sidretül münteha
Tue 14 September 2010, 12:55 pm GMT +0200
KİTAB (KUR´ÂN-I KERÎM) 2
137- Ammın Umumî Mânâsîyle Ne Zamanî Amel Olunur:
Kur´ân-ı Kerîm´de vârid olan âmmlar hakkındaki sözü bitirmezden önce usûl-ü fıkıh ulemâsının üzerinde konuştukları üç mes´eleye işaret etmek ve Şafiî´nin bu mes´eleler hakkındaki görüşünü açıklamağa çalışmak isteriz:
Birinci mes´ele: Şafiî âmmın umûmiyle amel eder. Tahsîs eden veya umûmuna delâlet eden bir şey bulmadığı zaman tavakkuf etmez, ameli durdurmaz. Eğer tahsîs eden bir şey bulursa, tahsîs delili bulunduğundan onu hâs i´tibâr eder. Tahsîs eden bir delil bulunmadıkça anamı umûmu üzere bırakır. Şafiî´nin görüşü budur. Fukahâ arasında muhtar olan görüş de budur.
imam Gazali, âmm hususunda üç görüş zikreder. Birincisi: Ânımın delâlet ettiğinin en azı alınır, ikincisi: Âmmla, hâss murad edilmiş, olmak ihtimali olduğa gibi umûm mânâsı da murad edilmiş olabilir; bu bakımdan müşterek kelimeler gibi olur. Bu durumda iki mânâdan birini diğerine tercih ettirecek bir karine bulunmasiyle ancak iki mânâdan birine delâlet eder. Bu her iki görüş ilmî veya lisanî bir esasa dayanmaktadır. Çünkü âmm kelimesi, diğer dillerde olduğu gibi, arapçada da birçok şeylere şâmil olan bir tâbirdir. Bunun aksine delil bulunmadıkça, umûmun iktizasiyle amel olunur.
Gazâlî, âmmın umûmu üzere bırakılmasını tercih hususunda şöyle diyor: "Bilmiş ol, bu görüş yalnız Arap diline mahsus değildir; bu bütün dillerde câri bir şeydir. Çünkü umûmî olan sîgalara bütün dillerde ihtiyaç vardır. Türlü halkların hepsinin ona ihtiyaçlariyle beraber böyle bir kelime vaz´etmeyip onu gözden kaçırmış olmaları «sak bir şeydir. Her milletin böyle umûma delâlet eden kelime vazettiğine örnekler gunlardır: Umûmî emre karşı gelenlere i´tiraz yöneltilir, bu emre itaat edenler i´tirazdan kurtulur. Umûmî olarak helâl edilen şeylerin helâl sayılabilecekleri kabul olunur. Bunların îzâhı şöyledir;: Efendisi, hizmetçisine dese ki: Evime kim girerse ona bir dirhem veya bir ekmek ver! Hizmetçi de her girene verse, efendisi buna i´tiraz edemez. Girenlerden biri hakkında i´tirazda bulunup hizmetçiyi azarlayamaz. Meselâ: İçlerinden filâna niye verdin, o kısadır, ben uzun boyluları kasdetmiştim, diyemez. Veyahut, verdiğin falan adam karadır, ben ak olanları murad etmiştim, diye i´tiraz edemez. Eğer böyle bir şey diyecek olursa, hizmetçi köle: Sen bana uzun boylulara, ak olanlara vermememi emir etmedin, sadece her girene ver dedin, bu da girdi, ben de verdim; diye cevap verir. Aklı başında olanlar, hangi dilde olursa olsun, bu sözü işittikleri zaman efendinin i´tirâzınm yersiz olduğunu görürler, hizmetçinin özrünü yerinde bulurlar... Hizmetçi girenlerin hepsine verse
Gazâlî, işte böylece, âmm olan kelimenin, umûmî mânada olmasını hususî mânâ üzerine tercih ettirecek bir karine veya siyaka ihtiyaç olmaksızın umûmi mânâda kullanıldığını beyân etmektedir. Karine veya siyaka muhtaç olan cihet, ânımın hususî mânâya delâletidir. Yâni asıl istimali dolayısiyle âmm. kelimenin şâmil olduğu şeylerden basısına o âmmın tahsîs edilmesidir.
