız (Hz. Peygamber), azıtmadı da; (haberiniz olsun ey Kureyş halkı). O nevadan (ken-

di nefsinden) söylemiyor. Kur´an sade bir vahiydir, ancak vahyolunur.» [28]

«Deki: «Onu kendiliğimden değiştirmem benim için olmayacak şeydir. Ben, vahiy olanından başkasma tabi olmam.» [29].

«Onlara (istedikleri) bir âyet gelmediği

vakit derler ki: «Kendinden (onları derib) onları toplasaydın ya!» De ki: sRabbımdan bana ne vahy olunursa ben ancak ona uyarım.» [30]

Ayrıca akıl sahibi kimselerin vahyi tuhaf karşılamalarını onlara yakıştırmaz ve şöyle buyurur:

«İnsanları korkut, iman edenlere Rabler:

indinde kendileri için muhakkak bir kademi sıdk olduğunu müjdele diye içlerinden bir ere (Peygambere) ettiğimiz Vahy insanlar için şaşılacak bir şey mi oldu ki o kâfirler: «Bu, seksiz şüphesiz ve apaçık bir sihirbazdır» dediler» [31]. İnsanların beşeriyette müşterek olmaları, Allah´ın aralarından birini dilediği ilim, hikmet ve imana aday seçmesine engel olduğuna mantık hüküm verebilir mi? Mantık bu seçimi bir tuhaflık saymaya yetkili-midir ki, insanlar meseleyi alaya alsın ve küfür ehli bu vahyi sihire benzetsin?

Tuhaf karşılanmayan vahiy, anlaşılması kolay ve kapalılıktan uzak bulunanı olmalıdır. O halde dinin nazarında bu vahyin hakikati nedir? Hz. Muhammed´e geleni ile diğer Peygamberlere geleni arasında ne gibi bir farklılık vardır?

Din, bu şekildeki süratli gizli haber vermeyi «vahiy» olarak isimlendirirken, vahiy kelimesinin lügat manasından uzaklaşmış değildir. Vahyin kullanıldığı manalar:

a. İnsan için söz konusu olan fıtrî vahiy. Yüce Allah´ın: «Musa´nın anasına onu emzir diye ilham ettik.» [32] sözü île [33]. ayetlerinde olduğu gibi.

b. Hayvan için söz konusu olan içgüdü. Yüce Allah´ın şu sözünde olduğu gibi: [34]

c. Rumuzla ve ima yollu süratli işaret! Hz. Zekeriyya´dan bahisle şu ayette geçtiği gibi: [35]Bu âyetin tefsirinde biiinen, Hz. Zekeriyya´nın onlara bir işarette bulunduğu ve konuşmadığı dır. Şairin şu sözlerinde de ayni manada kullanılmıştır: «Ona öyie bir bakış baktım ki, niteliklerinin harikalığında düşüncemin incelikleri şaştı.

Göz kırpması ona, onu sevdiğimi iletti. Ve o iletiş yanaklarında etki yaptı.»

d. Vücut organlarıyla ima. Şairin şu sözünde olduğu gibi: «Ona bir bakış baktım, vasıflarının fevkaladeliğine düşüncenin incelikleri şaştı. Göz kırpış; ona, onu sevdiğimi ima etti. İma, yanaklarında etki yaptı. [36]

Kur´an-ı Kerim pyrıca şeytanın vesvesesi ile kötülükleri insana hoş göstermesini de vahiy ile ifade ederek şöyle buyuruyor [37]Yine şöyle buyuruyor: [38]

Kur´an-ı Kerim, Allah´ın acilen emirlerini yerine getirmeleri için meleklerine ilka ettiği şeyleri de vahiy olarak isimlendirir [39]

Allah´ın, peygambere ulaştırmak üzere meleği mükellef kıldığı münez-zel kitapların ayetlerini vahiy olarak ifade etmesi ile Peygamberin kendisine vahiy ifadesi arasında sıkı bir ilişki vardır. İki ifade arasındaki mana farklılığı, vahiy meleğinin vahiy vazifesini tam bir sadakatla yerine getirmesi ile peygamberin onu anlayıp hıfzetmesi, onu tebliğ etmesinden başka bir şey değildir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: «Kuluna, (kulunun) vahyedeceğini vahyetti.» [40]. Çünkü burada kastedilen, Allah´ın, güveniir olan vahiy meleği Cebrail´e, Cebrail´in peygamberlerin sonuncusu Muhammed (s.a.v.) e vahyedeceğini vahyettiğidir. O halde bu âyetteki vahyin delâlet ettiği mana şu aşağıdaki ayette geçen tenzil kelimesinin delâlet ettiği manadır: (Kur´an) muhakkak ve muhakkak âlemlerin Rabbı (tarafından) indirilmedir. Onu Ruhu´l-Ernîn, inzâr edicilerden olasın diye, senin kalbine indirmiştir.» [41]

Ancak Kur´an-ı Kerim, süratli bir şekilde ve gizli olarak haber vermeyi vahiy olarak isimlendirirken vahiy kelimesinin lügat manasını gözetmekle birlikte Allah ile kendilerine indirdiği kitaplara namzet olarak seçtiği peygamberlerle gaybî ve gizli ittisali sadece vahiy meloğiyle olmamıştır. Aksine, bir âyette vahyin üç şekline işaret edilmiştir:

a. Mânânın Peygamberin kalbine ilhamı.

b. Allah´ın Perde arkasından Peygamberle konuşması. Nitekim Yüce Allah ağacın arkasından Hz. Musaya nida etmiş ve Hz. Musa da bunu duymuştu.

c. Vahiy denirken dindar bir kimsenin norma! ölarcfk anladığı şekildir ki, bu da melek vasıtasıyla olan vahiydir. Vahiy meleği ya bir insan suretinde veya kendi aslî suretinde olduğu halde Allah´ın ulaştırmasını istediği talimatı getirip Peygambere tebliğ eder.Söz konusu ettiğimiz bu üç şekil şu ayette ifade edilmektedir: «Hiç bir insan yoktur ki Allah´ınonunla (doğrudan doğruya) konuşması olsun, ancak vahy ile, yahut perde arkasından, yahut bir Peygamber gönderipte kendi izniyle dileyeceğini vahy etmesi sureti ile olur. Çünkü O çok yücedir, hikmet sahibidir» [42] O halde «vahiy» olarak isimlendirilen bu gizli ve süratli haber vermenin kendine has özel şekilleri vardır. Ayrıca bu şekiller, Kur´anın naza-nnda gizlilik ve sürat bakımından vahye benzeyen eski ve yeni haber verme şekillerinden farklıdır. Onun için Kur´an-ı Kerim bütün Peygamberlerde vahiy mefhumunun aynı olduğunu açıklamasına rağmen Kitabı Mukaddes Sozlüğü´nde [43] vahyin «Allah´ın ruhunun, ruhî hakikatlerle gaybî haberlere muttali olmaları için, şahsiyetlerinden hiç bir şey kaybetmeksizin mülhem kâtiplerin kalblerine hululüdür. Bu mülhem kâtiplerin herbirinin kendilerine has telif şekilleri ve ifade üslûpları vardır.» şeklinde tarif edilmesi esef vericidir. Bizim teessüfümüz burada iki bakış açısının birbirinden farklı olmasıdır. Çünkü -bu sözlüğün tarifine göre- vahiy Allah´a bağlı ve O´ndan kaynaklanan dinî aiandan çok uzak ve insanlığın çeşitli şekillerine; mülhem şairlerle arif mutasavvıflarda saf ve temizine, kâhin ve sihirbazlarda bozuk ve bulanık çeşitlerine şahit olduğu keşf medlulüne çok daha yakındır.

Kelimeleri yerli yerinde kullanmamaktan dolayı vahy vakıası ile keşf ve benzeri ilham, sezgi, bilinç altı ve bilinçsizlik gibi kelimeler arasında kalın bir çizgi çizmeyi gerekli görüyoruz. Ne yazık ki günümüzün aydınlan, yabancılara benzemek sevdasıyla bu gibi kelimeleri ağızlarına sakız yapıyor ve diğer peygamberlerle peygamberlerin sonuncusu Muhammed (s.a.v.) e gelen vahyi büyük bir saflıkla bu gibi kelimelerle izah etmeye kalkışıyorlar.İddia eden herkese keşfi ispatlamak pek kolaydır ama vahiy iddiasında bulunan bir kimse bu iddiasında İsrar etse de onu reddedebiliriz.

