- Kıyas 2

Adsense kodları


Kıyas 2

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
sidretül münteha
Sat 11 September 2010, 07:41 pm GMT +0200
Kıyas

184- Bu Hususta Şâfîî´nîn Getirdiği Misâller:


Buna dâir Şafiî birçok misâller getiriyor, biz onlardan birkaçım kaydedelim:

a) Hz. Peygamber´in bir köle hakkında verdiği hüküm şöyledir: Kusurlu olduğu gizlenerek satılmıştır. İşletilip faydalandıktan sonra

kusurlu olduğu meydana çıkınca ayıbından dolayı müşteri onu reddetse, aynını tazminden dolayı ondan hâsıl olan gaileyi hapseder, vermeyip tu­tar. Bu gaile müşterinin elinde hâsıl olmuştur, semenden bu gaileye te­kabül eden bir hisse yoktur, öyle olunca damânî karşılığı gaile müşteri­nin mülküdür. Bu aymn zâtından doğmuş bir ziyâde değildir. Şâfü, satı­lan malın aynından doğan ziyâdeyi de buna kıyas etmektedir. Buna bi­naen hurma ağacının meyvesi, davarın sütü ve yavrusu müşterinin olur. Eğer bunlar satıştan sonra ve satış bozulmadan önce müşterinin elinde hâsıl olursa, böyledir. Çünkü bunlar müşterinin damânmda iken hâsıl ol­muştur. Damânî karşılığı mülkü olur.

Fukahâdan bâzıları bu hususta Şafiî´ye muhaliftirler. Onlara göre malın zâtında doğan ziyâde, kazanma ve gallelendirme yoluyla hâsıl olan ziyâdeye kıyas edilemez. Hadîs-i Şerîf şöyle buyurur:

"Bir şeyin haracı, faydası; damanı karşılığıdır." Mebî´in zâtından doğan, meydana gelen ziyâde ise haraç değildir. Şâfii bu sözü şöyle diye­rek reddediyor: "Eğer aymn zâtından doğan ona ilhak edilse, köleye hibe edilen şeyin bâyi´in mülkü olması îcâbederdi, çünkü bu haraç değildir. Fakat onlar, bir şeyin haracı, daman karşılığıdır, kaidesince bunun müş­terinin mülkü olduğunu söylüyorlar.[17]

Hulâsa olarak bu mes´ele iki benzeri arasında kalmaktadır. Birisi şöyledir: Meydana gelen ziyâde kazanca benzer ve mülkünde iken hâsıl olan müşterinin olur. îkincisi: Aynın zâüna ilhak edilir. Çünkü Hadîs-i Şerîf: Haraç, daman iledir, diyor. Bu ise haraç değildir. Şafiî birinciyi alıyor, ikinciyi almıyor. Birinciyi tercih etmesini şöyle açıklıyor: Mülki­yetin illeti, bunun kendi mülkünde iken hâsıl olmasıdır. Mülkünde hâsıl olan her şeyin mülkiyeti sabit olur ve bu devam eder. Bu hususta şöyle diyor: "Bunların hepsi müsavidir. Çünkü müşterinin mülkünde iken hâ­sıl olmuştur. Doğru olan budur..."

Diğerleri ise, ziyâde hâlihazırda ve ileride mülkiyette ayne tabi´dir, diyorlar. Mebî´in aynı bâyi´a dönünce onların da bâyi´a dönmesi gerekir.

b) Hazret-i Peygamber altının altınla, gümüşün gümüşle, hurmanın hurma ile, buğdayın buğdayla, arpanın arpa ile fazlasına satılmasını yasak etti, ancak misli misliyle ve peşin olarak satılmasına müsâade etti. Bu sahîh. bir Hadîstir. Şafiî hakkında nass bulunmayanları, nassla bildirilen bu mes´elelere kıyas etmek için bu yasağın illetini öğrenmek istedi. Bu nevi´lerin haram edilmesinden, insanlar arasındaki örf ve âdetten, taâmül usûlünden şu neticeye vardı ki, altının misli misliyle ve peşin olarak satı­şından ma´dâsınm haram olmasının illeti semen olmasıdır. Diğer nevi´le­rin haram, olmasının illeti ise yenir şey olmalarıdır. O takdirde haram ol­manın illeti altında semen ve cinsin bir nevi´den olmasıdır. Yâni altın al­tınla fazlasına satılamaz. Diğerlerinde ise haram olmanın illeti yenir şey olmalariyle birlikte cinsin de bir olmasıdır. Eğer bu iki cüz de bulunursa o zaman ivazlardan birini veresiye yapmak da, fazla yapmak da haram olur. Eğer illet cüzlerinden birisi bulunursa, yâni cins birliği olmaksızın semen veya yenir şey olma bulunursa o zaman fazlalık helâldir, ivazlar­dan birini veresiye yapmak haramdır, fazla helâl, nesîe haram olur. Şa­fiî, keyl ve vezni illet olarak almıyor. Şayet Şafiî böyle demiş olsaydı tar-tılanlardan olan bal ile yağın altın ve dirhemle veresiye satışına cevaz vermezdi, nasıl ki altının gümüşle, fazlasiyle, veresiye satışı caiz değildir. Ulemâ birinci satışın veresiye yapılmasının sahîh olduğuna ittifak etmiş-lerdir, ikinci ise böyle değil. Öyle olunca haram olmanın illeti mikdar olamaz[18]