işte îmam Şafiî´nin, (Allah ondan razı olsun) mesleği budur. Ona göre: Âmm ile hususî bir mânâ kasdolunursa, yâni âmmın tahsîs edilmesi, bu ancak Kur´ân´m nassiyîe olur, yahut Hadîsle olur. Usûl ulemâsının çoğu bu hususta Şafiî´ye muvafakat eder, Hanefiyye fukahâsı da muvafakat edenlerdendir. Ancak Hanefiyye, Şafiî´lerden şurada ayrılmaktadırlar: Onlar âmme, Şafiî´nin vermediği kuvveti veriyorlar, âmmı delâlette kat´î sayıyorlar. Şafiî´ye göre, sîgası i´tibâriyle ânım olup umûmî mânâda kullanılan ve tahsîs edici bir şeyde bulunmayan âmmın delâleti zannîdir, kat´î değil. Onun için Kur´ân´m âmmları Hadîsle tahsîs edilir, nasıl M ikinci mes´elede beyan olunacaktır. Halbuki haber-i vâhidler sübût bakımından zannîdir. Kur´ân ise sübût bakımından kat´îdir. Kat´î olan, zannî ile tahsîs edilmemek gerekirken, delâlet bakımından âmm, Şafiî´ye göre, zannî olduğundan, bu sübûtu zahnî olan hadîsle delâleti zannî olan âmmı tahsîs etmektir ve bu caizdir, Hanefiyyeye ise diyorlar ki: Ânun olan kelimenin, umûm mânâlarına delâleti kat´îdir, onun için Kur´-ân-ı Kerîm´in âcnn Olan kelimelerini, haber-i vâhidle tahsîs etmek caiz olamaz. Çünkü Kur´ân´m sübûtu kat´îdir, âmmın da delâleti kat´îdir. Halbuki haber-i vâhid olan hadîslerin sübûtu zannîdir. Kat´î olan bir şey, zannî olanla tahsîs edilemez.
Hanefiyye ulemâsınca, kat´î olmanın mânâsı şudur: Delilden doğan bir tahsîs ihtimalinin âmmın delâletine girmemesidir. Yâni delüe dayanan bir tahsîs ihtimalinin bulunmamasıdır. Yoksa kat´înin mânâsı, bu delâletin asla tahsise ihtimali bulunmaması demek değildir. Çünkü madem ki, tahsîs caizdir ve mümkündür, onun imkânsızlığına delil getirilmiş değildir, öyleyse ahsîse her zaman ihtimal vardır. Fakat tahsise delil bulunmadığından, biz delâletin kati olduğu esası üzerine içimime devam ettik. Zîrâ sözlerin kullanışında ve onların delâletlerini alsp kabulde hâl böyledir. Kelimeler hakikat olarak kullanılır, hakikat n- ´..nâsındaki delâleti kat´î i´tibâr edilir. Mecâze ihtimal varsa da bu delilden doğmayan bir ihtimaldir, onun için ona bakılmaz. Kelimenin hakikat mânâsına delâleti, mecaz ihtimalinden dolayı, zannîdir diyemeyiz. Çünkü aksi takdirde, hiçbir söz bir şey ifâde etmez, hiçbir mânâ dinleyiciyi tatmin edemez, söze güven olmaz.[22]
138- İkînci Mesele: Kur´ân´daki Umumî Mânâdaki Kelimeler Haber-i Vahîd Olan Hadîsle Tahsîs Olunur Mu?
Kitâb-ı Kerîm´deki âmmların, her ahvalde haber-i vâhid olan hadîsle tahsîs edilmesi, Şafiî bunu caiz görmektedir. Şafiî´nin Er-Risâle´sinde görüyoruz ki, Kur´ân-ı Kerîm´in âmmlanı, haber-i vâhid olan hadîslerle tahsîs «diyor. "Zina yapan kadına ve zina yapan erkeğe her birinci yüz değnek vumm."46 âyetindeki umûmî lâfızla bildirilen hükmü, Sünnetle, bakir olan kız ve oğlana yâni evlenmemiş olanlara hâss bir hüküm olarak tahsîs ediyor. Evlenmiş olan kadın ve erkek sâna yaparsa onlara değnek vurulmaz, reem olunurlar. Recm Hadîsi ise haber-i vâhiddir.
Hanefiyye ise, haber-i vâhid olan Hadîsle âmmm tahsîs edilmesini caiz görmezler. Ancak âmm, başka bir tahsisle tahsîs edilirse, âmm-ı mahsusun kat´îliği bozulduğundan o zaman zannî olan haber-i vâhidle tahsîs caiz olur. Bu ihtilâfın esası şudur: Âmmın sîgası i´übâriyle umûma delâletini Şafiî zannî görüyor, çünkü âmmın tahsîse ihtimali çok kuvvetlidir. Zîrâ tahsisten hâli âmm gayet nâdirdir, hattâ Abdullah îbni Abbas´m şöyle dediği rivayet olunur: "Tahsîs edilmedik âmm yoktur." Aramın tahsîs edilme ihtimâli bu kadar kuvvetli olunca, tahsik eden şeyin meydana çıkmasından önce dahi âmmın delâleti zannî olur. Belki orada bir tahsîs eden vardır, bis onu aramalıyız. Âmmın delâleti bu tars-da zannî olunca, onun zannî olanla tahsîs edilmesi câis olur. Hâttâ bu tahsîs yapma işi, çoğunca meşhur olanla da uygundur. Yâni umûmî olan kelimelerin ekserisinde hususî mânâ kasdolunmuştur,
Hanefiyye ulemâsı, âmm, sîgası i´tibâriyle umûma delâletinde kat´î-dir, dediklerinden zannî olanla âmmın tahsisini caiz görmemişlerdir. Çünkü tahsîs demek, bu lâfzın delâlet ettiği hükümlerden bir kısmını ondan çıkarmak demektir. Kat´î olmak ise lâfzın delâlet ettiği hükmün o kısma hakkında da sabit olduğunu kesin olarak gösterir. Böyle kat´î bir surette sabit olan bir delâlet sannî bir şeyle îbtâl edilemez.