Keşf, açık ve sınırları belli bir anlamdan uzaktır. Çünkü çoğu zaman o, çalışma ve gayretin yahut ruhî egzersizlerin ya da uzun düşünmenin bir neticesidir. Kalbde ne tam bir yakîn ve ne de tam bir şüphe doğurur. O, daima şahsî bir şey olarak kalır. Hakikati, daha üstün ve yüce bir kaynaktan almaz. Ariflerin keşfi ve erenlerin ilhamı, kalbin yakine ulaşmaksızın bildiği bir nazdır. [44]. Kalb ona sürüklenirken, hakiki kaynağını bilmeden ona yönelmiştir. Haz ve zevk ehlinin her haz ve zevki ona dahildir. Hatta Yu-nanlılardaki şiir tanrıları efsanesi ile cahil Araplardaki şiir şeytanları da onun kapsamı içerisindedir.Hiç şüphesiz keşif de, ilham gibi psikolojinin ilgilendiği konulardan biridir ve onu iddia edenlerce bile hâlâ mübhem hususları ihtiva etmekte­dir. Çünkü bu gibi şeyler «bilinç dışı» alanının içine girmektedir. [45]. Bu alan -isminden de anlaşıldığı gibi- şuur hallerinden çok. uzaklardadır: Şayet bir kimse için: O, keâf ve ilham sahibidir denilirse o, bununla peygamberlik ve vahiy derecesine yükselmez. Çünkü her vahiyde tam bir şuur ve kavrayış vardır. [46] Her Peygamberlikte, peygamberliğin anlamı ve hedefi açık ve nettir.Vahiy vakıasında dinî hakikatler ve gaybî haberler tabiatları itibarıyla meçhul perdesini aralamayı ferasete ve sezgiye bırakan şuur dışı yollardan uzaktır. Ayrıca mantıkî deliller ve zamanla olgunlaşan düşüncelerle mechuiün bilinmeyen yönlerini ortaya çıkararak zahirî duygu ölçülerine de uymak mecburiyetinde değildir. [47] O, ancak iki zat arasında geçen ulvî muhavere düşüncesine tabidir: Konuşan, emreden ve veren zat, bir de muhatap olan, emirleri yerine getiren ve alan zat.

Yüce Peygamber, kendisinden rivayet edilen hadiste vahyin kalbine inişini bu şekil üzere tarif ediyor ve şöyle buyuruyor: Bazan bana çıngırak sesine benzer bir sesle gelir. Bana en şiddetli planı budur.

Onun söylediğini belledikten sonra, o benden ayrılır. Bazan da melek bana bir adam suretinde gelir. Ve benimle konuşur. Ben de, ne söylediğini iyice bellerim.» [48]

Rasulüllah (s.a.v.) burada vahyin iki şeklini açıkça beyan etmektedir: Bunlardan biri, ağır sözün kalbine vahyedilmesi yoludur. Bu sırada Rasulüllah çıngırak sesine benzer ard arda devam eden bir ses duyar. [49]. İkin ci şekil ise, Cebrail´in insan suretinde gelmesidir. Cebrail (a.s.) suretinde geldiği kişi şekli, Rasulüllahın kendisine güven duyup korkmayacağı bir şekildir. Birinci şekilde gelen vahyin daha zor ve getirdiği sözlerin, dayanılması daha güç olduğunda şüphe yoktur. Nitekim Yüce Allah: «Gerçek­ten Biz sana ağır bir söz vahyediyoruz.» [50] buyuruyor. Öyle ki, vahiy geldiğinde Rasuiüilah alnında tane tane ter dökerdi. Mü´minlerin Anası Hz. Aişe´den, şöyle dediği nakledilir: «Rasuiüilah (s.a.v.) i, soğuğu pek şiddetli bir günde kendisine vahiy gelişine şahid olmuşumdur. Vahiy gittiğinde şakaklarından şapır şapır ter dökülürdü.» [51] Bu şekilde gelen vahyin ağırlığı bazan öyle bir dereceye ulaşırdı ki, Rasulüllah (s.a.v.) devesinin üze rinde ise, deve ağırlıktan yere çöküyordu. Bir defasında Rasulüllah (s.a.v.) in dizi, Zeyd b. Sabit´in dizi üzerinde olduğu bir sırada vahiy geldi. Bu, Zeyd´e o kadar ağır geldi ki, neredeyse bacağı kınlıyordu. [52].

İkinci şekil ise daha hafif ve gelişi daha lâtiftir: ne çıngırak sesleri vardır ve ne de terleyen alın. Sadece vahyi getiren ve vahyi alan bakımından bir benzerlik mevcuttur. Her ikisi için taşınması da, alınması da kolay olan bir vahiydir. Ancak her iki durumda da, Rasulüllah (s.a.v.) kendisine gelen vahyi iyice anlamak için son derece dikkatlidir. Nitekim birinci şekil için: «Vahiy ayrıldığında ne dediğini iyi bellemiş olduğum halde ayrılır» İkinci şekil için de: «Benimle konuşur ve ben de ne dediğini iyice bellerim» buyurmaktadır. Böylece inen Kur´an´ın inişi anında gelen vahiy kendisi için ağır osun veya hafif oisun vahiy gelmeden önee de, gittikten sonra da ve vahyi aldığı esnada da şuuru tam yerinde olduğu halde tebliğ edileni tam olarak anladığını ifade etmektedir. Ayrıca şuuru tam yerinde olduğu için -Kur´an´ın inişi boyunca- emi alan beşerî şahsiyeti ile yüce ve emredici Vahiy şahsiyetini biribirine ka rıştırmamıştır. O, daima Allah´ın huzurunda zayıf bir insan oiduğunun şuu runda olmuş, kalbi ile Allah arasına bir engelin girmesinden korkmuştur Bize kadar intikal eden duasında Rabbına şöyie yalvarmıştır: «Allah´ım! E> kalbieri yönlendiren, kaibimi sana itaata yönelt! Allah´ım! Ey kalbleri ters yüz eden, kaibimi dinin üzere sabit kıi!» Hatta vahyin ilk geldiği sıralardc -bazı ayetleri unutma korkusuyla- gelen vahiy son bulmadan alel acele kendisine vahyedileni tekrar etmeye koyuluyordu. Cebraiün kendisine teb ligden hemen sonra harf harf tekrar etmeye büyük caba harcıyordu [53] Nihayet Yüce Allah Kur´an´ı parça parça indirmekle ezberlemesini kendisine kolaylaşîırmsş ve va´dine tam oiarak inanmasını emrederek şöyle buyurmuştur: «(Ey Rasulüm, vahiy daha tamamlanmadan) ona acele ederek, (kelimeleri kaçırmıyayım diye) dilini onunla depretme; Çünkü o Kur´an´ı (kalbinde) toplamak ve dilinde okuyuşunu sağlamak bize aiddir. Biz onu (Cebrail diii ile) okuduk mu, sen onun okuyuşunu takib et. Sonra onu açıklamak da muhakkak bize aiddir.» [54] Ve gereği olmayan bu acelecilikten de onu sakındırarak şöyle buyurmaktadır: «... (Ey Rasulüm, Cebrail tarafından) sana vahiy tamamlanmazdan evvel, (unutma korkusu ile) Kur´an´ı okumada acele etme: «-Rabbim; Benim ilmimi artır.» de.» [55] Rasulüllah´ı Allah´ın huzurunda, O´ndan yardım dileyen, hidayete kavuşturmasını ve affedilmesini talebeden, emroiunduğuna dört eile sarılan ve bazen şiddetli kınamalara muhatab güçsüz bir kul olarak tasvir eden Kur´an Ayetlerini okuyan kişi kalbinin derinliklerinde hissedeceği vicdanî duygu. Yaratan ile yaratılanın sıfat, zat ve üslubları arasındaki nihayetsiz farkı kendisine gösterecektir.

Muhammed (s.a.v.) in Kur´an´da anlatılan tavrı; Rabbinin emirlerine muhalefet söz konusu olduğu zaman O´nun azabından korkan ve bunun için de emirlerine bağlanan, rahmetini dileyen ve Allah´ın Kitabından tek bir harfi bile değiştirmekten âciz olduğunu itiraf eden mutî kuiun tavrıdır. «Böyle iken, ayetlerimiz Müşriklere birer açık delil olarak okunduğu zaman, karşımızda hesap vermeyi ummayanlar. «? Bundan başka bir Kur´an getir veya bunu değiştir» dediler. Sen de de ki: ´Onu kendiliğimden değiş-tirmekliğim, benim için mümkün değil. Ben, ancak bana vahyolunana uyarım. Ben, Rabbime isyan edersem, gerçekten büyük bir günün (kıyametin) azabından korkarım.´ De ki: ´Eğer Allah dileseydi, ben Kur´an´ı size okumazdım ve hiç bir suretle Allah onu size indirmezdi. Bilirsiniz ki ben içinizde bundan önce (kırk yılv kadar) bir ömür durdum (okuyup yazdığım bir-şey yoktur.) Artık Kur´an´ın kendi tarafımdan olmadığını (sırf Allah´ın vahyi olduğunu) düşünmez misiniz?» [56]

Yaratıcının niteliği iie yaratılmışın niteliği arasındaki farkı söz konusu eden bu âyetler gibi Kur´an´da daha nice âyetler vardır. Bu âyetlerde Peygamber (s.a.v.) in diğer insanlar gibi bir insan olduğu, sadece tebliğ etmekle mükellef bulunduğu, Aiiah´m hazinelerine sahip olmayıp gaybı bilmediği açıkça tasrih edilmektedir. O, hiç bir zaman insan olmanın ve ya-ratılmışlığın sınırlarını aşan bir hakimiyet sıfatının bulunduğunu iddia etmemiştir. «De ki: -Ben ancak´sizin gibi bir insanım. Yalnız ilâhınız bir tek İiâh´tsr-, diye bana vahy olunuyor. Onun için her kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse saiih bir amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibadete hiç kimseyi ortak etmesin.» [57] «De ki: «Ben kendim için, Allah´ın dilediğinden başka, ne bir fayda (yi celbetme) ye, ne de bir zararı savmay)a muktedir değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbet daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık da dokunmazdı.»[58]«De ki: ´Ben, Allah´ın hazineleri yanımdadır, diye size söylemiyorum, gaybı da bilmem. Size, ´Melek´im de demiyorum. Ben, ancak bana vahyolunan Kur´an´a uyarım...´» [59].

