sidretül münteha
Sat 11 September 2010, 07:25 pm GMT +0200
Kıyas
178- Kıyâsın Kaidelerini Îlk Tesbit Eden Şafiî´dir:
Kaidelerini tesbit, esaslarını beyan ederek kıyas hakkında ilk konuşan imam Şafiî olmuştur. Gerek ondan önce ve gerekse onun çağında fukahâ re´y hakkında konuşurlar, ondan bahsederlerdi. Fakat onun hududunu beyana yönelmemişler, i´timad olunan ciheti açıklamamışlardı. Yâni doğru re´y ile doğru olmayan re´y arasına bir hudud koymamışlardı. Her ne kadar bundan bahsetmişlerse de hududu çizmemişlerdi; kaideleri kurmamışlardı; usûlü vaz´ etmemişlerdi. Şafiî´nin çağı gelince, o, doğruluğuna inandığı re´yin kaidelerini kurdu, sahîh olmayan- istinbat nev´ini bildirdi. Kıyasın hududunu çizdi, onu birtakım mertebelere ayırdı. Nassdan alman fıkha nisbetle kıyasa dayanan fıkıh hükümlerinin kuvvetçe derecelerini belli etti. Sonra kıyas yapan fakîhde bulunması gereken şartları heyan etti. Sonra kıyastan mâadasını bozuk gördüğü re´y ile istinbat nevi´lerinden kıyası ayırdı. Bu suretle İmam Şafiî, ilmin bu babının hakikatim beyan etme şerefini herkesten önce kazanmış oldu. Kendisinden sonra gelenlere bu yolu o açtı, onlar hazır yola koyuldular. [1]
179- Şafiî´nin Kıyası Ta´rîfî:
Şafiî had veya resim[2] suretiyle ta´rif etme yolunu tutmadı. Fakat verdiği misâllerden, yaptığı taksimlerden, konuştuğu şartlardan görülüyor ki o, doğrudan usûl ulemâsı ıstılahında malûm olan kıyasın hakikatini kasdetmiştir. Öyle anlaşılıyor ki, onun zamanında ilimlerde mantıkî uslub ve şekiller henüz yerleşmiş ve hâkim olmuş değildi. Onun için mantıkî bir tarzda kıyası had ve resim suretiyle beyan etme yolunu tutmamıştır, ilimleri bablara ayırma, gerçekleri belirtme hususunda bu yola daha sonra girilmiştir.
Ulemâ kıyası şöyle tarif ederler: Aralarındaki müşterek illet sebe-bıyle nassla sabit bir şeyin hükmünü, hakkında nass bulunmayan bir şeye de vermektir,
Şafiî´nin getirmiş olduğu misâller —ki onlar cidden çoktur— ve yapmış olduğu taksimler, kıyasın bu tarifine taraâmiyle uymaktadır. Onun için Şafiî´nin kabul ettiği kıyas, usûliyyûnun tarif ettiği kıyasın aynıdır. [3]
180- Kıyasın Hüccet Olduğunu Îsbat İçin Şafii´nin Getîrdiği Deliller, Kıyas Zarurîdir, Kıyas Zahire Göre Îlîmdir:
Şimdi Şafiî´nin kıyas hakkında dediklerini hulâsa olarak söyleyelim: Şafiî, kıyasa dâir sözlerine giriş olarak iki mukaddime ile başlamaktadır. Birinci Mukaddime: Vuku´ bulan, yeni meydana gelen her hâdisenin Mâm Dîni´nde bir hükmü vardır. Çünkü şeriat umûmîdir, bütün hâdiseler hakkında hayır veya şer, yasak veya mubah olmak üzere bir hüküm verir. Her şeye bir hüküm terettüp eder, Sâri´ o hükmü yerinde bulur veya o hükmün yerine başka bir hüküm verir. Her kaziyye ve her hâdise hakkında Sâri´ tarafından