- Kullandığı Yer ve Hale Göre Manaları Değişen Lafızlar

Adsense kodları


Kullandığı Yer ve Hale Göre Manaları Değişen Lafızlar

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
ecenur
Sat 3 April 2010, 12:04 am GMT +0200
Kullandığı Yer ve Hale Göre Manaları Değişen Lafızlar



A. Hakikat
A. Tarifi, Nevileri Ve Mahiyeti
B. Hakikatin Hükmü
B. Mecaz
A. Tarifi
B. Alâka Ve Nevileri
C. Fakirlere Göre Alâka
D. Karine
Aa. Tarifi
bb. Nevileri
E. Mecazın Hükmü
F. Hakîkat Ve Mecazın Birleştirilmesi (İçtimâi)
C. Sarih
A. Tarifi
B. Sarihin Hükmü
D. Kinaye
A. Tarifi
B. Kinayenin Hükmü





3. FASIL

KULLANDIĞI YER VE HALE GÖRE MANALARI DEĞİŞEN LAFIZLAR


Lafız, konulduğu (vaz´ olunduğu) lügat manasında yahut başka manada kul­lanılışı itibariyla 4 kısma ayrılır. Bunlar, 1. Hakikat, 2. Mecaz, 3. Sarîh, 4. Kinâye´dir. Bu lafızları kısaca izah edelim.


A. Hakikat

A. Tarifi, Nevileri Ve Mahiyeti:


Hakikat, vaz´ olunduğu (konulduğu) ve tahsis edildiği manada kullanılan lafızdır. Bu hakikat, luğavî,-şer´î, örfî, ıstılahı olabilir.

1. Luğavî Hakikat: Bu, konulduğu luğavî manasında kullanılan lafızdır. Ka­mer (ay), nücûm (yıldızlar), şems (güneş) gibi. Lügat itibariyla bu lafızlar, hepi­mizce malum, parlak gök cisimleri için konulmuştur.

2. Şer´î Hakîkat: Bu, şer´î manasında, başka bir ifadeyle Şârî´in (Allah ve O´nun adına Resulü) kasdettiği manada kullanılmış lafızdır. Hac, salat, zekât gibi lafızların malûm ibâdetler için kullanılması gibi. Aynı şekilde talâk, hul´ gi­bi lafızların, hukukta konulduğu manalarda kullanılması da bu kabildendir.

3. Örfî Hakîkat: Bu, lafzın manaya vazi´ (konulması), halkın örfü, âdeti Ve kullanılması sonucu olur. Bu örf-âdet, umumî bir örf olabileceği gibi bir mes­lek erbabına yahut özel bir ilme mahsus da olabilir.

a. Umumî Örf: Meselâ, "es-seyyare" lafzı, umumî örfde bildiğimiz nakil vasıtası (otomobil, otobüs) için kullanılır, "ed-dâbbe" lafzı, aslında kaç ayaklı olursa olsun hayvan manasına geldiği halde, umumî örfde dört ayaklı hayvan için kullanılır.

b. Hususî örf (veya ıstılahı hakikat): İlim ve meslek sahipleri, kendilerine mahsus ıstılahlar kullanırlar. Meselâ, İslam Hukukçularının kullandıkları fıkıh, istihsân, akit, fesih, butlan lafızları (kelimeleri), kelâmcıların kullandıkları cev­her, araz gibi kelimeleri, Nahivcilerin kullandıkları, ref, nasb gibi kelimeleri bu cinstendir.

Menkûl, mürtecel ve müşterek kelimeler, tahsis edildikleri manalarda birer hakikattir.

Meselâ, "şaîat" lafzı, şeriat lisanında bildiğimiz ibadet manasına nakledil­miştir. Bu sebeple salat lafzının bildiğimiz ibadet manasında kullanılması, şeriat bakımından hakikattir. Halbuki bu lafzın dua manasında kullanılması mecaz ol­duğu gibi, ibadet manasında kullanılması da lügat itibariyle mecâzdir.

Menkûl lafızlarda, lafzın lügat ve ıstılah manası arasında bir münasebet bu­lunur. Burada salatm lügat ve ıstılah manası arasında bir münasebet vardır. İki­si de duadır, niyazdır ve tazarrûdur.

