- Kurân ve tefekkür 2

Adsense kodları


Kurân ve tefekkür 2

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

rray
sumeyye
Sun 31 October 2010, 02:38 pm GMT +0200
Kur’ân ve Tefekkür -2-


İnsanoğlu; diğer mahlûkat gibi et ve kemikten ibâret bir vücud olmaktan ziyâde, bir îcad bedîası yâni sanat hârikasıdır ki, Rabbe vuslat istîdâdını Cenâb-ı Hak, ona nasîb etmiştir. Yaratılışındaki şeref ve haysiyeti koruyarak kemâle eren bir insan; ilâhî feyizlere mazhar, kevnî ve ilmî tecellîlere kaynak, hayırlara mecrâ, muazzam bir kıymettir. Zîrâ Rabbi onu “ahsen-i takvîm” yâni en güzel yaratılış vasfına erdirmiştir.

Böyle lutuflara nâil olan insanın fânî ve emânet varlığını şüphe ve cehâlet girdaplarında ziyan etmesi, daha net bir ifâde ile kendisine azap kefeni dokuması ne hazindir?

İnsanlar, nefs oklarına karşı dikilmiş imtihan hedefleridir. Onun için her yudumda bir boğulma, her lokmada bir tıkanma ihtimâlini gözardı etmeden, ömrü, kalbî bir teyakkuz iklîminde yaşamak îcâb eder. Zîrâ ömür, fânî bir hayatın sayılı günlerini ihtivâ eden bir fırsat takvimine benzer. Görünmez bir el, her gün bir yaprağımızı koparmakta ve ecel rüzgârlarına bırakmaktadır.

Geçen günlerimiz şâhitlerimiz, istikbaldeki günler ise misâfirlerimizdir. Misâfir günlerimize îtinâlı hazırlanmak gerekmektedir. Ömürler, ebediyet dosyalarıdır. Kirâmen-Kâtibîn melekleri, işlenenleri hatâ ihtimâli olmadan kaydetmektedirler. O dosyalar birgün önümüze serilecek ve bize:

“Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (el-İsrâ, 14) buyrulacaktır.

Bizim kitabımızın, yâni amel defterimizin dışında üzerinde yaşadığımız yeryüzü de, yaptıklarımıza bir şâhid olarak Hakk’ın huzûrunda dile gelecektir. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“İşte o gün (yeryüzü, üzerinde işlenenlerin) haberlerini söyler.” (ez-Zilzâl, 4)

İnşâallâh o gün mü’minler olarak cümlemizin yüzü ak olur. Bunun için Kur’ân-ı Kerîm, bizleri şöyle istikâmetlendirir:

“(O muttakî kimseler, geceleri namaz kılmak ve istiğfâr etmek için) yanlarını (tatlı) yataklarından kaldırırlar. Rablerine, azâbından korkarak ve rahmetini umarak duâ ederler. Kendilerine verdiğimiz rızıklardan da hayır yollarına infak ederler.” (es-Secde, 16)

“Biz, abus ve belâlı bir günde Rabbimizden (O’nun azabına uğramaktan) korkarız (derler)…” (el-İnsan, 10)

“Rablerinin azâbından korkarlar. Doğrusu Rablerinin azâbına (karşı) emîn olunamaz.” (el-Meâric, 27-28)

Kur’ân-ı Kerîm, kendilerini Allâh’ın azâbından emniyette hissedenlerin, ancak hüsrâna uğramış zümre olduğunu bildirir:

“Allâh’ın azâbından emin mi oldular? Fakat ziyâna uğrayan topluluktan başkası, Allâh’ın (böyle) mühlet vermesinden emin olamaz.” (el-A’râf, 99)

İlâhî rahmet ve yardımdan ye’se kapılanların ise sadece kâfirler olduğu bildirilir:

“Allâh’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkası Allâh’ın rahmetinden ümit kesmez.” (Yûsuf, 87)