veriimiş bir hüküm olduğuna göre, bu hükümler ya nassia, ya işaret suretiyle veyahut delâlet yoluyla beyan edilmiş olmalıdır ki, bu hükümleri bilmek isteyen kimse bunlar vasıtasiyle öğrenip bulabilsin. Hükümleri nassların delâletinden çıkarıp bilmek ise içti had yoluyla, benzeri mes´eleleri birbirine ilhak etmek suretiyle olur.. Birbirine benzeyen mes´elelere, misli misline bakarak hüküm vermek, hiç şüphe yok ki, kıyasa götürür. Şafiî bunları şu sözleriyle anlatmaktadır: "Müslümanlara indirilen nasslarda tutulması gereken hüküm vardır, hak yolunu gösteren delâletler mevcuttur. Nassda aynen bulunan hükümlere tabi´ olmak lâzımdır. Aynen bir hüküm yoksa o Kaman ictihad suretiyle hakkı bulmak için nassların delâletlerine başvurulur. Bu ictihad ve kıyas demektir! Şafiî´nin tutumuna göre Şâri´m beyanları iki kısımdır:
1- Nassîa bildirilen hükümler: Bu nassların maksadı ve gayesi bilindikten, beyan tarzlariyle âmmı ve hâssı anlaşıldıktan sonra bu hükümlere tabi´ olmak vâcibdir,
2- Delâlet yoluyla olan beyanlar ki, Allâhu Teâlâ bunları fikirleri, ; akıllara yol göstermek için birer alâmet olarak dikmiştir. Müctehid, Allâhu Teâlâ´nm kendisine verdiği akıl ile bu hükümleri anlamağa çalışır, çabalar. Şafiî´ye göre ictihad, nass bulunmayan ve icmâ vâki olmayan hususlardadır ve bu kıyas yoluyla olur. Hattâ o: îctihad kıyasdır, demeği kendisine caiz görmüştür.
tkinci Mukaddime: "Şer´in ahkâmını bilmediği kısımdır. Biri ihata ilmidir, zahire ve bâtına şâmildir. Onu bilen, aşikâre ve gizlide hak olan o olduğunu bilir. Bu yakînen bilinen bir şeydir ki, kimsenin bunda şüpheye düşmesi caiz olamaz. Diğeri ise yalnız zahire göre olan bilgidir. Onun gerçeğini bilmek Allah´a mahsustur, onun ilmi kuldan gizli kahniS-tır, hiç kimse onu hakkiyle bilemez. Bu ilim, tercih ve zan yoluyla olur, cezm ve kat´! hüküm yoluyla olamaz, ne önünden, ne ardından bâtıl ona yol bulamayacak şekilde bir bilgi değildir. Hükümleri birinci kısımdaki gîbi kesin olarak bilmek iki yol ile olur: Kitâb´ın nassiyle veya mütevâtîr Sünnetin nassiyle, yâni Şafiî´nin dediği gibi umûmun umûmdan rivayet ettiği nakille olur. Bu iki yoi ile helâl olan bir şeyin helâl olduğu, haram edilen geyin de haram olduğu bilinir, bunları kimse biknemezlik edemez ve şüpheye düşemez."[4]
Haber-i vâhidle yâni Şafiî´nin tabiriyle haber-i hâssa ile, icmâ´ ve kıyasla hâsıl olan ilim zahirî ilimdir. Bu üç delil ile olan bilgi zahire göredir. Bunlarla hâsıl olan bilginin sahibi, ilminin gerçekte ve nefsü´1-emir-de Öyle olduğuna iddia edemez. Hakikatim Allâhu Teâlâ bilir. EUndeJd imkânlarla ulaştığı bilgi budur esasına göre onunla arnel olunur. Elinde olmayan, gücünün yetmediği şeylerin altına girerek onları yüklenmekle mükellef değildir.
