- Kitap okumak

Adsense kodları


Kitap okumak

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Thu 16 August 2012, 02:28 pm GMT +0200
Kitap okumak
Naci BOSTANCI • 89. Sayı / TOPLUM


Bundan bir süre önce ellili yaşlarının ortasına gelmiş birisi ile konuşuyorduk. Bana: “Hocam, ben bu yaşa kadar hiç kitap okumadım, kendimde de hiçbir eksiklik görmüyorum.” dedi. Bir tarafta işi kitaplarla olan bir üniversite hocası, diğer tarafta kitaba ihtiyaç hissetmeyen böyle de yaşanabileceğinin canlı şahidi gibi duran kişi. Birbirimizi karşılıklı iki tuhaf insan olarak süzdük. Ona eksiklik hissetmemekte haklı olduğunu söyledim. Dünyayı bildiğimiz kadar kavradığımıza göre mesele yoktu. Eksiklik, hayatımıza girdiğinde bize kattığı üzerinden kavranabilirdi. Karşılaşmamışsak bunu bilmek imkânsızdı. Epiküros’un malum sözü aklıma geldi. Ben varken ölüm yok, ölüm geldiğinde ben olmayacağım, öyleyse ölümle hiç karşılaşmayacağım. Bu mantık üzerinden gidersek, yaşayan için ölüm yok. Nihayetinde bu bir mütearife. Başka türlü düşünülemeyecek bir durum. Kitapla karşılaşmamışsan kitap yok demektir.

Okumak ve kavrayış
İnsan nefes almak, yemek yemek, barınmak ister. Bunlar en temel hayatî ihtiyaçlar. İnsan kitapsız yapabilir fakat nefessiz yapamaz, türünden karşılaştırmalar mânâsız. Tam tersine alınan nefesi, yemeği “kendiliğinden yapılan” bir hâl olmaktan çıkartıp ona anlam katacak, bu hayat yolculuğunu yönü, zamanı belirsiz, öylesine dolaşmalar olmaktan çıkartacak, bir amaca yöneltecek olan, kişinin bilgisi. İnsan hayatında önemli değişiklikler yaşadığında, bambaşka bir perspektif kazandığında, sanki gözünden bir perde kalkmış, geçmişteki tabir caizse “ot gibi yaşamaktan” kendini anlamlı ve önemli hissettiği yeni bir aşamaya geçmiş gibi hissediyor. İnsana bu hali yaşatan, nedenden bağımsız olarak söyleyecek olursak, nitelik değişimi. İşte temelde o nitelik farkını doğuran, kişiyi hayatla ilişkisinde daha çok yönlü, zengin, farklı bakış açılarına sahip, illiyet bağlarını, olup bitenleri kavrama bakımından daha donanımlı kılan okumaları. Yaptığımız okumalar üzerinden dünyayı, kendimizi öğrenirken aynı zamanda birbiriyle derin bağları olan iç içe ilişkiler ağında özgürlüğümüze giden yolda da mesafe kazanıyoruz. Çünkü o en temel değerlerden birisi olan özgürlük, aklına estiği gibi davranmak değil, neyin esmesi gerektiğine ilişkin yetkin bir akılla kendi inisiyatifini oluşturmak. Dünyayı ve kendini anlama bakımından katmanların derinlerine nüfuz edecek bilgiden yoksun kişi, kendi özgürlüğü sandığı düşüncenin, tutumun aslında bir başka kaynağın yönlendirmesi olabileceği hususundaki kavrayışlardan mahrum kalıyor.

