saniyenur
Thu 7 July 2011, 08:33 am GMT +0200
Kaza Ve Kader Hakkında Mesele
Bize göre asıl olan odur ki; hakikaten bu mesele olsun, irade meselesi olsun, bunların hepsi fiillerin yaratılması hakkındadır. Eğer onlar sabit olursa bu da sabit olur. Çünkü, fiillerin yaratılması, kazanın olduğunu ve meydana gelenin güzel ve çirkinlikten bulunduğu* halde ezelde takdir edildiği için kaderi ispat ediyor. Bu hususta, ALLAH-u Teâlâ'mn, onun kendi yaratığı olması[96] için onu dilemesini gerektirir. Biz bu mesele hakkında kendisine ALLAH'ın hidayet ettiği kimse iğin kifayet edeceğini ümit[97] ettiğimizi byean ettik; fakat ne var ki, insanlar bu hususu başlı başına bir mevzu ittihaz eden hakkında kelâm ettikleri için biz de bu hususu işlemekte onlara tabi olduk. Çünkü muhtemeldir ki, onlar, gerçekten hakkın, hangi kelime ile ifade edilirse edilsin her hangi bir lafzı düşünen için onun nuru ile zahir olduğunu murad etmiş olurlar. Tâ ki, gerçekten hak olan, ne ağızdan çıkan bir beyan nevi ile ve ne de dille ifade edilen lâfızla hak olduğu bilinsin. Fakat hakkın hak olması ancak onun için ser-dedilen delillerle bilinir. Kuvvet ancak ALLAH'tandır.
Sonra kazanın hakikati bir şeye hükmetmek ve o şeyin lâyık olduğu üzere kesinlikle meydana gelmektir. Veya o şeyin kesinlikle meydana gelmesinin gerçeklenmesidir. Bunun üzerine bazı kere eşyanın yaratılmasına rücu' eder. Çünkü o eşyanın bulunduğu hal üzere olmasının gerçekleşmesidir. Birinci ifadeye göre ise, herşeyin yaratıldığı üzere olmasıdır. Zira mahlûkati yaratan âlim, hüküm ve hikmet sahibi olan ALLAH'tır. Hikmet ise, herşeyin hakikatine isabet etmek ve herşeyi yerli yerine koymaktır. ALLAH-u Teâlâ : «Böylece gökleri yedi kat gök olarak iki günde yarattı...»[98] buyuruyor. Buna göre mahlûkatın fiillerinin, ALLAH onları yarattı, diye vasfolunması caizdir. Yani ALLAH onları yarattı ve hükmetti. Tıpkı ALLAH-u Teâlâ'mn «... Artık neye hükmün geçiyorsa, hükmünü ver...»[99] kavl-i celîli gibi. Bu noktadandır ki, her hakkı sahibine verip onun hakkı olduğunu açıkladığı için âlim olana kadı ismi verilmiştir. ALLAH-u Teâlâ'mn «... Fakat ALLAH-u Teâlâ, dilediğini yaratır ve O, bir şeyi murad edince, O'na sadece «Ol» der, o, hemen oluverir.»[100] kavl-i celîli de böyledir. Ve yine böylece «ALLAH-u Teâlâ, felanın şunu, şu vakitte yapacağına hükmetti. Bunun üzerine o da böylece o vakitte oldu» denmesi caiz olur. Bunun gerçek anlamı, olmasını bildiği ve dilediği şey ile hükmettiğinin olmasıdır. Ve yine failin fiili ile zem veyahut medih, sevap veyahut asap bakımından müstahak olduğu şeye hükmetti demek de caiz olur.
Kaza, bildirdi ve haber verdi imanâsına da gelir. Tıpkı «ALLAH-u Teâlâ'mn biz, Israiloğullarına Tevrat'da şunu vahyettik...»[101] buyurduğu gibi. Bu veçhe göre yine onun sena edilmesi caiz olur. Bu hususun cevazında hiç bir mâni' bulunmaz.