 Cenâb-ı Hak şöyle diyor; "Eğer çocuklarınızı süt anneye emzirtmek isterseniz, yereceğinizi uygun bir şekilde Ödediği­nim takdirde size sorumluluk yoktur,´´ (Bakara Sûresi: 233).

Hz. Peygamber de, Utbe´nin kızı Hinde, eşi Ebû Süfyan´uı malından oğlundan ötürü ma´rûf tarzda para almasını söylemiştir. Gerek ALLAH´ın Kitabındaki âyetler ve gerekse Peygamber´in Sünneti gösteriyor ki, kü­çükken çocuğu emzirme ve besleme ücreti babaya düğmektedir. Bu nok­tanın farz olmasının sebebi çocukla baba arasındaki karabet bağıdır. Ma­demki bu alâka ve bağ sebebiyle, çocuk kendine bakmaktan âciz bir hal­de iken babanın çocuğa bakması farz oluyort baba kazanıp kendine bak­maktan âciz kaldığı zaman, mah yoksa, çocuğun babaya bakması aynı se-beple farz olur. Baba ve ana yukarı kuşağa doğru ne kadar giderse gitsin, derece derece bununla mükelleftir. Evlâtlar da aşağı kuşağa doğru ne ka­dar inerse insin hepsi mükelleftirler. Çünkü alâka ve bağ hep birdir. Yâni asıl ve feri alâkası, cüz´iyet veya doğuş karabeti mevcuttur[19]


185- Şafiî´ye Göre Delâlet-i Evlâ (Îktıza) Kıyastan Sayılır, Bu Hususta Ulemâ Arasında Tartışılması:


İmam Şafiî, kıyasın kısımlarını ve şekillerini zikrettikten sonra açık­lıyor ki, fukahâdan bâzıları, fer´in, nassla bildirilen asıldan daha kuvvetli olduğu şeyi kıyastan saymamaktadırlar. Aslın mânâsında olup başka bir şeye ihtimâli olmayan da böyledir. Bu hususta şöyle diyor: "Bâzı ilim er­babı, buna (yâni fer´m, kıyasın illetinden asıldan daha çok olan kısmına) kıyas nâmım vermekten çekinirler. Bu, ALLAH´ın helâl ve haram kıldığı, öğdüğü veya zemmettiği şeyler cümlesindendir. Bunlar ayniyle sabittir, başkasına kıyasla değildir. Helâl olanın illeti bulunduğundan helâl edilen, haram olanın illetini taşıdığından haram kılınanlar hakkında da böyle söylenmektedir. Ancak benzerlik dolayısıyla yapılan kıyasa, kıyas nâmını verir. îki muhtelif illet benzerliğinden daha yakın olana kıyas yapılırsa, bu kıyas olur. Diğer ilim erbabı ise Kitab ve Sünnetin nassından başkasiy-le sabit olup onların illetini taşıyanlara kıyas nâmını vermektedirler. Doğ­rusunu ALLAH bilir.[20]

Şâfü bu iki kavilden hangisini aldığını açıklamaksızm bunları zikret­miştir. Sözünün gelişinin zahirine bakılırsa, üç kısmı da kıyastan say­maktadır.[21]