Birçok ka.ziyyeler, bu nevi´ ilim üzere yürür. Hâkim, şahitlerin şahitliğine dayanarak bir maznunun katline hüküm verir. Onlann doğruluğunu gösterir emarelere i´tibar eder, halbuki şahitlerin yalancı olmaları, yanılmaları ihtimali de vardır. Fakat hâkim zahir olanla hükmeder, gizli olanı Allah´a bırakır. Müctehidler, delillerden hüküm alırken esbabın götürdüğü ve buldukları şeyle amel ederler. Bulamadıkları, gözlerinden kaçan şeyden dolayı günah yoktur. Mükellef olanlar, bilgileriyle vâsıl oldukları, zahirde buldukları şeyleri îfâ etmekle teklif olunurlar. Bir kimse, kendisine helâl olduğunu sanarak bir kadınla evlense, onunla birleştikten sonra süt kız kardeşi olduğu anlaşılsa, Allah ile arasında günah işlemiş sayılmaz. Çünkü dudu bilmeyerek yaptı, araştırması onu gerçeğe götürmedi. Gizîi olan hakikat meydana çıkınca nikâh bozuldu. Zahire göre bir hüküm vardı, frâtma göre de hüküm vardır. Zahire göre yapılan nikâhla neseb sabittir, iddet ve mehr lâzınıgelir. Gerçekte ise nikâh bâtıl olduğundan; bilinmeksizin uzun zaman geçse de, mîras hakkı sabit olmaz.
Şafiî, zahiren bilinenle, işin hakikati, içyüzü arasındaki ihtilâflara dâir birçok misâller getirmektedir. Biz onlardan birini zikredelim, diğerleri ondan belli olur: Bir kimse gelerek Müslüman olduğunu aşikâre söy-tese, Müslüman olmadığını açığa vuracak bir işaret ve alâmet görülmekçe, biz zahire göre hüküm veririz ona Müslüman muamelesi yaparız. Müslüman olarak gördüğümüz için Müslümanlarla evlenmesine müsâade ederiz, arada mîras cereyan eder. Bâtınen belki de Müslüman olmamış olabilir, fakat biz bilmeyebiliriz. Eğer biri onun Müslüman olmadığını bi-hr, böyle alâmetler de belirirse, içinde gizlediklerini açığa vuran sözler uyulursa, o zaman bunu bilen kimse ona Müslüman muamelesi yapmaz. nu Müslümanla evlendirmez, mirasçı yapmaz. Böylece iki şahsa nisbet-s bir kimse hakkında ayrı ayrı iki hüküm bulunmuş oluyor. Her ikisi de «diklerine göre amel ediyorlar, bilgilerinin îcâbma uyuyorlar. [5]
181- Kıyasın Muhtelif Neticelere Götürmesi, İ´timat Edilmesine Mâni Değildir:
Görülüyor ki, kıyâs zahiren bir bilgi veriyor. îşin içyüzüne nüfuz edemiyor, bâtını keşfeyleyemiyor. Çünkü kıyas, zahirî ilim veren üg ilim yolundan biridir. Hem zahiri, hem, bâtını ihata eden bir ilim vermez. Her müctehid, kendisinin ulaştığı ilimden bulduğunu aur. Kıyas ancak zahirî ilme götürüp ihata ilmi vermediğinden müctehidler bir mesele hakkında ihtilâfa düşerler. Kıyas bir müctehidi bir neticeye, diğer bir müctehidi de başka bir netîceye götürebilir. Nasıl ki, iki hâkimden biri, bir şahidin şahitliğini kabul eder, çünkü onun hâlinde salâh cihetini üstün görür, her ne kadar bâzı işlerinde kusur bulsa da buna bakmaz, çünkü hiç günah iglememiş bir kimse bulunmaz[6]. Birinci hâkimin şahitliğini kabul ettiği kimsenin şahitliğini diğer hâkim ise, aynı mes´elede, reddedebilir. Çünkü onun hâlinde birinci hâkimin görmediği birtakım şeylere muttali´ olmuştur. İşte müctehidlerin durumu da böyledir. Bir mes´elenin hükmünde, beyan ettiğimiz gibi, onlar da ihtilâfa düşebilirler. Her biri, üzerine düşeni ve lâzım geleni yapar, vâsıl olduğu neticeyi alır. Kıyas, böyle bir neticeye götürmekle beraber caiz bir şeydir, hattâ istenen bir iştir. Amr b. Âs´dan rivayet olunuyor ki, Hz. Peygamber´i şöyle derken işitmiş-tir: "Bir hâkim hükmünü verirken ictihad eder ve isabet de ederse ona iki ecir vardır. Hükmederken içtihadında hatâ. ederse ona da bîr ecir vardır."[7] Bu Hadîa-i Şerîf gösteriyor ki, Şafiî´nin nazarında ictihad demek olan kıyas, her ne kadar zahirî itme götürse ve düşünceler muhtelif olsa da, yine istenilen ve arzu olunan bir şeydir.
