hafız_32
Sat 9 October 2010, 07:32 pm GMT +0200
KELÂM İLMİNİN TA'RÎFİ, MEVZUU, GAYESİ
Şimdiye kadar yapılan tarihçeden anlaşılacağı üzere İslâm 'dtninin iman esaslarından bahseden ilim, asr-ı saadetten sonra başlamak üzere zamanımıza kadar çeşitli safhalar geçirmiş, bu arada çeşitli isimlerle de yâd edilegelmiştir. Akaİd İlmi, Usûlu'd-dîn, Tevhîd ve sıfat ilmi, Fıkh-ı ekber, Kelâm iimi diye sıralayacağımız, bu isimleri teker etker inceleyelim. [1]
A. Akaid İlmi, Usûlü'd-Din
Akaid, akîde kelimesinin cem'idir Düğüm bağlamak, düğümlemek mânâsındaki «akd = » kökünden türeyen akîde : gönülden bağlanılan, kesinlikle karar verilen, düğüm atmışcasına kat'iyyetle inanılan şey demektir. Gönülden bağlanmaya ve kesinlikle karar vermeye «i'tikâd» denilir. «îman»da aynı mânâya gelir.
O halde «İslâm akaidi» : İslâm dininde kesinlikle inanılan hususlar mânâsına gelir ki biz bunlara iman esasları (mu'menun biti) deriz. Buna göre «akaid ilmi» iman esaslarını ihtiva eden bir ilim olacaktır
Akîde inanış tarzı, yani iman esaslarını kabul ve telâkki tarzı mânâsına da kullanılmıştır. Bilhassa selef ulemâsına izafe edilen akîde risaleleri bunun şâhidleridir: Ahmed b. Hanbel'in akîdesi, Tahâ-vî'nin akîdesi, Taberînin akîdesi gibi. Bu durumda akîde kelimesi, aynı zamanda bir iman risalesinin muhteviyatına ad olmaktadır [2].
«İslâm akaidi» : İslâm dininin amelî [pratik) değil, itikadı (nazarî, teorik) hükümlerini ihtiva eden ve bunlardan bahseden bir ilimdir [3]
Görüldüğü üzere bu ta'rif şümullü tutulmuştur. Binaenaleyh bu itikadî hükümlerden bahsedilirken seief yoluna uyutabileceği gibi ke-lâmcıların metodu da takîbedilebilir. O halde hangi devirde ve hangi metodia olursa olsun iman esaslarından bahseden ilim, akaid ilmidir. Bu nevi' kitaplara da akaid kitapları denebilir. Fakat husûsî mânâda «Akaid», iman esaslarından muhtasar olarak bahseden bir ilmin adı olmuştur.
Dinin esasları (temelleri, prensipleri) demek olan USÜLÜ'D-DÎN'in «Akaid ilmi» mânâsına kullanıldığını söyliyebiliriz. İslâmın iman esaslarından, ister selef yoluyla, ister kelâm metoduyla olsun, bahseden ilme usûlü'd-din, meselelerine de «ahkâm-ı asliyye» denilmesinin sebebi, bunun, gerçekten İslâm binasının temelini teşkil etmesidir. Zira bu ilim sayesinde Allah'ın varlığı ve birliği, nübüvvet müessesesinin hak oluşu, ceza ve mükâfat gününün vuku' bulacağı isbat edilmedikçe islâmın ne fıkhı mevzularından, ne de ahlâkî kaidelerinden bahsetmek mümkün değildir [4].[5]
B. Tevhîd İlmi
Tevhîd : birlemek, bir şeyin bir ve tek olduğuna hükmetmek, onu böylece bilmektir. Istılahta : Allah'ın zatını, akılların tasavvur edeceği ve zihinlerin canlandırabileceği her şeyden tenzih etmektir (uzak tutmaktır). Tevhîd üç şeyle gerçekleşir: Allah'ın ulûhiyetini kabul etmek, birliğini tasdik etmek ve her türlü şeriki ondan nefyetmek [6]
Bilindiği üzere hicrî birinci asırdan sonra, islâm dünyasında, sapık addedilen ba'zı itikadî mezhepler (fırkalar) zuhur etmiştir. Bu devirde en çok ihtilâf edilen konular mürtekib-i kebîre, sıfât-ı ilâhiyye ve buna irca' edilebilecek olan kader meseleleriydi. Bu meselelerin ıepsi de akaidin ilahiyat bahsiyle ilgilidir. Fırkaların ba'zıları Allah'ın sıfatlarını isbat ederken ifrata kaçıp teşbîhe düşüyor (Müşebbihe), kimi de O'nu tenzîh ederken sıfatlarını nefyediyordu (Mu'tezlle). Cebriyye, kulun elinde hiç bir İradenin mevcüd olmadığını söylüyor, Kaderiyye ve Mu'tezile ise kulu kendi fiillerinin halikı kılıyordu. Hicretin ikinci ve üçüncü asırlarında cereyan eden bu münakaşalara devirlerin ehl-i sünnet uleması (Seiefiyye) kendi zaviyelerinden cevaplar veriyordu. Bu cevapları ihtiva eden risalelere Tevhîd risaleleri ve bunların teşkil ettiği ilme de Tevhîd veya Tevhîd ve sıfat ilmi denilmiştir. Çünkü bahis konusu edilen meseleler Allah'ın tevhîdi ve sıfatlarıyla ilgili bulunuyordu. Bilâhare ehl-i sünnet ilm-i kelâmını te'sis eden Ebu'l-Hasan el-Eş'arî (v. 324/936), Selefiyyenin bu ilm-İ tevhîdine nübüvvet ve âhiret bahislerini de ilâve ederek ehl-i sünnet akaidini İkmâl eyledi.