Yine kaza kelimesi, bazan da emretti, anlamına geür. Tıpkı ALLAH-u Teâlâ'mn «Rabb'in kesin olarak şunları emretti : Ancak kendisine ibadet edin. Ana-babaya güzellikle muamele edin...»[102]. Ve «ALLAH ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, mümin bir erkekle, mümin bir kadın için, kendi işlerinden dolayı ALLAH'ın ve Peygamberin hükmüne aykırı olanı seçmek hakkı yoktur.»[103] buyurduğu gibi. Bu husus ise ALLAH'a ancak hayır işlerinde izafe edilir. Kaza kelimesi, bazan da fariğ olma anlamına gelir. Nitekim ALLAH-u Teâlâ, Mûsâ, (on senelik hizmet) müddetini bitirince ve (evlenmiş olduğu) ailesiyle (Mısır tarafına), yola çıkınca...»[104] buyurmuştur. Lâkin bu nev'in ALLAH'a izafe edilmesi caiz değildir. Çünkü ALLAH'a bir şeyle meşgul olduğu veyahut o şeyden fariğ edilmiş olduğu isnat edilmiş olur. Ancak, yaratmış olduğu şeyin tamamlanmasının gerçekleşmesi hakkında mecaz olarak isnat edilir. Kuvvet ancak ALLAH'tandır.
Kaza hakkında bundan başka bir çok hususlar zikredilmiştir ki, bizim mevzubahs ettiğimiz hususda onları zikretmenin gerekmediği kanaatindeyiz.
Kader meselesine gelince : O, iki vecihtir :
Birincisi : Bir şeyin meydana çıkması üzerine olan had, o ise, her-şeyi hayırdan yahut serden güzel veyahut çirkin olan âlim veyahut cahil olma bakımından bulunduğu hal üzere kılınmasıdır. Bu ise, hikmetin te'-vilidir ki, o da, herşeyi olduğu hal üzere kılmaktan ibarettir. Ve herşey hakkında kendisi için daha iyi olanın verilmesidir. Bu örneğe göre ALLAH-u Teâla'nın «Gerçekten biz, herşeyi (hikmetimiz icabı) bir kaderle yarat-nıışızdir.»[105] kavl-i celîline göredir.
İkincisi : Herşeyin zaman, mekân, hak, batıl, ve sevap olan, azap olan husus bakımından vaki olduğu hal üzere beyan edilmesidir. Bu ikiden biri gibi olan Peygamberimiz Sallellahualeyhivesellemden rivayet edilendir ki, Cebrail aleyhisselâm kendisine iman hakkında suâl sorduğu zaman zikrettiğimiz hususların yanı sıra kaderi zikrederek hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna inanmandır, diye cevap vermesidir. îlki her hangi bir «şey»in olduğu hal üzere yaratılmasının kaim olması gibidir. Bu ise, kulların fiilleri hakkında onların güzel ve çirkin olması bakımından akıllarının ulaşamadığı şeyin dışına çıkan ve akıllarının bu hususa kadir olmayandır. Buna göre sabit olmuştur ki o, ALLAH-u Teâla'nın emri ile meydana çıkmıştır. îkinci olarak da, yine onların ilimlerinin ulaşamadığı zaman ve mekânla fiillerini takdir etmeleri muhtemel değildir. Bu yöndendir ki, kendileri ile olması da ihtimal dahilinde değildir. Onlar, ALLAH'tan hariç değillerdir. ALLAH-u Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'inin bir âyetinde şöyle buyuruyor : «... Oralarda yolculuk için (muayyen yer ve zamanlarda) gidiş geliş takdir eylemiştik.»[106] ve yine Cenâb-ı ALLAH, «Yalnız Lût'un karısını, gerçekten azap içinde kalanlardan takdir ettik»[107] buyurmuştur. Kuvvet ancak ALLAH'tandır.
Kâ'bî, iddia ederek gerçekten ALLAH-u Teâlâ, küfrü hükmetmez diyor. Sonra kazanın vecihlerini tefsir ederek onu tefsir edilenin bazısı hakkında kılmıştır. Binâenaleyh, onun kazanın tefsir edilen vecihlerden birine ihtimali üzere tümünü inkâr etmesi hatadır. Sonra küfrün birbirlerine benzemediği ve batıl olduğunu iddia ederek deliller getirmeğe çalışmıştır. ALLAH-u Teâla'nın batıl ile hükmetmenin batıl olduğunu bilmiyen için ALLAH'ın kazası haktır ve gerçektir. Ve birbirine benzememeleri ile birbirine benzememek hak ve adalettir. Hakimlerin hükmü de böyledir. Meselâ cömertlik ve zulüm fiilleri... O, cömertliktir, batıl olmadığı gibi birbirlerine benzememeklik de yoktur. Hatta hemen hemen onu küçük çocuklar bilir. Kim ki onu bilmez de sonra kelâmın sınırını iddia ederse ona söylenilecek söz ilk Önce kelâmı bilmesi olmalıdır. Kuvvet ancak ALLAH'tandır.