Bence, fer´in asıldan daha çok ve aslın illeti gibi olduğu, sori derece vazıh bulunmasından, illeti araştırıp meydana çıkarmağa hacet bile kal­madığı mes´eleler; kıyastan değil de nassm delâleti nev´inden sayılır. Çünkü illet nassla veya benzeriyle bilinir de bu da feri´de daha çok oldu­ğundan açıkça anlaşılırsa hüküm feri´de nassla sabit olmuş olur. İnsan, mücerred nassı anlamakla bunu anlar. Şafiî´nin yoluna göre fark esasa taallûk eder, cevheridir. Çünkü hüküm, Kur´ân´m nassiyle veya mütevâ-tir Hadîsle sabit olmuş bulunursa, onu bilmek, zahirde ve bâtında ilini, ilm-i ihata olur. Eğer nassm delâletiyledir, diye hüküm edersen böyledir. Eğer kıyasla sabit dersen, bu yalnız zahiren ilimdir. Meselâ: "Anaya, ba­baya of bile deme." âyetinden anlaşılan döğmenin haram olması, eğer kı­yas ile sabittir dersen, bu haram olmayı, bilme yahuz zahirde olur, hem zâbir ve hem bâtında ihata ilmiyle olmaz. Anaya, babaya Öf bile dememek âyetin nassiyle zahir ve bâtında kat´î olarak sabit olsun da, döğmek yal­nız zahirde sabit olsun, bu olamaz. Arapçanın siyakından anlayan bir kim­se bu âyet, ibaresiyle, eziyetin azının hürmetine delâlet eder de, çoğunun haram olduğuna delâlet etmez diyemez. Bu âyeti mücerred işitmekle iba­resinden döğmenin haram olduğu anlaşılır ki, bu nasıl olur da yalnız za­hiri ilim olur? Eğer bu da hem zahir ve hem bâtında ilim sayılmazsa, in­sanlar için ihata ilmi hiç yok demektir.[22]



186- Kıyas Cereyan Etmeyip Mevrîd-i Nassa Münhasır Kadan Nasslar, Ruhsata Dâir Nasslarda Kıyas Cereyan Etmez; Buna Dâîr Misaller:


Şafiî diyor ki, bâzı nasslara kıyas yapılmaz. Bunlar, sabit şeylere aykırı bir hüküm getiren nâsslardır. Bu türlü hüküm1 ar, yalnız mevrid-i nassa = nassm geldiği şeye münhasır kalır. Aynı hâ! ve Vasfı taşıyan başkaları buna kıyas yapılamaz. "Alâ hılâfi´l-kıyas sabit olan bir şey baş­kasına makîs olamaz," Bunlar umûmî bir hükümden istisna yoluyla hafif­letmek için yapılır. Şâfü, bu konuda şöyle diyor: "Allâhu Teâlâ nassla bil­dirdiği bir hüküm olup da sonra Hz. Peygamber bâzı farzlarda onu tahfif ettiğini Sünnetiyle beyan ederse, Hz, Peygamber´in ruhsat verdiği bu ruhsatla amel olunur ve başkası ona kıyas edilmez. Yine böylece Hz. Peygamber bir şey hakkında umûmî bir hüküm verir de sonra umûmî hükümden ayrı bir Sünnet vaz´ederse bu da başkasına makîs olamaz."[23] Şafiî buna bâzı misâller getirmiştir ki, birkaçı şunlardır:

a) Allâhu Teâlâ abdesti farz kılarak şöyle buyurdu: "Ey îman eden­ler, namaz kılacağınız zaman yüzünüzü, dirseklerimize kadar kollarınızı yıkayın, başınıza mesnedin, ayaklarınızı da topuklara kadar yıkayın." Bu umûmî hüküm gereğince abdestte ayakların yıkanması abdestin bir rüknüdür, farzdır. Fakat Hz. Peygamber mest üzerine mesh edince, bu: umumî nassm hükmünü hafifleterek kolaylık için verilmiş bir müsâade oldu, Aynı mahiyette olan şeyler, meselâ başa giyilen kavuk, ellere giyi­len eldiven, meste kıyas edilemez. Çünkü bu hüküm, umûmî nasstau bir istisnadır, nassm umûmundan istisna edilen bir şey, başkasına kıyaslana­cak bir şey olamaz.