Yukardaki ayetlerin başındaki «De ki» ibaresinde Arap selikasına sahip kişilerin kavrayabilecekleri lâtif bir hedef vardır ki, o da, hitabın Rasu-iüllah (s.a.v.) e yönelik olması ve O´na, ne söyleyeceğini öğretmesidir. O´ (s.a.v.) kendi indinden konuşmaz, aksine kendisine vehyedüene tabi olur. Onun için «De ki» ifadesi Kur´an-ı Kerimde 300´den fazla yerde tekrar edilmiştir. Tâ ki okuyucu Muhammed (s.a.v.) in vahiy konusunda hiçbir dahimin bulunmadığını daima hatırlasın. Onun, ne cümle ve ne de kelime üzerinde bir tasarrufu vardır. O, hitabı alır. Kendisi muhataptır, konuşan ve düşündüğünü söyleyen değildir.Konuşan ve vahyi indiren Allah´ın sıfatı iie, muhatap durumda olan ve vahiy alan Peygamberinin sıfatı arasındaki fark, Allah´ın Peygamber­lerini hafif veya şiddetli bir şekilde kınadığı, daha önce işlediği veya daha sonra işleyeceği günahları affettiğini bildiren âyetlerde daha da açıklık kazanmaktadır. Allah´ın Rasu!üne affedildiğini bildiren hafif kınaması. Tebük Gazvesinde Rasulüilah´ın, savaşa katılmalarına izin verdiği kimseleri söz konusu eden hitaptır. «Hay Allah afiyet veresice şu (mazeretinde) sâdık olanlar sana besbelli oluncaya ve sen o yalancıları bilinceye kadar, neden izin verdin onlara?» [60] Affetmenin ancak bir günah için ve yarhğamanın da ancak bir günahın yapılmasından sonra söz konusu olacağı malumdur. el-Feth süresindeki şu âyeti kerime bunu açıkça anlatmaktadır. « (Ey Rasûlum, Mekkenin ve diğer memleketlerin fethine sebep olacak Hudeybiye sulhu ile) biz sana gerçekten açık bir zafer verdik. Öyle ki, (bu yüzden) Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlayıp üzerindeki nimetini, (dinin yücelmesini) tamamlayacak vs seni dosdoğru bir yolda sabit kılacaktır.» [61].

Kur´anın bu açık beyanından sonra -er-Râzî gibi- bazı müfessirler affetme sözünün, günahın varlığına işaret olmadığını isbatlama çabasına giriyorlar. Onlara göre Aiiah´ın´Peygamberini kınaması, Peygamberin evlâ olanın hilâfına davranmış olmasındandır. Reşid Rıza´nın dediği gibi «Bu ´in (günahın) manası konusunda sonradan ortaya çıkan ıstılahlarla özsl örf -ki buna göre "in manası masiyettir- üzerinde donuklaşmaktadır. Allah´ın Kitabına ve dil kaidelerine ters düşen ıstılahlarına ve örflerine tutunarak Allah´ın Kitabında anlattığını olduğu gibi kabul etmekten kaçınmaları gerekmşzdi.» [62]

Şiddetli kınamaya gelince el-Enfal süresindeki fida ayetleri bu hususu dile getirmiş ve Peygamber´i sert bir şekilde tenkid ederek inzar etmiştir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) ve ashabının büyük çoğunluğu, Bedir esirlerinden fidye alınmasını tercih ederek henüz yer yüzünde güçlü bir duruma geçmeden ve insanlar arasında hakim bir mevkie ulaşmadan İslâmın daha ilk savaşı olan bu savaşta dünyanın geçici metaını, dinin galibiyetine tercih etmişlerdi. Onun için kınama ifadesi, Peygamber ve Rasuüerin sıfat­larıyla ilgili bir prensibi takrir eden gene! bir ifade olup hitab, direkt olarak Rasuiüllah (s.a.v.) e yapılmamıştır. Ayeti Kerime menfî bir ifadeyle başlamakta ve hemen ardından Peygamberlerden bir Peygamberin şu şekilde fidye karşılığında esirleri serbest bırakmasını büyük gören ifadelerle devam etmektedir: «Hiçbir peygamber için, yeryüzünde ağır basmadıkça (düşmana üs.tün gelmedikçe), esirleri bulunmak (ve ondan fidye almak) vâkî olmamıştır. Siz, geçici dünya malını istiyorsunuz. Halbuki Allah, âhi-reti kazanmanızı diliyor. Allah Azîzdir (dostlarını düşmanlarına üstün kılar), hükmünde hikmet sahibidir. Eğer Allah´dan bir yazı (kader) geçmiş olmasaydı, aldığınız fidyeden dolayrrnutlaka size büyük bir azab dokunur du.» [63] Şiddetli kınamayı ihtiva eden yerlerden bir diğeri, Abese Süresindeki şu âyetlerdir: «(Peygamber) hoşlanmadı ve yüzünü çevirdi. Kendisine o âmâ geldi diye... Onun halini sana hangi şey bildirdi? Belki o, (senden sormakla cahalet kirinden) temizlenecekti, yahud öğüt alacaktı da, o öğüt kendisine fayda verecekti. Amma (malı ile Allah´a) ihtiyaç göstermeyene gelince; Sen ona dönüp sözüne kulak veriyorsun. Onun (Islâmı kabul etmeyip) temizlenmemesinden sana ne? (Sen ancak tebliğe memursun). Amma sana koşarak gelen, Allah´dan korkmuş iken, sen ondan yüz çeviriyorsun. Hayır, (bir daha böyle yapma). Çünkü o Kur´an bir öğüttür.» [64] Bütün bunlardan daha şiddetlisi ve Rasulüllah (s.a.v.) e yöneltilen şu itizar ve tehdittir: «Eğer biz sana sebat vermemiş olsaydık, sen onlara az bir şey meyîe varacaktın. O takdirde, dünya ve ahiret azabını iki kat olarak sana muhakkak taddıracaktık. Sonra bize karşı, kendin için hiç bir yardımcı bulamıyacaktm.» [65]Ve Allah´ın şu sözünde kınama ve inzar zirveye ulaşıyor: «Eğer o Peygamber, bazı sözler uydurup bize isnad etmeye kalkışsaydı, elbette biz onu kuvvetle yakalar ve ondan intikam alırdık. Sonra da muhakkak onun kalb damarlarını keserdik, (boynunu vururduk). O vakit sizden hiç biriniz ona siper de olamazdınız.» [66]

ez-Zemahşeri, bu ayetin tefsirinde şöyle demektedir: cBunun manası şudur: Şayet söylemediğimiz bir şeyi söylediğimizi iddia etse, kralların, kendilerine karşı yalan söyleyeni, azab çektirmek ve ondan intikam almak gayesiyle eziyet ede ede öldürdükleri gibi, biz de onu öylecs öldürürüz.» [67]

Bu tehdit edici, korkutucu ve kınayıcı ayetlerde Rasulüîlah (s.a.v.) in Kadir, Kahhar, ve en büyük güç sahibi, her dilediğini yapabilen Rabbinin huzurunda zayıf bir yaratık olduğunu müşahade ediyoruz. Yine Rasulüllah´-ın me´mur kişiliği ile âmir durumunda olan Allah´ın zatı arasındaki farkı açıkça anlıyoruz.

Rasulüllah (s.a.v.) kendisine inen vahiy ile Allah´dan aldığı ilham sonucu olan sözlerinin arasını tam bir şuurluluk ve açıklıkla ayırıyordu: Ken di vardığı kanaat ve düşünceler tamamen beşerî vasfının bir eseriydi. Bunların Rabbani sözle karışması asla mümkün değildi. Onun için vahyin inmeye başladığı ilk sıralarda Rasulüllah (s.a.v.) Kur´an´dan başkasının yazılmasını yasakladı. [68] Ta ki Kur´an´ı Kerim Rabbanî sıfatını muhafaza elsin ve bu niteliği taşımayan şeylerle karışmasın. Her bir veya birkaç âyet indiğinde´ Rasulüllah (s.a.v.) hemen vahiy kâtiplerinden birini çağırır ve inen vahyi yazdırırdı. Böylece Kur´an´ı Kerim indikçe tedvin ediliyordu. [69].

Belki de bütün bunların bazı araştırmacılar nezdinde hiç bir değeri yoktur. Peygamber (s.a.v.) in, vahyi unutmamak endişesiyle hafızasını yormaktan sakındırılması bile onlar için bir önem taşımaz. Oysa bütün bu

hakikatlar karşısında vahiy vakıasının, Peygamberin zatmdan tamamen müstakil olduğunu söylemekten başka bir alternatifimiz yoktur. Vahiy, Peygamberin ruhi ve psikolojik durumlarından tamamen bağımsızdır. Öyle ki, o, Kur´an´ı ezberlemek için hafızasını kullanma hakkına büe sahip değildir. Aksine Kur´an´ın kendisine ezberletilmesini Allah tekeffül etmiştir. [70] Bütün bunlardan sonra Peygamber (s.a.v.) görevli olan zatı ile âmir durumunda olan Alllah´ın zatı arasındaki farkın şuuruna nasıi varmaz kabul edilebilir?

