saniyenur
Wed 25 May 2011, 06:19 pm GMT +0200
KİTAB (KURAN)'IN KARŞISINDA SÜNNETİN DERECESİ
Sünnet, şer'î hükümlere delil olma ve nazar-ı itibara alınma yönüyle Kur'ân'la aynı derecededir. Bunu, şöyle açıklayabiliriz: Malumdur ki, Kitab (Kur'ân)'ın lafzen Allah katından indirilmesi, tilâvetiyle ibâdet yapılması ve benzerini getirmekten beşeri âciz bırakması yönleriyle sünnetten farklı ve üstün olduğunda herhangi bir çekişme ve itiraz yoktur. Sünnet, bu açılardan bakıldığında Kur'ân'la aynı derecede değildir.
Fakat bu, delil olma yönünden aralarında bir üstünlüğün olmasını gerektirmez. Şöyle ki: "Sünnet, hükümlerde nazar-ı itibara alınma ve delil olarak kullanılma yönüyle Kitab'dan sonra gelir; öyleyse aralarında bir taâruz (çelişme) bulunduğunda sünnet devredışı bırakılıp sadece Kur'ân'la amel edilir," denemez.
Durum şudur: Kitab'ın delil oluşu, Allah katından vahiy olduğu cihetiyledir. Onda zikredilenlere, kimsenin herhangi bir dahli, etkisi ve katkısı yoktur. Şayet Kitab, mu'ciz ve tilâvetiyle ibâdet yapılır olmasaydı ve peygamberlik de Kur'ân'm dışındaki mucizelerle sabit olsaydı bile yine onun delil olduğunu söylememiz gerekirdi. Nitekim daha önceki kitaplarda durum budur. Tahrif olmamış, aslî hâlde kalmış fakat mu'ciz olmayan daha önceki kitapları bir delil kabul edebiliriz. Bu açıdan sünnet, Kur'ân'la aynıdır. Çünkü o da Kur'ân gibi vahiydir. Öyleyse sünnetin, hükümlerde nazar-ı itibara alınma konusunda, Kur'ân'dan geri olmadığını söylememiz gerekir.
Eğer, "Rasûlullah (s.a.v)'tan hata ihtimali olan bazı içtihadlar ve zelle cinsinden birtakım hatalar meydana gelmiştir. Bu durumda o, tamamı hiç şüphesiz vahiy olan Kur'ân'la bir değildir" denirse, deriz ki: Biz, bu şekil hata ihtimali olan şeyleri ancak Hz. Peygamber (s.a.v)'in bütün fiil ve sözlerine muttali olan Allah'ın onları tasvip etmesinden sonra delil olarak kullanıyoruz. Cenâb-ı Hakk'ın bu takrir ve tasvibi, hiç şüphesiz Efendimiz (s.a.v)'den ortaya çıkan fiilin hak ve doğru olduğunu gösterir ve zahir vahyin delâleti gibi kesinlik kazanır.
Yine malumdur ki, Kur'ân-ı Kerîm'de, sünnetin delil oluşu hakkında pek çok âyetin bulunduğundan kimsenin bir şüphesi yoktur. Bu açıdan sünnetin delil oluşu, Kitab'a bağlı olmaktadır. Fakat bu, hükümlerde nazar-ı itibara alınma ve delil olarak kullanılma hususunda, Kitab'dan geri olmasını gerektirmez; aksine, bir olmalarını gerektirir.
Çünkü zahiren kendisine ters düştüğünü sandığımız âyetin korunması için sünneti devre dışı bırakmak, onun delil olduğunu ifade eden âyetleri iptal etmek olur. Bu durumda biz, bir âyetin iptalinden kaçıyoruz derken, Rasûlullah'tan sâdır olan bütün şeylerin delil olduğunu kesin olarak ortaya koyan diğer pek çok âyeti iptal etmiş olacağız. Halbuki böyle bir durumda yapılması gereken; önceki âyetin zahirine göre hüküm vermemektir.
Şayet biz, bir asla dayanan fer'î kaynağın, hüküm verirken nazar-ı itibara alınma konusunda asıldan sonra geldiğini kabul etsek bile, bunun genellikle böyle olduğunu söyleyemeyiz. Ancak bu ikinci kaynağın şu asıldan başka dayanağı yoksa, o zaman bu, ondan geridedir, sırası ve seviyesi bir değildir, diyebiliriz. Fakat bu ikinci kaynağın başka bir dayanağı varsa, o zaman delil olmada müstakil olur ve herhangi bir şeye bağımlılığı kalmaz.