Mü’min kalbi, korku ile ümit kutupları arasında kulluk heyecanı ile titreyecektir. Korku ile ümit duyguları arasındaki bu muvâzeneye “beyne’l-havfi ve’r-recâ” makâmı tâbir olunur ki, mü’min dâimî bir duâ, acziyet ve ilticâ hâlinde olup yakîn (ölüm) gelene kadar bu muvâzene ve âhengi teminde titiz davranmalıdır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Allâh’a korkarak ve (rahmetini) umarak duâ edin. Muhakkak ki ihsân sahiplerine Allâh’ın rahmeti çok yakındır.” (el-A’râf, 56)

Dolayısıyla mü’minlerin:

“O’nun rahmetini umarlar ve azâbından korkarlar. Çünkü Rabbinin azâbı, sakınılacak bir azaptır.” (el-İsrâ, 57) âyetindeki târife uygun bir tefekkür içinde yaşamaları îcâb eder.

Peygamberler ve onların bildirdikleri dışında hiçbir kimse için ebedî kurtuluş teminâtı yoktur. Rabbimiz bu hâli te’yîd için:

“Ey îmân edenler! Allâh’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyurmaktadır.

Allâh korkusu, kalblerin saâdet ışığıdır. Kur’ân-ı Kerîm, pek çok azap âyetleri ve cehennem haberleri ile doludur. Buna rağmen bazı gâfil kişilerin:

“Allâh Gafûr’dur; o sevilir, ondan korkulmaz.” ifâdelerine Kur’ân-ı Kerîm şöyle îkazda bulunur:

“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının. Ne babanın evlâdı, ne evlâdın babası nâmına bir şey ödeyemeyeceği günden çekinin. Bilin ki, Allâh’ın verdiği söz gerçektir. Sakın dünya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek sizi kandırmasın.” (Lokmân, 33)

Yine bazı gâfillerin:

“Günahın benim olsun!” gibi mânevî kabadayılığa tevessül ederek alıkça ve ahmakça günah hamallığına girişmeleri ne hazindir.

Gâfil, dünyâda ferahlanır. Dünyâ nîmetleri ile zevk u safâya dalar. Sâlih ve mütefekkir bir kişi ise, dünyâ hayatını ganîmet bilir; mânevî mertebelere erişebilmenin gayret ve heyecanı içinde yaşar. Gâfil; kader, yâni ilâhî takdir ile çekişme ve isyan hâlindedir. “Neden” ve “niçin” suâllerinin çıkmazları içinde kalır. Sâlih ve mütefekkir kişi ise, hikmete nazar etmeye ve hakîkatte derinleşmeye çalışarak gerçek huzuru elde etme çabasında ve rızâ hâlindedir.

Bir kısım kimselerin de, güyâ kendilerinde apayrı bir tasavvufî derinlik varmış gibi davranması, daha doğrusu kalb ve hâl bakımından ulaşmadığı zirve makamları, esas ve esrârına vâkıf olmadan kuru kuruya diline dolayarak:

“Ben ne cenneti isterim, ne de cehennemden korkarım. Ben Hak âşığıyım, sadece onu severim…” gibi yüksek perdeli sözler sarfetmesi ve sun’î bir meczûbluk sergilemesi, aslâ makbul değildir.

Allâh’ta fânî olan kişi, kalbinde mâsivâya âit bütün yolları kilitler. Yalnız Allâh’a giden yolları açık bırakır. Onda muhabbet ve sevginin kemâline erer. Abdülkâdir Geylânî -kuddise sirruh-’un ifâdesi ile, bu duruma gelen âşık kula Rab, öyle bir sevgilidir ki, arştan yerin dibine kadar bütün varlıkların sevgisini onun kalbinden çıkarır. Hem de öyle çıkarır ki, artık ne dünya ne de âhireti düşünmez olur. Kendinden dahî ürküntü duyar, yalnız Rabbi ile ünsiyet ister. Tıpkı Leylâ ile Mecnûn’un durumu gibi olur:

Vaktiyle Leylâ’nın sevgisi ile mecnûn olan genç, halkın arasından ayrılır, yalnız yaşamağa başlar. Mâmur beldeleri bırakır, çöllerde vahşî hayvanlar arasına karışır. Halkın övmesini veya yermesini bir kenara bırakır, bunları duymaz olur. Onların konuşması ile sükûtunu fark etmez hâle gelir. Birgün kendisine, yâni Mecnûn’a sorulur:

“–Sen kimsin?”