Peygamber (s.a.v.), hadislerinden bir kısmı «tevkîfî» olup mânasını vahiyden aldığı ve bu hadisleri âyetlerin tefsiri ile sıkı sıkıya bağlı bulunduğu halde vahiy kâtiplerini bu hadisleri yazmaktan sakındırmıştır. Oünkü bu hadisler mana yönüyie vahiyden alınmakla birlikte ifadeler Peygambere aittir. Onları kendi üslubuyla ifade etmiştir. Oysa ne kendNnin ve ne de uaşkasınm üslûbunun Kur´an´g karışma hak ve salahiyeti vardır.

Hatta âlimlerin, manaların Allah´tan olduğunu itiraf ettikleri veya birçoğunun Allah tarafından indirildiğini söyledikleri kudsî hadisler bile Kur´an1-dan uzak tutulmuş, ve ayrı kabul edilmiştir. Peygamber (s.a.v.) bunların Kur´an´a karışmaması için büyük hassasiyet göstermiş ve baş taraflarında dinleyicinin, lâfızlarının Peygambere aid olduğunu bilmesini sağlayan ifadeler, kullanmıştır.Muhammed (s.a.v.), her ne kadar insanların en fasihi ise de onun üslûbu iie Kur´an´ı indiren ve güç ve kudreti elinde tutanın üslûbu arasında ne kadar fark vardır!

Âlimler bu hususa çok dikkat ve titizlik göstermiş, kudsî hadisle istiş-had edenlerin, hadislerin başında «Rasulullah, Rabbinden rivayet ettiği hadiste veya Rasulünün rivayetine göre Yüce Allah şöyle buyurmaktadır, yahut Allah Tealâ Kudsî bir hadiste şöyle buyurur» gibi ifadeleri kullanmalarını zarurî görmüşlerdir.

Burada Kur´an´ın icazını anlatacak değiliz. Kitabımızın sonunda bu konuya yer verdik. Burada bizi ilgilendiren husus; Peygamber´in kendi sözü ile Allah kelâmı arasındaki sonsuz farkın şuurunda olduğudur. Bu ayırım, tevkîfî ve kudsî hadislerde apaçık olduğuna göre, Rasulüllah´ın dünyevî görüşleri için sözkonusu olması evliyetledir ve buradaki fark daha da açıktır. Karşılaştırmada fazla uzağa gitmeye gerek yoktur. «Hurma ağaçlarının aşılanması» meselesi meşhurdur: Rasulullah (s.a.v.), hurma ağaçlarının tepesine çıkmış ve aşılamakla meşgul kimselerin yanından geçerken: «Bu nun bir faydasının olacağını sanmıyorum» buyurmuştur. Kendilerine Rasu-Killah´ın bu sözü ulaştırıldığında aşılama işinden vazgeçmişlerdir. Daha sonra Rasulüilah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: «Şayet onlara bunun bir faydası varsa, onu yapsınlar, ben ancak bir tahminde bulundum. Tahminden dolayı beni kınamasınlar. Lâkin size Allah´dan bir şeyi haber verirsem, onu mutlaka alın. Çünkü ben Allah´a asla yalan isnad etmem.» Şuna dikkat edelim ki, en-Nevevî Müslim´in Sahih´inde bu hadisi şu başlık altında al­mıştır: «Rasulüllah´ın din olarak söylediklerine uymanın gerekliliği ve bunun dışında dünyevî maişetle ilgili olarak içtihadıyla söylediklerine uymanın gerekli olmadığı» [71].

Müslim´in diğer bir rivayeti ise şu sözlerle bitmektedir: «Dünya işlerinizi siz daha iyi bilirsiniz.» [72] Peygamber (s.a.v.) beşerî bir ihtimal olarak ileri sürdüğü zanna dayalı dünyevî tecrübeleriyle, kesin olan Nebevî dînî tecrübesinin arasını kesin olarak ayırmıştır. Ayrıca dünyevî tecrübelerinden dolayı sahabesinin kendisini muahaze etmemelerini dilerken dînî tecrübelerini almalarını ve Allah namına her ne söylerse onu yerine getirmelerini emretmiştir. O böyle bir sözü asla iftira oiarak Aliah´a yükiemez. Bu konuda ne söylerse mutlaka kendiliğinden söylememiştir. Çünkü hiçbir zaman Allah´a yalan isnad etmez. Müteaddid söz ve davranışlarında bu hakikati dile getirmiştir. Bir hadisinde şöyle buyurmaktadır: «Ben de sizin gibi bir beşerim. Zan, hata da eder, isabet de eder. Lâkin size « Allah buyurdu» dedim mi, asia Allah´a yalan isnad etmem.» [73]. Diğer bir hadisinde de, biribirlerini muhakemeye davet edenlerin kaiblerinden geçenleri bilmediğini, muhakeme olmak için kendisine gelenler kendi çağdaşı ve kendi beldesinden, hatta insanlar arasında kendisine en yakın olanlar bile olsa içlerinde neleri düşündüklerine muttalî olmadığını kesinlikle belirterek şöyle buyurur: «Ben ancak bir beşerim. Sizler de muhakeme olmak için yanıma geliyorsunuz. Olabilir ki sizden biriniz, diğerine nazaran delillerini daha güzel anlatır. Ben de duyduğuma göre hüküm veririm. Her kime, kardeşinin hakkından birşey verirsem onu almasın. Çünkü o hakla ona ateşten bir parça veriyorum.» [74]. Bilindiği gibi Ubeyrik Oğuiları Rasulül-lah (s.a.v.) zamanında bir hırsızlık olayında hakikati gizleyip Rasuiüiiah´ı aldatmak istemiş ve asıl hırsızı savunarak Rasuiüiiah´ı, onun hırsız olmadığına dair ikna etmişlerdi. Bunun üzerine suçsuz kimseleri itham eden Ka-tade b. en-Numan´ı kınayarak ona şöyle demiştir: «Ya Katade, kendileri dindarlık ve salah ile bilinen bir aile mensuplarını bir delile dayanmaksızın hırsızlıkla itham etmeye kalkıştın!» Ama bu meseleden hemen sonra şu âyetler inmiştir: «Hainlere yardımcı olma. Ve Allah´dan mağfiret dile. Şüphesiz ki Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir.» [75]. O zaman Rasulüllah (s.a.v.) Ubeyrik Oğullarının kendisini aldattıklarını anlamış ve Katade´ye yönelttiği kınama ve azarlamadan dolayı Allah´dan kendisini bağışlamasını dilemiştir. [76].

Kendisine gelen vahiy vakıasına Rasuiüllah´ı biricik şahid ve kendisini vahiyden ayrı kabul etme hususunda şahsî kanaatini biricik vasıta kabul edersek -yukarıda anlatılanların ışığında- Kur´andan inen karşısında kendisinin şahsî iradesinin yok mesabesinde olduğunu kendisi kabul ediyor. Vahyin gelmesi yahut kesilip gelmemesi isteğine bağlı olan bir şey değildir. Bazan vahiy o kadar ard arda gelir ki ona tahammülü güçleşirken bazan da, en çok ona muhtaç olduğu bir zamanda gelmeyiveriyor!

Vahiy her an için gelebilir: Peygamber yatağına uzanıyor ve uykuya dalar dalmaz birden gülümseyerek başını kaldırıyor. Kendisine el-Kevser (bol hayır) suresi inmiştir.[77] Yine gecenin ancak üçte birinin kaldığı bir sırada savaştan geri kalan üç kişinin afvedildiğini bildiren âyet inmiştir: « (Savaştan) geri bırakılan (ve haklarındaki hüküm geciken) üç (kişi) nin (tevbelerini de kabul etti. Çünkü) yeryüzü bunca genişliğe rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmıştı. Nihayet Allah (in hış­mın) dan yine Ailah´dan başka sığınacak hiç bir yer bulunmadığını anladılar (da bundan) sonra (Allah) onları da eski hallerine dönsünler diye, tevbeye muvaffak buyurdu. Şüphesiz ki Allah, (ancak) O, tevbeyi en çok kabul eöen, hakkıyla esirgeyendir.» [78].

Vahiy, karanlık gecede, aydınlık gündüzde, dondurucu soğukta veya en sıcak günde, sakin geçen bir zamanda yahut savaşın kızıştığı bir sırada, hatta Mescid-i Aksa´ya yapılan isra (gece yürüyüşün) de ve yüksek göklere o!an miracda Peygamberin kalbine inebiliyordu. [79]

Bir de bakıyorsunuz Peygamberin vahye en çok muhtaç olduğu ve onu şiddetle arzuladığı, gelmesini talep ettiği bir sırada vahiy gelmiyor. Cebrail, e!-Alâk suresinin ilk ayetlerini getirdikten sonra vahiy üç yır kesilmişti. -Hz. Aişenin de belirttiği gibi- Peygamber (s.a.v.) buna çok üzüldü. Öyle ki intihar etmek için defalarca yüksek tepelere tırmandı. Ama tepenin zirvesine her çıkışında Cebrail ona görünüyor ve: «Ey Muhammedi Sen gerçekten Allah´ın Rasulüsün» diyordu. O zaman Rasulüllah´ın kalbi sükûn buluyor ve nefsi karar kılıyordu. [80]. Birgün yürüyorken yukarıdan bir ses duydu. Yukarı baktı, bir de ne görsün! Hira Mağarasında kendisine gelen melek! Korktu ve vefalı eşi Hz. Hadice´ye döndü: «Beni örtün» dedi. Allah Tealâ bu sırada «Ey örtülerine bürünmüş olan! Kalk da korkut. Rab-bini yücelt. Giydiklerini temiz tut. Kötü şeyleri terke devam et.» [81] fer-manini indirdi. Bundan sonra vahiy ard arda gefrneye başladı. [82]. Peygamber (s.a.v.) mutluluk duydu. Hüzünlü bekleyiş büyük bir sevince dönüşmüştü. O zaman kesinlikle inandı ki, kendisinin isteğine rağmen kesi­lip gelmeyen bu vahiy kendi zatının dışındadır ve müstakildir. Düşüncesinin haricindedir. Onun kaynağı gayblere vakıf olan Allah´dır.