Verilen bu izahattan anlaşılacağı üzere «Tevhîd İlmî» selef metoduyla islâm akaidinden bahseden bir ilimdir. İleride, Önemli itikadı fırkalardan bahsederken göreceğimiz üzere selef metodu teslimiyete dayanan bir iman metodudur. Buna göre Kur'an'da ve sahih hadislerde mevcud olan itikada müteallik hükümlere bunlarda nasıl mevcûd ise aynen öylece inanılır. Bu itjkadî hükümlerin hiçbiri reddedilmediği gibi aklın müdahalesiyle herhangi bir te'vîle de tâbi' tutulamaz.
Tevhid ilmi, başlangıçta daha çok Allah'ın tevhidinden ve sıfatlarından bahsediyordu. Bilâhare akaidin nübüvvet ve âhiret bölümlerini de bünyesinde cem' ettiği halde yine aynı ismi muhafaza et^ mistir. Çünkü tevhîd ve sıfat daima akaid ilminin en önemli konularını teşkil etmiştir [7]
Bununla beraber islâm tefekkür tarihinde «İlm-i Tevhîd» zaman zaman «İlm-i kelâm» yerine de kullanılmıştır [8][9]
C. Fıkhı Ekber
İtikadı ve arnelî meselelerde imâm, naklî ve aklî ilimleri cami", Nu'man b. Sabit İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe (80/699-150/767), fıkhı = Nefsin, (ebedî saadet yönünden) lehi-de ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir» tarzında şümullü olarak ta'-rif etmiştir. Bu ta'rifin içine İslâm dininin i'tikadiyât, vicdâniyat (ahlâk, tasavvuf) ve ameliyatı (fıkth) girmektedir. Ebû Hanîfe, bunların içinden itikadiyâta tahsîsan «Fıkh-ı Ekber unvanını lâyık görmüştür [10], Bilindiği gibi onun bu ismi taşıyan bir akaid risalesi de mevcuddur.
İmâm-ı A'zam Ebû Hanîfe Ehl-i Sünnet ulemasından ve selefiyyenin muasırlarından olmakla beraber akaidde selef metodunu tamamen benimsememiştir. Fıkhı tefekkürâtından da anlaşılacağı üzere, Ebû Hanîfe, akia ehemmiyet veren bir şahsiyettir. Onun bu tefekkür hususiyetini akaid sahasında da görmekteyiz. Bu sebeple «Fıkh-ı Ekber» için : selef yolundan kelâm metoduna intikal özelliği taşıyan bir metod, ifadesini kullanacağız. Bu metod, bilâhare kelâm ilminde yerleşen ıstılahları kullanmaz, [11]
D. Kelâm İlmi
Bilindiği gibi kelâm ilmi ilk defa Mutezilenin elinde zuhur etmiştir. Hasan-i Basrî'nin (v. 110/728) meclisini terkederek ayrı bir ilim halkası teşkil eden Vâsıl b. Ata' (v. 131/748) Mu'tezile fırkasının kurucusu kabul edilmiştir. Mu'tezilenin akaid sahasında ta'kîbet-tiği izah tarzına kelâm metodu denilmiş ve bu ilim de kelâm ilmi adını almıştır. Bu ehl-i bid'at kelâmının zuhurundan iki asır sonra Eş'arî Ev. 324/936) ve Mâtürîdî Ev. 333/944) ile ehl-İ sünnet ilm-i kelâmı kurulmuştur. Ehl-i sünnet ilm-i kelâmı giderek her iki koldan da inkişaf etmiş ve değişen kültür akımları karşısında müteharrik bir metod ta'kîbetmiştir. Şimdi sunduğumuz bu küçük tarihçenin ışığı altında kelâm ilminin ta'rîfini, mevzuunu,.gayesini... teker teker ele alalım. [12]
1. Kelâm ilminin ta'rifleri:
