- Kastamonu Kazalarında Mev´iza

Adsense kodları


Kastamonu Kazalarında Mev´iza

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafız_32
Wed 15 September 2010, 03:29 pm GMT +0200
Kastamonu Kazalarında Mev´iza


Cuma günü 10 Aralık 1336 (1920) Hadisi şerif

Peygamberimiz buyuruyor ki:

“Benim ümmetim de diğer ümmetlerin uğramış oklukları hastalığa uğrayacaktır ki, bu hastalık nankörlük, şımarıklık, soysopla övünmek, dünya için birbiriyle boğuşmak, birbirinden; nefret etmek, birbirini kıskanmak belasıdır. Bu belâlara tutulduktan sonra haddi asacak ve bu taşkınlığın arkasında” sebebi meçhul bir kital zuhura gelecektir.” [19]


Tefsîri



Peygamber efendimizin bu hadisini irad ettikten sonra diğer bir hadisi şerifinin mealini nakledelim. Buyururlar ki:

“Hiç şüphe yok ki sizler de, sizlerden evvelki milletlerin tutmuş olduğu yolu tutacaksınız, bunların izini karış karış, arşın arşın takîb edeceksiniz. Bu uysallıkta o kadar ifrata varacaksınız ki, onlar bir kertenkele deliğine girmiş olsalar siz de arkalarından gireceksiniz.”

Şu naklettiğimiz iki hadisi şerif bir noktada birleşiyor ki bizler gerek ihtiyarımızla, yan bilerek, gerek gafletimiz yüzünden, yani bilmeyerek başka milletlerin uğradıkları felâkete uğrayacakmışız; onların bizi sürüklemek istedikleri uçuruma yuvarlanacakmışız,

Aleyhissalâtü Vesselam efendimiz bu ikinci hadisi buyurdukları zaman Ashabı Kiram (rıdvanullahi aleyhim ecmein) efendilerimiz:

“Ya resulalîah! günün birinde böyle arkalarına düşeceğimiz ümmetler yahudilerle hiristîyanlar mıdır? diye sormuşlar. Resulü Ekrem efendimiz de cevaben:

“Ya kimler olacak?., buyurmuşlar.

Ümmeti İslâmiyenin son zamanlarda takındığı tavrı, tuttuğu mesleği, uğradığı akıbeti düşünürsek, bizi izmihlal uçurumunun kenarına kadar getiren sebepleri gözümüz önünden geçirirsek görürüz kî Nebiyyî muazzam (Sallallahu aleyhi ve Sellem) efendimiz tarafından bin üç yüz şu kadar sene evvel başımıza geleceği haber verilen ahval tamamiyle zuhura gelmiştir. Fahri Âlem efendimizin namütenahi mucizelerinden biri de ahadisi sahiha kitaplarında senetleriyle, râvileriyle birlikte musarralı olan rivayet edilen şu iki haberi sadıktır. Evet, bu ümmeti merhume Allah´ın kitabma, Re-sulallahın sünnetine sarılmaktan vaz geceli basiret nimetinden mahrum kaldı. Hayrını, şerrini fark edemez hale geldi. Diyanet, kavmiyet, iklim, lisan, muhit, ahlâk, adat, an´anat itibariyle kendisine hiç benzemeyen, bilâkis büsbütün yabancı olan milletleri kö­rü körüne taklide başladı. Aleyhissalâtü Vesselam efendimizin buyurdukları gibi arkasına düştüğü mîlletler kertenkele deliğine, yılan inine sokulsalar o da arkalarından girmeğe yeltendi. Ara sıra:

“Yahu! Nereye gidiyorsunuz? Bu tuttuğunuz yolun sizi hangi akıbete doğru sürükleyeceğini biliyor musunuz? “İşte bu Benim yolumdur ki dos doğrudur, hiç şaşmak bilmez. Siz ancak bu yolu tutunuz; sağa sola sapan diğer yollara uymayınız. Sonra Cenabı Hakkın yolundan ayrılmış olursunuz.” arzındaki İhtarı ilâhiyi unuttunuz mu?

Diyenler oldu ise de hiç kulak asan olmadı. Arap şairinin dediği gibi “Canlı bir kimseyi çağırmış olsaydın, sesini muhakkak dinletirdin, fakat çağırdığın kimsede can yok ki” kimsede can kalmamış, kan kalmamış, idrak kalmamış ki söylenen sözü işitsin, dü­şünsün de hak ise kabul tarafına yanaşsın. Maari bu beytinde diyor ki: “Eğer karşındaki diri bir mahlûk olaydı feryadını duyurabilirdin. Va esefa ki haykırdığın adamda hayat denilen devletliden eser yok!”