b) Ribâ cereyan eden malların götürü pazar toptan satılması yasak edilmiştir. Hz. Peygamber ağaç üzerinde iken meyvelerin birbiriyle mü­badele yoluyla satılmasını, tarladaki mezruâtm buğdayla satılmasını neh-yetmiştir. Bu umûmî bir hükümdür. Fakat arayanın satışının caiz oldu­ğuna dâir Hadîs vardır. Ağaç üzerindeki yeşil hurmaların kuru hurma ile satışına cevaz vermiştir. Bu, umûmî nass karşısında kolaylık için gös­terilmiş hafif bir hükümdür, bu yalnız nassm varit olduğu şeye münha­sır kalır, bu hüküm başkasına geçirilmez. Şafiî yemişlerin ağaç üzerinde satılmasının yasak edilmesiyle, yeşil hurmaların satışına ruhsat verilmesi arasını şöyle birleştiriyor: "Bunun iki türlü olmak ihtimali vardır, doğru­sunu ALLAH bilir amma bence evlâ olan şudur: Hz. Peygamber baştan umûmî olarak nehyederken, hurmalardan başkasını kasdetmiştir. Veyahut da toptan nehyettikten sonra onların satışına ruhsat vermiş olmak ihti­mali de vardır. Her ne suretle olursa ,olsun, bize helâl olanı helâl, haram olanı haram bilip Peygamber´e itaat etmek düşer.”[24]

c) Hz. Peygamber: «Tür şeyin faydası, damanı karşılığıdır." buyu­rarak umûmî bir hüküm vermiştir. Bu, bütün tasarruflara, olaylara şâ­mil bir hükümdür. Bununla beraber sütlü görünsün diye sağılmadan sa­tılmış olan deveyi ve koyunu müşteri sağdığı zaman az sütlü bulursa, mu­hayyerdir, isterse öylece kabul eder, isterse hayvanı sahibine iade eder, sağdığı süt için de bir hurma verir. Musarrât Hadîsi diye tanınan bu hüküm, "Bir seyisi menfaati, damanı karşılığıdır." Hadîsiyle bildirilen umûmî hükme aykırıdır. Çünkü hayvan müşterinin damam altında iken sağılan sütten alınan faydadan dolayı ivaz, bedel olarak bir sâ´ hurma vermekle hükmolunmuştur. Ve bu ivaz, faydalanılanın cinsinden başka bir şeyflir. Bunun misli olan şeyler, buna kıyas yapılamazlar. Bunun için Şafiî, bu hususta şöyle demektedir: "Yelinlerine süt toplandıktan sonra satılan hayvanlar hakkında biz bu sözü, Hz. Peygamber´in emrine uyarak söylüyoruz. Ona başkasını kıyas etmeyiz. Çünkü pazarlık muayyen bir koyun üzerine yapıldı, onun belirli sütü de vardı. Fakat sütün kıymeti bel­li değildir. Hep biliriz ki, devenin ve koyunun sütleri muhtelif olur. Her cinsin sütü de birbirinden farklıdır. Fakat mademki Hz. Peygamber, mu­ayyen bir şeyle, yâni bir sâ´ hurma vermekle hükmetmiştir, biz de Hz Peygamber´in emrine uyarak aym şeyi söylüyoruz.[25]



187- Kıyas Yapanda Bulunması Gereken Şartlar Şafiî´ye Göre Dörttür:


Şafii, herkese kıyas yapma hakkı tanımaz. Kıyas yapacak kimsede birtakım şartların bulunmasını ileri sürer. Bunlara kıyas âleti der. Ancak bu kıyas âletlerini (şartlarını) hâis olan kimse kıyas yapabilir. O şartlar da şunlardır:

1- Arap dilini bilmek. Çünkü bu din Arapların lisanı üzere gelmiş­tir. Müctehid olan helkesin bu lisanı hakkiyle bilir olması lâzımdır.

2- Kitâbullâh´ın ahkâmını, onun bildirdiği farzları, âyetlerin nâsih ve mensuh. olanını, âminim ve hâssını bilmeli, irşadîarma vâkıf olmalıdır.

3- Hz. Peygamber´in Sünnetini, Hadîsleri bildiği gibi selefin kavil­lerini, icmâ´ mes´elelerini de bilir olmalıdır.

4- Akl-ı selîm ve hüsn-ü takdir sahibi olmalıdır. Doğru akıl ve sağlam muhakeme ile birbirine benzeyen şeyleri yerli yerince ayırt eder, doğru ve isabetli hüküm verir.[26]

imam Şafiî, kıyasçınm dikkatli olması gerektiği bâzı noktalan şöyle belirtiyor: "Kıyasçi, kendisine muhalif olanların sözünü dinlemekten asla çekinmemeli. Çünkü muhalifini dinleyince, gaflet ettiği bâzı noktaları ha­tırlar. Doğru olduğuna i´tikâd ettiği şeyin doğruluğundaki kanaati daha sağlamlaşır. Bu hususta bütün gücünü sarfedip katlanmadı, insaflı olması lâzımdır. Verdiği hükmü nereden alıp verdiğini, bıraktığı şeyi de neden bıraktığını bilmeli. Kail olduğu şey kadar muhalif olduğuna da önem ver­melidir, tâ ki karar verdiğinin, terk ettiğine olan üstünlüğünü bilmiş olsun."[27]