“–Leylâ!” der.

Yine sorulur:

“–Nereden geldin?”

“– Leylâ’dan…” der.

Yine sorulur:

“–Nereye gidiyorsun?”

“–Leylâ’ya…” der.

Mecnûn’un gözü ve gönlü, Leylâ’nın aşkının şiddetinden bütün âleme âmâ oldu. Kulakları da Leylâ’nın dışındaki bir kelimeyi duymaz oldu. (Abdülkâdir-i Geylânî, Fethu’r-Rabbânî, s. 284)

Mü’min, Allâh -celle celâlühû-’yu aşk ile tanıdığı ve onda fânî olduğu zaman kalbi bütün varlıklardan boşalır. Yalnız onunla dolar. Dünyevî ve beşerî arzular ömrünü tüketir. Âşık gönül, yalnızlıkta ve kalabalıklarda yalnız Rabbi ile ünsiyet hâlindedir. «Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!» (Hûd, 112) emr-i celîli içinde, yâni istikâmette saâdeti bulur. Allâh Teâlâ böyle kulunu derin hakîkatlere muttalî kılar.

Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i beşeriyete «örnek şahsiyet» olarak armağan etmiştir. En alt kademeden en üst kademeye kadar, yâni maddî ve mânevî her kademedeki mü’mine örnek, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.

Rivâyet edilir ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, torunları Hasan ve Hüseyin’e karşı kalbinde olması gerekenden fazlaca bir sevgi duymuştu. Bunun üzerine Cebrâil -aleyhisselâm- geldi ve Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e sordu:

“–Onları çok mu seviyorsun?”

Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurdular:

“–Evet, seviyorum.”

O zaman Cebrâil -aleyhisselâm- şu haberi bildirdi:

“–Onların biri zehirlenecek, diğeri de şehîd edilecek…”

Bu hâdiseden sonra Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gönlündeki gözünün nûru torunlarının sevgisini dengeledi. Bu vesîleyle sürûr ve neş’esi de hüzün ve kedere dönüştü… (Abdülkâdir-i Geylânî, Fethu’r-Rabbânî, s. 314)

Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buyurur:

“Vallâhi benim bildiklerimi bilseydiniz, pek az güler, çok ağlardınız…” (Bu hâ rî, Kü sûf, 2; Müs lim, Sa lât, 112)

Allâh’a duyulan korku ve ümid duyguları, bir âhenk içinde devam ederse, kalbler, îmân semâlarının rahmet bulutları olur. Zîrâ seven, dâimâ sevdiğini incitme korkusuyla ve sevdiğinin muhabbetini kaybetme endişesi ile yaşar.

Kur’ân-ı Kerîm’de:

“Ey îmân edenler! Eğer siz Allâh’a (Allâh’ın dînine) yardım ederseniz O da size yardım eder, ayaklarınızı kaydırmaz.” (Muhammed, 7) buyurulur.

Onun için bu fırsat demlerinde îmânımızın bütün güzel tezâhürleri ile amel defterlerimizi birer amel-i sâlih sergisi hâline getirmeye gayret etmeliyiz. Unutmamalıyız ki biz mü’minler, Allâh’ın bir lutfu olarak ilâhî esmâ mektebinde okuyan, meleklerin kendisine secde etmesi emrolunan Âdem -aleyhisselâm-’ın torunları, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ledünnî hakikat dershânesinin talebeleriyiz. Kur’ân ile hayat bulan sırât-ı müstakîm yolundayız.