Öyle ya, milleti İslâmîye histen, hareketten mahrum olmasaydı asırlardan beri almakta olduğu felâket derslerinden mütenebbih olmaz mı idi? Aklını başına toplayarak kendisini her taraftan kuşatan esaret, sefalet zincirlerini kırıp atmaz mı idi ? Atalarımızın ne kıymetli sözleri vardır: Kırk nasihatten bir musibet yeğdir, derler. Biz bir musibet değil, binlerce musibet gördük. Meğerse gerek fertler için, gerek milletler için dünyada en büyük musibet varsa o da uğradığı musibetlerden ibret alamayacak kadar duygusuz olmak imiş!

Ey cemaati müslimin! Hale bakınız, geçmişi şöyle bir gözünüzün önünden geçiriniz, gayet dünyanın diğer taraflarında, Afrikalarda, Asyanın içlerinde, Filipin adalarında, daha bilmem nerelerde yaşamakta olan müslümanların ne zelil, ne sefil, ne hakir bir Ömür geçirmekte olduklarını; bunların Sömürgeciler tarafından ne gibi mezalime maruz bulunduklarını bilmiyorsanız bari Anadolu´daki Rumeli´deki kardeşlerimizin başından mütemadiyen geçip durmakta olan felâketleri düşününüz. Evet, sizin uzakta yaşayan müslümanlara ait malûmatınız yoktur. Çünkü onlarla meşgul değilsiniz. Çünkü ilminiz yok. Çünkü sizler müslümanlığı bir iki farzı; o da yarım yamalak olmak suretle eda etmekten ibaret zannediyorsunuz. Zaten bütün dünya yüzündeki müslümanların felâketine belli başlı bir sebep varsa, o da İslâmiyetin bir kül olduğunu, yani bir çok evamir ve ahkâmdan müteşekkil bulunduğunu, binaenaleyh müslüman namı altında yaşayan bir adamın “ben müslümanım” diyebilmesi için İslâmin ne kadar şartları, farzları varsa hepsini birden eda etmesi lâzım geleceğini hiç hatırlarına getirmemeleridir. Evet, bir yere gidersiniz. Oradaki müslümanlarda yalnız namaz görürsünüz. Mükellefiyet çağına varan efradı ümmetin hepsini musalli bulursunuz. İçlerinde binamaz pek mahduttur. Lâkin bakarsınız ki namaz kadar ehemmiyeti bulunan farzı zekâtı hiç kimse eda etmiyor. Yine o memlekette camilerdeki cemaat kadar, meyhanelerde şenlik görürsünüz. Diğer bir müslüman yurduna uğrarsınız, orada bilfarz yalnız namazla oruca ehemmiyet verildiğini, halbuki cemaatı müslimin arasında hüküm sürmesi icab eden vahdetten, teavünden, şefkat, merhamet hislerinden eser olmadığını anlarsınız. Diyarı İslâmın başka bir köşesine giderseniz, ahalinin hemen kâffesini hac meraklısı bulursunuz. Aralarında tekrar Hicaza gitmemiş olanlara nadir’tesadüf edersiniz. Bununla beraber o hacılar memleketinde müslümanlikla hiç bir vakit birleşmeyecek yığın yığın bidatler, alay alay şenaatler, sürü sürü rezil âdetler görerek hayretler içinde, dehşetler içinde kalırsınız.

Ey cemaati müslimin! Belki işitmişsinizdir, Hazreti Ayişe (Radıyallahu anha) validemize, peygamberimiz (Sallallahü Aleyhi Vessellem) efendimizin ahlâkı seniyyelerini hulasaten beyan buyurmalarını rica etmişler. Ummümü´minin [20] efendimiz de:

“Kur´an okuduğunuz yok mu? işte o Nebiyyi muazzamın ahlâkı baştan başa Kur´an idi...

Buyurmuşlar. Yani peygamberimizin bütün harekâtı, sekenati, tamamiyle Kitabullaha uygundu. Ona zerre kadar aykırı düşecek hiç bir tavrı, hiç bir hali görülmemişti, yoktu. Ümmet için peygamberini mukteda [21] tanımak; onun siyretini, onun mesleğini kendisine örnek edinmek, lâzım değil midir? Elbette lâzımdır. O halde bizler “Yoksa sizler Kitabullahm bir kısmına iman ediyorsunuz da diğer kısmına inkâr mı ediyorsunuz?” tarzındaki itabı ilahiye hedef olmamak için aklımızı başımıza almalıyız. Demin dediğimiz gibi dinin bir bütün olduğunu ve bu bütünü dağıtıp iki üç cüz´üne sarılmakla tam müslüman olamayacağımızı kafalarımıza iyice yerleştirmeliyiz.