Mürtecel lafızlarda, lafzın lügat manası ile, lügat dışında kullanıldığı mana arasında bir münasebet bulunmaz. Meselâ, isimler hep mürtecel lafızlardır. Bir çocuk doğar doğmaz, ona, Kerim, Nazım, Süreyya gibi bir isim konulur. Yani konulan bu isim, mürtecel bir lafız olmakla birlikte, hakikat manası ifâde eder.


B. Hakikatin Hükmü:


Hakikat ile ilgili 3 hüküm meydana gelir:

1. Hakikat lafzı için konulan mananın sabit olmasıdır. Söyleyen, bu mana­yı kasdetsin veya kasdetmesin müsavidir. Bu lafız, âmm, hâss, emir ve nehiy ola­bilir.[1] Meselâ, "Ey iman edenler, rükû ve secde ediniz" emre örnektir. Bu âyet, emir itibariyle hâssdır, emir olunan (memur) itibariyle de âmmdır. "Zina­ya yaklaşmayın" "Hükümlesabit olmadıkça, Allah´ın haram kıldığı cana kıymayın"[2] âyetleri nehye örnektir. Bu iki nass, nehiy cihetiyle hâss, fakat hitab olunan şahıslar itibarıyla âmmdır. Artık bu âyetler ile lafızla­rın manaları sabit olur, muhatablar, bu manaların gereklerini yerine getirmek mecburiyetindedirler.

2. Hakikat lafzı için konulan mananın, bu lafzından ayrılmamasıdır. Mese­lâ baba (eb) kelimesi, "baba" manasını ifade etmez diyemeyiz. "Ahmet, Sabri´-nin oğluna 100 TL. vasiyet etti". Bu vasiyet Sabir´nin oğlu için geçerlidir. "Bu vasiyet, SabrVnin oğluna yapılmamış" manasına gelmez.

3. Hakikat, mecaza tercih edilir. Mecelle´de, "Kelamda aslolan, mana-i hakikattir" kaidesi bunu ifade eder. Lafzın hakiki manası ile anlaşılması müm­kün ise, hüküm, hakikat hakkında sabit olur, mecaz sabit olmaz. "Kelâmın V-mâli, ihmalinden evlâdır" kâidesince, şayet bir söz hakikat manası itibariyle bir mana ifade etmiyorsa, karine ile mecaza gidilir. Çünkü mecaz, hakikatin halefi­dir. "Veled", ıstılahta bir şahsın oğlu için kullanılır. Bu kelimenin torun hak­kında kullanılması mecaz itibariyledir.

Meselâ; bir kimse bir şahsa hitaben, "Bu evimi sana sattım" dese, bununla bey manası sabit olur. Bir karîne bulunmadıkça, "Bu sattım lafzıyla icâre ma­nasını kasdettim" diyemez.

Mecaz da, müştereke tercih edilir. Meselâ, "nikâh" kelimesi, hakikat ola­rak vat´ (cinsi münasebet), mecaz olarak da evlilik akdi manasına gelir. Bazen bu kelime vat? evlilik akdi manalarında müşterek olabilir. Bu durumda laf-an mecaz´manası, müşterek manasına tercih edilir.


B. Mecaz:

A. Tarifi:


Lâfzın ilk konulduğu mananın, bir alâka (ilgi), bir münasebet dolayısıyla onun dışındaki bir manada kullanılan lafza (söze) mecaz denir. Yani, konuldu­ğu ilk manadan başka bir manada kullanılan lafza mecaz denir. Hiç şüphesiz, hakiki mana ile, kullanılan ikinci mana arasında bir alâka ve o lafızdan hakiki mananın kasdedilmesine mâni bir karîne bulunur.

Alâkadan maksat, lafzın hakiki manasıyla, kullanıldığı ikinci mana arasjn-da, lafzı işitende meydana gelen zihni bir irtibat ve bağdır. Şecaatli bir insan için, "aslan" denilmesi gibi. Buradaki alâka, aslan lafzının, aslî ve hakiki manasıyla, lafzın kullanıldığı bu ikinci manayı bağlayan mana şecaattir.

Karîneden maksat, konuşanın, lafzın hakiki manasını söylemek istemeyip, mecazi manayı ifade etmek istediğini göstermeye yarayan alâmet ve işarettir.