«Söz» mânâsına gelen «kelâm» lâfzının iştirakiyle teşekkül eden «kelâm ilmi» terimi, konusu ve gayesi itibariyle olmak üzere İki türlü Ta'rîf edilegelmiştir. [13]
a) Mevzuuna göre ta'rîfi :
İslâm dininin akaid esasları, 6 noktada hülâsa edilmiştir. «Ârnen-tü»de ifadesini bulan bu esaslar, âlimler tarafından bazen üçe irca'
edilir ve bunlara usûl-İ selâse» denilir : Allah'a iman, nübüvvet müessesesine iman ve âhirete iman. Bütün semavî dinlerin kabul ettiği bu üç esas da ikinci bir irca' ameliyesiyle tek asılda hülâsa edilebilir; bu, ulûhiyet esasıdır ki «aslu'l-usûl»dür; diğer iki ası! ise Allah'ın fiillerinden ma'dûddur. Bu izahattan sonra Selefiyyenin akaidine neden «ilm-i tevhîd ve sıfat» denildiğini daha iyi anlamış bulunuyoruz. Buna göre akaid ilmi : Allah'ın zâtından, sıfatlarından ve bilhassa birliğinden bahseden bîr ilimdir.
Fakat kelâm âlimleri, kelâm ilmini ta'rîf ederken umumiyetle usûl-i selâseyi zikretmeğe ehemmiyet vermişlerdir. Bunlardan Sey-yid Şerif Cürcânî'nin (v. 816/1413) tercih ettiği ta'rif şöyledir: kelâm, Allah'ın zâtından, sıfatlarından, mebde' ve meâd (başlangıç ve sonuç, yaratılış ve âhiret) itibariyle yaratılmışların (mümkinâ-tın, masnû'âtın) hallerinden İslâm kanunu üzere bahseden bir ilimdir» [14]
Görüldüğü üzere bu ta'rifte usûl-i selâsedeft ikisi (ülühiyet ve âhiret) bahis konusu edilmektedir. Her halde, âhiret tamamen sem'î bir bahis bulunduğundan onun isbatında nübüvvetin mündemiç olduğu düşünülmüş olmalıdır ki nübüvvet ayrıca zikredilmemiştir. Nitekim Senûsî'ye (v. 895/1490) ait şu ta'rif de ulûhiyetin yanında nübüvveti zikretmekle yetinmiş ve âhireti onda mündemiç kabul etmiştir : «İlm-i kelâm, ulûhiyet bahislerini, peygamberlerin gönderildiğini, onların bütün haber verdiklerinde doğru olduklarını ve buna bağlı olan hususları bilmekten İbarettir.»[15]
Merhum Ömer Nasûhi Biimen'in (v. 1971 m.) tercih ettiği ta'rif ise usûl-i selâsenin hepsini sarahaten zikretmektedir: İlm-i kelâm Allah taâlârtın zâtından ve sıfatlarından, nübüvvet ve risâlete dair meselelerden, mebde' ve mead itibariyle yaratılmışların hallerinden İslâm kanunu üzere bahseden bir Mimdir» [16].
Kelâm ilminin, mevzuuna istinaden yapılan bu ta'riflerinde dikkati çeken ba'zı kayıtlar vardır. Bir defa bu ilmin, yaratılmışların (mükevvenâtın) hallerinden bahsedişi «mebde* ve meâd» itibariyle kayıtlanmıştır. Çünkü pozitif ilimler de mükevvenâtın (evrenin) hallerini araştırır. Ne var ki bu araştırmalar duyulur âleme (mahsûs âlem, duyularla idrak olunan âlem) münhasırdır. Duyular vasıtastyle tecrübe ve müşahede altına alınamıyan, hilkatin başlangıcı ve sonu (mebde' ve meâd) gibi mevzu'lar pozitif İlimlerin konusuna hiç bir suretle girmeyen hususlardır. O halde «mebde' ve meâd kaydıyla kelâm ilmi pozitif ilimlerden ayrılır.