«İfk hadisesinden sonra tam bir ay müddetle vahyin nasıl gelmediğini kim unutur? [83]. Bir ay boyunca münafıklar Sıddîk´ın kızına iftira ede-durdular. Hakkında utanç verici sözler sarfettiler. Nihayet Rasulüllah´iR kalbine bile şübhe düşmüştü ve mü´minlerin anası eşine: «Ya Aişe! Biliyor sun senin hakkında bana şöyle şöyle sözler ulaştı. Şayet sen bunlardan berî isen Allah senin temiz olduğunu bildirecektir. Ama bir günah işlemiş-sen Allah´dan af dile.» demişti. Olayın üzerinden geçen ve vahyin gelmediği bu bir ayın Rasulüllah (s.a.v.) için uzun yıllardan daha ağır geldiğini kim idrak etmez ki? Münafıklar bu müddet boyunca olmadık sözler söylüyorlardı. Şüphe ve huzursuzluğa yem olan bu Peygambere ne oluyordu da tam bir ay boyunca susup bekledi. Rabbinden vahiy gelinceye kadar bütün bunlara katlandı. Ve nihayet, Mü´minlerin Anasının temiz olduğunu bildiren ayetler geldi. Neden acele edip göğün işine müdahale etmedi? Rahiplerin örtüsüne bürünüp secileri harakete geçirmedi. Buharları salıp iftiracıların iftiralarından sevgili eşini temize çıkarmadı?!

Peygamber (s.a.v.) namazlarda Kabe´ye yönelinmesini büyük bir iştiyakla arzu ediyordu. Onaltı veya onyedi ay bu isteğinin gerçekleşmesini isteyip durdu. [84]. Belki vahiy gelip kıblenin Kabe´ye doğru değiştirildiğini bildirir diye. Lâkin yüce Rasulün isteğine rağmen bu konudaki Kur´an, ancak birbuçuk yıla yakın zaman sonra geldi. [85]. Peygamber (s.a.v.) arzusunu gerçekleştirecek bir vahyi aeaba neden bu kadar bekledi: vahiy geldi deseydi ve bu arzusuna bir an önce kavuşsaydı ya!

Ama vahyin gelişi onun elinde değildi. Ancak Rabbi dilediği zaman gelirdi. Dilediği zaman da kesilirdi. Nazarlıkların ve seçili sözlerin bir faydası yoktu. Muhammed´in duyguları, göğün işini ne öne alıyor ve ne de geciktiriyordu!

Ama Peygamberin şahsiyeti ile vahiy vakıası arasındaki bu apaçık farklıhk için geçmiş ve günümüz materyalistlerine göre ancak bir çözüm yolu vardır: Bu ümmî Peygamber iki şahsiyetlidir. Bunlardan biri şuur sahibidir. Diğeri ise şuursuz ve duygusuzdur. Başka bir ifade ile Muhammed´in şahsiyeti şuur ve şuursuzluk dualizminden müteşekkildir! Acaba insaf sahibi bir araştırmacı bu gibi faraziyelerin hak ile zerre miktar bir ilişkisini kabul edebilir mi?

Araplar öteden beri vahyi vahyeden zat ile onu alan zat arasında ilgiye şaşmış ve yalancı şahitlerin saçmaları gibi saçmalamış, kulaklarını sağa sola dikmiş ve farklı görüşler ileri sürmüş, ama bir türlü hasta akıllarını bile doyuracak bir yoruma ulaşamamışlardır. Yüce AllaJı onların şaşkınlıklarını şu komik ve alaycı tablo ile tasvir etmektedir: «Dediler: «Hayır, (bunlar) saçma sapan rüyalardır. Hayır, onu kendisi uydurmuştur. Hayır, o, bir şairdir.» [86] Kur´anın kaynağını uyuyanın rüyasına veya delinin saç malıklarına, palavracının iftiralarına veya yalancının yalanlarına, şairin ha­yaline veya edibin sezgilerine bağladılar.

Uyuyanın rüyasına gelince. Peygamberin uyanık ve hassas duyguları, dinlenme ve sükun anlarında bile canlı ve dinamik şahsiyeti bunu reddetmektedir. Rasulüliah (s.a.v.) in bu dinamizm ve kavrayşı henüz ilk başlangıçtan, Allah´ın «oku» sözüyle kendisine hitabından beri Kur´an´ın son ayetinin inişine ve vefatına kadar devam etmiştir. Bazı müfessirlerin ve çağımız yazarlarından bazı hüsniniyet sahiplerinin içine düştükleri büyük bir hataya burada işaret etmeyi bir görev sayıyoruz: Bunlar, geniş hayallerinin bir neticesi olarak vahyin ilk gelişinde peygamberi Hira mağarasında uyuyor tasavvur ederler. Oysa Sahîhaynın rivayeti, vahiy geldiği an Peygamberin uyanık bulunduğunu ve hakikati araştırıp Allah´ı düşündüğünü kesinlikle ifade etmektedir. Onun için de korkmuş ve kalbi küt küt vurduğu halde Hz. Hadice´ye gelmiştir. Şayet vahyin gelişi uykuda olduğu bir sırada olsaydı uyandıktan sonra korkusu geçmiş olurdu. Söz, Kur´an´ın buyurduğudur: «Onun gördüğünü kalbi yalanlamadı. Şimdi siz onun bu görüşüne karşı da kendisiyle mücadele mi edeceksiniz?!» [87].

Hz. Âişe, vahyin başlangıcını bu kavrayıcı ve dinamik hassasiyetle tasvir ederek der ki: rçRasulüllah (s.a.v.) e vahyin ilk başlangıcı, uykuda rüyayı saliha şeklindeydi. Hiç bir rüya görmüyordu ki, sabah aydınlığı kadar apaçık gerçekleşmemiş olsun. Daha sonra tenha yerler kendisine sevdirildi. O da insanlardan uzaklaşarak ibadetle meşgul olmak üzere Hira mağarasına gidiyor ve belli birkaç gün üstüste bu mağarada ibadet ediyordu. Sonra Hadice´ye geliyor ve hazırlığını yapıp tekrar dönüyordu. Nihayet hak (vahiy) kendisine geldi. (Bir rivayette, aniden hakla karşılaştı denilmektedir.) O sıra Hira mağarasında bulunuyordu. Melek gelerek: Oku! dedi. Rasulül-lah: Okumasını bilmem karşılığını verdi. Resulüllah buyuruyor ki: Beni alıp üç defa sıktı ve serbest bıraktı ve şöyle dedi: «Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı bir kan pıhtısından yarattı. Oku. Rabbin nihayetsiz kerem sahibidir. Ki O, kalemle (yazı yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini O öğretti.» Rasulüllah kalbi titrer olduğu halde eve döndü. Eşi Huveylid´in kızı Hadice´ye gelerek: Beni örtün! Beni örtün! buyurdu. Onu örttüier bir müddet sonra korkusu geçti. O zaman durumu Hz. Hadioe´ye bildirerek: «Kendi eanım hususunda korkuya kapıldım» dedi. Hz. Hadioe: «Hayır, Al-/ah´a yemin ederim ki O, seni asla mahcup etmiyeoektir. Çünkü sen akrabanı gözetirsin, âciz olanların ağırlığını yüklenirsin, fakire verir, misafiri ağırlar, hak yolunda halka yardım edersin» diyerek onu teselli etti [88].

Burada şunu belirtmeliyiz ki, aleyhissalatü vesselamın yüreğinin titremesi, maruz kaldığı korkuya işaret etmektedir. Çünkü bir anda vahiyle karşılaşmıştı. Önceden böyle bir şey beklemiyordu. Nitekim Allah Teala şöyle buyuruyor: « (Ey Rasulüm), Kur´an´ın sana vahy olunacağını ummuyordun; ancak Rabbinden bir rahmet (olarak sana indirildi). O halde sakın kâfirlere yardımcı olma.» [89]. « (Ey Rasulüm). işte sana böyle emrimizden bir ruh (Kur´an) variyettik. (Halbuki daha önce) sen kitap nedir, iman nedir bilmiyordun. Fakat biz o kitabı bir nur yaptık. Onunla kullarımızdan dilediğimize hidayet vereceğiz; ve muhakkak ki sen doğru bir yola (İslama) çağırıyorsun.» [90]. Yüreğinin titremesinde, el ve ayaklarının soğumasına ve normal olarak bunun bir sonucu olan yüzünün sararmasına, dişlerinin titremesi gibi durumlara işaret yoktur. Aksine vücudunun harareti artıyor, yüzü kızarıyor ve kendisine bir ağırlık çöküyordu. Öyle ki bundan alnı tane tane ter döküyor ve bedeni ağırlaşıyordu. -Yukarıda gördüğümüz gibi- bacağı neredeyse yanındakinin bacağını kırıyordu. Hz. Hadi-ce´den bir örtü isteyerek «beni örtün» demesi, yatağa girip gördüğü o korkunç gaybî manzaranın ve karşılaştığı o ağır sözün etkisini atlatıp örtünün altında dinlenmekten başka bir şey değildi. Onun için Allah Tealâ vahyin kesilişinden sonra dine davet için silkinip kalkmasını emrederek şöyle buyuruyor: «Ey örtülere bürünen! Kalk ve korkut!». Daha sonra da şöyle buyuruyor: «Ey elbiselerine bürünüp yatan (peygamber)! (Namaz kılmak ve ibadet etmek için) gece kalk, ancak birazı müstesna.» Onun ilk defa vahyi alması, bundan sonra her vahiy alışı gibidir. Her defasında tam bir uyanıklık ve tam bir aksiyon içerisindedir. Sinirler her defasında tam yerindedir. Vahyin gelişi için ne zihnî bir hazırlık yapıyor ve ne de sinir nöbetleri geçiriyordu. Hastalık namına hiç bir işaret yoktu. [91].