B. Alâka Ve Nevileri:


Mecazda kullanılan mânâ ile, hakikatin manası arasında bir alaka ve mü­nasebet bulunur. Alâkanın nevileri çoktur ve şunlardır:

1. Müşabehet :Lafzın hakiki manasıyla, mecazî manasımn mu-ayyen ortak bir vasıfta benzemesi vebirleşmesidir. Benzeyene, "müşebbeh", ben­zetilene "müşebbehunbih" ortak oldukları vasfa, "vechuş-şebeh" denir. Peygamberimiz (S.) Medine´ye hicret ettikleri zaman, O´nu gören Medineliler, "Üzerimize ay doğdu" dediler. Bu ifade, gökteki ayın parlaklığı ile, Peygamber (S.)´in yüzünün nûraniliği arasındaki ortak vasfa dayanmaktadırlar. Burada Pey­gamberimiz müşebbeh, ay müşebbehun-bih, aydınlık ise vech-i şebehtir, Halid b. Velid (R.A.)´e arslan denilmesi, bu zât ile arslanın "yiğitlik-atıîganlık"daki ortak vasfa istinat eder. Kurnaz bir insana tilki denilmesi, bu insan ile tilkinin, "kurnazlık-açıkgözlülük" vasıflarında birleşmelerinden dolayıdır.

2. el-Kevnu´s-Sâbık : Bu, bir şeyin daha önceki vasfı ile isimlendirilmesidir. "yetimlere mallarını veriniz" âyetinde geçen "yetimler" ifa­desi, bu tip bir mecazdır. Çünkü bu âyette, buluğa ermiş ve reşid olmuş olduğu halde ona mecazen yetim denmiştir.[3]

3. el-Kevnu´1-Lâhık veya evi: Bir şeyin istikbaldeki hal ve durumu ile isim­lendirilmesi demektir. "Kim bir maktulü öldürürse, kısasla hükmolunur" ifade­sinde, öldürülene maktul demek, sonradan olacağı hale göre isimlendirilmektir.

4. el-İsti´dâd: Muayyen bir netice elde etmek için kendisindeki kuvvet ve isti´dâd (kabiliyet) ile o şeyin isimlendirilmesi demektir. "Zehir Öldürücüdür" ifadesinde, zehirde öldürme kabiliyeti, kuvveti var demektir.

5. Hulul: Mahal zikredilip, zikredilen bu mahal ile, o mahalde bulunanların kasdedilmesi demektir. "İstersen köye sor"[4] âyetinde geçen "köye sor" ifa­desinde, "köylülere sor" manası kasdedilmektedir. "Nehir aktı" sözünde ne­hirdeki suların aktığı kasdedilmektedir.

6. Cüz´iyyet ve aksi (kül): Bir şeyin cüz´ünü veya bir parçasını söyleyerek, o şeyin bütününün (küllünün) kasdedilmesi, bir şeyin tamamım (küllünü) söyle­yerek bir cüz´ünün veya bir parçasının kasdedilmesidir. "Boyun çözmektir"[5] "Bir boyun hürriyete kavuşturmak"[6] âyetlerinde zikredilen boyundan (raka-be) maksad, kölenin şahsıdır ve kölenin hürriyete kavuşturulması kasdedilmek­tedir. "Parmaklarım kulaklarına tıkarlar"[7] âyetinde geçen parmaklardan murad, parmakların uçlarıdır. Allah parmakların bütününü zikretmiş, fakat cüz´­ünü, yani parmakların uçlarını kasdetmiştir.

7. Sebebiyet ve aksi (Müsebbeb): Bu, sebebin zikredilip, müsebbebin kasde­dilmesi yahut müsebbebin zikredilip sebebin kasdedilmesidir. Birinciye misâl, ko­nuşan iki kişiden birinin, "Falanca, kardeşinin kanım yedi" sözüdür. Yani, "Diyetini yedi" demektir. Çünkü kanının akıtılması (öldürülmesi), kardeşinin alma hakkına sahip bulunduğu diyetin sebebidir. Yani sebep olan kan zikredil­miş, müsebbeb olan diyet kasdedümiştir.

Kocanın karısına boş olmasını kasdederek, "iddetini gör" sözünü söylemi­şini ikinciye misal olarak verebiliriz. Çünkü iddetin sebebi, boşamak (talak)dır. Bu durumda koca müsebbebi zikretmiş ve kasdetmiştir.

Alâkası müşabehet olan mecaza istiare, alâkası müşabehet olmayan mecaza da mecâz-ı mürsel denir.