Hem sünnetin delil oluşu, sadece Kitab'a bağlı değildir. Bilakis, Hz.Peygamber (s.a.v)'den meydana gelen bütün fiillerin delil olduğunu isbat için onun Kur'ân'ın dışında, Sahâbe'nin şahid olduğu ve bize tevâtüren gelmiş olan mucizeleriyle sabit olan ismeti (yalan ve hatadan korunması) kâfidir. Sonra, kelâm âlimlerince ortaya konduğu gibi; bir peygamberin peygamberliği için kendisine bir kitab inmesi şart değildir. Bunun için aranan şart, ümmetine tebliğ edeceği bir şeriatın indirilmesi ve mucize göstermesidir. Akâidü'n-Nesefı şerhinde ve haşiyelerinde böyle açıklanmıştır.[733]
Bunu, şu hadise de göstermektedir, Allah Teâlâ, Mûsâ aieyhis-selâmı, Firavun'a gönderip onun iman ve hidâyete gelmesini ve İs-railoğullarını kendisiyle göndermesini emretti. Halbuki o zaman Tevrat nazil olmamıştı. Çünkü Tevrat, Firavun'un helakinden ve İs-railoğullarınm Mısır'dan çıkmasından sonra nazil olmuştur. Bu malumdur. Bununla birlikte bu emir, Firavun'a karşı bir delil olmuş; Hz. Mûsâ (a.s) kendisine mucize gösterdikten sonra ona muhalefet ettiği için Rabbine âsi kabul edilip azab ve lanete müste-hak olmuştur. Şu halde gayr-i metlûv olan vahyin (yani sünnetin) delil oluşu, hakkında âyet gelmesine bağlı değildir. Çünkü her ikisi de Allah katından gelmektedir ve her birisi delil olmada müstakildir. Bunun için mühim olan, her birinin Allah katından geldiğinin sabit olmasıdır. Sünnetin, Allah tarafından vahyedildiğini, Hz. Peygamber'in Allah Teâlâ'dan kendisine gelenleri tebliğde masum olduğunu gösteren Kur'ân veya diğer mucizeler isbat etmektedir.
Şayet biz, asla dayanan bir fer'î kaynağın, asıldan sonra geldiğini mutlak olarak kabul etsek, diyebiliriz ki: Sünnette de Kitab (Kur'ân)'m delil olduğunu ifade eden haberler gelmiştir. Hz. Peygamber (s.a.v)'in Kur'ân'a yapışmakla ilgili emir ve teşvikleri, şüphe götürmeyecek netlikte ve manevî tevatürdeki niteliktedir. Nitekim bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Size, kendilerine yapıştıktan sonra asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum: Onlar, Allah'ın Ki-tabı ve benim sünnetimdir. Havza gelinceye kadar ikisi birbirinden ayrılmayacaktır. "[734]
Hatta diyebiliriz ki: Kur'ân'ın en kısa bir sûresinin Kur'ân'a ait olduğu ancak Hz. Peygamber (s.a.v)'in: "Bu, Allah'ın kelâmıdır," demesiyle sabit olur. Nitekim bunun açıklaması, sünnetin delil oluşunun zaruretinden bahsederken geçmişti.
Bu açıklamaya göre Kitab'ın nazar-ı itibara alınmada ve tanınmada, sünnetten sonra olduğu söylenebilir. Fakat gerçek olan şudur: Kitab'la sünnet birbirini destekler. Delil olarak kuvvet derecesinde ikisi aynı seviyededir. Bu konuda, Kitab'ın lafzının vahiyle inmesinin, i'câzının, tilâvetiyle ibâdet edilmesinin ve içinde sünnetin delil oluşunu ifade eden âyetlerin bulunmasının bir tesiri ve tercih sebebi yoktur. Her ikisi de Allah tarafından vahyedildiği için vakıada aralarında bir ihtilâfın olması mümkün değildir. Sübût ve delâleti kat'î ve kesin olan Kitab ve sünnet arasında, vakıada taâruzun (çekişmenin) gerçekleşmesi için şart koşulan, aynı zamana ait olmak ve diğer şartların bulunmasıdır. Bu durumda böyle bir taâruzun olması imkân dışıdır.