Şafiî, El-Um´de Îmâlü´l-lstihsân kitabında naklettiği bir münazara-smda kıyas yapma salâhiyeti olanları değerli sözleriyle gayet güzel va­sıflandırmaktadır. İfadesi güzel, düşüncesi sağlam, temsili hoş olan o kısmı sana da nakledelim:

"Kitâbu´llâh´ı bilmedikçe, nâsihini, mensubunu, hasamı, âminini öğ­renmedikçe, Hz. Peygamber´in Sünnetlerini, Hadîslerini bilmedikçe bir müftî, kimseye fetva vermeğe lâyık olamaz. Keza eski ve yeni ilim erba­bının sözlerini de bilmeli, Arap diline vâkıf olmalı. Akıllı olup birbirine benzer karışık mes´eleleri ayırt edebilmeli, kıyas usûlüne vukufu olmalıdır. Eğer bunlardan biri eksik olursa, onun kıyasla hüküm vermesi he­lâl olmaz, tşte bunun için bir kimse usûlü bilse de, feri´ olan kıyasa vâ­kıf olmasa, kıyas işlerine aklı ermediğinden, o adama kıyas yap, demek caiz olmaz. Kıyasa vukufu olsa da, usûlü bilmese ona da bilmediğin hal­de kıyas yap, demek caiz değildir. Bu, kör olan bir adama, şuna bakarak şunun hakkında hüküm ver, demek gibi olur. Meselâ köre: Şunu sağma al, şunu soluna al, filân yere varınca sağa sap, demek caiz olmaz. Çünkü o bu denilenleri görmüyor ki, hangisi sağında, hangisi solunda olduğunu bilsin. Yahut köre: Bilmediği bir ülkede, onun tanıyacağı işaretler olmak­sızın bellediği bir hedef bulunmaksızın: Haydi yürü bakalım, denilemez. Çünkü o, tanımadığı yolda kılavuzsuz yürüyemez. Diğer bir misâl: Bir kimse çarşı pazarda alış veriş islerini eskiden biliyormuş, fakat bir sene kadar bunlardan el çekmiş. Ona, şu vasıftaki bir mala fiyat takdir et, denilemez. Çünkü pazar işleri değişir, fiyatlar oynar. Keza bir adam ti­caretin bir kolunda mehâret sahibi olsa, fakat ticaretin diğer nevi´lerini bilmese, kendi sahasındaki bilgiyle, bilmediği hususta hüküm vermesi caiz olamaz. Nasıl ki mi´mara elbise fiyatı takdir ettirilmez, terziye de bina fiyatı sorulmaz. Biri çıkar da: Senin saydığın bu vasıflan hâiz olmayan­lardan hüküm eden, fetva verenler oldu, derse, onlara verilecek cevap şu­dur: Onların hükümlerini ve fetvalarını gördüm. Onların çoğu birbirine zıd ve aykırı. Sonra iki taraftan her biri kendi hükmünün doğruluğunu iddia ediyor, diğerinin yanıldığını söylüyor. Yardım ALLAH´dan gelir." [28]



188- Kıyascılar İhtilâfa Düşebîuh, Bu Mezmum Bir İhtîlâf Sayılmaz, Şafiî´ye Göre Mezmüm Olan Ve Olmayan İh­tilâflar:


Şafiî, kıyas şartlarım hâiz olanların da bâzan bir meselede ihtilâfa düşebileceklerini farzediyor. Birisi bir türlü hükmeder, diğeri başka tür­lü hüküm verir. Çünkü kıyas ilmi, zahiren ilmidir, her türlü gerçekleri içine alan ihata ilmi değildir. Her biri içtihadın ulaştığı geyi alır, vardığı neticeyi kabul eder. Çünkü kendisince zahir olan hak odur. Bundan başkasiyle mükellef olmaz.