Peygamber Sallallahualeyhivesellemde.n rivayet olunan şeyle de ih-ticac etti. Peygamber Aleyhisselâm, ALLAH-u Teâla'nın kendisine şöyle haber verdiğini ifade buyurdu. Kim ki, benim kazama razı olmaz ve benim verdiğim belâ ve musibetime sabretmezse o, benden başka Rabb ittihaz etsin.»[108]
Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu ilk zikredilen fiilidir ve gerçekten[109] onun gazabına razı olmak, küfrün mahrecidir, kötü, çirkin, şer, fasid, olduğunu ve sahibine ALLAH'ın gazabını ve azab etmesini icap ettirdiğini, ancak bu hususlardan tevbe edenin hariç olduğunu bilinendir. Binâenaleyh bunlara razı olmayan kimse kâfirdir; haberin varid olduğu şey üzere bulunur. Küfür gerçekten çirkindir. Ve kulun fiilidir. Onun Allah'ın kazası ve hükmü olması mümkün değildir. Böylece hakikaten Allah'ın kazasının fiilin hakikatinin bulunduğu şeylerden zikrettiğim husustan ibaret olduğu sabit olur.
Oysaki, gerçekten hayrm hakikati, hastalıklarda ve musibetlerdedir. Görülmüyor mu ki; Cehennem'de ebedi kılmak mu'tezile nezdinde ALLAH'ın kazasıdır. Rüsvay olmak, sapıttırmak ve benzerleri de böyledir. Varsın Kâ'bî bunlara kendi nefsi için razı olsun. Yok, razı olmazsa ALLAH'tan başka, Rabb talep etsin. Mu'tezile diyor ki; ALLAH'ın din hakkında vuku-bulacak musibet ve hastalıklar için kazası yoktur. Onlar için hiç bir günah yoktur. Onlar için günah ancak bedeli ile olur. Bu takdirde kendilerine, o, hastalık ve musibetlerin bedeli verilmedikçe onlara razı olmazlar, îşte bu da Hadîs-i Şerifle rivayet edilen «Benden başka Rabb ittihaz etsin» cümlesinin anlamıdır. Ve devamla «Bizim üzerimize vacip olan Allah'ın kazasına razı olmaktır,» der.
Allame Ebu Mansur (r.h.), ALLAH'ın kazasına nasıl razı olunacağını ve bu hususta üzerine vukubulan hususları beyan ettik diyor. Cenab-ı Hakk'ın : «Gerçekten biz herşeyi (hikmetimiz icabı) bir kaderle yaratmisızdır.»[110] kavl-i celîli hakkında, kader gereken hususlardandır. Küfür ise gereken hususlardan değildir diyor. Onun kader hakkındaki sözü bizim zikrettiğimiz yöndendir ki, o yönde de kaderin gerektiği hususlar vardır.
Sonra, ALLAH'ın kaderinin çirkin olması gerekir. Sonra der ki : Sana soruyor ve diyor ki; ALLAH küfürü takdir temiş ve sonradan vukubulması için hükmetmiş midir?
Murad ve maksadından sorması gerekir. Şöyle ki :
Ebu Mansur (r.h.) der ki : Bu husus vacip olduğu zaman, kendisinden haber talep etmeden önce vacip kıldığı şeylerin hepsini gaflette bırakmaktır. Kuvvet ancak ALLAH'tandır.
Kaza, kader, yaratmak ve irâde hakkında asıl olan şudur ki; bu hususlar için üç yönden hiç bir kimse için özür yoktur.
Birincisi : Gerçekten ALLAH-u Teâlâ, hükmetti ve yarattı. Bilinen ve zikrolunan hususlardandır ki, gerçekten ALLAH, onları diîer ve onlara tesir eder. ALLAH-u Teâlâ'nm dilediği, yarattığı ve vukubulması için hüküm verdiği şeyle kendisine vasıl olurlar; tercih ettikleri şeye de ulaşırlar. Onların, kendi katlarında eşyayı tercih eden ve ondan haber veren şeyle ihti-cac etmelerine hakları yoktur. Oysaki bu hususları onların ilimle, kitap ve haberle elde etmeleri mümkün olmayan hususlardandır. Çünkü onlardan, olup meydana gelen hususları onlar, ihtiyar ederler ve onlara müessir de olurlar. ALLAH'tan yardım etmesini niyaz ederiz.