Fakat birinin delâleti kat'î, diğerinin zannî olduğu veya her ikisinin delâletleri de kat'î olup, zamanları aynı olmadığından, aralarında zahiren taâruzun bulunması ise caiz ve çokça vâkidir. Bu durumda müçtehide düşen, her ikisini sanki birbiriyle aynı seviyede iki âyet veya iki sünnet gibi değerlendirmeye almaktır. Zaman olarak öncelik ve sonralık sırası belli ise önce gelen, sonraki tarafından nes-hedilir. Tercih şartları oluşmuşsa biri, diğerine tercih edilir. İmkân varsa her ikisi birleştirilip amel edilir; yoksa, başka bir delil ortaya çıkıncaya kadar beklenir, aralarında bir değerlendirme yapılmaz.
Birleştirme, tercih ve nesh delillerine bakmaksızın direkt olarak birinin iptal edilmesine gelince; bu hiçbir halde sahih değildir, Bunun için usûl ve fıkıh âlimlerinin: "Sünnet, Kitab'ın umumunu tahsis, mutlakını takyid, bazı hükümlerini nesh, mücmelini tafsil ve zahirinin tersine kapalı murâdını beyân eder," sözlerine rastlarız. Kitab'la sünnet arasında olduğu gibi.
Evet, bazı meselelerde pek çok ihtilâf vardır. Fakat bunun, başka kaynak ve sebeplere dayandığı bilinmelidir. Meselâ, Kur'ân kesinken, haber-i vâhidde isnadın zannî ve zayıf olması gibi. Yoksa bu taâruz, bizatihi sünnete ve onun Kitab'dan sonra gelmesine bağlı değildir. Bunu, şundan çıkarıyoruz: Meselâ, Kur'ân'ın haber-i vâhid ile neshedilmesini kabul etmeyenler, mütevâtir sünnetin de haber-i vâhidle neshedilmesini kabul etmemektedirler. Halbuki bu kimseler, Kur'ân'ın mütevâtir sünnetle ve sünnetin Kur'ânla neshedilmesini caiz görmektedirler. Eğer sünnetin Kur'ân'dan geride olduğu düşü-nülseydi, "Ancak Kur'ân, sünneti nesheder," denmesi gerekirdi.
Bütün bunlardan sonra Şâtibî'nin, el-Muvâfakât adlı eserinde zikretmiş olduğu: "Sünnet, hükümlerde nazar-ı itibara alınmada Kur'ân'dan geridedir," görüşünün bâtıl ve yanlış olduğu ortaya çıkmış oldu.
Daha sonra gelen bazı müellifler, bu konuda Şâtibî'yi taklid ve takip etmişlerdir. Bu taklid yüzünden niceleri aldanmış ve yanılmıştır.
Şâtibî'nin bu konuda ileri sürdüğü bazı şüpheler vardır. Biz şimdi onları zikredip cevaplarını vereceğiz. Tevfik Allah'tandır.
1. Şüphe:
Kitab kat'î, sünnet ise zannîdir. Sünnette kat'îlik, sadece toptan düşündüğümüzde olur; ayrı ayrı ele alındığında değil. Kitab ise böyle değildir. O, bütünüyle ve tafsilatıyla (tek tek âyetleriyle) Kur'ân olduğu kesindir. Kesin olan, zannî olanın önüne geçer. Buna göre Kitab'ın sünnete takdimi lâzımdır.[735]
Cevap: Sünnete sünnet olarak baktığımızda, onun bütünüyle kesinlik arzettiğini gördüğümüz gibi, ayrı ayrı da kesinlik arzettiğini anlarız. Bu, Hz. Peygamber (s.a.v)'i gören ve dinleyen Sahâbe'ye nis-betle böyledir. Böylece şüphe kökünden defedilir. Ve her müçtehidin, kaidesine uygun olarak sünneti değerlendirmesi gerekir. Her ne kadar bugün müçtehid yoksa da yapılacak iş budur.
Sünnetin bize geliş yolunu incelediğimizde, deriz ki: Âyete muarız olan haber mütevâtir ise onun hakkında yukarıdaki sözü söylemek yine doğru değildir. Bir hüküm nazarı itibara alınırken mütevâtir haber, nasıl âyetten ayrı ve geri düşünülebilir ki? Halbuki, bazen sünnetin delâleti kat'î, âyetinki zannî olabilir. Yine sünnet bazen âyetten sonra gelip onu neshetmiş olabilir. Bu iki durumda mütevâtir sünnetin âyetle aynı derecede olması bir yana, hükümde âyete takdim edilmesi vâcib olur. Mütevâtir sünnetin dışındaki haberlerin kat'î olmayışı, onun katiyyetinde olumsuz bir etki yapmaz. Çünkü taâruz (zahiren çelişme), âyetle sadece bunun arasındadır. Bu durumda, Kitab'la sünneti toptan ve tafsil olarak katiyyet ifade edip etmemeleri konusunda karşılaştırmamız, burada bizim için önem arzetmemektedir.