Namazlar, zekâtlar, oruçlar, haclar, teavünler, [22] vatanı İslâmı müdafaa için hazırlıklar, cihadlar; tefrikadan, şekavetten çekinmeler; vahdetler, uhuvvetler; birbirine karşı merhametler, şefkatler, fi sebilillah infaklar... hepsi ayrı ayrı farzdır, ayrı ayrı borçtur. Namaz kılmakla zekât sakıt olmaz. Hacca gitmekle cihad borcu ödenmez. Müslümanlar arasında tefrikalar, şikaklar çıkaran bir adam için verdiği zekât hiç bir vakit Allah´ın azabına karşı fidyei necat (kurtuluş bedeli) olamaz. Elhasıl biz takatimiz, yettiği kadar çalışacağız. Mamafih bu söz de fazladır. Çünkü İslâmın hiç bir teklifi yoktur ki, mala yutak olsun, yani güç getiremiyecek derecelerde ağır bulunsun. Evet, İslâm “yüsür” dinidir, kolaylık dinidir. Aleyhissalâtü Vesselam efendimiz “hiç şüphe yoktur ki, bu din sırf kolaylıktır.” buyuruyorlar. Ümmeti merhumenin mükellef ol­duğu gerek malî gerek bedenî, bütün ibadetler tetkik edilse görülür ki hep onun menfaatine, kendi hayrınadır. Yoksa Cenabı Hak ganiyyün anil âlemindir; [23] Senin, benim, şunun bunun ibadetimizde, taâtımızdan külliyen müstağnidir. Biz o ibadetlere, o taâtlara muhtacız. Her gün tekrar tekrar Surei İhlâsı okuruz, (Allahus-samed) deriz. “Samed” ne demektir, biliyor musunuz? Kendisi bütün kâinattan, müstağni; hiç bir hususta kimseye muhtaç değil; bütün kâinat her hususta ona muhtaç, ona müftekir.

İhtimal abdestler, gusuller, namazlar, oruçlar, haclar, zekâtlar, teavünler, saiyler, mücahecleler sana ağır geliyor, sana güç geliyor da “keşke din sırf vicdanî bir akideden ibaret olsaydı, hiç böyle bir takım teklifler bulunmasaydı!” diyorsun. Acaba bu emirlerin zımnındaki menfaatleri düşünüyor musun? Acaba kendi sıhhatini, kendi hayatını, kendi safveti vicdanını, kendi rahatını, kendi huzurunu, hülâsa kendi insanlığını ve dolayısıyla bütün cemaatin saadetini, selâmetini temin için bu ilâhi teklifleri yerine getirmekten müstağni kalabilecekmisin? îyice bilmelisin ki senin insan olman için, insanca ölüp gitmen için hakikî müslüman olmandan başka çare yoktur.

Veledetke ummuka yebne âdeme bâkiyen

Vennâsu havleke yadhakûne sürûrâ

Feched linefsike en tekune iza bekev

Fi yevmi mevtike dahîken mesrura

diyen şair, büyük bir hikmet söylemiştir. Henüz berhayat olan pek kıymetli bir üstadımız bu kıt´ayı şu suretle tercüme etmişti:

Yadında mı doğduğun zamanlar

Sen ağlar idin, gülerdi âlem?

Bir Öyle ömür geçir ki: olsun

Mevtin sana hande, halka matem.

Hakikat öyledir. Bir çocuk dünyaya geldiği zaman feryada bağlar. Evet, anası, babası, kardeşleri, amcaları, dayısı, konusu, komşusu ise sevinirler, gülerler. Şimdi büyüyüp aklı başına gelince o çocuk için nasıl yaşamak, nasıl ömür geçirmek lâzım imiş? Öldüğü zaman kendisi Allah´ına güle güle, sevine sevine gidecek, arkada kalanları da “pek namuslu, pek hayırlı bir vücut kaybettik!” diye ağlatacak bir surette yaşamak icab ediyormuş, yoksa:

Ne kendi eyledi rahat, ne halka verdi huzur Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehli kubur!

dedirtmek değil.

Ey cemaati müslimin! İşte şairin şu dört satırla işaret ettiği mesleki hayat nedir, biliyor musunuz? Bizim dinimiz!. Kim bu dinin gösterdiği yoldan giderse ölümlerin en mesudu ile ölerek kıyamete kadar rahmetle anılır. Yoksa dünyada, ukbada rezil olur ki bunun adına neuzubillâh “hüsranı mübin” derler. Allah cümlemizi böyle yaman bir akıbetten masun buyursun.

“Amin!...