Fakat Hanefiyye, gördüğün gibi, âmm, başka bir şeyle daha Önce tahsîs edilirse, muhassas olan âmm haber-i vâhidle ve kıyasla tahsis edilir, diyorlar. Çünkü tahsîs edilmezden önce âminin kat´î olmasının mânâsı, tahsîs ihtimalini kati surette nefiy etmek değildir, Beîki tahsîs ihtimali, delilden doğmayan bir ihtimaldir. Amini tahsîs eden bir şey bulunduktan sonra bu tahsîs ihtimali, delilden doğan bir ihtimal oldu, yâni fi´len tahsîs bulundu. Böylece tahsîs ihtimali delilden neş´et eder bir ihtimal oldu. öyleyse âmm artık zannî olur. Diğer bakımdan âmm, tahsîs edildikten sonra, kelimenin şâmil olduklarından bâzısına delâlet etmesi, mecaz yoluyladır. Bu umûmî ismi söyleyip hâs olan bir şeyi murad etmek kabilinden olur. Mecaz yoluyla olan delâletlerin karineleri kat´î olmadıkça, mânâya delâletleri zannî olur. Tahsîs edilmiş olan âm lâfızların delâletleri, bu esasa göre zannî olduğundan, haber-i vâhid olan Hadîsle ve kıyasla âminin tahsisi eâiz olur. [23]
Üçüncü Mesele: Tahsîs, Âmm Kelime Île Şâri'in Başdan Daha Husûsî Manâ Murad Ettiğini Beyan Demektir:
Tahsisin hakikatim beyana gelince: Tahsîs acaba; âmmla bildirilen umûmî hükümlere girdikten sonra, âmmın bâzı kısımlarını (etillerini) ondan çıkarmak mıdır? Yoksa daha bidayette şâri´m o âmmle hususî şeyler murad ettiğini mi beyandır? Bu son görüşe göre âmmın büüm efradı hükmün şümulüne girmiş, değildir ki, bâzısını ondan çıkarmağa lüzum hâsıl olsun. Çünkü âmmın şâmil olmadıkları zaten girmemiştir. Gerek Şafiî, gerekse Hanefî usûl kitapları, tahsisi, ânımı bâza efradına hasretmektedirler. Öyleyse, tahsîs edici nass, ânımla husus murad olunduğu ve murad olunan kısnu beyan ettnig olur. Gazali, Mustasfâsda tahsîsi: Ânımın şümulüne girenleri çıkarmak için değil, umûmî lâfızla hususî (hâss bir şey) murad edildiğini göstermek içindir, diyor.
"Delillere tahsîs edici demek caizdir. Delil mütekeltimin neyi murad ettiğini bildirir. Yâni mütekellim, umûm için vaz´olunmuş bir sözle hususî bir mânâ kasdetmiştir. Tahkîka göre tahsîs, kelimenin vaz ve istimal i´tibâriyle umûmî mânâdan çıkıp hususî mânâya geldiğini beyan demektir. Bu, bir kelimenin hakikî mânâda yiKip mecazî mânâda kullanıldığını bildirmek için getirilen karineye benzer."[24]
Bütün bunlar gösteriyor ki, cumhur fukahânın tahsisten kasdı; âmm olan bir sözle hâss bir mânâ murad etmektir. Nesh ile tahsîs arasındaki esas fark ise: Nesh sabit ve nnikarrer olan hükümleri değiştirir. Bir âmmın tamamı veya bir kısmı nesh edildiği zaman onunla sabit olan hükümler değişir, kalkar. Tahsiste ise, tahsîs edilen kısmın sığanın umûmuna girmesini önlemek vardır, yâni tahsîs edilen kısma o kelime hiç girmez, (Nesih refi´dir, tahsîs defi´cür ki, birincide, giren hüküm kaldırılır, ikincide girmesi önlenir.)
imam Şafiî, risalesinde bu- yolu tutmuştur. Orada tahsis, kendisinden sonra gelen bütün usûlcülerin dedikleri sözlerle anlatmaktadır. Tahsîs edilen ânımı şu başlık ile kaydetmektedir: (Kur´ân´da zâhirsn âmm bir lâfızla nazil olup onunla hâss murad olunanların beyanı hakkındadır.) Bu sözler gösteriyor kî, Şafiî´ye göre tahsîs, murad olunan mânâyı beyan demektir.
İşte tahsisin durumu budur. Tahsîs edici delil, tahsîs olunana ister yakın olsun, ister ondan sonra veya önce gelsin, hepsi birdir. Bu, Şâfü-lerce böyledir. Çünkü onlara göre hâss ile âmm aynı mevzu hakkında vârid olursa o ânımla hâss murad edilmiş demektir. Çünkü hâssın delâleti katidir, âmmın delâleti ise onlarca zannîdir. Âmmla amel etmek, tahsîs edici bir delili araştırmağa mâni değildir. Böyle bir şey bulununca, ânım olan lâf´z hâss i´tibâr olunur.