Şafiî, bu Hadîs-i Şerîften kendisince kıyas demek olan içtihada teşvik mânâsı çıkarmaktadır. Çünkü Hz. Peygamber Efendimiz, bu Hadîsle isabet eden müctehide iki sevap, hatâ eden müctehide bir sevap verildiğini büdirmiştir. Müsaade edilmeyen bir şeye ise sevap yoktur. Vebali kaldırılan hatâya dahi sevap yoktur"[8]. Fakat, madem, ictihaddaki hatâ burada yalnız affedilmekle kalmıyor, üstelik sevap da veriliyor. Bu Hadîs gereğince hatâ etmek ihtimâli bulunmakla beraber ictihad istenen bir şeydir. Bu Hadîs-i Şerîf bize diğer bir şeyi de gösteriyor ki, müctehid ancak zahire göre ictihad etmekle mükelleftir. [9]
182- Kıyas Nassla Sabit Bir Hüküm Üzerine Kurularak Yapılır:
Kıyas ancak nassla sabit bir hüküm üzerine kurulur. Çünkü ger´î hüküm Kitab ve Sünnetten aranarak bilinir. Kitab ve Sünnetin nassiyle bildirilen bir sebep ve illete göre hüküm verilir. Hakkında nass bulunmayan şey ise hakkında nass bulunan mes´eleye benzetilerek hüküm alır. yâni hükmü nassla bildirilen mes´elenin illetini, sebebi caiz olan ve hakkında da nass bulunmayan mes´ele bu müşterek illet dolayısiyle aynı hükmü alır. Bu da nassm mânâsım bilmek, hükmün illetini arayıp bulmak suretiyle yapılır. Eger nassla sabit olan hükmün illeti, hakkında nass bulunmayan mes´elede de varsa kıyas yoluyla aynı hüküm ona da geçirilir. Şafiî´nin sözü şöyledir: "Kitab ve Sünnetin bildirdiği hüküm, sabit bir gerçektir, müctehid onun mânâsını araştırıp isabet etmeğe çalışır."[10]
Şafiî kıyası, nass üzerine hamletmek, nassa tabi´ olmak gibi i´tibar eder; yoksa kıyas, nassın kayıdlanndan âzâde kalmak değildir. Onun için şöyle demektedir: "ilim erbabı, nassm hayrına tabi* olarak hakkında nassla haber verilmiş bir sey bulunmayan bir mes´eleyi o nassa kıyas ederek onun hakkında kıyas yoluyla sözünü söyleyebilir."
Kendilerine kıyas edilecek Kitab ve Sünnetten bir nass yoksa, o zaman, Şafiî re´y yoluyla içtihadı men´etmektedir. Nassdan bir haber bulunmaksızın hüküm vermek ve kıyas yapmak caiz değildir.