İkincisi : Gerçekten onların hepsini, ALLAH, onların işledikleri hal üzere kendilerine yüklememiştir. Onları o hususa da reddetmemiştir. Mecbur
da kılmamıştır onları.
Bilakis onlar, oldukları hal üzere bulunurlar. Kendilerinden bir şey bulunmazsa da benim zikrettiğim şey bulunmaksızın onların bulunmasını tevahhüm ediyor. Yine onlara, yaptıkları şeylere karşı çıkmaları imkânı verilmiştir. Bu olmadı. Çünkü ALLAH, onîarı mecbur kılmadı. Cenab-ı Hak, mahlûkattan her birinin, ihtiyar sahibi, müessir, fail ve terketmeğe imkân sahibi olduğunu bildiği şeyin hakikatini onlardan ayırmadı. Bu husus, kendisinde fiillerin vukubulduğu sair, mekânlar, zamanlar, araz ve cevherlerin yaratılması gibi değildir. Her ne kadar bunlardan bir şeyin olmasının onlar için özür olma imkân ve ihtimali bulunmazsa da. Veyahut bahis konusu ettiğimiz husus için bir hüccet, bir delil veya Özür olma ihtimali bulunmasa da. Tevfik ALLAH'tandır.
Üçüncüsü : Bunlardan bir şey, onların akıllarına bile gelip hatırla-mamışlardır. Fiil anında onlar kendilerinde dahi değillerdi ki, o hususlardan bir şeyi işlediklerini bilsinler. O, fiil için olmayan bir husus için ihti-cacda bulunmak, ihticaca muhatap olan kişi nezdinde batıl ve fasiddir. İşlediği şeyin kendinde bulunmayan hususun özür olması da böyledir. O, elbetteki batıl ve yok olmuş olur[111]. Eğer onlar için bunlarla ihticac etmek bulunmuş olsa idi, onların, haber verilenle, ilimle kuvvetlendirmek[112] ve benzeri gibi hususlarla ihticac etmek olabilirdi. Oysaki, gerçekten eğer bu onlar için özür dilemek olsaydı, onlar için emir, nehiy, vaad, vaîdi bilmemeleri ve vukubulduğu yerle, günahkâr oldukları yeri bilmemeleri sebebiyle olurdu. Ve yine ALLAH'a zarar vermeğe, Onun hüküm ve saltanatına ihanet edilmeyen ve mülküne noksanlık getirmeyen hususlarla özür olurdu. Ve yine onlardan meydana gelen şeyle olan ilimle onları yaratması sebebiyle özür olurdu. Eğer onların bu hususlar hakkında ihticac etme hakları olsaydı, onun hepsinden daha açık olanlarla ihticac etmi' olurlardı. O, kendisi gibi olanın fiil vaktinde, kerem, cömertlik, onları azaplandırmaktan müstağni, affetme, bağışlama, Matlarından kendisine bir faydanın olmaması, günah ve isyanlarından kendisine hiç bir zararın varid olmaması gibi hususların zikrinde düşünülmüş olurdu. Bunlardan bir şeyle ihticac olmadığı zaman evvelki hakkında da ihticac olmaz. Bu, zikrettiğimiz hususların ALLAH'tan olmadığına nasıl delâlet ediyor? denirse, cevap olarak denir ki; ALLAH-u Teâlâ'dan varid olarak beyan ettiğimiz hususların hepsinin tahkik edilmesinde geçen deliller, ifade edilen o hususa delâlet etmektedir. Kuvvet ancak ALLAH'tandır. '
Bu hususta asıl olan odur ki, gerçekten herkes biliyor ki; kendisi faildir, yapmış olduğu şey için kendisine imkân verilmiştir. Ve kendisine başkası tesir etmiştir. Öyle ki, eğer kendisinden o husus menedilirse bu, ona çok ağır gelir[113]. Gerçekten onun zıttını ihtiyar etmiş idi. Onun hakikatini reddetmeğe bir yol bulunmaz. Çünkü onun hepsinin kendinden sadır olduğunu bilir. O husus, sahibi için olmuştur. Tıpkı, görünen yaratıklar ve yanlış olarak kendisine hayal olmayan his gibi. Sonra herkes kendi fiilini, güzel ve çirkin olma bakımından aklen takdir ettiği şeyin gayri olarak meydana çıktığını görür. Yine aynı şekilde, zaman ve mekân ile takdir etmeğe, ilminin ulaştığı şeyin gayri olarak ve nefsinin yorulma, elem duyma gibi hususları kasdetmediği ve onun gibisine kudretini kullanmadığı şey olarak meydana çıktığını görür. Oysa ki kendi nezdinde kudretinden bir noksanlık bulmaz. Böylece, gerçekten fiilleri hissî ve görünür bir hal olmasına yakm bir durum ifade eden yollardan, fulleri kendilerinin yaratmış olduğu şeylerden olmadığı sabit olur. Kim ki, bu yönlerden fiillerin onlardan meydana gelip gerçekleştiğini kabul ederek boyun eğerse veyahut geçen[114] yönlerden fiilleri kendilerinden nefyetmeğe yönelirse, o kimse aklı ile büyüklük yapıp böbürlenmiş, hissine aldanarak inatlaşmıştır. Kuvvet ancak ALLAH'tandır.