Hanefiyyeye ise, tahsîs delilinin ânıma mukârin olmasını gart koşarlar. Böylelikle âmm olan lâfızla hâss murad edilmiş olduğuna delâlet eden bir karîne olmuş olur. Eğer her ikisi aynı zamanda birleşmez ise, aralarında taaruz bulunduğu vakit, zaman i´tibâriyle sonra gelen âmm dâhi olsa, sonraki öncekini nesh eder. Çünkü Hanefiyyeye göre âmmın delâleti kat´î olduğundan hâssı neshedebilir.
Kur´ân´daki âmm ve hâssiar hakkında Şafiî´nin sözü. böyledir. Onları oldukça açıklamaya çalıştık. Onlara ışık tutarken Şafiî´den sonra gelen usûl .ulemasının sözlerinden de faydalandık. Şimdi de başka bir noktaya geçelim. O da Kitabın beyanı ve bunda Sünnetin yeri bahsidir. [25]
140- Kitabın Beyanı Ve Bunda Sünnetin Rolü:
Kur´ân-i Kerîm bu dînin esaslarının esâsıdır, asıl kaynağıdır. Dînin hükümleri, asülan ve feri´îeri ondan alınmıştır. Dînî deliller, delil olma kuvvetini ondan alırlar. Bu i´tibarla Kur´ân-i Kerîm şeriatın ana temelidir, dînî hükümleri bir araya toplayan esastır. Abdullah îbn-i Ömer´in göyle dediği rivayet olunur:
"Kur´ân-ı Kerîm´i belleyen kimse, çok büyük bir iş yüklenmiş demektir. Peygamberlik eseri onun gönlüne dolmuş demektir, ancak kendisine vahy olunmuyor." Zâhiriyye ulemâsından îbn-i Hazm der ki: "Fıkıh bab-larının (bölümlerinin) her birinin Kitabda aslını ve esâsını bulursun. Sünnet de onu açıklar." Allah´ın izniyle aşağıda beyan edeceğimiz veçhile, Kitab, Sünnetin aslıdır, ana direğidir. Allâhu Teâlâ şöyle buyurur: "Biz Kitabda hiçbir şeyi noksan bırakmış değiliz.[26] Yine Cenâb-ı Hak buyurmuştur: "Bu Kur´ân, en doğru olana hidâyet edip götürür."[27]. Kelâmı yüce Tanrı, §öyle buyurur: "Biz Kur ân ı mü´ninlere şifâ ve rahmet olarak indiririz. Zâlimlerin ise ancak hüsranı artar."[28] Hz. Âişe, (Allah ondan razı olsun) şöyle derdi: "Bir kimse Kur´ân okursa, ondan üstün kimse olamaz." Bu sözlerden ve zikretmeye burası kâfi gelmeyen diğer emsali nasslardan anlaşıldığı üzere, Kur´ân-ı Kerîm, dînî hükümlerin ana kaynağıdır. Öyle olunca, onları ancak icmâlen beyan etmiş olması gerekir, mücmel olan tafsilâta muhtaçtır. Küllî kaideler beyâna muhtaçtır. îşte bunun için, Kur´ân´dan hüküm alırken, onun içinden şer´î mes´eleîeri çıkarırken behemahal Sünnetten yardımlanmak lâzımdır. Yüce Allah Peygamberine şöyle buyurur: "Biz sana Kur´ân´ı, kendilerine indirilenleri insanlara beyan «desin diye indirdik." Şafiî, Kur´ân-ı Kerîm´e bu nazarla bakmaktadır. Ona göre Kur´ân-ı Kerîm, dînin ana kaynağıdır, onu bilmeyen, hiçbir şey bilmiyor demektir. Onu bilenin de bilmediği kalmaz. Dînî hükümlerin hepsi Kur´ân´da ya nassan, ya istinbat veya istidlal yoluyla bulunmaktadır. Şafiî´nin o beliğ sözlerini nakledelim. Diyor ki: "Allâhu Teâlâ´mn Kitâb-ı Kerîm´inde inzal buyurduğu her şey; rahmettir, hüccettir. Onu bilen, bilgili kişidir, bilmeyen bilmez kişidir. Onu bilmeyen bir şey bilmez, onu bilenin de bilmediği olmaz. İnsanlar ilimde derece derecedirler. Onların ilimdeki mertebeleri, Kur´ân ilmîndeki derecelerine göredir, tüm isteyen kimselerin onu öğrenmek için bütün kuvvetlerini sar-fetmeleri, bilgilerinin artması için son derece çalışmaları, bu uğurda önlerine çıkan engellere katlanmaları gerekir. Kur´ân´m nasslanm, ondan hüküm alma yollarını Öğrenmede Aüah rızâsını gözetip ihlâs üzere olma; hdır, bu hususta AHah´dan yardım dileğinde bulunmalıdır. Çünkü Allah´ın yardımı olmadıkça higbir bilgi elde edilemez, Allah´ın Kitâb-ı Ke-rîm´indeki hükümlerini nass ve istidlal yoluyla bilen ve bildiklerini söyleyip onlarla amel etmeğe muvaffak olan kimse, din ve dünyasında fazflete ermiş olur; şüphelerden kurtulup uzaklaşır. Kalbinde hikmet nuru parlar, diride imamet makamına, önderliğe hak kazanır."[29]
Şafiî´nin risalesini, başından sonuna kadar oku. Anlarsın ki, onun udinin merkezi Kur´ân´dır. Şafiî Er-Risâle´sinde şeriat ilminin usûlünü vaz´etmektedir. Bunun kutbu, önderi, kıyamete kadar hüccet´i Kur´ân´dır. [30]
141- Sünnet (Hadis), Kitabın (Kur´an'ın) Mücmelini Açıklar:
Kur´ân-ı Kerîm´in beyanları küllî olup beyâna muhtaç olan yerlerini Sünnet ve Hadîs beyan edici olduğundan, Şafiî Kur´ân´ın beyanlarım iki kısma ayırmıştır:
1- Nasslarm beyânı açık olduğundan ondan başka bir beyâna ihtiyaç yoktur.