Bundan şu anlaşılıyor ki, Şâri´m içtihadı emretmesi, işin hakîkatma delâlet eden delil ve karinelere bağlıdır. Çünkü ictihad ancak muayyen bir mânâyı aramak için yapılır. Bu arama ve talep kendisine delâlet eden deliller, onu gösteren emarelerle olur. Bu ise nasslann mânâlarını araştırıp benzeyen ve en yakın olan şeyleri ona katmak için yapılır, işte kıyas budur, Şafiî şu sözleriyle bunu kasdetmektedir: "Hz. Peygamber Efendimiz (Ona salât ve selâm olsun) içtihadı mademki emretmiştir, ietihad ancak bir şeyi aramak için yapılır. Bîr şeyi araştırmak ise ancak delillerle olur, bu da kıyastır. Görmez misin ki, bir adamın kölesini aşırsa, o kölenin emsalinin pazarda kaça olduğunu bilen bir kimseye ona fiyat takdir etmesi söylenir, bu kölenin kıymetini takdir et, denir. O da, onun benzeriyle mukayese ederek ona fiat biçer. Bir malın fiyatı da ancak tecrübesi olan, bu işten anlayan birine takdir ettirilir. Kölelerin fiyatını bilmeyen bir fakîha: Bu köleye fiyat takdir et, denilmez. Bir işçinin ücretini takdir etmesi istenilmez. Çünkü bu kıymetleri emsaline bakmaksızın, onlarla mukayese yapmaksızın takdir ederse haksızlık yapmış olur. Maların kıymetinin takdirinde bu iş böyle olunca, dikkatsizlik ve emsalini t tibâre almamak hatâya düşürürse, Allah´ın helâl ve haram kıldığı şeylerde haksızlık yapmaktan son derece sakınmak elbette daha lâzımdır."[11]
Böylece Şafiî, fakîhın re´yle içtihadında tutacağı yolun ancak kıyas y°Iu olduğu neticesine varmaktadır. Tâ ki hüküm nassın delaletiyle olmuş olsun. Çünkü o şeriatta ancak nassa i´tiraad etmektedir, ona dayanmaktadır. Hüküm nassm zahiriyle değilse bile hiç olmazsa ondan alman delâlet yoluyla olsun. Bu da nasslardan mânâlar çıkarmak, nassların illetini bilmek, sonra da nassla bildirilen hükmün illetini taşıyan mes´eleye, müşterek iliet dolayısiyle, aynı hükmü vermekle olur. Fıkıhta gözönünde tutulacak şey Kur´ân´in nassıdır veya Peygamber´in Hadîsleridir, veyahut da kıyas yoluyla bunlara hamletmektir. Uyulması gereken bir nass veya bunlara göre yapılmış bir kıyas yokken hüküm vermek günaha daha yakındır. [12]
183- Kıyasın Nevîlerî, Mertebeleri:
Kelimeleriyle hükme delâlet eden bir nass bulunmadığı zaman, kıyas mutlaka lâzımdır. Bu da nassların mânâlarını, gayelerini araştırmak, il-letlerini, sebeplerini bilmekle, sonra da benzerlere birbirinin hükmünü vermekle olur.
Şafiî´nin Er-Risâle´deki sözünden ve diğer yerlerde dediklerinden çıkan şudur ki, o, kıyas, illetin açık veya kapalı olması, hakkında nass bulunmayan şeyde illetin ne miktarda bulunuşu bakımından üç kısma ayırmaktadır:
1- Feri´ hükme asıldan daha evlâdır. "Anaya, babaya öf bile demeyin." âyetinden anayı, babayı dövmenin şiddetle yasak olduğunu anlarız. Öf demek yasak olunca, dövmenin yasak olması evleviyetle sabittir.
2- Feri´ asla müsavidir; ikisi de aynı derecededir, aralarında birbirinden fazlalık ve eksiklik yoktur. Allâhu Teâlâ şöyle buyurur: Eğer cariyeler fuhuş işlerlerse, onlara hur kadınlara olan azabın yarısı vardır."
Cariyeler hakkındaki bu hükme bakarak, köleler de had vurulmağı îcâbe-den bir günah irtikâb ederlerse onlara da yarı ceza verüir.
3- Hükmün illeti bakımından feri´, asıldan daha zayıftır.
Bu üç kısım hakkında Şafiî´nin dediklerini açıklayarak her kısımdan ayrı ayrı söz edelim:
Şafiî kıyası böyle mertebelere ayırıyor ve birinci kısmın kıyasın en kuvvetlisi olduğunu söyleyerek diyor ki: "Kayasın en kuvvetlisi şudur: Allâhu Teâlâ Kitabında veya Hz. Pegyamber Sünnette bir şeyin en az olanını da haram eder. Azı haram olan şeyin çoğu da haram olacağı pek tabiî bulunduğundan azı yasak edilen o şeyin çoğunun daha çok haram olduğu bilinir. Yine böylece, tâatın azı öğülür, ona mükâfat verilirse, çoğu bu övgüye daha çok lâyık olur. Bir şeyin çoğu mubah olursa, azanın mubah olması daha evlâdır."