Dolayısıyla gönlümüz, Kur’ânî hakîkatlere ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sünnet-i seniyyesine iştiyak ve muhabbetle dolup taşmalıdır. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bizleri sonsuz saâdet ve hidâyet yoluna dâvet hâlindedir. Rabbimiz, kendisine ancak kalb-i selîmin vâsıl olabileceğini bildirmektedir. Bu itibarla onların dâvetine duygusuz ve tefekkürsüz kalmak, ancak kilitli kalblerin bir gaflet ve hüsrânıdır. Âyet-i kerîmede buyurulur:

“Onlar Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalbleri kilitli mi?” (Muhammed, 24)

Kur’ân-ı Kerîm bu tefekkürü, kendi yücelik ve misilsizliği hususuna da tevcîh eder:

“Kur’ân’ı düşünmüyorlar mı? Eğer o Allâh’tan başkasından gelseydi, onda pek çok ihtilâflar, tezatlar bulacaklardı.” (en-Nisâ, 82)

14 asırdan beri var olan Kur’ân-ı Kerîm’in ilme, fenne karşı tezat teşkil eden bir âyetini göstermek mümkün değildir. Bilâkis her asırda yapılan keşif ve îcatlar Kur’ân’ın gücünü artırmaktadır. Kur’ân ki, 1400 sene evvelki bir bedevîye de onun arayıp istediğini vererek tatmîn ediyor, hayâtını en güzel bir şekilde düzenliyordu. Bugün de, en üst seviyedeki ilim erbâbını bile kuşatacak bilgileri vakti geldikçe fâş etmek sûretiyle herkesi hayret ve dehşette bırakarak kendisine râm etmektedir! O, kıyâmete kadar olmuş ve olacak bütün ilmî terakkîlere öncülük edecek en mükemmel bilgilerle doludur. Bütün ilim ve fen, Kur’ân-ı Kerîm’in ardından gelmektedir.

Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm, âciz bir insanın ilmi değil, bu dünyadaki bütün ilimlerin kâidelerini vazederek insanlara lutfeden Rabbin ilmidir. Aynı zamanda ilmî keşiflere vasıta olan idrakleri yaratan da o kelâmın sâhibi olan Hak Teâlâ’dır.

Bütün nebîler ve velîler, ilimlerini Kur’ân’ın hakîkatinden alırlar. Dolayısıyla önceki ilâhî kitapların muhtevâsı da Kur’ân-ı Kerîm istikâmetindedir. Nasıl ki insan, âlemin küçük bir modelidir, Kur’ân da aynı şekilde bütün âlemleri kuşatan ilâhî bir kitaptır. Bu itibarla onun ihtivâ ettiği ilimler, zaman ve mekân kaydı olmaksızın süreklidir. Bütün zamanları kuşatmıştır.

Bu idrâk ile Hak dostları onun her kelimesinden hattâ her harfinden değişik sır tecellîlerine mazhar olmuşlardır. Yine Hak dostları, bütün ilimlerinin ve te’lif etmiş oldukları bütün eserlerinin, Kur’ân nûrundan bir tecellî olduğunu ifâde etmişlerdir.

Burada bilvesîle şunu da vurgulamak isteriz ki, içinde bulunduğumuz ay, -inşâallâh- hulûlü ile feyizleneceğimiz Mîrâc gibi kıymetli bir geceyi ihtivâ etmektedir.

Hicretten bir buçuk sene evvel ve Receb ayının 27. gecesinde vâkî olan “İsrâ”, yâni “Peygamber Efendimiz’in Mekke’deki Mescid-i Harâm’dan Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya yolculuğu” ve “Mîrâc”, yâni sonsuz semâlara yükselişi; zaman ve mekân kayıtlarının dışında yaşanan büyük bir ilâhî tecellîdir.