Sonra biz mu'tezilelerle ittifak halindeyiz ki, gerçekten Cenab-ı Hakk'a mahlûkat ve fiillerinden isimlerde çirkinlik ifade etmeyenlerden başka bir şey izafe ve isnad edilmez. İsimlerde çirkinlik ifade etmeyenlerden başka bir gey izafe ve isnad edilmez. İsimlerde çirkinlik ifade edecek şey ise ALLAH'a asla izafe edilmez. Bu husus, nefyedilip yasaklanır. Bunun üzerine bazı meseleler meydana çıkmıştır :
Birincisi : Hayru hasenattan ALLAH'a isnad edilenlerin, ALLAH'a izafe edilmesinin yönü hakkında ki, onların hepsi ALLAH'tandır. Mu'tezile, hayır olanları isteme ve onları elde etmek için güç ve kuvvet sahibi olma ve emir alma bakımından ALLAH'a izafe edilmesinde beis yoktur, derler. Biz ise diyoruz ki; izafe ve isnad çeşidinden bu her ne kadar güzel ise de fiiller zikredildiği zaman ALLAH'a izafe etmeden bu murad olunmaz. Fakat fiiller zikredildiği zaman ALLAH'a Hamdu sena ve şükretme murad edilir. Bu hususta, evvelki hal caiz olunca, bunun da caiz olması daha evlâdır. Çünkü emir, dua ve kuvvetlenme bakımından kendisinde mümin ve kâfir müşterektir. Hamd ve şükretme bakımından ise, mümin ile kâfir birbirlerine muhtelif bir durumdadırlar. Bunu açıklayan hususlardan biri de, mutlak olarak şöyle demenin caiz olmasıdır : Hakikaten iman, ALLAH-u Teâlâ'nın nimetlerinden bir nimettir. Gerçekten mümine Cenab-ı Hak, in'âm ve ihsan etmiştir. Eğer ALLAH-u Teâlâ'nın kendisine olan fazlı, ihsanı olmasaydı, küfür pisliğinden temizlenmezdi. Ve böylece kendisi büyük bir azaba dûçâr olurdu. İşte bu yönden kâfir hakkında vukubulan hususlar, ALLAH'a izafe olunmaz. Fiiller zikrolunmadığı zaman da emir üzere olur. Tevfik ALLAH'tandır.
Bunun için tebdil ve tahrif edilmiş kitabın gerçek kitap olduğunu söyliyenlere ve onu..[115]. ve benzerini ALLAH'a izafe edenlere, Cenab-ı Hak îânet etmiştir. Gerçekten onlar, bununla emir varid olduğunu iddia ettiler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, kendi zatını bu hususdan berî ve münezzeh kılıp onun, şeytanın işi olduğunu haber vermiştir. Ve onlar bunu çekemedikleri için kendilerinden uydurarak söylemişlerdir. Kuvvet ancak ALLAH'tandır.