Mütevâtir sünnetin az olması, Şâtibî'nin sünnetin umumuna ait iddiasının sahih olduğunu göstermez. Bilakis, şayet biz mütevâtir sünnetin hiç bulunmadığını farzetsek bile, yine de var olabileceğini takdir etmemiz ve bu takdir gereği açıklama yapmamız gerekecektir. Çünkü onun var olması mümkündür ve aslında vardır.
Eğer âyetle zahiren çelişen sünnet, mütevâtirin dışında haber-i âhad ve sübût-u zannî olsa bu durumda, bazan haber-i vâhid, has bir hüküm bildirir ve delâleti kat'î olur; buna ters görünen âyet ise umûmî hüküm bildirir ve delâleti zannî olur. Böylece her biri, bir yönden kuvvetli olur ve birbirlerine denk olurlar. Birisini devredışı bırakmak, tercihi gerektiren bir sebep yokken tercih yapmak olur ki bu, yanlıştır. Halbuki, birini diğerine uygun gelecek şekilde "yorumlayarak aralarını birleştirmek gerekir ki, ikisiyle birlikte amel etmiş olalım.
Eğer şüphe sahibi derse ki: "Benim mezhebime göre haber-i vâhid, kesin bir temele dayanırsa onunla amel makbuldür; aksi takdirde onunla hüküm verilmez. Çünkü bu durumda şeriatın asıllarına ters düşer; bu ise sahih değildir. Hem onun sahih olduğunu gösteren bir şahid de yoktur. Böyle bir haber, hükme medar olamaz; değerlendirmeden düşer. Sağlam bir temele dayanan sünnet ise manen Kur'ân sayabileceğimiz bir haber çeşididir. Bunun kabulünde ise Kur'ân olan iki asıl arasında taâruz (çelişme) olacaktır. "[736]
Biz de kendisine deriz ki: Senin, "Haber, sağlam ve kesin bir temele dayanmazsa şeriatın asıllarına muhalif olur; ayrıca onun sahih olduğunu gösteren bir şahid de yoktur," sözü kabul edilemez. Çünkü; şeriat, her yönüyle kesin olan bir delil bulunmayınca, müçtehidin zann-ı galibine göre sabit olan haberle amelini gerekli görmektedir. Biz, bununla ilgili umûmî delilleri, üçüncü bölümde, üçüncü şüpheye cevap verirken açıklamıştık. Hem güvenilir bir râvinin adalet vasfi, Sâri nazarında, haberin doğruluğu için bir şahid kabul edilmektedir.
Eğer sen, haberin sıhhati için ileri sürdüğün şehâdetle, onun kat'î ve kesin bir kaidenin içine girmesini kasdediyorsan deriz ki: Böyle bir şehâdet, senin sözünde de hâsıl olmamıştır. Sonuçta söyler nen sözü sana iade ediyoruz. Bu özellikte olmayan bir haber, hükümden düşmüştür. Bu, yukarıdaki iddianın aynısıdır ve aynı yere dönmektir.
Sonra ona deriz ki: Niçin katiyyet ve kesinliği sadece Kur'ân âyetlerine hasrediyorsun? Mütevâtir sünnette de aynı kesinlik yok mudur?
Sonra şunu da sorarız: Sünnet, Kur'ân'm mânâsına uyduğu ve dayandığı zaman sence de makbuldür. Peki, böyle bir isnadla kuvvet kazanan haberin, bizatihi çelişme durumunda olmasına mâni nedir? Hem bu zorlama ve aynı şeyi söyleyip durma niçindir?