Beiki de, Arapların «yalancı düşlerden» kasıtları delilik saçmalıklarıdır. Onun için Peygambere: «Öğretilmiş bir deli» [92] demişlerdir. Yine şöyle demişlerdir: «Size gönderilen elçi bir delidir.» Allah (c.c.) Peygamberini teselli ederek iftiralarına şöyle cevap verir: «Nun ve Kalem, bir de satıra yazı yazdıkları şeyler hakkı için, sen Rabbinin (Peygamberlik) nimeti ile bir deli değilsin.»

Uydurulan iftiralara yahut hayalî yalanlara gelince, Arapların kendilerinin Hz. Muhammed´in doğruluğu ve emanete riayeti hakkındaki şahadetleri bunu reddetmektedir. Müfterinin yalanı er-geç ortaya çıkar. Peygamber hangi konuda yalan söylemiştir? Gayb haberleri hususunda mı? Geçmişle ilgili habarlerde mi? Yoksa henüz kapalı bulunan gelecekle ilgili meselelerde mi? Acaba Arapların sınırlı kültürleri bu alanda yalancılarla doğruları biribirinden ayıracak güçte miydi?

Kur´an, ilk yaratılışın ortaya çıkışını ve kesin neticeyi tavsif ederek âhiret hayatının nimetleriyle acıklı azabını, cehennem kapılarının sayısını ve her kapıyla yükümlü olan meleklerin adedini açıklamış ve bütün bunları kendilerine kitap verilen, bu konularda malumatı bulunan Kitap Ehlinin gözleri önünde Araplara anlatarak şöyle buyurmuştur: «Biz o ateşin bekçiliklerine meleklerden başkasını memur etmedik. Sayılarını da küfre­denler için -başka değil- ancak bir fitne yaptık ki kendilerine kitap verilenler sağlam bilgi edinsinler, iman edenlerin de imanları artsın.» [93] Okuma yazma bilmeyen putperest bir kavim arasında yetişen Muhammed gaybî konularda bu tafsilâtlı malûmatı nereden alabilirdi? Gökteki bir gezegenden, yoksa Sirius yıldızı veya Merihten mi?

Kendisine peygamberlik gelmeden önce aralarında yaşamadı mı? Yoksa şimdi mi sapıtıp azıttı? Onu Sadıku´l - Emin olarak isimlendirmemişler miydi?: «Yoksa, Peygamberlerini (doğruluk, emanet ve güzel ahlâkla) tanımadılar da, onun için mi inkâr ediyorlar?» [94]. Bununla birlikte hâlâ inanmıyorlarsa Allah Teâiâ´nın şu sözlerle onları azarlamasında şaşılacak bir durum var mı?: «De ki: ´Eğer Allah dileseydi, ben Kur´an´ı size okumazdım ve hiç bir suretle Allah onu size bildirmezdi. Bilirsiniz ki ben, içinizde´ bundan önce (kırk yıl kadar) bir ömür durdum (okuyup yazdığım bir şey yoktur.) Artık Kur´an´ın kendi tarafımdan olmadığını (sırf Allah´ın vahyi bulunduğunu) düşünmez misiniz?»

Geçmiş milletlerle ilgili nice olay vardır ki, Kur´an onu en güzel şekilde dile getirmiş, Peygamberlerin ısmetiyle ilgili öneeki kitapların hataların! düzeltmiş ve bazı tarihî mugalataları reddererek onları çürütmüş, Hz. Muhammed´i o çağda ve olaylar içinde yaşamışcasına onlara şahit vegözlemci tutmuştur. Peygamberine Hz. Nuh´un kıssasını anlatarak şöyle buyurmaktadır: « (Ey Rasulüm), işte bunlar gayb haberlerindendir. Sana bunları gayb ile bildiriyoruz. Bundan önce onları ne sen bilirdin, ne kavmin... O halde sen de sabret. Şüphe´yok ki, kurtuluş, takva sahiplerinindir.» [95]. Hz. Musa´nın Medyen´deki haberlerinden bir çoğunu izah ederken: « (Ey Rasulürn), biz Musa´ya (Firavuna gitmesine dair) o emri vahyettjği-miz zaman sen Tur dağının yakasında değildin (orada bulunmuyordun.) Şahitlerden de değildin. Fakat biz, Musa´dan sonra birçok ümmetler yarattık da oniann üzerine ömür uzadı (her şey çöktü). Sen Medyen halkı içinde durmuş da ayetlerimizi onlardan okuyarak öğrenmiş de değilsin. Ancak biz seni Peygamber olarak gönderdik (ve bunları sana öğrettik).» [96] buyurmaktadır. Hz. Meryem´in oğlu İsa´yı doğurmasını ve Hz. Zeke-riyya´nın kendisine kefil oluşunu tavsif ederek şöyle buyurur: «İşte bu, Meryem, Zekeriyya ve Yahya (Aleyhisselâm) kıssaları, sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Ey Rasulüm, yoksa Meryem´i hangisi himayesine alacak diye, Tevrat yazdıkları kalemleriyle kur´a atarlarken sen onların yanlarında bulunmuyordun.» [97]. Hz. Yusuf ile kardeşlerinin kıssasını uzunca anlattıktan sonra da şöyle buyuruyor: «Ey Rasulüm, bu kıssa sana vahy ile bildirmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Yoksa o Yusuf´un kardeşleri, işlerine karar verip hile yaparlarken sen yanlarında değildin.»[98].

Zatü´r - Rıka´da Peygamber (s.a.v.) bir ağacın altında uzanıp kılıcını ağaca asıyor. O sırada bir müşrik gelerek kılıcını sıyırıyor ve Peygambere şöyle sesleniyor: «Benden korkuyor musun?». Peygamber: «Hayır» diyor. Adam soruyor: «Seni benden kim koruyacak?». Peygamber: «Allah. Kılıcı nı at!» karşılığında bulunuyor. Adam çaresiz kılıcını yere atıyor.[99]. Bazı rivayetlerde, adamın hemen İslâmı kabul ettiği de nakledilmektedir.

O gayb haberlerini ya kafasından uyduruyordu veya tam inanç sahibiydi. Oysa insanlar Rasulüliah´ta ne kafadan uyduranların hayallerine ve ne de müfterilerin alâmetlerine şahid olmuşlardır. O halde o, inanan samimi biriydi.

Aneak Araplardan bir grup, bir insanın Peygambere Kur´an´ı öğretmiş olabileceği varsayımını ileri sürdü. Vahyin kaynağını Muhammed´in zatının dışında aradılar. Onlar okuma yazma bilmezlerdi. Onun için Peygamberin Kur´an´ı kendilerinden birinden öğrenmiş olacağını ileri sürmeye cüret edemediler. Cahilin kimseye birşey öğretemiyeceğini biliyorlardı. O halde Muhammed´in öğretmenini bulmalıydılar. O büyük öğretmen ve bu ilmin

nemli kaynağı kimdi? Olsa olsa, demircilikle uğraşan ve kılıç yapma işinde çalışan Hıristiyan Rum bir genç ona bu Kur´an´! öğretmişti (?!) Bu genç okuma-yazma bilmese de ökuma-yazma hakkında bir takım malumata sahipti. Olabilir ki Peygamber bazan gidip bu Rum gencin işini seyrediyordu. O ümmî Araplar için fırsat doğmuştu: öğreticisi bu gençti. «Ona bir beşer bu Kur´an´i öğretiyordu.» Kur´an için de fırsat doğmuştu. Bu saçmalıklarını reddetmenin ve ikna edici cevabı vermenin zamanı gelmişti artık: «... pey-gamber´e öğretiyor zannında bulundukları kimsenin dili yabancıdır; bu Kur´an ise açık arabcadır.» [100].

İddialarının altında kaldılar. Muhammed´e tayin ettikleri öğretmenin kabul görmediğini anladılar. Bu defa da iddialarını meçhule yöneltmeyi tercih ettiler: «Şöyle dediler: ´-Kur´an ayetleri, evvelkilerin masallarıdır. Onları (Muhammed A.S.) yazdırtmış da, sabah akşam onlar kendisine okunuyor.» [101]. Böylece okuma yazma bilmeyen o cahil araplar kendilerinden sonra gelecek mülhid kültürlülere yolu açmış oldular. Onlar da, o Arapiann yolundan giderek Muhammed´e dinin gerçeklerini ve tarih felsefesini öğreteni tesbit etmeye koyuldular: Bunlardan kimine göre bu zat, Tevhid konusunda Aryos´un tabilerinden olan Bahîra ismindeki rahiptir. Muhammed´e Kur´an´i o imlâ ettirmiştir. Muhammed küçüklüğünde amcası Ebu Talib´le birlikte gittiği Şam bölgesinde Basra çarşısında kendisiyle karşılaşmıştı. Kimine göre de bu zat, hıristiyan bilginlerden ve Hadice´nin akrabalarından olan Varaka b. Nevfel´dir. İlk defa kendisine vahiy geldiğinde Mekke´de onunla karşılaşmıştı.