İlm-i kelâmın taVîfinde göze çarpan İkinci kayıt ise «İslâm kanunu üzere» oluş kaydıdır. Bu kayıtla kelâm ilmi felsefeden (metafizikten) ayrılmış bulunuyor. Gerçi metafizik de Allah'tan, mebde' ve meâd itibariyle kâinatın ahvâlinden bahseder, fakat fau bahsedişte hareket noktası nakil değil akıldır. Oysaki kelâm, izahlarında'aklî unsurlar taşıyorsa da nakle bağlı kalmayı ve onu hareket noktası ittihaz etmeyi prensip edinir. [17]
b) Gayesine göre ta'rîfi:
«İlm-i kelâm kesin deliller kullanmak ve vâki' olacak şüpheleri izâle etmek suretiyle dînî akideleri İsbata kudret kazandıran bir ilimdir.» :
Bu ta'rîfte «kesin delil» hııccet karşılığı olarak kullanılmıştır. Burada hüccet: nakil ile te'yîd edilmiş kati delil demektir [18]. Şüphelerden maksad da muarızların kullandığı delillerdir.
Kelâm ilmine ait yapılan bu ikinci ta'rîf kelâm ile Tevhidi daha kesin sınırlarla birbirinden ayırmaktadır. Zira selef metodunu ta'kî-beden tevhîd ilmi Kur'an'da ve sahîh hadisde nakiedifen akaid maddelerini münakaşalara girişmeden sıraladığı halde mütekellîmî-nin metodunu ta'kîbeden kelâm İlmi nakl ile müeyyed aklî deliller kullanır, muhaliflerin görüşlerini de ortaya koyarak reddeder. O halde kelâm ilmi, bünyesinde cedel, münazara ve münakaşa unsurlarını taşır. Nitekim büyük İslâm filozofu Ebû Nasr el-Fârâbî'nin (v. 339/ 950) de ta'rifi bu hususu isbat eder mahiyettedir: «Kelâm sınfiatı, insana, dini kuranın açıkça anlattığı belli düşünce, fikir ve işleri muzaffer kılmak ve onların aksi olan her şeyin söz ile yanlışlığını göstermek iktidarını kazandıran bir melekedir.» [19] Taşköprüzâde (v. 968/1561) İse bir şeye, bir ilme kelâm diyebilmek için şu iki şartı gerekli görür: İtikad olunacak şeyler kitap ve sünnette vârid olmalıdır. 2) Makşûd-i Şer'î akıl ile de te'yîd edilmelidir [20].[21]
2. Kelâm ilminin mevzuu :
Kelâm ilminin mevzuu, islâm tefekkür tarihi boyunca kendisinin kaydettiği inkişafa bağlı olarak değişiklik arzetmiştir. Bu değişiklik seyrinde mevzuun gittikçe genişlediğini müşahede etmekteyiz.
a) Başlangıçta kelâm ilminin iştigal ettiği en önemli mes'ele Allah'ın tevhidi ve sıfatları idi. Bu sebeple bu ilmin mevzuu Allah'ın zâtı v© sıfatlarından ibaret olmuştur. Burada akaidin konusunu teşkil eden 6 iman esası hakkında yapılan iki irca' ameliyesini tekrar hatırlatalım. Buna göre iman esasları evvelâ üçe (usûl-i selâse), sonra da bire (aslu'l-usûl) irca' olunur. Bu tek esas Allah'a imandır. İşte kelâm ilminin mevzuu «zât ve sıfât-ı Bârîdir» denilirken bu tek esas nazar-ı itibara alınmış oluyor.
b) Felsefenin islâm dünyasında yayılması karşısında aklî izahlara yer vermeye başlayan kelâm ilmi, konusunu da genişletmiştir. Gazzâlî'nin (v. 505/1111) de kabul ettiği bu görüşe göre kelâm ilminin konusu mevcûddur. Yalnız kelâm ilmi mevcûddan mutlak var olması itibariyle bahseder. Bu durumda kelâm ile felsefe, mevzularında birleşmiş oluyorlar. Ne var ki felsefe sırf aklı hareket noktası kabul ettiği halde kelâm «İslâm kanunu»na bağlı kalır. Gerçi pozitif ilimler de mevcudu konu edinmiştir. Fakat ilimler «mutlak mevcudu var olması bakımından» ele almazlar; Bilindiği üzere müsbet ilimlerin herbiri mevcudu şu anda bulunduğu şekliyle ve belirli bir yönünden ele alarak inceler.
c) Gazzâlî'den itibaren «mantık» kelâma dâhil olduktan sonra bu ilmin konusunda yeniden bir inkişaf meydana gelmiştir. Delillerin durumları, kıyasın nevi'leri ve ma'dûm gibi ba'zı bahisler vardır ki hâricde (zihnin dışında) mevcûd olmadıkları halde kelâmda söz konusu edilmekteydiler. O halde kelâmın konusunu, bu meselelere de şâmil olacak şekilde genişletmek ve ifadelendirmek gerekiyordu.