2- Sünnetle îzâha muhtaç olan beyan ki, ya Kur´ân´ın mücmelini tafsîl eder, ya muhtemel mânalarından birini tâyin eder, yahut umûmî mânâlardan murad olunan hâss mânâyı gösterir.
Şâfiİ bu kısımlardan her birine misâller getirmekte, örnekler vererek hükümlerini göstermektedir. Kur´ân-ı Kerîm´de tamamiyle beyan olunup başkaca îzâha asla lüzum kalmayan hükümlere misâl olarak liân ve liâmn nasıl yapılacağına dâir olan âyetleri zikretmektedir. Allâhu Teâlâ buyurur ki: ´iffetli kadınlara zina, fuhuş isnad edip´de sonra isbat için dört şahit getiremeyenlere seksen değnek vuran, ebedîıyyen onların şahitliğini kabul etmeyin, İşte onlar yoldan çıkmış fâsık kimselerdir. Ancak bundan sonra tevbe edip hallerini düzeltenler bunun dışındadır. Şüphesiz Allah bağışlar ve merhamet eder."[31] Bundan sonra Cenâb-ı Hak yine §öyle buyurur: "Kanlarına zina isnad edip de kendilerinden başka da şahitleri olmayanlarm şahitliği, kendisimin doğru sözlülerden olduğuna Allah´ı dört defa şahit göstermesiyle olur. Beşinci defasında: Eğer yalancılardan ise Allah´ın lanetinin kendisine olmasını diler. Kocasını» yalancılardan olduğuna Allah´ı dört defa şahit göstermesi suretiyle kadın cezayı kendisinden savar, beşincisinde eğer kocası doğrulardan ise kendisinin Allah´ın gazabına uğramasını diler."[32]
Eu âyetlerde kendi karısına iffetsizlik isnad eden ile kendi eşinden başka bir kadına iffetsizlik isnad eden kimse arasında fark yapılmıştır. bir kadına iftira eden kimse bu suçu dört şahitle isbat edemediği takdirde kendisine behemahal had vurulur. Kendi eşine iffetsizlik isnad edip de Kendisinden başka şahidi olmayan kimse ise liân yapar. Bunun nasıl yapılacağını Kur´ân-ı Kerîm gayet açık beyan etmiştir, bundan başka bir açıklamaya hacet kalmamıştır. Sünnet buna yeni bir hükûm ilâve etti ki, o da kan ile kocanın birbirinden ayrılmasıdır, onun için Şafiî (Allah ondan razı olsun) söyle demektedir: "Allah´ın Kitabı liânı ve sayısını tamâmiyîe yeteri kadar anlatmıştır. Sonra bâzıları eşlerin ayrılacağına dâir Hz. Peygamber´den Hadîs rivayet etmişlerdir."
Şâfil, el-Üm´de Hân hakkında vârid olan Hadîsi beyan etmiştir. Uvey-mir Aelânî Hs. Peygamber´e bu hususu sormuş, Hz. Peygamber sükût etmif, nihayet Hân âyeti nazil olmuş. Hz. Peygamber iki eş arasında liân yapmış, sonra onları birbirinden ayırmış ve çocuğu adamdan reddetmiştir. Şâfil bundan sonra diyor ki: "Bu hâdise gösteriyor ki, mes´ele Hz. Peygamberce arz olununca evvelâ sükût etmiş, hakem olduğu halde cevap vermemiş. Nihayet Cenâb-ı Hak tarafından mes´elenin hükmü bildirilmiş. Bunun üzerine Hz. Peygamber Uveymir´e; ´Allâhu Tealâ senin ve eglss halanda hüküm indirdi. dedi. Aralarında Allâhu Teâlâ´nın liân âyetinde bildirdiği veçhile liân yaptı, sonra ikisini birbirinden ayırdı. Çocuğu kadına verdi, adamdan reddetti. Ve adama; Senin için ona karşı yol yok dedi ve mehri eşine reddetmedi."