Rasulüîlah´ın, bu iki zattan birincisi olan Bahira´yla karşılaşması dokuz veya oniki yaşındayken ve bir defa vuku bulmuştur. Amcası Ebu Talib de bu karşılaşmada kendisiyle birlikte idi. Bu rahip amcasına: «Yeğeninin gelecekte önemii bir durumu olacaktır.» demişti. Mesele tamamen bundan ibarettir. Rasulüîlah´ın Varaka ile karşılaşması ise, Hira mağarasında olup biteni Hadice´ye anlatmasından sonra olmuştur. O zaman Hz. Ha-dice Onu alıp yaşlı ve âmâ olan Varaka´ya götürmüştü. Hz. Ha-dice Varaka´ya: «Amca oğlu, yeğeninin başından geçenleri dinle» demişti. Varaka da «Yeğen, ne gördün, anlat», diye Rasulüllah´a ne gördüğünü sormuş ve Rasuîülah da olup biteni kendisine anlatmıştı. O zaman Varaka: «Bu, Allah´ın Musa´ya gönderdiği vahiydir», karşılığını vermişti. Varaka bu oiaydan kısa bir zaman sonra da vefat etmiştir.[102]

Bu iki iddiayı da çürütmek için Rasulüîlah´ın bu iki zatla gizli olarak görüşmediğini belirtmemiz yeterlidir. Her iki defasında da yalnız değildi. Bahira ile karşılaşmasında amcası Ebu Taüb, Varaka ile karşılaşmasında da Hz. Hadice beraberindeydi. Kaldı ki bu iki karşılaşmada da, Peygamber, gaybî ve tarihî olaylardan ne kadarını öğrenebilirdi ki?

Bazı müsteşriklerin, Mekke´de birçok yahudî ve hıristiyanın bulunduğu hususundaki mübalağalarını reddetmek için kendimizi yormamıza gerek yoktur. Aralarında insaf sahibi bazı zevat onlara bu hususta yeterli cevabı vermişler ve Rasulüllahın ve yahudi bilginlerle ve ne de hiristiyan rahiplerle ilgisi sabit olmadıkça böyle şeyler ileri sürmenin ahmaklık ve cahaletin tâ kendisi olduğunu ifade etmişlerdir.

Bu iddialar içerisinde en basiti ise, yaz ve kış aylarında Mekke´ye gelen tüccarların, geçmiş milletlerle ilgili kıssaları Peygambere öğretmiş olacakları iddiasıdır. Arap tüccarların yahudî veya hıristiyanlarla oturup kalktıkları ve onların meclislerinde bulunduklarına dair elimizde hiç bir belge yoktur. [103] Hz. Muhammed´in kendisi de sadece iki defa Şam´a gitmiştir ki bunlardan birincisinde yukarıda da anlattığımız gibi çocukluğunda amcasıyla birlikte olmuş, ikincisinde ise gençliğinde Hz. Hadice´nin tica­ret kervanını götürmüştü ve beraberinde Hz. Hadice´nin kölesi Meysere bulunuyordu. Peygamber (s.a.v.) kısa süren bu iki yolculuğunda Basra´dan öteye gitmemiştir. Bu büyük akıl sahipleri (??) neye dayanarak konuşuyorlar? Neden bu iftiraları uyduruyorlar?

Mesele apaçık ortadadır. Artık Kur´an elbette bu isabetsiz hayallerle alay ederek kesin bir dille onları çürütecektir: «Bu Kur´an Allah´ındır, O´n-dan başkasına nisbet edilemez. Ancak o, önündekini (daha önce indirilen kitapları) tasdik edici ve kitabın hükümlerini açıklayıcı âlemlerin Rabbin-den indirilmiştir; bunda hiç şüphe yoktur.» [104].

Şairin hayalleri yahut edibin ilhamları meselesine gelince, bazı Araplar, Kur´an´m hayallerini gözeten eanlı tablolar ortaya koymasına, üstün örnekler vermesine lafızlarının çok şey anlatmasına ve kalbe su serper :asılalarıyla tatlı ahengine bakarak bu iddiada bulunmuşlar ve şöyle denişler: «O bir şairdir, biz onun, zmanın getireceği musibetlere uğrama-ıını gözetliyoruz.» Hiç şüphesiz aralarında fesahat sahibi olan kimseler, Cur´an´da şiir diye bir şeyin bulunmadığını, üslûbun daima en üstün oldu-junu, beşer sözü olmadığını biliyorlardı. Öyle ki aralarından biri şöyle denişti: «Onun bir tatlılığı ve hoşluğu vardır. Üstü bereketli ve altı bol mey-elidir. O, bir beşer sözü değildir.» Ancak Kur´an´ı Kerim daima onlara leydan okumuştur. Kendisine benzer getirmeleri için İsrarda bulunmuştur, lihayet bu meydan okumasının karşısında hezimete uğradılar. Kavrulan iğerlerine su serpmek için «O şairdir, o, apaçık bir sihirdir.» demekten aşka bir yol bulamadılar.

Kur´an, önce benzerini getirmeleri için onlara meydan okudu. O, bütünüyle Allah kelâmıdır. Allah´dan daha doğru sözlü kim vardır? et-Tûr suresinde oniara şöyle dedi: «Yoksa, o Kur´an´ı kendisi mi uydurup söyledi diyorlar? Hayır, (iş dedikleri gibi değil, sırf inad ve inkârlarından dolayı) iman etmezler. Haydi Kur´an gibi bir söz getirsinler, eğer doğru söyliyen-ler iseler..» [105]. Sonra, hiç bir hususta gerçeğe ters düşmeyen Kur´an´ın tamamına benzer getirmeleri şeklindeki meydan okumanın miktarını azalttı, benzer on sure getirmelerini istedi. İftira mahsulü ve asılslız şeyler olsalar bile... Hûd Suresinde şöyle buyurur: «Yoksa, Kur´an´ı kendisi uydurdu mu, diyor müşrikler? O halde şöyle de: ´Haydin, onun gibi uydurma on sure getirin ve bunun için, Allah´dan başka gücünüzün yettiğini de çağırın. Eğer doğru söylüyorsanız, bunu yaparsınız. Yok eğer yardıma çağırdığınız kimseler size (ey müşrikler) cevap veremedilerse, artık bilin ki, Kur´an ancak Allah´ın ilmi ile indirilmiştir. Ve ondan başka ilâh yoktur. Artık müslü-man oluyor musunuz?´ » [106]. İftira mahsulü on sure getirmekte bile âciz kald.´klarında miktarı daha da azalttı ve benzer bir sure getirmelerini istedi. e!-Bakara Suresinde şöyle buyurmaktadır: «Eğer kulumuza Hz. Muham-med (A.S.)´a indirdiğimiz Kur´andan şüphede iseniz, haydi siz de onun benzerinden (fesahat ve belagatta ona eş) bir sure getirin ve Allah´dan başka şahidlerinizi (putlarınızı, şâir ve âlimlerinizi) de yardıma çağırın; şayet (bu, beşer kelâmıdır) sözünde sadık (doğru söyliyen) kimseler iseniz... Bunu yapamazsanız (bir. sure bile getiremezseniz) ki hiç bir zaman yapamıyacaksınız- artık o ateşten sakının ki, onun tutuşturucu odunu (kâfir) insanlarla taşlardır. O (ateş kâfirler) için hazırlanmıştır.» [107]. Nihayet Kur´an surelerinden birine benzer getirmekten de âciz kaldılar. Oysa onlar fesahat ve belagat sahibi bir millet idiler. O zaman Kur´an sesini ufuklarda çınlatarak tam bir güven ve inanç içinde dünya milletlerinin tamamına seslenerek meydan okudu: «Ey Rasulüm, de ki: ´Yemin olsun, eğer insanlar ve cinler bu Kur´an´ın benzerini getirmek üzere toplansalar, biribirlerine yardımcı da olsalar yine onun benzerini getiremezler.» [108]

O halde Kur´an´ı Kerim daha Mekke döneminde hukukla ilgili âyetlerle gaybî haberler ve kâinat, hayat ve insanla ilgili küllî bakışını ihtiva eden sözler gelmezden önce mûciz ve büyüleyici üslubuyla Arabların kalblerini etkilemiştir. Şayet Kur´ânî vahyin çağdaşları bizden bazılarının imkânları dahilinde olan Kur´an´ın ilmî ve felsefî yönüne de muttalî olma imkânları olsaydı ve tarihî hakîkatlar hakkında bir hükme varacak imkânı sağlayan kültüre sahib bulunsaydılar, bütün insaf sahipleri gibi zamanın, Kur´an´dan birşey eksiltmekten âciz kaldığını idrak eder ve müsbet ilimlerin, Allah´ın âyetlerinin İnkişafı hizmetinde ofduklarını görürlerdi. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: «İleride biz o Mekke halkına, hem yeryüzü etrafında, hem bizzat nefislerinde âyetlerimizi (kudretimizin alâmetlerini) öyle göstereceğiz ki, nihayet Peygamberin söylediği şeyin hak olduğu kendilerine zahir olacaktır. Rabbinin herşeye şahid olması yetmez mi?» [109].