Müctehidin başkasına tabi´ olmaksızın içtihadının götürdüğü şeyle mükellef tutulması ve ictihadiyle bulduğu şeyin onun katında zahir olan doğru olması nokta-i nazarlara göre hakikatin taaddüt etmesini îcâbet-mez. Hak dâima birdir. Biz onun zâtına tam isabetle onu bulmakla tek­lif edilmeyerek, belki içtihadımızın müeddî olduğuna uymakla mükellefiz. Din-i İlâhîde hak birdir. Teklifin müteaddit olması, ictihadların ihtilâfın­dan ileri gelir. Şafiî bu konuda şöyle diyor: "Doğrusunu ALLAH bilir amma bize göre ALLAH indinde hakikat ancak birdir. Gizli ve aşikâre olan şeylerin hepsi ALLAH katında müsavi olduğundan ilra-i ilâhî´de hak birdir, Allâh´im ilmi her şey hakkında birdir, Ona göre gizli ve aşikâre müsavidir."[29]

Şafiî, kıyasta ihtilâfı zemmedenlere cevap vermeğe girişerek, bunun meznaum olan kötü ihtilâf kabilinden olmadığını açıklamıştır. Mademki ihtilâf edenler kıyas şartlarını hâizdirler, kıyasa ehildirler, ictihadları ve Zanaatları muhteremdir. Şafiî ihtilâfı iki kısma ayırmaktadır: "Mezmum ihtilâf, mezmum olmayan ihtilâr. MezLuı ihtilâf: Allâhu Teâlâ´nm kul­larına delilleriyle bildirdiği hükümlerde ihtilâfa düşmektir. Halbuki kul­lara ancak bu hükümlere tabi´ olmak düşer. Eğer ihtilâfa düşerlerse, bu Allâhu Teâlâ´nın zemmettiği bir şeydir. Çünkü Kitâb´in te´vil taşımaz nasslarma ve sahih Sünnete muhalefet etmek helâl değildir. îgte bu mez­mum ihtilâftır. Cemaata muhalefet de mezmum ihtilâftır." Şafiî diyor ki: "Sözlerinde her ne kadar Kitab ve Sünnet bulunmasa da Müslüman ce­maata muhalefet etmek kıyascıya helâl olmaz sanırım.[30]

Ictihad konusu olan bir mes´elede ihtilâfa düşmek, mezmum, olmayan ihtilâf nev´indendir. Kıyasgılardan her biri, o mes´elenin muhtemel oldu­ğu bir mânâyı alır ve buna dâir delil de bulursa, bu tarzda düşülen ihtilâf mezmum sayılmaz. Çünkü bu takdirde Kitâb´m nassma, sabit Sünnete ve cumhura muhalefet edilmesi gibi bir cihet yoktur. Müctehid bunda kı­yasa bakıyor, içtihadı onu, diğerinin kıyasından başka bir görüşe götür­müştür[31]. Bundan sonra Şâfü kıyasın nasıl muhtelif olduğunu şöyle an­latıyor: "Kıyas ihtimali olan bir olay meydana gelir. Ona benzer iki asıl bulunur. Kıyas yapanlardan biri onu bu asıllardan birine, diğeri de baş­kasına kıyas yaparak hüküm verirler. Böylece kıyaslar muhtelif olur. Böyle ihtilâf ettikleri bir şeyde birinuı diğerine karşı bir hüccet göster­mesine acaba bir yol yok mudur? Denirse, evet, olabilir dîye cevap veri­lir. Meselâ o olaya bakılır, eğer asıllardan birine bir illet, diğerine iki il­let ve sebep yönünden benzîyorsa, iki bakımdan benzeyen alınır, bir yön­den benzeyen bırakılır. O iki asıldan birine daha çok benziyorsa o zaman da çok benzeyen alınır."

Şafiî, bundan sonra misâl getiriyor. Meselâ: Hatâ ile katilde bir kö­lenin diyeti onun kıymetidir. Ulemâ bunda ihtilâf etmemişlerdir. Şayet «ölenin kıymeti, hür bir adamın diyeti olan onbin dirhemi bulur veya asarsa, o zaman da acaba durum aynı mıdır?