C. Fakirlere Göre Alâka:


Fakihler, mecazda kullanılan mâna ile, hakikatin manası arasındaki alaka­ya "ittisal" derler ve alaka yerine ittisal tabirini kullanırlar. İttisali iki kışıma ayırırlar:

1. Manevi ittisal (Bu, istiarenin alâkasıdır).

2. Sûrî ittisal (Bu, mecâz-ı mürselin alâkasıdır)!

Mecazî mana ile hakiki mana arasında manevi (mana ve vasıf yönünden) bir birleşme varsa, bu istiaredir. Meselâ, "havile" kelimesi, vekâlet manasında kullanılmıştır. Yani, vekâlet manası için istiare edilmiştir. Çünkü bu iki mana arasında mana bakımından ittisal vardır. Her ikisi de "nakil" manasım ifade ederler. Havale "borcu nakil", vekâlet ise "velayeti nakil"dii.

Fakat sebeb ile müsebbeb gibi müşabehetin dışındaki alâkalar böyle değil­dir. Meselâ, "yağmur" desek de bundan "bitki" kasdetsek, sebebi zikir, mü­sebbebi irade yoluyla bir mecaz yapmış oluruz. Mesela, bazan yağmur diyerek, bitkiyi kasdetmiş oluruz. Çünkü yağmur bitkiye sebebtir. Yani yağmur sebeb bitki müsebbeptir. Yağmur ile bitki arasında mana ve vasıf yönünden bir alâka yoktur. İkisi, mana yönünden ayrı ayrı şeylerdir, "tşte böyle bir alakada, sürt alâka vardır" diyoruz.


D. Karine:

Aa. Tarifi:


Mecazî mananın doğru ve kabul olabilmesi için, hakiki manayı kasdetme-ye mâni bir karinenin bulunması gerekir.

Karîne: Kasdedilen manayı tayin ve sözün hakiki manası kasdedilmediğini beyan için ileri sürülen delildir.


bb. Nevileri:


1. Kasdedilen mecazi manayı tayin eden karineye, "elKarînetü´l-muayyine", hakiki mananın kasdediimediğini açıklayan karineye ise "el-Karînetu´1-mânia"

denir.

2. Sözlü karîneye, "makaliyye", hal ve durum gösteren karineye ise,

"hâliyye" denir.

3. Hissi karine: "Bu ağaçtan yedim" cümlesinden, "Bu ağacın meyvesin­den yedim" manasım his ve tecrübelerimiz ile çıkarmış oluruz.

4. Âdet ve hâl karinesi: Meselâ, evden dışarı çıkmak isteyen karısına mâni olmak isteyen kocanın, "Çıkarsan benden boşsun" demesinden, zevcenin o hal­de çıkması anlaşılır, diğer durumlardaki çıkması hali anlaşılmaz. Satmaya vekil olan, malı peşin ve veresiye satabilir. Ancak âdet olmayan uzun vâde ile satması caiz değildir.

5. Şer´î karîne: Husâmete tevkil (dava vekilliği) tabirinden, mahkemede karşı tarafın iddialarına cevap verip, müvekkili müdafaada bulunmak manası kasde-dilir. Bu tabirden, lügat manası olan, "düşmanlığa, kavgaya vekâlet" gibi bir mana anlaşılmaz. Çünkü, İslam´da kavga, düşmanlık gibi hususlar yasaktır.

Muteber bir alâka bulunanca mecaz, lugatta câri olduğu gibi, şer´i konular­da da câri olur. Nitekim, hibe veya bey´in nikâh manasında kullanılması bu ka­bildendir. Çünkü hibe veya bey, mülk-i rakabeye mevzudur. Nikâh da mülk-i mut´aya mevzudur. Mülk-i rakabe ise, mülk-i mut´aya sebebtir. Binaenaleyh se­bebe mevzu olan lafız söylenmiş, bununla müsebbeb kasd olunmuştur.


E. Mecazın Hükmü:


a. Lafız hakkında mecazi,mananın sabit olması ve hükmün bu manaya ta­allukudur. Meselâ, yahut kadmlarımza dokunduğunuzda.."[8] âyetinde "dokunma", mecazi olan cinsi münasebet manasınadır. Hakiki mana­sı olan, el ile dokunma manasına değildir.