Yine emir olması bakımından fiil caiz değildir. Çünkü onda ancak ilzam ve gerektirme bulunur. Kendisinde çok büyük zahmet ve meşakkat bulunduğu için onunla ALLAH'a izafe edümez. Bilakis Hamdu senada bulunmak ve şükretmek bakımından ALLAH'a izafe edilir. Tıpkı ALLAH-u Teâlâ, şu âyet-i celîlelerde buyurduğu gibi. «... Doğrusu sizi imana hidayet buyurduğundan, ALLAH, sizin başınıza kakar; eğer (imanınıza) sadık kimse-lerseniz»[116]. «îtaat için sağlam söz verdikten sonra arkasından döneklik ettiniz. Eğer ALLAH'ın fazlı ve rahmeti üzerinize inmeseydi, elbette kendini aldatmışlardan olurdunuz»[117]. Kâ'bî, ALLAH-u Teâlâ'ya ancak iyi ve güzel olan izafe edilir diyor, sonra da itaatlarm ALLAH'a izafe edilmesinin emir yönünden "olduğunu iddia ediyor. Bu hususta hangi güzellik ve iyilik vardır? Buna dahil olan hususları biz ge^en bahislerde beyan ettik. Ve Kâ'bî, ALLAH'-u Teâlâ'ya serlerin izafe edilemiyeceğini iddia ediyor; çünkü Allah, onları nehyetmiştir, kendisine izafe olunmaz diyor.
Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bizim katımızda da serler ALLAH'a izafe olunmazlar. Çünkü biz beyan etmiştik ki, ALLAH'a izafe edilmenin vechi, şükretmek içindir. Şerlerde ise şükretme yönü yoktur.
Sonra müslümanlarm «Hayır ve şer ALLAH'tandır», sözleri hakkında der ki, müsîümanlar bununla ancak dinsizlerin sözüne[118] muhalefet etmeği kasdetmişlerdir. Kulların fiiline gelince; o, hatırlarına bile gelmemiştir. Belki ALLAH, O, şeytanın amelidir buyurmuştur.
Fakih Ebu Mansur (r.h.) der ki: Müslümanlarm sözü olduğu zikro-lunan şey, yalandan ibarettir. Çünkü müsîümanlar öyle dememişlerdir. Bilakis müsîümanlar «Hayır ve şerrin ezelde takdir edilmesi ALLAH'tandır» diyorlar. Ezelde şerrin takdir edilmesi, şerrin kendisi değildir. Dinsizlerin durumu hakkında da söz böyle değildir. Çünkü böyle olmuş olsaydı, o takdirde şerrin alim, ve hikmet sahibi ALLAH'a izafe edilmesi çirkin olurdu. Bilakis fiili ser olan kimsenin kendisi gerdir ve fiili fesad çıkarma olan kimsenin de kendisi mufsittir. Onun «Müslümanların hatırına bile gelmez», sözü ise yalandır. Bilakis zikrolunan şeyin hususiyeti kendi hatırına gelmez. Kuvvet ancak ALLAH'tandır.
Sonra diyor ki : Eğer denirse ki küfür emir olma cihetinden ALLAH'tandır demiyoruz, fakat yaratma bakımından ALLAH'tandır diyoruz denirse, cevap olarak emir, fiilin gayridir demiştir.
Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bunun üzerine biz şöyle deriz; küfür, bir yoldan ALLAH'tandır ve mutlak olarak ifade etmek suretiyle şer Allah'tandır demiyoruz. Ve böylece hiç bir kimsenin; îblis ALLAH'tandır, yahut Şeytan ALLAH'tandır, yahut her kazurat ve pis kokanlar ALLAH'tandır veyahut da her fesad ALLAH'tandır diyen yoktur. Öyle ise gerçekten bu lafız, mahlûkatta var olan şey hakkında da fasiddir. Kuvvet ancak Allah'tandır.
Bu hususta asıl olan şudur ki, gerçekten onu ifade etmek, emri isteme yerine veyahut nimetleri izafe etme yerine çıkar. Bunda ise elbetteki o iki husustan bir bulunmaz. Öyle ise ALLAH'a izafe edilmesi caiz olmaz, O, tıpkı bizim deiğimiz gibidir ki; gerçekten ALLAH, tahkik edildiğinde her ne kadar herşeyin Rabb'i ve herşeyin ilâhı ve herşeyin yaratıcısı ve herşey de kendisinin ise de bu hususlar, pislikler, çirkin ve kötü olanlar ve ancak onlara istihkak kesbetmesiyle zikrolunan şeylerden benzerlerinde söylenmez. Onların bir olan ALLAH'a izafe edilmesi o husus üzerinden çıkar. Her ne kadar onlar yaratılmış iseler de ALLAH'a izafe edilen şeylerden onların küfrü yaratılmış ise de. Bizim üzerinde durduğumuz konu da onun gibidir. Kuvvet ancak ALLAH'tandır.