Şafiî´nin kaydına göre, kölelerde kol ve bacak gibi kısasan kesilmeği mucib halleri bâzı fukahâ hatâ iîe katle kıyas yaparak kısasa lüzum gör­mezler. Şafiî ise, bu türlü kısasa kölelerin birbiri arasında cereyan ettirir. Hür adamların arasında olduğa gibi kölelerde de kısas tatbik olunur. Bu­rada iki asîl vardır, onlara göre Şafiî ile muhaliflerinin kıyası değişik ol­muştur. Onlar kölelerdeki yaralama olaylarım, hatâ ile katle kıyas ediyor­lar. Şafiî ise bunu hür kimselerin yaralamasına kıyas ediyor. Birincilerin kıyaslarının esası şudur: Köleler mal mesabesindedir, onun için diyetleri kıymetleri oldu. Onların maliyeti esas i´tibar edilir. Kıyas buna göredir. Şafiî ise kölelerin yaralamasını, hür kimselerin yaralamasına kıyas edi­yor. Keza bir köle başka bir köleyi öldürse kısas yapılır. Bu dununda maliyet ortadan kalkar, însan olması bakımından kanının haram olması ortada kalır. Birkaç köle, bir köleyi Öldürseler, katilde iştirakten dolayı hepsi kısas yapılır. Kıymeti, yüksek olan bir köle, kıymeti düşük olan bir köleden Ötürü kısasen öldürülür. Demek burada maliyete değü, insan olma bakımından can emniyetine bakılır. Aklı bağında olan bir kimse amden öldürürse kısas îcâbeder, burada esas budur. Köle köleyi öldürün­ce kısas cereyan eder. Hayvan hayvanı öldürünce kısas cereyan etmez. Demek kıymete bakılmıyor, insanın can emniyetine bakılıyor. Helâl, ha­ram olan şeylerle, farzlarla köle de mükelleftir. Bunlar insanlara mahsus şeylerdir. Amden katilde köleye kısas düşer. Bu mes´eleden görülüyor ki, burada iki asıl vardır. Bu feri´, o iki asıldan birine ilhak edilmek ihtimal dahilindedir. Şafiî bu asıllardan daha benzer bulduğunu seçiyor ve ona kı­yas yapıyor. [32]



189- Şafiî´ye Göre Re´y Yoluyla Îctîhad Ancak Kıyasla Olur:



Şafiî´ye göre kıyas böyledir. İsbat edici delilleri ile vaz´ ettiği kaide­lerini böylece ileri sürmekte ve hüküm verme yollarım göstermektedir. Şafiî´ye göre re´y yoluyla ictihad ancak kıyas suretiyle olur. Kıyastan başka re´y yolu yoktur. Örf ve âdete göre hüküm verilemez. îstihsan iîe tercih yapılamaz. îctihad yoluyla kıyastan başkasına itibar yoktur. Çün­kü dînin esas temeli Kitab ve Sünnettir. Re´y ile ietihad yapılmağa Muaz b. Cebel´in Hadîsiyle cevaz verildiğinden ictihad muteberdir.[33] Bu görüş, bu asıldan alınmak îcâbeder. Re´y de kıyas yoluyla nasslara hamlblünur. Çünkü islâm gerîatı hâdiselerin hükmünü nass suretiyle bu iki esasla bil­dirmiştir. Kitab ve Sünnetin nasslariyle bildirilmemiş olanları da bunlar­dan biri delâlet suretiyle bildirir, işte bu delâlet yoluyla bildirme kıyastır.

Şafiî, islâm´ın esaslarının Kitabla Sünnete münhasır olduğunu şu âyet-i kerîmelerle bildirir: "ALLAH´a itaat edim, Resulüne itaat edin.", "Rabbra tarafından sana vahyolunana tabî´ ol´ "Resulüne itaat eden kimse, ALLAH´a itaat etmiş ofur." Bu ve benzeri âyetler gösteriyor ki, bu dînin aslı, esası Kitab ve Sünnetten ibarettir. Re´y yoluyla yapılan icti­had, bu ikisinden alınmış olmalıdır ki, bu da ancak bunlara kıyas yapma ile olur. Kitab ile Sünnete dayanmayan bir görüş ileri süren kimse, ken­diliğinden bir gey ziyâde etmiş, nefsine uymuş olur. Kigi onlara uymakla emroîunmamıştır, Kitab ve Sünnete uymakla mükelleftir. İmam Şafiî bu konuda şöyle demektedir: "Bir mtietehid ietihsdda bulunur da kendi gö­rüşünce bir şeyi iyi görürse, onun bu içtihadı sabit bir illete göre değildir. Bu kendisinin uydurduğu bir şey olur. Halbuki o nefsine uymakla değil, nefsinin gayrisine uymakla emrolunmuştur,