"îte ölçek, bir ölçek karşılığı satılmaz" ha­disinde, ölçek hakiki ölçek manasında alınmaz. Çünkü, satılan Ölçek değil, onunla ölçülen şeydir.

b. Hakikî mananın anlaşılması mümkünse, mecazî manaya itibar olunmaz. Çünkü hakikat asıl, mecaz ise, hakikatin halefidir. Asıl dururken, halefe bakıl­maz. Fakat lafızdan hakiki mananın anlaşılması imkânsız olursa, mecazî mana­sına bakılır. Zira sözün bir mana ifade etmesi, mânâsız sayılmasından hayırlıdır.

Meselâ bir kimse, bir şahsın çocuğuna vasiyet etse, o şahsın çocuğu yoksa, torunu varsa, ona vasiyet etmiş sayılır.

Ancak, bazı durumlarda bir sözün ne hakikî ve ne de mecazî manasına bir anlam verilemiyorsa, o, hükümsüz sayılır. Bir kimsenin kendisinden yaşça bü­yük olan bir şahsa, "Bu benim babamdır" demesi gibi.


F. Hakîkat Ve Mecazın Birleştirilmesi (İçtimâi):


Bir söyleyişte, hem hakikî, hem de mezâcî mananın kasdedilmesi mümkün değildir. Meselâ, "Aslanı öldürmek" sözüyle, hem vahşi hayvanın, hem de yiğit insanın Öldürülmesi kasdedilmiş olmaz. Burada vahşi hayvanın öldürülmesi an­laşılır. Ancak yiğit insanın öldürülmesine dair bir karine varsa, bu durumda la­fız mecazî manâya tahsis edilmiş olur. Bu durumda hakiki mananın anlaşılması imkansızlaşır.

Yahut, "Kadınlarınıza dokundu iseniz" âyetindeki dokunmadan murad, me­cazi olarak cinsi münasebettir. Hakiki mana ise, el ile tutmaktır. Binaenaleyh, dokunma ile, hem cinsi münasebet, hem de el ile tutmak manaları birleşemez.

Bazı fakîhlere göre, bir söyleyişte hem hakiki, hem de mecazi mananın kas­dedilmesi eâiz ve mümkündür. Yani, hakiki manaya da şamil olacak tarzda lafız mecazî manada kullanılabilir. Buna, "umûmul-mecâz" (mecazın umumiliği) de­nir. Bir şahsın, falancanın evine ayak basmamaya yemin ettiğinde, ayak basmak ile kasdedilen mana, girmektir. Zira, ayak basmak, sebeptir. Bu sözüyle şahıs, sebebi zikretmiş, müsebbebi kasdetmiştîr. Şahıs bu sözüyle mecazî manayı kas-detmiştir. Bu sözün hakiki manası, o eve çıplak ayak ile ayak basmamaktır. Me­cazî manası ise, o eve her ne suretle olursa olsun, girmemektir. Bu sebeple, çıplak ayağı ile girse veya ayakkabı ile girse veyahut binerek girse yemini bozmuş olur ve bu takdirde hakikat ile mecaz arası cem edilmiş sayılmaz. Belki hakiki mana, mecazî mananın bir cüz´ünü teşkil etmiş olur.

"Filânın evine girmem" sözündeki "ev" ile, mutlak ikâmetgâh kasdedilir. Mülk ile kiralanan ev olması arasında fark yoktur.


C. Sarih:

A. Tarifi:


İster mecaz olsun,-ister hakikat olsun, bir lafız kendisinden kasdedilen ma­nanın çokça kullanılmasından dolayı açık (zahir) olursa ona sarih denir.

Hakikat nev´inden sarîhe misaller: Kocanın karısına, "Sen boşsun" şeklin­de söylediği sözü, mana için kullanılması bakımından şer´î hakikattir. Nikâhın izâlesinde de sarih bir tabirdir. Bey´, icâre, hibe, vakıf sözleri de, sarihin, şer´î hakîkat kısmındandır.

Mecaz nev´inden sarîhe misaller: "Şu tencereden yemem", "Bu ağaçtan yemem" gibi sözler de, sarihin mecaz kısmındandır. Çünkü bunlardan maksat, "Şu tencerede pişen yemekten yemem", "Bu ağacın meyvesinden yemem" de­mektir. Bu lafızların, bu maksatları ifade etmeleri çok kullanılmalarından dola­yı çok açıktır.