Buna göre küfür ve masiyetler hakkında onların ALLAH-u Teâlâ'nın iradesi, takdiri ve kazası iledir demek, iki yönden mekruh olur :
Birincisi : Çirkin olanlardan zikrolunan husus veyahut ancak çirkin gösterilme ve kötüleme bakımından zikrolunan şeyler. Vasfı bu olan şey, haber verdiğim hususa binaen ALLAH'a izafe olunmaz. Her ne kadar gerçekte ve tahkik edildiğinde sözle ifade edilirse de.
İkincisi : îhticac ve özür dilemek üzere kendisi ile kelâm edilen husustur. Ondan anlaşılan da budur. Biz, bu hususta onlar için her hangi bir özrün bulunmadığını beyan ettik. Kuvvet ancak ALLAH'tandır.
Ve yine böylece insanlar nezdinde her ne kadar hakikatte her şeyin yaratıcısı olsa da ALLAH'a ey habis ve necis olanların ve benzerlerinin yaratıcısı diye söylenmez. Bizim zikrettiğimiz husus da bunun gibidir. Bu mevzuda asıl olan odur ki, ALLAH-u Teâlâ'ya her tazim veya şükretme veyahut ta emrini veya nimetini zikretme yerine çıkan herşey, kendisine izafe edilir. Bu hususların gayrine çıkanlar ise hakikatte her ne kadar Al-lah'm yaratmış olduğu mahlûkattan ise de kendisine izafe edilmez. Kuvvet ancak ALLAH'tandır.
Bu hususta genel olarak ifade edilir ki, gerçekten Cenâb-ı ALLAH, kendi fiili ile vasfolunur. O, hakikatte adalet veya fazlu ihsan manâsı üzerine çıkar. Basan da kendisine hakikatte fiili veya sıfatı olmayan şey izafe olunur. Bu eğer övülmeye lâyık bir manâ iktiza ederse caiz olur. Çünkü ona ALLAH'ın im'âmı ve fazlı ile nail olunmuştur. Yok eğer övülecek bir manâ iktiza etmezse izafe edilmesi caiz olmaz. Çünkü O, hakikatte ALLAH'ın fiili değil ki, onunla vasfolunsun. ALLAH, kendi fiili bakımından hüküm, hikmet ve adalet sahibidir. O ise, nıahlûkat katında olan o şey, ise bu vasfın gayridir. ALLAH-u Teâlâ, bu iki vasfın gayrinden yücedir; berî ve münezzehtir. Çünkü ALLAH'ın fiillerinde adalet, hikmet veyahut fadlu ihsan sıfatları vardır. Kuvvet ancak ALLAH'tandır.
Fakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kaderiyyeler, saptırmak, şüphe[119], kalbleri çevirmekten Cenab-ı Hakk'a izafe edilen hususlar ve Cenab-ı Allah'ın «... ALLAH, onların kalplerini, imanı kabulden çevirmiştir.»[120] kavl-i kerîmi ve benzerleri hakkında şöyle diyorlar : Gerçekten bunlar, mihnet, meşakkat, hali kalmak, kurtarmak[121] ve benzeri gibi şeylerde olur. Hayru hasenat da ise emir, kuvvet verme ve benzerleriyle olur. Eğer onların dedikleri ile ifade edilmiş olsaydı, onların nezdinde emir ve güç vermek itibariyle hidayet nurundan sapıklık karanlığına çıkarmak, ALLAH'a izafe olunurdu. Tıpkı sapıklık karanlığından hidayet nuruna çıkarmak kendisine izafe olunduğu gibi. Çünkü kendisindeki hayır hakkında izafetin illeti emir ve kuvvet verme olmuştur. Hidayet şöyle diyor : Onun zikrettiğinin hepsi söylenilerek karşılık teşkil etmektedir. Çünkü diyor, emir ve kuvvet vermenin her ikisi mihnet ve meşakkattir. Her ikisinde de hâli kılmak ve kurtarmak mevcuttur. Bunun doğru olduğu zaman diğeri de doğru
olmazsa, bunda bulunan manânın diğerinde bulunmadığı zahir olur. Bununla beraber, kaderiyyeler, ALLAH'a ger olanlar izafe olunmaz diye iddia etmişlerdi. Çünkü ALLAH, onları nehyedip yasaklamıştır. Binâenaleyh, Allah, sapıklığı, azgınlığı ve şek ve şüpheyi nehyetmiştir. Bunlar ALLAH'a ni-Çİn izafe[122] olundu? Tevfik ALLAH'tandır.