Bunun için şöyle söylenmiştir: Kelâmın konusu Malûm dur. Yani bilinmek sânından olan, beşer tarafından bilinebilen her şey kelâm ilminin konusuna girecektir. Şu şartla ki doğrudan doğruya akaidden sayılan veya akaide vesile olan bir hususun isbatı bu ma'lûma bağlı bulunmuş olsun. Bu durumda «ma'lûm» ya doğrudan doğruya bir dinî akidedir veya dinî bir akîdeye 'esas (mebde1) teşkil edecektir. Meselâ : Allah birdir, ezelî ve ebedîdir (doğrudan doğruya dinî bir akîde), âlem hadistir, cisimler arazlardan hâlî değildir, tabiat kanunları zorunlu değildir (dinî akîdeye esas teşkil edenler veya vesile olanlar).
Kelâmcılar, doğrudan doğruya dinî akideleri teşkil eden hususlara bu ilmin meseleleri (mesâil ve makâsıd), bu akidelere mebde' teşkil edenlere de vesâil (vesîleler) demişlerdir. İlm-i kelâm, İslâm dininin amelî (pratik) değil nazarî (teorik) yönünü ele aldığından meselelerin de çoğu nazarîdir (akıl ve tefekküre hitap edicidir). Kelâmın akîde mevzu'ları demek olan meseleler g^aima aynı kaldığı halde vesîleler, zamanın ihtiyaçlarına ve devrin kültür cereyanlarına bağlı olarak değişebilir [22][23]
3. Kelâm ilminin gayesi:
İsiâmî ilimlerin ta'kîbettikieri gaye anlatılırken teşekkül eden güzel bir an'ane ile şu vecîz ifade kullanılır: «Dünya ve âhiret saadetine nail olmak». Doğrusu bu hedef gayelerin gayesi kadar yücedir.- Zaten; İslâmiyet, insanlığı, yüce Allah'ın saadet ülkesine getirmek gayesiyle gönderilmiş bir din değil midir? Allah'ın saadet ülkesini tavsif eden, İslâmın felsefesini yapan ilimler de elbette dâreyn saadeti gayesini ta'kîbedeceklerdir.
Alimler, kelâm ilmi için, bu büyük gayenin dışında talî derecede ba'zı gayeler de sıralamışlardır.
a) İnsanı taklid derekesinden kurtarıp kesin ve sarsılmaz iman (İkan) derecesine yükseltir.
b) Doğru yolu arayanı irşad eder, inatçıları da susturur.
c) Akaid esaslarını, bâtıl ehlinin ileriye sürecekleri şüphelerle sarsıntıya uğramaktan korur.
d) Diğer dinî (şer'î) ilimler, kelâm ilmine istinad eder, Kelâm ilmi Allah'ın varlığını, nübüvvetin hak oluşunu ve ilâhî kitapların gönderildiğini isbat etmedikçe ne tefsir, ne hadîs, ne fıksh... ilminden söz etmek mümkün değildir. Binaenaleyh ke!âm ilmi, diğer bütün dinî İlimlere mesned teşkil etmek gibi mühim bir gaye ta'kîbeder.
e) Amel sahasında insanın niyetini sâflaştırır, itikadını sağlamlaştırır [24][25]
4, Kelâm ilminin mertebesi:
Kelâm ilmiyle iştigal eden âlimler, özellikle müteahhirîn, bu ilmin mertebesinin yüce olduğunu beyan etmeğe ayrıca önem vermişlerdir. Doğrusu böyle bir beyanda bulunmak bu iîme rağbeti artıracağı gibi tahsilinde karşılaşılacak güçlükleri yenmeye de vasile teşkil eder.
Ancak eskidenberi, kelâm ilminin önemi ve lüzumu şöy'.e dursun, mevcudiyetini istemiyen, meşruiyetini benimsemi%en guruplar vardır. Bu gurupları ikiye ayırmak mümkündür:
a) Samimi olanlar: Çoğunluğunu Seîefiyyenin teşkil ettiği bu muhafazakâr guruba göre «kelâm*, akideyi sarsıntıya ve teşvişe uğratan, salahiyetli olmadığı sahalara girmek için insana cür'et kazandıran bir cereyandır. Ne var ki Selefiyye bu hükmünü ehl-İ bid'at Üm-î kelâmı için vermiş bulunuyordu, hem de Allahsızlık ve dinsizlik cereyanının bulunmadığı veya çok zayıf olduğu (yahut da onlarca böyle sanıldığı) bir devrede.
