saniyenur
Thu 29 December 2011, 07:59 pm GMT +0200
4- Kelamcıların Sünnet Tarifi
Kelamcılar ise sünneti, bid'atın karşıtı (zıddı) olarak görmektedirler.[42] Bazı fıkıhçılar tarafından da kullanılan bu mânâ, zaman içinde özellikle itikadı ağırlıklı bir anlam kazanmıştır. "Fülan sünnet üzeredir, fülan bid'at üzeredir", denildiği zaman anlatılmak istenen bu manadır.
Bu ifâde genel manada söylenmiş olup Kelâmcılarca, Sünnet/Hadis, çok farklı şekillerde değerlendirilmiştir. Bazı Kelamcılar Sünnet'i tamamen reddederken, bazıları çeşitli şartlar ileri sürerek dolaylı bir şekilde reddetmişlerdir.[43] Bir kısmı da Sünnet'i reddetme yerine, Sünnet'in bize nakledilmesinde ilk kaynak olan Sahâbîlerin büyük çoğunluğunu, ileri sürdükleri "mürtekib-i kebire" düşüncesiyle veya "imamet" görüşüyle tekfir etmek suretiyle, onların rivâyetiyle gelen Sünnet'i kabul etmemekte yahut kendi arzu ve isteklerine göre değerlendirmektedirler.[44] Kısaca, "Kelâmcılara göre Sünnet" hakkında net bir şey söylemek oldukça zordur. Ancak Kelâmcılara göre genel olarak Sünnet, bid'at'ın zıddıdır.
Bazı müelliflerin sünnetin tarifi hakkındaki görüşleri şöyledir:
Şâtıbî (790/1388) bu konuda şöyle der:
"Sünnet kelimesi bir ıstılah olarak çeşitli anlamlarda kullanılır:
Birinci manası: Sadece Peygamber'den nakledilen, bizzat Kur'an tarafından ele alınmayıp aksine Hz. Peygamber tarafından açıklanan şeylerdir.
İkinci manası: Bid'atın karşıtı anlamındadır. Sünnetin bu kullanılış şeklinde dikkate alınan husus, sadece şeriat sahibinin yani Hz. Peygamber'in ameli olmakta ve "sünnet" tabiri işte bu açıdan kullanılmaktadır. Yapılan fiilin Kitab'ın (Kur'an'ın) bir gereği olup olmamasına bakılmamaktadır.
Üçüncü manası: "Sünnet" sözcüğünün, sahabenin işleyegeldikleri şeyler anlamında da kullanılmasıdır. Sünnet diye isimlendirilen şeylerin Kitapta olup olmamasına bakılmamaktadır. Çünkü bu halleriyle onlar yani sahabe:
a) Ya kendilerince sabit olan fakat bize kadar ulaşmayan bir sünnete tabî olmuşlardır.
b) Ya da üzerinde hepsinin veya halifelerinin icmâ ettiği bir içtihada dayanmışlardır. Onların bir konuda icmâ etmeleri, icmâ olmaktadır. Halifelerin icmâı ise, aslında bütün sahabenin icmâı anlamına gelir. Çünkü maslahat gereği tüm insanları o şeyle amel etmeye sevkedene bu ve bu arada sahabenin böyle bir davranışa karşı herhangi bir tepki göstermemesi, onların da hükme katıldıklarını gösterir. (Bu sükûtî icmâdan kabule daha şayandır. Çünkü tepki gösterilmemesi yanında tüm sahabe tarafından işlenir olması ona ayrı bir güç katar). Bu durumda mürsel maslahatlar, istihsana (dayalı uygulamalar), sünnetin bu sonuncu kullanılış şekli altına girer.
Buraya kadar anlatılanları topladığımızda, sünnet kelimesinin kullanılışının şu dört yönü ihtiva ettiği ortaya çıkmaktadır:
a) Hz. Peygamber'in sözleri
b) Hz. Peygamber'in fiilleri
c) Hz. Peygamber'in tasvipleri (ikrar, onay). Hz. Peygamber'den sadır olan bütün bu söz, fiil ve tasvipler ya vahye dayalıdır ya da -Hz. Peygamber hakkında içtihadın sahihliği görüşüne göre- içtihada dayalıdır.
d) Sahabe ve halifelerden nakledilen uygulamalar. Bu türden olanlar da her ne kadar söz, fiil ve tasvip (ikrar) gibi üçe ayrılabilirse de tek bir tür olarak kabul edilmektedir.[45]
Abdülhay el-Leknevî (1364/1877), "İkâmetü'l-Hücce" isimli eserinde:
"Sünnet, sadece Rasûlullah (s.a.)'in yaptığı şeylerden ibaret değildir. Rasûlüllah'tan sonra gelen halifelerin tatbikatı ve dinî sahada koydukları şer'î hükümler de sünnettir."[46] der.