B. Sarihin Hükmü:


Sarihin hükmü, niyete bakılmaksızın, mucebinin (muktezasının ve gereğinin) sabit olmasıdır. Yani konuşanın niyeti ne olursa ol­sun, hükmün, kelâmın kendisine taalluk etmesidir. Meselâ, bir kimse, "Bu ma­lımı sana sattım" deyince, satış akdi meydana gelir. Satanın, "Bu sözümle kiralamayı kasdetmiştim" şeklindeki beyanına itibar edilme;´. Çünkü söylediği söz, satım akdi için sarihtir.

Sarih, mukabilinde delâlete itibar olunmaz.[9] Meselâ, züyedlik, mülkiyete delildir (delalet eder). Bir şahsın tasarrufu altında bulunan bir malı şahit ve bey-yine ile isbat ederse, o mal zilyedden alınarak, asıl mâlike verilir. Çünkü isbât sarîh, zilyedlik (tasarruf) ise delâlettir. Tasrih mukabelesinde delâlete itibar olunmaz.


D. Kinaye:

A. Tarifi:


Lügat manası, örtmek ve gizlemektir. Bir şeyi söylerken, söylenenle söyle­nenden başka birşeyi kasdetmektir.

Istılahta ise kinaye, kendisinden maksûd olan mana, az kullanılmasından dolayı kapalı olan ve gerçek manası

ancak bir karine ile anlaşılan lafızdır. Yani bu sözün manası anlaşılır. Fakat söyleyenin bundan ne kasdettiği

kapalı olduğu için, anlamakta güçlük çekilir. Bir karine ile asıl maksat anlaşılmış olur.

Belagat ilminde kinayeler, hakîkat ile mecazdan başkadır. Ona göre kina­ye, lâzımı zikr, melzûmu irade etmekten ibarettir. Meselâ, "Filanın kapısı açıktır" sözü, o şahsın misafirperver olduğundan kinayedir. Çünkü kapının açık olması, misafirperverlik için bir lâzımedir.

Usûl âlimlerince, kinayeler, birer hakikat olabileceği gibi, birer mecaz da olabilir. Şöyle ki, terkedilmiş (mehcûr) hakikatler, kinayeden olduğu gibi, her­kes tarafından maruf (bilinen), meşhur olmayan mecazlar da kinayeden sayılır. Meselâ, kocanın karısına talâk niyyeti ile, "ipin boynunda, istediğin yere git", "Ailene dön", "İddetini bekle", "Rahmini temizle", "sen haramsın", "sen tek basmasın" gibi sözler söylemesi böyledir. Bu ifadeler, talâk (boşamak)dan ki­nayedir.


B. Kinayenin Hükmü
:


Kinayenin hükmü, muktezasının ve mucebinin an­cak niyet veya halin delaletiyle sabit olması, niyet veya halin delâletinin yoklu­ğunda sabit olmamasıdır.

Meselâ, bir kimse karısına, "Sen bâinsin" dese, bu söz, şar´î ve usûlî bakı­mından kinaye sıyıhr. Şöyle ki, "Bâin" lafzı, beynûnet, firkat ve ayrılık manası olan "Beynûnet" kelimesinden türemiştir. Bu sözün manası şudur: "Sen ayrısın, aramızda ayrılık hası! oldu." Bu ayrılık, maddi olduğu gibi, mânevi de ola­bilir. Evden, şehirden ayrı kalmak, maddi bir ayrılıktır. Nikâh bağının kopup ayrılması manasındaki ayrılık ise, manevî bir ayrılıktır. İşte bu ikinci mana için ifade kapalıdır. Burada kişinin niyyeti ve halin delâleti önemli bir rol oyna­maktadır.

İslâm Hukukunda, şüphe ile cezası düşecek hususların (Mesela hadlerin) ki­naye bir lafız ile sabit olmaması da, kinayenin hükmündendir. Meselâ, "Falan, falana tekarrub etmiştir" cümlesinde tekarrub lafzı, zinadan kinaye olarak kul­lanılmıştır. Bu, kınâî bir lafız olduğu için, zinadan başka bir manaya da delâlet edebilir. Böylece ceza düşer.





--------------------------------------------------------------------------------

[1] İbn Melek, s. 107.

[2] En´âm, 151.

[3] Nisa, 2,

[4] Yûsuf, 82.

[5] Beled, 13.

[6] Mücâdele, 3.

[7] Bakara, 19.

[8] Nisa, 43.

[9] Mecelle, md. 13, 1757.