b) CahH veya kötü niyetli guruplar: Bu gurupları, muhaddis, hafız, tarihçi İbn Asâkir'İn (v. 571/1176) dilinden anlatalım :
Kelâm ilmini iki tipten biri inkâr eder: Birincisi, taklide yönelmiş, ilim tahsil edenlerin yollarına girmeye cesaret edememş, tefekkür ve istidlal erbabının metodlarından mahrum kalmış kişidir. İnsanlar bilmediklerinin düşmanıdır. Bu zavallı da kelâm ilmini idrak etmekten âciz kalınca insanları ondan alakoymaya çalişır, kendisi sapıttığı gibi onlar da sapıtsın diye. İkincisi de bozuk İnanışlara sahip bulunan, gizli bid'atleri sinesinde barındıran kişidir. Ne var ki mezhebinin çarpıklığını başkalarından gizlemekte, akidesinin saçmahkla-rmı kimseye göstermemektedir. Bunun yanında bilmektedir ki, âlimlerin içinden, böylesi bid'atlerin üzerinden perdeyi kaldıracak, mezheplerinin saçmalığını ortaya çıkaracak olanlar ilm-i kelâm mütehassıslarıdır. Kalpazan, paraların sahtesini geçerinden ayıracak ve elin-denki bozuk paraların hilesini ortaya çıkaracak firasetli ve basiretli sarrafı sevmez elbet.» [26].
Yine İbn Asâkir, Ebu'l-Hasan el-Eş'arî'yi (v. 324/936) müdafaa ettiği eserinin başka bir yerinde şöyle der; «Ben derim ki, bazı insanların, diğer islâmî ilimlere itibar gösterip de kelâm ilmî ile ilgilenmemelerinin sebebi şudur: bu ilimde yiyecekleri vakıflar ve ikram vasıtaları yoktur. Oysaki onların meyli, kendilerini, dünyalığa nail kılacak, vakıfları ve kadılıkları uhdelerine tevdi edecek şeyleredir. Bir de şu var: Bu ilmin yolu zordur. Evet kelâm ilmi şerefli, fakat zor bir ilimdir. Böylesine erişebilmek de zor ve nadirdir- [27].
Çeşitli islâmî ilimlere dair orijinal ve isabetli fikirleri bulunan İmam Gazzâlî (v. 505/1111) büyük eseri İhyâu ulûmi'd-dîn'îndeki «Ka-vâıdu'l-akaid» bölümünün ikinci faslını bu konuya ayırmıştır: yanî kelâm metodu meşru' mudur, kullanılmalı mıdır? Uzun münakaşalardan sonra vardığı netice şu : «Her beldede yalnız bu ilimle uğraşan kimselerin bulunması gereklidir, bunlar o beldede yayılan birî'at görüşlerini reddederler. Tabiî ki bu müessese talim ve tedris ile devam eder. Fakat fıkıh ve tefsir gibi her kese okutulmamalıdır. Zira kelâm ilmi ilâca, fıkıh ise gıdaya benzer. Gıdanın zararından endişe edilmez ama ilâcın bazılarına zararlı olacağı muhakkaktır» [28]
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var: Gazzâiî, bu hükmünü, 9 asır önce, ortaçağın, dinine bağlı islâm dünyası içinde vermiştir. O zamanlar dinî inancın en büyük düşmanı bid'atçılardan ibaretti. Yani sadece müfrit olanlar müstesna (Bâtıniyye), hepsi de ehl-i kıble sayılan bid'at ehji. Bugün ise islâm âlemi dâhil olmak şartıyla bütün dünya materyalist-komünizmin, darvvinizmîn, pozitivizmin, fröydizmin ve sairenin inkarcı istilâsına maruz kalmıştır. Bu istilâya karşı çıkıp onu durduracak, tahribatını onaracak, gönülleri islâm imanı ile imar edecek olan islâmî jlimierîn başında —adına ister tevhîd ister kelâm deyiniz— akaid ilmi vardır. Bu ilim, yerine göre selef metodunu, yerine göre kelâm metodunu kullanır.