el-Âmidî (631/1233) sünnetin muhtevasını daha geniş bir açıdan değerlendirerek Kur'an-sünnet ve icmâ bütünlüğünden bahsetmekte, icmâ ile varılan sonuçları bir nevî sünnet çerçevesinde müteâlâ etmektedir.[47]
Görüldüğü gibi, sünnet terimi, kapsam itibariyle Hz. Peygamber'e ait söz, fiil ve takrire alem olmuş bir isim olmaktan çıkmış, zaman içinde Hz. Peygamber'e ait Nebevî sünnet çerçevesinde ortaya konan, yeni içtihatlar ve bu konuda oluşan icmâ, sünnet kapsamına dahil edilmiştir. Yani başlangıçta Hz. Peygamber'in örnek alınan davranışları sünnet lafzıyla ifade edilirken, zaman içinde Hz. Peygamber'den başka kimselerin yahut toplulukların davranışları da aynı lafızla ifade edilmeye başlanmıştır. Yukarıda da kısmen temas ettiğimiz gibi, Hz. Peygamber'den başkasının da sünnet koyup koyamıyacagı tartışılmıştır. Konuya işaret edilmesi açısından Şevkânî'nin "lrşâdu'l-Fuhûl"ünde yaptığı şu nakli zikretmek yerinde olacaktır: "İbn Fâris, "Fıkhu'l-Arabiyye"sinde şöyle der: "Ulema, Ebû Bekir'in sünneti, Ömer'in sünneti diyenlerin bu sözlerini iyi görmemişler ve ancak Sünnetullah: Allah'ın sünneti, Sünnetü Rasûlillah: Rasûlüllah'ın sünneti denilir, demişlerdir."[48]
Hadis Usûlü ile ilgili eserlere baktığımız zaman, görülen bazı hadis/sünnet taksimleri, daha çok Hz. Peygamber'e ait olanla olmayanı ayırmaya yönelik çalışmalardır. Meselâ: Hadis, Haber ve Eser taksimi gibi. Buna göre, Hz. Peygamber'den gelenlere Hadis, diğerlerinden gelenlere Haber diyenler olduğu gibi, Horasan Fıkıh bilginleri de Hz. Peygamber'den gelenlere Haber, ashaptan gelenlere Eser adını vermişlerdir.[49] Ayrıca hadislerin müntehâsı açısından Merfû hadis, Mevkuf hadis ve Maktu hadis ayırımı da yine bu tür çalışmalardandır. Bütün bunlar, daha ilk devirlerde sünnet kelimesinin lügat ağırlıklı olarak daha çok kullandığına işaret etmektedir. Nitekim Hadis külliyatını incelediğimiz zaman Hz, Peygamber (s.a.)'in söz, fiil ve takrirleriyle ilgili bilgilerin hemen yanında sahabe ve hatta tabiine ait söz, fiil ve uygulamaları ile ilgili bilgileri de bulabilmekteyiz.[50]
[42] Koçyiğit, T., a.g.e., s.401; Şevkânî, a.g.e., s.31; Şâtıbî, el-Muvâfakat, IV, 4.
[43] Mu'tezile âlimlerinden Nazzâm (231/845), Câhız (255/869) bunlardandır. Nazzâm, icmâyı reddetmesi hasebiyle, Mûtevâtir hadisi reddeder. (Bağdadî, el-Fark beyne'l-Fırak, 87, İbn Kuteybe, Te’vilu Muhtelifi'l-Hadis, s. 20 (Trc. M. H. Kırbaşoğlu, s. 30), Câhız ise, hadis ehlini alaylı bir üslûp içinde eleştirerek, aslında hadise karşı olan tutumunu ortaya koymaktadır. (Ibn Kuteybe, Te'vil, s.72) Yine bir Mutezilî olan Ebû Huzeyl el-Allâf (235/850) "Havâss-ı selime ile bilinmesi mümkün olmayan geçmiş peygamberin haberleri ile ilgili konular, râviler arasında cennet ehlinden bir veya daha fazla kişinin bulunmasıyla, o rivayet hüccet olarak kabul edilir." "Ebû Lübâbe Hüseyn, Mevkıfü'l-Mu'tezile mine's-Sünneti'n-Nebeviyye, s. 90-92; Bağdadî, el-Fark beyne'l-Fırak, s. 77, Krş. Koçyigit, T., Kelâmcılarla Hadisçiler Arasındaki Münakaşalar, s. 245) diye ileri sürdüğü bu şart, bulunmadıkça, haber ister Âhad, ister Mûtevâtir olsun kabul edilmeyeceğini belirtmektedir.
[44] Havâriç, "mürtekib-i kebîre" (:büyük günah işleyenleri tekfir etmek görüşüne sahip olduğundan, onlara göre Sıffîn savaşında gerek Hz. Ali'nin gerekse Hz. Muâviye'nin "tahkîm"'i (hakem olayını) kabul etmelerinden dolayı her iki tarafa mensup sahâbiler, mürtekib-i kebîre sahibidirler. (Şehristâni, el-Milel ve'n-Nihat, I, 114-115) Şia da, Hz. Peygamber'in sağlığında saf ve temiz olan bir çok sahâbî, onun ölümünden sonra bu hallerini muhafaza edememişler, Gadîr-i Hum günü, Ali'ye bey'at ettikleri halde, Hz. Peygamber'in ölümünden sonra bu bey'atlerine uymamışlar, irtidat etmişlerdir. (Sofuoğlu, M.C., "Şiî İmâmiyye'nin Hadis Anlayışı", Milletlerarası Tarihte ve Günümüzde Şiîlik Sempozyumu, Tebliğ, 6, 258-286.) Sadece, Selmân-ı Fârisî, Ebü Zer-i Gıfârî, Huzeyfe bin el-Yeman, Mikdad bin el-Esved gibi bir kaç sahâbiyi tekfir etmezler.
[45] Şatıbî, el-Muvâfakat, IV, 4-7 (Krs. Trc. Mehmet Erdoğan, el-Muvâfakat, IV.l-5)
[46] Abdülhay el-Leknevi, Ikâmetü'l-Hucce, s.20-21
[47] Amidi, el-Ihkâm, I, 210 vd. (Krş. Kırbaşoğlu, M.H., İslâm Düşüncesinde Sünnet, s.92-93)
[48] Şevkânî, Irşâdu'l-Fuhal, s.67-68
[49] Suyûtî, Tedrîbu'r-Râvî, I, 149-150.
[50] Ali Çelik, Kavram ve Mahiyet Olarak Sünnet ve Bid’at, Beyan Yayınları, İstanbul, 1997: 27-30.