Kur' ân´ı nasslanmn beyanına diğer bir misâl de Ramazan ayı orucu hakkındaki âyet-i kerîmeleri gösterir. Allâhu Teâlâ şöyle buyurur:
"Ey imân edenler, oruç, sizden öncekilere farz olduğu gibi size de fara isimdi, böylece AlIâh´a karşı gelmekten sakumuz. Oruç sayılı günlerdedir, îçinizden hasta olan veya yolculukta bulunan kimseler tutmadığı sayısmea, diğer günlerde tutar. Oruca dayanamıyanlar, bîr yoksula doyuracak kadar fidye verir. Kurbân, insanlara yol göstererek doğruyu belgeler olarak indirildi.[33]
Oruç tutulacak olan sayılı günlerden murad Ramazan ayıdır. Orue tutulacak günlerin ve ayın ne olduğuna dâir bunun Ötesinde bir beyan aramaya hiç hacet yoktur. Onun için Şafiî diyor ki: "Bizden önceki Hadîs ulemâsından hiçbir kimse çıkıp da: Oruç tutulması farz olan aydan murad Şaban ayı ile Şevval ayı arasındaki Ramazan ayıdır, diye Hz. Peygamber´den bir Hadîs rivayet etme külfetine girmemiştir. Çünkü aylar içinde Ramazan ayı bellidir, bunu herkes bilir; Allâhu Teâlâ oruç tutmağı bu ayda farz kıldığını bilmek yeter. Seferde oruç tutmak veya tutmayıp yemek hususunda, kazası nasıl yapılacağı hakkında ve daha buna benzer Kitabın nassında bulunmayan hususlarda hüküm yürütmek istediler. îlim erbabından olmayanlardan, Kamazanın hangi ay olduğunu, orucun farz olup olmadığını beyana muhtaç olan bir kişi bulunduğunu bilmiyorum."
Bütün bunlardan görülüyor ki, Şafiî´nin misâl olarak getirdiği Kur'ân âyetleri bu hususta birer nass´dir. Eğer mevzuu bahis olan meselenin tamamlanacak yeri varsa onu Sünnet beyan eder. Orucun kazası, seferde oruç tutmaya ruhsat, sefer hâlinde oruç tutmanın sahîh olduğu, oruç âyetlerine nisbetle beyan olunmuştur. Fakat birinci misâlde liân ve nasıl yapılacağı hakkındaki nass beyana muhtaç değildir. İkinci misâl oruç günleri ve ayı hakkında nass´dır; bu hususta başka beyana ihtiyaç yoktur. Onun için insanlardan hiçbiri bu hususta Sünnetten beyan aramak külfetine kendini sokmamıştır. [34]
142- Sünnet, Kur´an´ın Muhtemel Manalarından Bîrinî Tayîn Eder:
Kur´ân beyanlarının ikinci kısmına gelince, bu hususta Sünnetin beyanına ihtiyaç vardır, mevzuu aydınlatmağa nass yetmez. Şafiî´nin bu hususta getirdiği misâlleri üç kısma ayırmak mümkündür:
1- Nassın siyakına göre âyetin iki şeye ihtimali vardır; Sünnet bu iki ihtimalden birini tâyin eder. Bunun misâli su âyet-i kerîmedir: Eğer ona yine boşarsa, bundan sonra başka bir aş ilenikahlanmadıkça artık onunla evlenmesi helal olmaz karı ile kocanın bir arada buluşmaksızm mücerred nikâh akâini yapmalarına da muhtemeldir. Böylece mücerred nikâh akdetmekle birinci kocasiyle tekrar evlenmesi helâl olur. Fakat âyet karı ile koea zifafa girmedikçe birinci kocaya helâl olmamasına da muhtemeldir. Çünkü nikâh kelimesi, cinsî münasebete de denir, akde de denir.Hz, Peygamber, kocasının üç defa boşadığı ve ondan sonra başka bir kocayla evlenen kadına: Sen onun balından o da senin balından tadmadıkça eski kocana dönen helâl olmaz," demiştir. Bu Hadîs, birinci kocaya dönmeği helâl kılacak nikâhın, ancak duhul vukubulan evlenme olduğunu tâyin etmiştir.