Allâhu Teâlâ´nın ittibaı emir buyurduğu iki asla yâni Kitab ile Sün­nete tabi´ olmak, tabi´ olmakla mükellef bulunmadığı kendi görüşüne ta­bi´ olmaktan elbette daha evlâdır. Aslolan nefsine tabi´ olmak caiz olma­maktır, tctihad bir asla dayanmadan kendi nefsinin ortaya attığı bir şey halinde olmamalıdır. Bu bolumdan istihsan, Kitab ve Sünnete dayanma­dan ietihad gibi makbul bir şey olmaz.”[34]

işte bundan dolayı Şafiî´ye göre, Kitab ve Sünnete hamledihnesine yol bulunmayan istihsan ile ahkâm-ı şer´iyye isbat edilemez. Onun için Eî-Üm kitabına îbtâlü´l-îstihsan nâmı altında müstakil bir bahis ekle­miştir. [35]



[17] Hanefiyye mezhebi, bu mes´elede Şafiî mezhebinden ayrılır. Mebî´in ka-k gelir, ona hîbe olunan şey müşterinin mülküdür, ayıp sebebiyle bey´ı feshe Inânl değildir. Muttasıl ve münfa´il olan ziyade feshe mânidir. Bayi´ noksanı öder.

[18] Bu mevzu, satıştaki riba meselesidir.

[19] Hanefiyye ulemâsı, akrabanın nafakasının farz olmasına sebep, yalnız velâdeti göstermezler, illet yalnız bu olursa, yalnız doğuş karabeti olanların nafa­kası farz olurdu. Fakat Hanefiyye sebep ve illet olarak velâdetle beraber mahrem-Hk akrabalığını da gösterirler. Delilleri emzirme âyetidir. Orada şöyle deniyor: "Vâ­ris üzerindede bunun misli vâcîbdi" Öyle ise emzirme âyetidir.

Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 263-265.

[20] Şafiî, Er-Risâle, s. 516.

[21] Sözün gelişi, Şafiî´nin her üç kısmı da kıyastan saydığını göstermesi şöyledir. Şafiî evvelâ söze başlarken kıyasm birkaç türlü olduğunu söyledi ve e& kuvvetlisi de İllet bakımından fer´in asıldan daha kuvvetli olanı olduğunu zikretti. Buna dâir misâller getirdi. Sonra da feri´ aslın illeti gibi olanı kıyastan saymayan­ların sözünü zikretti. Onların tutumunu, bu konuda ileri sürdüklerini anlattı. Bu yakın zahirî bütün kısımları kıyastan saydığını göstermektedir.

[22] Ma´kûl ve menkûl Mmi gayet mükemmel bilen Haneflyye usûlcüîeri. metfeleyi bu i´tirazlann hiçbirine yer vermeyecek surette halletmişlerdir. Onlara SÖre hüküm bakımından Kur´ân´ın delâletleri dörde ayrılır: İbarenin delâleti, işaret Şatoyla delâlet, delâlet yoluyla delil olma, iktizâ yoluyla delâlet. "Anaya, babaya « deme.»» âyeti, dövmenin haram olmasını evleviyyet yoluyla îcâbeder. Buna iktizâ J^ftbtl denir. Bu dört nevi´ delâlet, hep nassdan çıkar. Gerçek ve hakîkî delalettir: «assa dayanır, kıyasa değil (Mütercim).

Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 266-267.

[23] Şafiî, Er-Risâle, s. 545.

[24] Şafiî, Er-Risale, s. 548.

[25] Şâfii, Er-RisâJe, s. 557.

Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 267-268.

[26] Şafiî´nin şartlan böyledir

1- Kitâb´ın ahkâma mütaallik olanlarını, bunlarla ilgili bahisleri bilmek.

2- Ahkâma mütaallik Sünnetleri bHmek.

3- Icmâ´ yapılan yerleri (mevârtd-i icmâ´ı) bilmek.

4- Kıyas yollarım, usûl ve vechini bilmek.

5- Usûl-ü fıkıhta tam mehâret sahibi olup ma´kûl ilimlerle muhakemesi sâlim bir tarzda isler olmak (Mütercim).

[27] Şafiî, Er-Rİsale, s. 510.

[28] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 269-270.

[29] Şâfii El-Üm c- VII, s. 274. Hak taaddüd eder mi, etmez mi ihtilaflı bir meseledir.

[30] Şafiî, El-Üm, c. VII, s. 275.

[31] Şafiî, El-Üm, c. VII, s. 275.

[32] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 270-272.

[33] Muâz Hadîsi meşhurdur. Hz. Peygamber, Muâz b. Cebel´i Yemen´e kadı olarak gönderirken

[34] Şafiî, El-Üm, c. VI, s. 203.

[35] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 272-273.