Bilindiği üzere Gazzâlî'nin İhyâtı ulûmi'd-din'i onun son eserlerinden biridir. Fakat ondan sonra kaleme aldığı, aklî tefekkür ve istiklâllerle örüp mantıkî düşünceye istinad ettirdiği, usûl-i fıkha dair el-Müstasfâ adlı eserinde kelâm ilmi hakkındaki en son kanaatini belirtmekte ve aynı konu ile ilgili olarak daha önce söylediklerini vuzuha, kavuşturup tamamlamaktadır [29]
Gazzâlî söz konusu eserin mukaddimesinde akıl için «Azl olunamayan, değiştirilemiyen hâkim, şeriatın şahidi, tezkiye olunan, dürüstlüğü tasdik olunan şâhid» dedikten sonra (s. 3), ilimleri önce aklî ve dînî olmak üzere ikiye ayırır. Sonra bunların her birinin külli ve cüz'î kısımlarına ayrıldığını söyler. «Dînî ilimlerin İçinden küllî olan kelâmdır, fıkıh, usûl-i fıkıh, hadis ve tefsir gibi diğer'ilimler ise cüz'î ilimlerdir. Çünkü müfessir sadece Kur'ânm manasına bakar, muhad-dis sadece hadisin sabit oluş yollarını araştırır, fakîh münhasıran ef-âl-i mükellefîn'in hükümlerini tesbite çalışır, usûl-i fıkıh ile iştigal eden âlim ise ahkâm-ı şer'iyyenin delilleriyle, sadece onlarla meşgul olur. Kelâm âlimine gelince, işte o, araştırmaya varlıkların (eşyanın) en umumî olanından başlar ki o da mevcududur. Mevcudu önce, kadîm ve hadis olmak üzere ikiye taksim eder...» [30]
«O halde bütün dînî ilimlerin dayandığı esas ve prensipleri is-bat etme vazifesini üzerine alan ilim kelâm ilmidir, beriki ilimlerin hepsi kelâma nisbetle cüz'îdir. Netice olarak kelâm, rütbesi en yüksek olan ilimdir, çünkü cüz'î ilimlere yeçiş bu ilimden olmaktadır» [31].
Kelâm ilminin ta'rîfi, mevzuu, gayesi ve mertebesi gibi ba-hîslere ayrı bir önem atfeden el-Mevâkıf müellifi el-îcî (v. 756/ 1355) ile Allâme Teftâzânî (v. 793/1390) kelâmın «eşrafu'l-Ulûm =
» olduğu noktasında fikir birliği etmişlerdir. Çünkü :
(1) Kelâm ilminin mevzuu pek şümullü, mes'eleleri de —Allah taâlânın zâtı, sıfatları ve filleri gibi— pek şereflidir.
(2) Gayesi, gayelerin en üstünü ve en faydalısıdır.
(3) Kullandığı deliller hem sarih aklın kabul ettiği, hem de sa-
hîh naklin te'yîd eylediği burhanlardır. O halde kelâm, bütün şerefleri kendinde toplamış bir ilimdir (50).
Kelâm ilmi başka bir mülâhazaya göre hakîkî ilim payesine sa-hibdir. Çünkü hakîki ilimler, dinlerin ve tebliğcilerin değişmesi sebebiyle değişiklik arzetmeyen ilmlerdir. İşte kelâm ilmi de bunlardandır; zira bütün peygamberler ittifakla aynı itikadî esasları getirip teblîğ etmişlerdir. Buna karşılık fıkıh ilmi nesih yoluyla değişikliğe ma'ruz kaldığından hakîkî ilimlerden sayılmamıştır[32][33]
5. Kelâm ilmî denilmesinin sebepleri:
İslâmın akaid esaslarından aklî izahlara da yer vermek suretiyle bahseden bu ilme «söz» mânâsına gelen «kelâm» ismi verilmesinin sebepleri aranmıştır. Teftâzânî gerek Şerhu'l-Makasıd'ında, gerek Şerhu'l-Akaid'de bu sebepleri sekize kadar çıkarmıştır, önemlileri şunlardır:
a) İlk teMîf edilen kelâm eserlerinde «el-kelâm» kelimesi bir klişe olarak çok kullanılmıştır. Çünkü müellifler eserlerinde yer verdikleri mevzu'Iarın başlıklarında «filan şey hakkında söz» mânâsına rüda ifadesini tekrar etmişlerdir. Bu sebeple bu ilme kelâm ilmi denilmiştir.
b) Bilhassa ilk devirlerde bu ilmin en önemli konusunu «kelâm» meselesi teşkil ediyordu. Kelâm-ı ilâhî olan Kur'an, mahlûk mudur, değil midir? Bu münakaşa zaman zaman devlet adamlarını bile işe karıştıracak tarzda şiddetli ihtilâfa ve kavgaya dönüşmüştür. Bu sebeple kelâm bahsini ihtiva eden time «kelâm ilmi» adı verilmiştir.