İmdi, mûciz vahiy vakıasını, Kur´an´in İnandırıcı üslûbuna benzer bir üs!ûb ile izah etmeyi tercih ettik; meseleye psikolojik açıdan girip bu zaviyeden Yaratıcının zatı ile yaratılanın şahsiyeti ve Yaratıcının sanatı ile yaratılmışın işi arasındaki büyük farkı incefedik. Kapalı ifadelerden ve sonuçsuz münakaşalardan sakındık. Yüce gaybî hakîkatlarla, insanların tanık olduğu hipnotizma, bandlard sesi kaydetme, telefon yahut teleks yoluyla onları nakletme veya yayma gibi hususlarla uzaktan yakından bir ilişkisinin bulunmadığını izah etmeye çalıştık. Öyle sanıyoruz ki, bu tür şeylerle vahyi izah etmenin bir faydası olmadığı gibi, bu, iman yolu da değildir. Böylece arzu ettiğimiz neticeye vardığımıza kaniiz. Zannediyoruz okuyucu da bizimle birlikte Rasuiüllah´ın vahyi bütün duygularıyla ve tam bir uyanıklıkla Allah´ın kulu ve elçisi olduğunu kavradığını idrak etmiştir. [110]


Kur´anın Parça Parça İndirilmesi Ve Bunum Hikmetleri


İlâhî hikmet, vahyin Rasuiüllah´la devamlı ilişkili olmasını hergün ona yeni birşeyler öğretmesini, yol göstermesini, kaibini tesbit ve huzurunu artırmasını, ayrıca sahabenin ihtiyaçlarına cevap vererek; onları eğitmesini, geleneklerini islâh edip olaylarına çözüm yollarını bulmasını, ani olarak onları îalîmat ve hükümleriyle karşı karşıya getirmemeyi dilemiştir. Bu karşılıklı ilişkinin bir gereği olarak Kur´an «ihtiyaca binâen beş, on veya daha az yahut daha çok sayıda âyetler halinde parça parça inmiştir.» [111] «İfk» olayında on ayetin birden indiği, sahih rivayetlerde ifade edilmektedir. [112] Ayrıea «el-Mü´minûn» suresinin ilk on ayetinin topluca indiği de sahih rivayetlerde belirtilmektedir. Bir ayetin bir kısmı olan[113] ile yine bir ayetin son kısmı olan[114] de yalnız başına inmiştir. Âyetin baş tarafı indikten sonra bu kıssm inmiştir. [115].

Bu minval üzere Kur´an taksit taksit inmiştir. Tâ ki Peygamber (s.a.v.) ağır ağır onu okusun ve sahabe de azar azar okusunlar. Böylece Kur´an´ı Kerim olaylara ve Rasulüllah (s.a.v.) in hayatı boyunca ortaya çıkan ferdî ve içtimaî münasebetlere uygun olarak azar azar indirilmiştir. Kur´an´ın iniş müddeti, Rasulüllah´a Peygamberlik geldikten sonra Mekke´de onüç sene kaldığını kabul edersek, ki Medine´de on sene kaldığı rivayetlerin ittifakıyla sabit olup toplam olarak yirmiüç sene devam etmiştir. Nitekim İbni Abbas (r.a.) in şöyle dediği rivayet edilir. RasulüNah (s.a.v.) e kırk yaşında peygamberlik gelmiş, kendisine Peygamberlik geldikten sonra onüç yıl Mekke´ de ikamet etmiş bilâhare on yü hicretle emrolunmuştur. Altmışüç yaşında

da vefat etmiştir.» [116]. Bazıları Kur´an´ın iniş müddetini yirmi, bazıları da yırmibeş yıl olarak kabui etmiştir. Bu, Rasulüllah´ın peygamberlikten sonra Mekke´de kaç yıl kaldığı hususundaki ihtilâftan ileri gelmektedir ki, bu müd det bazılarına göre on, bazılarına göre de onbeş yıldır. [117].

eş-Şa´bî´nin [118]belirttiği gibi, «Kur´an´ın nuzûle başlaması. Kadir gecesinde olmuş ve sonra çeşitli zamanlarda taksit taksit inmeye devam etmiştir.» [119]. eş-Şâ´bî böylece bu görüşle Yüce Allah´ın «biz onu Kadir gecesinde indirdik» [120] sözüyle «Hem onu, bir Kur´an olarak âyetlere ayırdık ki, insanlara dura dura okuyasın. Biz onu yavaş yavaş (ve âyet âyet yirmi üç yılda) indirdik.» [121] sözünün arasını bulmuştur ki, bu doğru bir anlayış olup Allah´ın, Kitabını «Mübarek bir gecede» ve «Ramazan ayında» indirdiğini bildiren haberine ters düşmemektedir. Çünkü o zaman maksat; Allah Teâlânın, Kur´an´ın indirilişini «mübarek bir gecede» [122] başlattığı ve bu geceyi de «Kadir Gecesi» ile açıkladığıdır ki, bu gece Ramazan ayındadır. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: «O sayılı günler Ramazan ayıdır ki, Kur´an o ay içinde indirilmiştir. O Kur´an, insanları hakka u-laştırır, helâi ve haramda ve din hükümlerinde hakkı batıldan ayırır..» [123]Daha sonra da olay ve vakıalarla birlikte taksit taksit inmiştir.Kur´an´ın üç inişinin bulunduğu; birincisinin Levh-i Mahfuz, ikincisinin dünya semasında Beytu´I-İzze´ye ve üçüncüsünün de olaylara uygun ola­rak taksit taksit indirildiğini söyleyen görüşün senetlerinin hepsi her ne kadar sahih ise de [124] bu görüşe meyledecek değiliz. Çünkü zikredilen bu görüşler gayb âlemini ilgilendirir ki, bu konuda ancak yakîn ile sabit olan mütevatir Kur´an ile mütevatir Sünnet hüccet kabul edilir. Bu görüşün dayandığı rivayetlerin senetlerinin sahih olması, ona inanmayı vacib kılacak yeterli delil değildir. Nasıl bu görüşe inanalım ki, Kur´an ona muhaliftir?! Allah´ın Kitabı, sadece vahyin müteferrik zamanlarda ve taksit taksit olduğunu sahaten anlatmaktadır. Kur´an´dan açıkça anlaşılan; onun taksit

taksit indirilmesi, kasideyi topluca dinlemeye alışık olan ve bir kısmı Tevrat´ın toplu olarak geldiğini duymuş bulunan müşriklerin itirazlarına konu olmuş, neden taksit taksit geldiği hususunu dillerine dolayıp bir defada toplu olarak indirilmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir. Yüce Allah, el-Für-kan Suresinde bu itirazlarını zikrederek onlara cevap verir: «Bir de kâfirler dediler ki: ´- Kur´an ona toptan indirilseydi ya!´ Biz, onu kalbine iyice yerleştirelim diye böyle âyet âyet indirdik (topluca indirmedik) ve onu güzel bir şekilde beyan edip âyet âyet okuduk. (Ey Rasulüm, müşriklerin) sana getirdikleri tuhaf ve batıl bir soruları yoktur ki, hak olan cevabını ve en güzel tefsirini getirmiş olmıyalım.» [125].

Kaldı ki, Kur´an´ın üç inişinin olduğunu söyleyenler -bu nüzul yerlerinin sayılı olmasının hikmetini açıkladıktan sonra- [126] son nuzûlü olan üçüncüsünün; olaylara göre parça parça inişinin sırlarına işaret etmekten geri kalmıyorlar. Bu hikmetler, o kadar açıklık kazanmıştır ki, hiç kimse için kapalı değildir. «Şayet ilâhî hikmet -dedikleri gibi- onun, olaylara uygun olarak taksit taksit onlara ulaşmasını gerekli kılmasaydı, ondan önce münezzel kitaplar gibi oda toplu olarak yer yüzüne indirilirdi. Lâkin Allah kendisini iki hususta diğerlerinden ayrı kıldı: Kendisine indirildiğinin sânını yüceltmek için toplu olarak (dünya semasına) ve sonra da kısım kısım indirilmiştir.» [127]

Görüşlerinden bizi ilgilendiren, Kur´an´ın tedrîcî olarak inmesinden bahseden söz ve mütalaalarıdır. Bu konuda o kadar çok konuşmuşlardır ki, neredeyse onlardan sonra gelecek kimselere söz bırakmamışlardır. Çünkü her ne kadar ifadeleri söylediklerimizden biraz farklı ise de, yukarıda sözünü ettiğimiz iki hikmetten: vahyin Rasulüllah´la mü´minlerin ihtiyaçlarına cevap vermesinden bahsetmişlerdir.

Vahyin Rasulüllah (s.a.v) in ihtiyaçlarına cevap vermesi iki şekiide ol-. maktadır: Bunlardan biri, her olaydan sonra, Kur´an´dan yeni birşeyler getirmekle kalbini güçlendirmesi, diğeri ise, Kur´an´ı ezberlemesini koiaylaş-

tırmasıdır. Ebû Şâme birinci şekle şöyle demektedir: [128] «Şayet, Kur´an´-m taksit taksit inmesinin sırrı nedir? Diğer kitaplar gibi neden topluca

Sevgi.
Wed 14 February 2018, 11:57 pm GMT +0200
Esselamü Aleyküm. Mevlam bizlere herdaim Kuran-ı Kerimi kendine rehber edinmeyi nasip etsin inşaAllah.