Toplumsal statü aracı olarak okuryazarlık
Nefesi istemsiz alıyoruz. Yemek işi bir parça iradi ama bir yere kadar. Susuzluk da öyle. Kitap için aynısını söyleyemeyiz. Böylesine hayatımıza eklenti gibi duran bir alanın büyük ve önemli bir rol üstlenmesi tuhaf gelebilir. Hatta kitap okumaya çalışmak, hakikaten başlangıçta zor, adeta arkadan itilerek yapılan bir iş gibi. Nitekim okullarda okumayı teşvik programlarının yapılması, kitap özetleri çıkartanlara ödüller verilmesi, sağda solda “en iyi dost kitaptır” türünden özendirici sloganların yer alması insanoğlunun bu işe pek de heveskâr olmadığının kanıtları. Hayatın içinde çeşitli ilginç alanlara dalmak varken, bir kitabın başına oturup saatlerce sayfaların üzerindeki cansız harflere bakmak, böylesi bir bakış açısınca tuhaf ve sevimsiz. İnsan sonuçta bir kitapta ne bulabilir ki? O yüzden zorlanarak kitapla karşılaşan kişi, okumanın her zaman özel bir efor sarf edilerek yapılabilen ağır bir iş olduğunu zannedebilir. Kişi her kitap karşısında zorlu bir kaleyi feth eder gibi uğraşıp duracaksa buna can mı dayanır? Roma döneminde parşömen katmanlarından oluşan son derece pahalı kitaplardan kütüphane düzmek, zengin ve asil Romalı vatandaşların önemli bir toplumsal statü aracına dönüşmüştü. İlginç olanı, bu asillerin bazen kitap okumayı bile bilmemeleri, buna karşılık kütüphanelerinde görevlendirdikleri kölelerin kitap nüshaları çoğaltacak kadar okuryazarlığa vakıf olmaları. Aynı durum, okuryazarlık kısmını bir kenara bırakırsak –ki ulus devletlerde bundan kaçınabilmek imkânsız– zengin ve gösterişli kütüphanelerin sadece statüye hizmet ettiği modern zaman kâşaneleri de mevcut. Bu tarihten günümüze uzanan örneklerin de şahitlik ettiği gibi, okuryazarlık dönüştüğü statü aracı olma hâlinin çekiciliği dolayısı ile katlanılan bir durum mu? En azından kimileri için. Henüz başlangıç aşamasında olan bu kişilerin bilmediği, zaman içinde her okumanın başka okumaları çağırdığı, insan elinin artık kendiliğinden kitaplara gitmeye başladığı gerçeği. Kitap okumak, bir süre sonra yükümlülük olmaktan çıkıyor, hayatın olmazsa olmaz bir kesinliğine dönüşüyor. Elinizde kitap olmadan hiçbir yere gidememeye, yol çantasına öncelikle kitap koymaya başlıyorsunuz. Evlerde kütüphane yavaş yavaş oluşuyor, önce bir raf sonra iki üç beş… Bir Diyarbakır türküsündeki “Pencereden bakıyor/hele hele hele hele yar/Almış kitap okuyor/Gel öldür beni” diyerek yârine kitap okuması üzerinden güzelleme yapan folklorun da ima ettiği gibi, okuyan kişinin kazandığı çekici suretin bir cazibesi elbette var. Fakat bu cazibe okudukça anlaşılır ki, okuyor gibi görünmenin değil, aksine gerçekten okuyor olmanın getirdiği kendiliğinden bir sonuç. Bilgelik ve özgürlük kişiyi başkalarının gözünde de itibarlı kılıyor. Bir harf öğrenmeye kırk yıl kölelik vadeden bir anlayışın takipçileri olarak, öğrenme ve öğretmenin manasını hakkıyla takdir edebiliriz. Kişi okudukça işin itibar kısmı da önemsizleşiyor, talep bu değil. Yarım sanatçı, işin görüntüsündeki âlim her bir niteliğini sergilerken, etrafındaki insanları kendisine itibar göstermeleri konusunda adeta borçlandıran bir ima ile davranıyor. Fakat okuma ile bilgelik ve özgürlük yolunda ilerleyen kişi aynı zamanda tevazuda da yetkinleşiyor ve ilimle itibar arasında bir borçluluk ilişkisi kurmuyor. Ona, tedirgin ve titrek bir fener ışığı gibi başkalarının yoluna, gölgeli de olsa bir parça ışık düşürebilmenin iç huzuru yetiyor.

İnsanlığın hikâyesine tanık olmak
Aslında bir bakıma her insanın yeryüzündeki macerasının insanlığın toplam yolculuğunun küçük bir özeti olduğunu düşünebiliriz. Vahşilik dönemi ile bebekliği, okuryazarlıkla okula gitmeyi, modern zamanlarla gençliği, sonrasıyla geleceği, nihayet ölümle dünyanın sonunu benzeştirebiliriz. Bir özeti olduğumuz insan kardeşlerimizin toplam hikâyesini ancak okumalar marifetiyle anlayabilir ve nihayet bunu kendi hayatımıza taşıyabiliriz. Yapmazsak, çok kötü bir özet olabiliriz, yaparsak veciz bir yetkinlikle davranabiliriz. İnsanın hayatına, kalbine, dünyasına başarıyla gidebilmiş büyük yazarları, fikir insanlarını okumak onların dehası ve gözlem gücü ile hayatı görebilmek anlamına gelir. Bunlardan herhangi birinden mahrum kalmak demek de, bir yanımızı eksik bırakmak anlamına gelir. Örneğin; Hayatında Dostoyevski’nin Karamazov Kardeşler’ini okumamış birisi, iyilikten kötülüğe inançtan inançsızlığa uzanan çizgideki çeşitli hallerin çok sesli bir anlatımından mahrum kalmış demektir. Bu eksikliği kişi ancak okuduğunda anlayabilir. Her okuma ile farkına varılan eksiklik, muhtemel diğer eksikliklerin telafisi için insana şevk verir. Descartes, iyi kitaplar okumak geçmiş yüzyılların en iyi insanlarıyla sohbet etmek gibidir, diyor. Bunun ne kadar müthiş bir imkân olduğu ortada değil mi?

Kitaplar, iyi kitaplar, hayatımızı değiştirecek, bizi yeni keşiflere, bilgilere çağıracak, özgürlüğümüze götürecek kitaplar okuyalım. Böyle çok kitap olduğunu unutmayalım. Kimi iyi kitapları okuyamadan sona erecek hayat, farkına varamayacağı bazı bilgilerden mahrum bir hayat olarak gözümüze daha kurak ve çorak görünmez mi? Öyleyse bir parçası olduğumuz şu yeryüzünün ve insanlık mirasının içindeki kimliğimizi ve özgürlüğümüzü bize sunulanın içinden çekip çıkartalım.