c) Bu ilme kelâm denilmesinin sebebi şöyle de izah edilebilir: Nasıl ki mantık, felsefî bahisler için bir giriş teşkil ediyor ve felsefe sahasında söz söylemeye insanı muktedir kılıyorsa, aynen öylece kelâm da şer'î mevzu'larda söz söyleme ve onları isbat etme kudretini doğurur. Burada «kelâm» ile «mantık» arasında başka bir benzerlik de bulrrtak mümkündür: Mantık kelimesi Yunancada «Logike» in karşılığıdır. Bu da logos'a, yani söze ait demektir. Bu mânâ Arap-çada «kelâm» ile karşılanmıştır.
d) Bu ilim, münazaraya ve münakaşaya en müsait olan bir ilimdir. Bu sebeple de söze (kelâma) fazlasıyla muhtaç olduğundan bu adı almıştır, vs. [34]
[1] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:40-43.
[2] Akîde kelimesi türkçede îmân, inanç, inanış, îmân esası kelimeleriyle kısmen karşılanabilir. Akaid'e mukabil «inançlar» kelimesini kullanmak, zannederim ki yerinde değildir. Çünkü türkçemizde «inançlar, daha çok bâtiil itikadlar İçin kullanılan bir kelimedir.
[3] et-Teftâzânî, Şerhu'l-Akaid, s. 9-10; el-Curcânî, et-Ta'rîfât, «el-Akaid» maddesi.
[4] et-Teftâzânî, ağ.e., s. 9-10; et-'Behânevî, Keşşâfu ıstılâhâti'l-funûn, 1,24,87.
[5] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:44.
[6] el-Curcânî, ag.e., «et-Tevhîd» maddesi.
[7] Teftzânî, akaid ilmine tevhîd ve sıfat ilmi denilmesinin sebebini, bunların, akaidin on önemli konularını teşkil etmelerine bağlar, <bk. Şerhu'l-Akaid, s, 10-11).
[8] bk. et-Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti'l-Funûn, II, 1470, «et-Tevhîd» marl-clesi. Yüksek İslâm Enstitülerinin 1971 yılındı* değiştirilen eski yönetmeliğinin müfredat programında Tevhîd ile Kelâmın ayrı ayrı dersler olarak yer alması, tevhidin selef metoduyla, kelâmın do kelâm metoduyla islâm akaidini incelediği görüşüne bağlı bulunuyordu.
[9] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:44-45.
[10] et-Tehânevî, ag.e., I, 30-31.
[11] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:45-46.
[12] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:46-47.
[13] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:47-
[14] et-Ta'rîfât, «el-Kelâm» maddesi; ayrıca bk. «ilmu'l-kelâm» mad.; İzmirli, Yeni İmW Kelâm, I, 3.
[15] Muhammed b. Yûsuf b. Ömer es-Senûsî, Hakaiku's-Senûsî, (İst. Üniversitesi Kütüphanesi, nr. 6270, A.Y.), 2b.
[16] Muvazzah ilm-i kelâm dersleri, s. 3 (sadeleştirilerek).
[17] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:47.
[18] el-Curcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, L 23-26; T&9köprüzâde, Mevzûâtu'1-Ulûm, I, 594; İzmirli, Muhadsalu'l-kelâm, s. 21-23.
[19] el-Fârâbî, İlimlerin Sayımı (ihsâu'1-ulûm), trc. Ahmet Ateş, s. 125.
[20] Taşköprüzâde, ag.e., I, 594.
[21] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:47.
[22] Kelâm İlminin konusu için bk. el-Curcânî, ag.e., I, 26-32; 35-39; Taşköprüzâde, ag.e., I, 594-595; et-Tehânevî, ag.e., I, 22 vd; İzmirli, Muhassalu'1-Ke-lâm, s. 23-28, Yeni İlm-i Kelâm, I, 6-8.
[23] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:47-49.
[24] et-Teftâieânî, Şerhu'l-Makasıd, I, 18; el-Curcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, I, 32-34; TaşkÖprüiâde» Mevzûâtu'1-Ulûm, I, 595.
[25] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:49-50.
[26] İbn Asâkir, Tebyin, s. 359.
[27] a.e., s. 356-357.
[28] el-Gazzâlî, İhya', I, 99.
[29] Gazzâlî bizzat el-Müstasfâ'sında, aynı kitabı, İhya' ve Kimyâu's-seâde'-den sonra telif ettiğini zikreder (bk. I,
[30] Gazzâlî, ag.e., I, 5.
[31] a.e., I, 6-7.
[32] et-Teftâzânî, Şerhu'l-Akaid, s. 17-18; cl-Curcânî, Şerhul'l-Muvâkıf, I, 34-35.
[33] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:50-51.
[34] Prof. Dr. Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi, Damla Yayınevi:51-52.