Şafiî bu üç nev´e üç misâl getiriyor:
a) Hz. Peygamber Efendimiz (Ona salât ve selâm oisun) şöyle buyurmuştur: "Allâhu Teâlâ müzminin canına, malına dokmuna-ğı haram {aldı. Ona iyi zandan başkasını beslemek de haramdır." Mü´mine iyi zan-dan başka bir şey beslemek yâni kötü zan haram, olunca, haksız yere sarih bir surette ona kötü söz söylemek evleviyetle haramdır. Hattâ bunun haram olması daha şiddetlidir.
b) Allâhu Teâlâ şöyle buyurur: "Kim ki, zerre miktarı hayır işlerse mükâfatım görür, kim de zerre mikdarı kötülük yaparsa cezasını görür." Zerre mikdarı olan hayır öğülür ve mükâfat verilirse, daha büyüğü Övgüye daha lâyıktır. Zerre mikdarı kötülükte günah olup azap verilecekse daha büyüğü daha çok günahtır.
c) Allâhu Teâlâ, herhangi bir muahede ile bağlanmamış olan ve bize savaş açanların kazılarını ve mallarını helâl kıldı. Öldürmeden yaralamalar ve mallarından bir kısmı elbette evleviyetle mubahtır. Gerçi Şafiî, ikinci kısmı Er-Risâîe´de açıkça zikretmiyor, ancak bâzı sözlerinde buna işaret ediyor. Bu kısmı Fahrü´r-Râzî ondan naklen söylüyor ve köle, haddi mûcib bir cinayet işlerse cariyeye kıyas ve nisbet ederek ona da yarı ceza verileceği misâlini getiriyor.
Şafiî´nin Er-Risâle´de bu kısma işareti, bâzı ulemânın bunu kıyastan saymadıklarını söylediği sırada şöyle der: "Helâl edilen mânâsında olan, o illeti taşıyan helâl kılındı, haram mânâsında olan da haram kılındı." Bu tâbir, şüphesiz ki, ikinci kısma işaret yoluyla zikrolunmuştur, yâni hükmün illetinde feri´ asla müsavidir. Bunda feri´ ile aslın birbirine eşitliği o kadar açık ki, nass kadar açık olup, hattâ bâzı ulemâ bunu kıyastan bile saymıyor, şüphesiz ki bu, birinci kısımdan başka bir kısmıdır. Çünkü birinci kısımda mânâ yâni illet feri´de, asıldan daha kuvvetlidir.
Üçüncü kısım; bunda feri´, asıldan daha zayıftır. Bunu Fahreddin razî, Şafiî´den nakil ile diyor ki: "Şafiî bunu iki nev´e ayırır. Birisi kı-yas-ı mânâ zillet kıyasıdır. Yâni uygun olarak hükmün illeti bulunup çıkarılır, sonra a3iîi illeti taşıyan feri´de de bu hükmün bulunduğu gösterilir, ikincisinde hükme sebep olan illet meydana çıkarılmaz, fakat iki muhtelif suret arasında hükümde bir, benzer oluş şekli bulunur. Bu ikisi arası olan seldin diğer iki suretten birine benze5Tşi daha fazladır. îşte bu Çok benzeyiş onun bu surete katılmasını îcâbeder. işte kıyas-ı şebeh yâni benzeyiş kıyası da budur."[13]
Er-Risâle´ye baktık. Gördük ki, Şafiî kıyası iki bahsin başında bu iki veçhj şöyle zikrediyor: "Kıyas iki türlüdür. Birincide bir şey yâni feri´ ashn illetini hâvidir, bu kıyasta ihtilâf yoktur. Diğerinde ise bir şey ashn benzeri olur, en çok benzeyen feri´ asla ilhak olunur. Kıyasçüar bunda ihtilâf etmişlerdir."[14] Şafiî birinciyi zikrederken, bunda kıyasçıların ihtilâfa düşmediklerini de söylüyor ki, bu sözün zahirine üç kısım bunda dâ-hüdir; yâni: Evleviyyet yoluyla olan kuvvetli kıyas, feri´Ie aslın müsavi olduğu kıyas, fer´in asıldan zayıf olduğu kıyas. Bunlardan ilk ikisinin bu nev´e girdiği açıktır, aşikârdır. Çünkü bu ikisinde kıyasçüann ihtilâfa düşecekleri bir cihet yoktur. Müctehidlerin bunlara dâir sözleri birbiriyle çatışacak durumda değildir.