Sözün iki mânâya ihtimali bulunan nev´e diğer bir misâl de şudur: Bu, geçen iki âyette olduğu gibi bizzat lâfzın ihtimalinden ileri gelen bir sey değilse de, zahiren aradaki taaruzdan doğar. Kocası öldüğü zaman hâmile olarak kalan kadının iddeti hakkındaki âyetler böyledir. Şafiî´ye göre bu halde kadının iddeti doguruncaya kadar sürer. Bunu Sünnet ile tercih eder. Vefat iddetini bildiren âyet-i kerîmeler şunlardır: "İçinizden ölenlerin geriye bıraktıkları zevceler dört ay on gün kldet beklerler."[36]
Bu âyet-i kerîme umûmî bakımdan zahiri i´tibâriyle hâmile olana da, olmayana da şâmildir. Allâhu Teâlâ diğer âyette şöyle buyurur: "Hâmile olan kadınların bekleme iddeti doğuruncaya kadardır."[37] Bu âyet de umûmî bakımdan hem kocası ölmüş olan ve hem, de boşanan kadınlara şâmildir. Kocası ölen kadının iddeti, bu iki iddetten biri ile olmak ihtimali vardır. Veyahut her iki iddeti de bekler; nasıl ki bâzı ulemâ böyle demişlerdir. Allâhu Teâlâ, kocası ölen kadına dört ay on gün iddet beklemesini farz kılmıştır. Yüklü olan kadının iddeti de doğurmasıdır. Kocası ölen kadın yüklü olur da her iki iddet bir yerde toplanırsa o zaman her iki iddeti de bekler. Nasıl ki, üzerine farz olan iki şeyi de yapmak lazımsa bu iki iddeti de tutmak lâzımdır. İki iddetten en uzununu, (eb´adü´l-eceleyn) iddet beklemek suretiyle her iki müddet tutulmuş olur. Fakat Sünnet böyle durumda bu ihtimali beyan etmektedir. Kocasının ölümünden birkaç gün sonra çocuk doğuran Sebîa Binti Hâris´e, Hz. Peygamber şöyle demiştir: "Evlenmen artık helâl oldu, evlenebilirsin,"[38]
2- Kur´ân-ı Kerîm mücmeldir. Hz. Peygamber daha mufassal olarak anlatır. Farzların çoğunda hâl böyledir. Farz olan namaz Kur´ân´da icmâlen mezkûrdur. Meselâ: "Namaz mü´minlere vakitleri belirtilmiş bir farzdır."[39] âyeti böyledir. Zekât da, "Onların mallarından sadaka al ki, bununla onlan temizleyip arılayasın tezkiye edesin.´[40] âyetiyle icmâlen farz kılınmıştır. "Namazı lalın, zekâtı verin" âyetleri de böyledir. Hac
Ve diğer farzlar böyle icmâlen mezkûrdur. Hz. Peygamber bunları etra-fiyle beyan etmiştir. Namazların sayışım, mukîm iken, seferde iken nasıl kılınacağım bildirmiştir. Zekât da böyledir. Hangi mallardan ne mik-dar zekât verileceğini, zekâtın farz olmasının şartlarını Sünnet beyan etmiştir. Haccın menâsiki, mîkâtleri ve diğer yapılacak işleri Sünnet açıklamıştır. Bunların hepsinde Sünnet Kur´ân´ı tefsîr ve tafsil etmektedir.
3- Anımın hususî mânâda olduğunu beyan: Kur´ân´daki âmmlarla husûsî mânâ murad olunduğuna dâir Şafiî´nin getirdiği misâllerden bir kısmını yukarıda zikrettik. [41]
143- Sünnetin Beyanına Duyulan İhtiyaç:
Kur´ân´ın beyanları hakkında Şafiî´nin yolu budur. O bu tutumuyla doğru yol üzere gitmektedir. Çünkü evvelâ Kur´ân´ı Kur´ân´la ve Kur´ân´-dan anlamaya yönelmektedir. Kur´ân-ı Kerîm´de bir yerde veya başka başka yerlerde tafsîlâtiyle bildirilen hükümleri yalniz Kur´ân´dan alır, bu hükümler Kur´ân´la sabittir. Oruç ve liân âyetlerinde olduğu gibi.
Kur´ân-ı Kerîm´in hükümlerini inceleyen ve dînin umûmî hüküm esaslarını araştıran kimse, bunların hepsini Kitâb-ı Kerîm´in hâvi olduğunu görür, Muvafıkât´ta şöyle deniyor: "Hadîs-i Şerifte şöyle gelmiştir; Peygamberimiz der ki: ´Peygamberlerden hiçbir Peygamber yoktur kî, kendisine âyetler, mH´cizeler verilmiş obuasın. İnsanlar o sebeple onlara inanmıştır. Bana ise Cenâb-ı Hak vahiy suretiyle Kitab verdi Umarım ki, kıyamet gününde Peygamberlerin içinde tabi´leri en çok olan ben olurum´."[42] Hz. Peygamber´e vahiy suretiyle verilen Kur´ân´dır. Sünnet onun beyanı mesabesindedir. Öyle olunca, Kur´ân-ı Kerîm, icmâlen her şeyi toplamaktadır. Kısaca ner hükmü câmi´dir. Bu i´tibarla onda dînî umur küllî ve umûmî bir halde topludur. Bunlar, "Bugün sizin dininizi tamamladım," âyetinin inmesiyle tamamlanmış, kemâlini bulmuştur.