2. Şüphe:
"Sünnet ya Kitab (Kur'ân)'ı açıklar veya ona yeni hükümler ilâve eder. Açıklayıcı olduğunda, açıklanan yanında ikinci planda değerlendirilir. Çünkü açıklanan (mübeyyen) ortadan kalkınca, açıklama ve açıklayanın da ortadan kalkması gerekir. Bu durumda olanın yani Kitab'ın, sünnetten önde ve öncelikte olması daha evlâdır. Eğer sünnet açıklayıcı değilse, bu durumda ancak Kitab'da. bir hüküm bulunmadığı zaman nazar-ı dikkate alınır ve hükme kaynak yapılır. Bu da Kitab'ın, hükümlerde nazar-ı dikkate alınmada önde olduğunu göstermektedir..."[737]
Cevap: Önce deriz ki: "Mübeyyenin (Kitab'ın) düşmesinden, beyânın da (sünnetin) düşmesi gerekir," sözünde, mübeyyenin düşmesinden kasdın nedir?
Bundan maksadın, bir âyetin daha sonra gelen başka bir âyetle neshedilmesi ise aynı âyet, önceki âyeti açıklayan sünneti de neshe-der; açıkladığı âyetin hükümden düşürmesine gerek kalmaz. Çünkü önceki âyetin zahirî mânâsı değil, muradı neshediliyor. Ayetin muradı da sünnetin beyân ettiğidir. Böylece ikisi beraber mensûh olmuş olurlar.
Fakat sen, âyetin düşmesiyle onun Kur'ân'da zikredilmemesini kasdediyorsan -ki sözden anlaşılan bu değil, Önceki açıklamadır- böyle olmayan bir âyet, uygulamada olan bir sünnetin düşmesini ve yeni bir hüküm koyup tafsilatıyla açıkladığında nazar-ı itibara alınmamasını gerektirmez. Hem bizzat emir veren bir söze, beyân denmez.
Meselâ, bir an için Allah Teâlâ'nın, Kur'ân'da namazı farz kılmadığını düşünelim; bu konuda sadece Hz. Peygamber (s.a.v)'in namazla ilgili fiilî uygulaması ve: "Benden gördüğünüz gibi namaz kılınız," emri bulunsun. Biz, sırf bu uygulama ve emirle, namazın farz olduğunu ve kılmışının nasıl olduğunu Öğrenmiş oluruz.
Fakat asıl hükmün ne olduğunu beyân etmeksizin, tafsilatıyla ilgili sünnet nakledilse, bundan hiçbir şey anlaşılmaz. Çünkü sünnetin delil olup olmadığı değil, neyi açıkladığı bilinmemektedir. Bu halde ve bu sıfattaki bir şeyin, Hz. Peygamber (s.a.v)'den sâdır olması zaten mümkün değildir.
"Sünnetin (beyân) düşmesiyle âyetin (mübeyyen) düşmesi gerekmez," sözünde, sünnetin düşmesiyle onun neshini kas de diyorsan, biz de deriz ki: Sünnetin neshedilmesi, âyetten kasdedilen muradın nes-hedilmesi demektir ki, bu durumda hükmen âyet de neshedilmiş ve yürürlükten kalkmış olur. Bu da senin iddiana uymamaktadır.
Eğer sen, beyânın (sünnetin) düşmesiyle o konuda henüz yeni bir sünnetin gelmediğini kasdediyorsan, sana deriz ki: Böyle bir durumda âyetin (mübeyyen) yürürlükten düşmemesinden bahsetmenin mânâsı nedir? Eğer âyetle bildirilen hükümle âmel etmenin mümkün olduğundan bahsediyorsan bu, haliyle mümkün değildir. Eğer -âyetin bu haliyle, hakkında bir açıklama gelinceye kadar icmâlen hükme delil olduğunu anlatmak istiyorsan bu, kabul edilebilir. Fakat kendisiyle amel mümkün olmadıktan sonra, sadece bu delâletin faydası nedir?
Bütün bunları kabul etsek bile senin, iddianın sonunda söylediğin: "Durumu bu olanın önde ve öncelikli olması daha evlâdır,"sözünü kabul edemeyiz. Çünkü senin, "Sünnetin yürürlükten düşmesi ve nazar-ı itibara alınmaması gerekir," şeklindeki bahsettiklerin ancak fer'î hükmün aslolana tâbi olması gibi mücerred ilişkilerde netice verir. Kur'ân karşısında sünnet için bu kaide uygulanamaz. Hatta bazıları: "Kendilerine indirileni insanlara açıklaman için Kur'ân'ı sana indirdik,"[738] âyetini delil göstererek sünnetin Kitab (Kur'ân) üzerine hâkim ve hüküm koyucu olduğunu söylemişlerdir.