Bundan ötürü bizce, Fahreddin Râzî´nin sözü, Şafiî´nin Er-Risâle´-deki sözleriyle işaret ettiği taksime tamı tamına uygun düşmemektedir. Çünkü Şafiî´nin sözü şunu da içine alır ki, fer´in asıldan daha zayıf olduğu üçüncü kısmın birkaç benzeri olur ve onlardan en yakın olana ilhak olunur. Ma´kûl olan budur. Çünkü aslın hükmünün illetinden fer´in daha zayıf olması, fer´in asla ilhakiyle çarpışan birkaç suret bulunduğu zaman olur. Zîrâ böyle birkaç suretin bulunması asılla feri´ arasındaki illetin zayıf ve mütereddit olmasından ileri gelir. Fakat asılda sabit olan illet taayyün ederse ve feri´ ile diğer bir asıl arasında başka bir benzerlik veçhi de bulunmazsa o takdirde bu asla benzerliği kuvvetli olur, illeti meydana çıkarmak bâzan her ne kadar güç olsa da, bu illet artık sabit sayılır. Şafiî´nin, fer´in asıldan zayıf olmasını yalnız bu kıyasda i´tibar ettiğini gösterir delilimiz vardır. Bu delil iki şeye dayanmaktadır:
1- Şâfİî, benzerlik kıyasında kıyasçılar arasında ihtilâf cereyan etmediğini söylüyor. Halbuki illet kıyasında, kıyasçılar arasında hiçbir ihtilâf yoktur. Şüphesiz ki bu, her surette birincinin kuvvetli olduğunu, ikincinin de zayıf olduğunu gösterir. Daha önce bunu belirtmiştik.
2- Şafiî diyor ki, bâzı ulemâ, ancak benzerlik ihtimâli bulunana kıyas nâmım veriyor. Çünkü iki muhtelif mânâdan (illetten) benzerlik münâsebetiyle birine kıyas cihetine gidilir.[15]
Diğer iki kısım yâni feri´ asıldan daha evlâ veya müsavi olanlar, sözü geçen bu ulemâdan bâzısına göre kıyas nâmını almaz. Şafiî, bu sözü sayıyor ve ona bir veçhe buluyor. Bunun böyle olması şundan ileri gelir: Şafiî´ye göre illete dayanan kıyasta feri´, asıldan zayıf olamaz. Yoksa delâlet, nass derecesinde kuvvetli sayılamaz.
işte bunun için biz, zayıf olan kıyası Şafiî´nin ancak benzerlik kıyasında i´tibar ettiğim mütemayiliz. Bu nevi´de feri´, hakkında nass bulunan asıllardan birkaçına benzer ve bunlardan en çok benzeyenin ve en yakın olanının hükmünü alır. [16]
[1] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 255.
[2] Had: Bir şeyin mahiyetini belirterek tarif; resim ise, cins ve husûsiye- tariftir.
[3] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 255-256.
[4] Şafiî, Er-Rlsâle, s. 482.
[5] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 256-257.
[6] Şafii, Er-Rlsâle, S. 482.
[7] Şâfii, Er-RlsâJe, s. 493
[8] Aynı eser. s. 496-497.
[9] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 258.
[10] Aym eser, s. 504. Aym eser, s. 504.
[11] Şafiî, Er-Risâle. s. 506-507.
[12] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 258-260.
[13] Fahreddin Râzî, Menâkib-ı Şâfit, s. 99.
[14] Şafiî, Er-Risâle, s. 479.
[15] Şâfü, Er-Risâle, a. 516.
[16] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 260-262.