Âyet-i kerîme, bu kudsî yolculuğu şöyle ifâde eder:

“Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allâh, noksan sıfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir.” (el-İsrâ, 1)

Diğer bir âyet-i kerîme de, bu ilâhî yolculuktaki hikmetli tecellîleri şöyle ifâde etmektedir:

“O dem ki Sidre’yi bir feyiz Sidre’yi sarıp kaplayanın, melekler veya Allâh’ın nûru olduğu rivâyetleri de bulunmaktadır. sarıyor, sardıkça sarıyordu. Peygamberin gözü kaymadı, şaşmadı, sınırı aşmadı da. Âyet-i kerîmedeki bu ifâdeler:

“Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Rabbine o kadar yönelmişti ki gök melekûtunda temâşâ ettiği sayısız güzellikler, onu meşgul etmedi.” şeklinde tefsir edilmektedir. Vallâhi gördü, hem de Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü.” (en-Necm, 16-18)

Mîrâc vak’ası bütün ihtişâmı ile tefekkür edildiğinde açıkça anlaşılır ki, gecenin bir ânında cereyân eden bu ilâhî tecellî, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Hak Teâlâ’nın sonsuz kudretinin azametini müşâhede etmesi için tertip edilmiş bir “Habîb ile Mahbûb” mülâkâtıdır. Bu ilâhî dâvet ve kabûlün derin hikmetleri, müstesnâ incelik ve güzellikleri, aklın hudutları ve beşer mantığının sınırları dâhilinde lâyıkıyla kavranmaktan münezzehtir. Bu cihetle bu muhteşem yolculuğun derûnî hikmetleri, bildirilen mahdud bilgilerin dışında Habîb ile Mahbûb arasında bir sır olarak kalmıştır.

Bu mübârek gecede, şehâdet parmakları gibi göklere yükselen minârelerimizde parlayacak kandillerin, o gecenin kudsî hâtıralarından günümüze yansıyan nurlu nasipler ve ilâhî armağanlar olduğunu hatırdan çıkarmayalım.

Mîrâc gecesinin ümmet için en ulvî hâtırası ise, hiç şüphesiz ki namazdır. Namaz; dînin direği, gözlerin nûru, kalblerin sürûru, Hâlık ile mülâkat, velhâsıl mümin gönüllerin mîrâcıdır. Allâh’a kul ve Rasûlüne ümmet olma nisbetinde her birimiz ferdî mîrâclar yaşamak istîdâdındayız. Kulluk hayatının mîrâcının bilhassa namaz ile tahakkuk edeceğine dâir açık işâretler bulunmaktadır. Dolayısıyla, namazlarımızın keyfiyeti de, mîrâclarımızın seviye ölçüleridir. Bu mîrâclara, yâni ulvî vuslat yolculuklarına günde beş vakitte dâvetli bulunmaktayız.

Cenâb-ı Hak, bu mübârek geceyi bütün ümmet için saâdet kaynağı eylesin.

Allâh’ım! Bizlere rahmetini yağdıracak istikâmeti nasip eyle. Bizleri nefsânî dünyâ denizinde boğulmaktan muhâfaza eyle. Ey keremi bol Rabbimiz! Bize hakîkatleri kavrayacak idrâk ve anlayış ver. Kalblerimizi muhabbetinle doldur.

Allâh’ım! Bizleri Kur’ân’ın ilmi ile ziynetlendir. Onun sonsuz tefekkür iklîminde ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbet gülşeninde gönüllerimizi dipdiri eyle; tâ ki senin yüce huzûruna kalb-i selîm ile gelebilelim…

Âmîn!..



Osman Nuri Topbas

ceren
Tue 27 February 2018, 06:44 pm GMT +0200
Esselamu aleykum.rabbim bizleri ona inanan onun emrinde yaşayan tefekkur edip kur anin rehberiliginde yasyaan kullardan eylesin inşallah. ..

Bilal2009
Wed 28 February 2018, 06:59 am GMT +0200
Ve aleykümüsselam Tefekkür etmek çok önemlidir bir akıl sahibi için Rabbim bizleri tefekkür edenlerden eylesin Rabbim paylaşım için razı olsun