Şâtibî'nin daha sonra zikrettiği şu sözü ele alalım: "Sünnetin Kitab üzerine hüküm koyması, Kitab'ın bir kenara bırakılması ve sünnetin öne geçirilmesi mânâsında değildir. Bundan kasıt, sünnette anlatılan o şeyin Kur'ân'ın muradı olduğudur. Sünnet, sanki Kitab'ın ahkâmında anlatılmak istenen mânâ ve muradın şerh ve açıklaması durumundadır. Sünnet, Kitab'dan ayrı olarak hüküm koyucu değildir. Bu, şuna benzer: Meselâ İmam Mâlik, bir âyetin mânâsını açıklasa ve biz de gereğince amel etsek, bize: 'Allah Teâlâ'nın sözüyle amel ettik,' demek yerine, 'Imam'ın sözüyle amel ettik,' dememiz doğru değildir."{T)
Halbuki Şâtibî'nin cevap vermeye çalıştığı kimse, Kitab'ın bir kenara itilmesinden bahsetmemekte, sadece Kitab'la sünnetin hüküm koymada eşit olduklarını ve her ikisini de kullanarak birleştirmeyi savunmaktadır.
Hem Şâtibî'nin: "Sünnette anlatılan şeyler, aslında Kur'ân'ın muradıdır" sözü, hasmın görüşünü ve sünnetin Kitab'dan ayrı ve geride düşünüldüğünde ortaya çıkacak olumsuzlukları bir itiraf mahiyetindedir.
"Hükmü koyan sünnet değildir," sözünü kabul ediyoruz ve biz de aynısını söylüyoruz. Aslında bu, onun görüşüne ters düşmektedir. Eğer Şâtibî, tek hüküm koyucu Kitab'dır, demek istiyorsa bu, doğru değildir. Hz. Peygamber (s.a.v)'in tefsir ve açıklamasını İmam Mâlik'in tefsirine kıyas etmesi bâtıldır. Çünkü İmam Mâlik'in sözü, delil değildir; alınabilir, alınmayabilir de. Hz. Peygamber (s.a.v)'in sözü ve tefsiri ise farklıdır. O, Allah tarafından bir vahiydir ve dinde bir hüccettir.
Şayet onun yukarıdaki değerlendirmesini kabul edecek olursak, onun bize ters düştüğü tek nokta, sünnetin isminde ve tarifinde olmaktadır. Bu da lafzî bir ihtilâftır. O, sünnetin, Kur'ân'da söz sahibi olduğu ve onu zahirinin tersine hamletme yetkisinde bulunduğu konusunda bizimle aynı görüşte olduğu müddetçe, kendisiyle anlaşa-mayacak bir sebep göremiyoruz.
Şüphenin aslına dönelim. Deriz ki: Kitab'ın sünnete takdim edilmesini ifade eden sözünü, mutlak mânâda ve her halükârda kabul edemeyiz. Bunu, ancak sünnetle Kitab'ın hükmünü bir arada uygulama imkânı bulamadığımız zaman kabul ederiz. Çünkü iki delilin birden kullanılması, birinin iptal edilmesinden daha evlâdır.
Şunu da ilâve edelim: Kur'ân, bazen Kur'ân'ı, bazen de sünneti açıklar. Bazen de sünnet, sünneti açıklar. Bu durumda sen: "Bütün bu hallerde açıklayan nass, açıkladığından geridedir," diyebilir misin? Sonra, bu delillerden birini iptal etmek bir yana; biri, diğerini açıklıyor, dedikten sonra bu iki delilin birbiriyle çelişmesinden bahsetmek doğru mudur?
"Sünnet, Kitab'ı açıklayıcı olmayıp hüküm koyucu olduğunda, Kitab'da bir şey yoksa o zaman nazar-ı itibara alınır, hükme kaynak yapılır," sözünü ele alalım. "Kitab'da bir şey yoksa" sözünden muradın, sünnete muhalif bir nas yoksa, olmalıdır. Bununla, kesin olarak muhalif olanı kasdediyorsan, bu konuda sana katılırız. Fakat bu, sünnetin, Kitab yanında daha zayıf olduğunu göstermez ve bunu gerektirmez. Çünkü bu, bütün vahiy türleri içinde bulunabilir. Allah'ın hükümleri arasında birbirine ters düşme mümkün değildir.