Kur´ân-ı Kerîm´in beyanı olmak lâzımgelirse, bu behemehal Sünnettir. Çünkü küllî esasları ihtiva edenin yanıbaşmda bir de açıklamak için beyan bulunmak gerektir. Dînin teferruatını Sünnet beyan eder. Küllî ve umûmî esasları Kur´ân bildirir. Namaz, zekât, hac, eihad, oruç bunların hepsinin farz olduğunu Kur´ân bildirmiştir, Sünnet ise bunları te-ferruatiyle açıklamıştır. Aile umuru, insanların birbiriyle muameleleri, cemiyette fesadı önleyen ukûbât (cezalar) bunların hepsinin esaslarım Kur´ân vaz´etmiş, ana prensipleri o kurmuştur. Bunların beyanını ve tafsilâtını ise Sünnet yapmıştır. Şafiî, Kur´ân´dan hüküm çıkarma hususunda Sünnetlerden yardımlandıysa, bu çok yerindedir. Kur´ân´ın tefsiri için ilk kaynağa başvurmuş demektir,
Şâtıbî, Muvafıkât´ında diyor ki: "Kur´ân-ı Kerîm´den hüküm alırken, yalnız onunla iktifa edip onun gerhi ve beyanı mesabesinde bulunan Sünnete bakmamak olmaz. Çünkü Kur´ân küllî esasları hâvidir, onda küllî umur mezkûrdur. Namaz, zekât, hac, oruç ve emsali farzlar böyledir. Bunları beyan için Sünnete bakmaktan başka yol yoktur. Eğer Sünnette bulamazsa, o zaman selef-i sâlihmin nasıl tefsir ettiklerine bakar. Çünkü onlar, bunu başkalarından daha iyi bilirler. Eğer onlarda da bulunmazsa, o zaman elde etmiş olanlar için, Arapçayı anlayış selikası ve dirayeti yeter."[43]
îste Şâfii, bu doğru ve sağlam yolda yürümüştür. O, Kur´ân´dan hüküm alırken Sünnetten yardımlamr. Eğer önünde faydalanacak Sünnet yoksa, ittifak etsinler, ihtilâf etsinler, ashabın kavillerinden yardımlamr. Sahabe kavli de bulamazsa, o zaman Arapçanın üslûbundan, re´yden ve kıyastan faydalanır. Bunları, ileride sahabe kavillerinden ve Sünnetten bahsederken Îzâh edeceğiz. [44]
[22] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 185-187.
[23] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 187-188.
[24] Gaaâlî, Mustasfa.
[25] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 188-189.
[26] En´am Sûresi: 38.
[27] İsra Suresi:9
[28] îsrâ Sûresi: 82.
[29] Şâflî, Er-Risâle.
[30] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 189-191.
[31] Nûr Sûresi: 4-5
[32] Nûr Sûresi: 6-9.
[33] Bakare Sûresi: 183-186.
[34] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 191-193.
[35] Bakara Sûresi: 230.
[36] Bakara Sûresi: 234.
[37] Talâk Sûresi: 4.
[38] Şafiî, hâmile kadının vefat iddetini, âyetlerin zahiren tearuzunu, Sünnetin bunu beyanını El-Ümm´ün V. cildinde söyle anlatmaktadır
"Allâhu Teâlâ´mn; ´İçinizden Ölenlerin geriye bıraktıkları zevceler, dört ay on gttn İddet beklerler.´ (Bakara: 234} buyurması, hür olsun, câriye olsun, hâmile plsun olmasın, her kadına şâmil olması muhtemel olduğu gibi, cariyelere değil de yalnız hür kadınlara, hâmile olmayanlara şamil oûmak ihtimali vardır. Sünnet bunun hâmile olmayan zevcelere âit olduğunu bildirdi. Hâmile olan kadınlar için boşanma iddeti, vefat iddeti her ikisi de birdir. Bunların her ikisinin iddeti, doğurmasiyie biter. Sünnet bunu şöyle bildirir: Abdullah îbn-i Abbas Üe Ebû Seleme, kocasının ölümünden birkaç gece sonra doğuran kadın hakkında ihtilâf ettiler. îbn-i Abbâs en usun oîan iddeti bekler, dedi. Ebû Seleme, doğurmasiyie İddet tamamlanır, dedi. Ebû Hüreyre: Ben kardegimin oğlu yâni Ebû Seleme ile beraberim, dedi. îbn-İ Abbâs´ın kölesi bu mes´eleyi sormak üzere Ümmü Seleme´ye gönderdiler. O da dönüşünde Unımü Seleme´nln şöyle dediğini haber verdi: Sebîa Eslemlyye, kocasının ölümünden birkaç gece sonra doğurdu. Bu durum Hz. Peygamber´e arz olundu. Hazret-i Peygamber de ona; ´Evlenmen artık helal oMu, evlenebilirsin buyurdu."
[39] Nisâ Sûresi: 103.
[40] Tevbe Sûresi: 104.
[41] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 193-195.
[42] İbrahim Şâtıbl, Muvâfıkât.
[43] İbrahim Şâtıbî, Muvâfıkât. 196
[44] Muhammed Ebu Zehra, İmam Şafii, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 195-196.