Onlar isim vermekle sapıtma hakkında kelâm ettiler. Bu sözleri ve görüşleri batıl v efasittir. Çünkü o, gayrinde de bulunmuş olup ALLAH'a izafe olunmamıştır. İsim vermede hikmet ve fazlu ihsan olmadığı içindir ki ALLAH-u Teâlâ'nin «ALLAH dilediği kimseyi sapıtır, dilediği kimseyi de doğru yol üzerinde bulundurur»[123] kavl-i kerîminde beyan edildiği gibi. Müsnağnî ve hüküm sahibi olmakla vasfetme yerinde zikroîunur. O da işte hüküm ve kuvvet sahibi olma yeridir. ALLAH'tan yardım talep ederiz.
Bizim nezdimizde bunların hepsinde asıl olan şudur ki : Hakikaten Cenab-i Hak kendi fiili ile mevsuftur. ALLAH-u Teâlâ'nın fiilinin manâsı, ALLAH'ın her şeyi onun için daha evlâ olan bir halde yaratmasıdır. Bu ise fiilindeki adaleti ve fazlu ihsanı olarak tecelli eder. ALLAH-u Teâlâ'nın vasfı bu iki husustan ve fiilinin hakikati[124] ilkinden hâli kalmaz. Bunun üzerine fiili yolundan kendisine hangi yönden isnad ve izafe edilirse, kendisinin yarattığı manâsını gerçekleştirir. Binaenaleyh bu saptırma hak-kuıda zikredilen, kesinlik ve gayri hakkından zikrohmanlar mu'tezilenin süsleyip kötüleri iyi göstermelerinden başka bir şeye muhtemel olmaz. ALLAH-u Teâlâ'nın fiilinin manâsı da böyledir. Tevfik ALLAH'tandır. [125]
[96] Kitabın aslında «tekûne- kelimesi cyekûne» olarak yazılmıştır.
[97] Kitabın aslında «nercû- kelimesi «yercû- olarak yazılmıştır.
[98] Fussılet, âyet 12.
[99] Tâhâ, âyet 72
[100] Âl-i İmrân, âyet 47.
[101] El-İsrâ, âyet 4.
[102] El-İsrâ, âyet 23
[103] El-Ahzab, âyet 36.
[104] ElKasas, âyet 29
[105] El-Kamer, âyet 49.
[106] Sebe\ âyet 18.
[107] El-Hicr, âyet 60.
[108] Bu Hadîs-i Şerif ile delil getirmemiz pek uygun değildir
[109] Kitabın aslında «inne» kelimesi «illâ» olarak yazılmıştır.
[110] El-Kamer, âyet 49.
[111] Kitabın' aslında «lekâne» kelimesi «Mmekânin» olarak yazılmıştır.
[112] Kitabın aslında «et'takviyetu» kelimesi noktasız olarak yazılmıştır.
[113] Kitabın aslında «iştedde» kelimesi noktasız 'sin' harfi iledir
[114] «el'mütekaddimetu» kelimesi metnin aslından olduğuna işaret edilmekle beraber dip not olarak varid olmuştur.
[115] Kitabın aslında kelime okunamamıştir
[116] El-Hucurât, âyet 17
[117] El-Bakara, âyet 64.
[118] Kitabın aslında «kavlü» kelimesi mükerrerdir.
[119] Kitabın aslında «el'izâğatü. kelimesi noktasız 'ra' ve 'ayn; harfleri ile yazılmıştır.
[120] Et-Tevbe, âyet 120.
[121] Kitabın aslında «et'tahliyetu» kelimesinde 'ta' ve 'ya' harfleri noktasızdır.
[122] Kitabın aslında «udîfet» kelimesi «udîfe» olarak yazılmıştır.
[123] El-En'âm, âyet 39.
[124] Kitabın aslında *ve hakîkatühû» kelimesi »vehakîkatün» olarak yazılmıştır.
[125] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları:470-480.