Kur'ân'da, (zahiren) sünnete muhalif zannedilen hükümlerin bulunmasına gelince; bu, olabilir ve bulunabilir. Hatta bu, iki âyet arasında da kendini gösterebilir. Bu durumda içlerinden birisi, tercih sebebi bulunmaksızın, devredışı kalmaması için bu iki delil, uygun şekilde te'vil edilip araları cem edilmelidir.
3. Şüphe:
Bazı hadis ve haberler, Kitab'ın sünnete takdim edileceğini göstermektedir. Meselâ, Muaz (r.a) hadisi, buna güzel bir örnektir. Şöyle ki: Hz. Peygamber (s.a.v), Muaz b. Cebel'i Yemen'e vali olarak gönderdiğinde:
"Önüne bir mesele geldiğinde nasıl hüküm vereceksin?" diye sordu. Muaz (r.a):
"Allah'ın Kitabı'yla," dedi. Hz. Peygamber (s.a.v):
"Aradığın, Allah'ın Kitabı'nda yoksa ne yaparsın?" diye sordu. Muaz (r.a):
"Rasülullah (s.a.v)'ın sünnetiyle hallederim," dedi. Hz. Peygamber (s.a.v):
"Peki, Rasûlullah'ın sünnetinde de bulamazsan ne yaparsın?" diye sorunca, Muaz (r.a):
"Kendi görüş ve içtihadımla hallederim," diye cevap verince Allah Rasûlü (s.a.v), bundan pek memnun olarak kendisini tebrik etmiştir.[739]
Hz. Ömer de kadı Şürayh'a gönderdiği bir talimatta: "Önüne bir mesele geldiğinde, önce Allah'ın Kitabı'na bak ve onunla hüküm ver. Allah'ın Kitabı'nda meselenin cevabını bulduktan sonra artık hiç kimseye sorma. Allah'ın Kitabı'nda bir şey bulamazsan, Rasûlullah'ın sünnetini araştır..."[740] demiştir.
Benzeri haberler, İbn Mesud ve Ibn Abbas'tan (r.a) da rivayet edilmiştir.(10)
Cevap: Bazıları, Muaz hadisini mevzu kabul etmiştir. Biz sahih olduğunu düşünsek bile, bunun yorumunun şöyle olması gerekir:
Alınması ve kullanılması en kolay ve en y^kın delil olması bakımından önce Kitab'a bakılır. Gerçekten de Allah'ın Kitabı bu özelliktedir. Bu te'vili yapmak zorundayız. Çünkü sübûtu ve delâleti kesin ve kat'î olan sünnet, Kitab'ın zahirine takdim edilir.Muaz hadisine nisbeten, bu söylediğimiz daha fazladır. Sünnet, haber-i âhad cinsinden olunca bazen sünnetin delâleti kat'î, Kur'ân'mki zannî olabilir ve bu durumda hükme kaynak olmada biri, diğerine eşit olur. Artık takdim, tehir sahih olmaz. Bilakis, içtihad ve tercih deliline bakarak beraberce yorumlanıp amel edilmesi gerekir.
Hz. Ömer'in: "Allah'ın Kitabı'na bak; onda meselene bir cevap bulursan artık hiçbir kimseye sorma," sözüne gelince bunu, ilgili âyetin sünnetle muâraza (çelişki) hâlinde bulunmadığı zaman böyle hareket edileceğine hamletmek gerekir. Bunun sebebini yukarıda zikrettik. Bir de Hz. Ömer'in sözünün, âyet-hadis gibi hüccet olmadığı bilinmelidir.
[733] Şerhu'l-Akâidi'n-Nesefi ve Hauaşşihl, I, 54.
[734] Tirmizî, Mgnâkıb, 31; Mâlik, Kader, 3; Ahmed, Müsned, I, 51.
[735] Bkz. Şâtibî, el-Muvâfakât, IV, 7.
[736] Bkz. Şâtibt,e/-3ft*öd/bAfl*,III, 17; IV, 11.
[737] Şâtibî, el-Muvâfakât, IV, 7.
[738] Nahl, 44. (7)Şâtibî, a.g.e.,IV, 10.
[739] Hadis için bkz. Ebû Dâvud, Ekdiyye, 11; İbn Mâce, Menâsik, 38; Dârimî, Mukaddime, 20; Müsned, I, 37; Beybaki, Medhal, 207-208.
[740] Bkz. Dârimî, Mukaddime, 20;Sünen-i Kübra,X, 115.