Ey cemaati müslimin! Böyle yalnız dua ile iş bitmez. Öyle olsaydı, Aleyhissalâtü Vesselam efendimiz Ashabi Kiramım toplar, İslâmın selâmeti, saadeti namına ne yapılmak lazımsa hepsini Cenabı Haktan niyaz ederek onlara da “âmin” dedirttirirdi. Halbuki böyle yapmadı. Allah´ın en sevgili kulu, en son ve en muhterem peygamberi olan o Nebiyyi muazzam dini, kelimetu-llahı i´ylâ (yükseltmek) için hiç bir an mücahededen, fedakârlıktan geri durmadı. Ömrü saadetleri ibadet içinde, taât içinde, mücahede içinde, hareketler içinde, faaliyetler içinde geçti. Medinei Münevvereyi düşman hücumundan kurtarmak için kazılan hendeğe ilk kazmayı vuran kendileri olmuştu. Ashabı güzin efendilerimiz içinde yalnız başına o zamanki orduları donatabilecek kadar zenginler varken ve bu zenginlerin her biri peygamberimizin uğrunda malının son habbesine kadar feda etmeyi cana minnet bilirken o Resuli muhterem kimseden bir şey istemedi. Elindekini, avucundakini muhtaçlara vererek kendisinin ezvacı tahirati le beraber aç yattıkları çok zamanlar vaki olmuştu. Geceleri sabahlara kadar huzuru ilâhiden ayrılmayan, teheccütten fariğ olmayan, Peygamber gündüzleri bütün ümmetin mesalihiyle, muamelâtiyle uğraştıktan başka Medinenin en ücra yerindeki fakir bir hastanın ayağına gider, hatırını sorar, bir ihtiyacı varsa defetmeye çalışırdı. Hulefâyi Raşidinin siyretleri, meslekleri az çok cümlenizin malûmdur. Yazıklar olsun bizlere ki dinin ruhunu, Aleyhissalâtü Vesselam efendimizin ahlâkı hümayununu, sahabei kiramın mesleğini, siyasetini külliyen unutmuşuz. Hiç bir kere olsun hatırımıza getirmiyoruz. Fahri Âlem efendimiz ümmetiyle bu kadar meşgul iken her birine karşı bu derecelerde alâkadar, bu"derecelerde şefik, bu derecelerde rahim iken bizler bugün bunun büsbütün aksine olarak yekdiğerimizden külliyen ayrı, külliyen bihaber, birbirimize karşı büsbütün yabancı bulunuyoruz; Avrupalılar olmasa düsyanın nerelerinde ne kadar müslüman olduğunu da bilemiyeceğiz. Dünyanın başka taraflarını bırakalım, Konyalı Ankaralıdan, Ankaralı Kastamonuludan, Kastamonulu Si­vaslıdan, Sivaslı Erzurumludan, Erzurumlu Diyarbakırlıdan acaba hiç haberdar mı? Yahut haberdar olmak lüzumunu bir kerre olsun duymuş mu?

îşte birbirimize karşı irtikâb “ettiğimiz bu duygusuzluk, bu kayıtsızlık neticesidir ki düşman silahiyle, düşman parasiyle donatılan yunan çeteleri, koca Aydın vilâyetini, koca Bursa vilâyetini yakarak, yıkarak Anadolunun göbeğine doğru sokuluyor da beri taraftaki müslümanlardan “halife ordusu” geliyormuş diye istikbale hazırlanmak isteyen sersemler bile bulunuyor! Doğrusu, dünya dünya olalı gafletin, cehaletin, körlüğün, sağırlığın bu mertebesi ne görülmüş, ne de işitilmiştir. İstanbul´un düşman elinde, düşman esareti altmda bulunduğunu, biçare İstanbul halkının sefaletin, zulmün, tahakkümün dayanılmayacak eşkâli altında inim inim inlediğini bütün dünya biliyor da bizler bilmiyoruz. Doğrusu, cehlin bu derecesi de mutlaka, tahsil ile elde edilmek lâzım gelecek!

İçimizden bazıları vaziyeti benden daha iyi kavramış, ancak bilmiyor gibi görünüyor. Çünkü bildiğini söylese kendisinden bir vazife, bir fedakârlık isteneceğini düşünüyor. Böyle bir düşüncede bulunanlara soralım: Maazallah düşmanın istilâsı devam etse, ilerlese, elimize kalan üç beş vilâyeti de çiğnense, hülâsa istiklâlimize hatime çekilse acaba bizler yalnız esir olmakla, mahkum olmakla kalacak mıyız? zannediyorlar. Eğer böyle bir zanda bulunuyorlarsa pek yanılıyorlar. Saltanatlarmı, hakimiyetlerini kaybetmiş olan diğer müslüman memleketlerini görmüyor musunuz? O biçareler başlarındaki zalim hükümetlerden hiç bir insan muamelesi görmemekle beraber hangi tekliften müstesna tutuluyorlar? Asker mi vermiyorlar? Türlü türlü namlarla altından kalkılamayacak kadar vergiler mi ödemiyorlar? Hem onların verdikleri asker kimin hesabına fedayı -can ediyor? Ödedikleri vergiler ne gibi maksatlar uğrunda akıp gi­diyor, düşünüyor musunuz? Altı, yedi senedenberi devam ederek dünyayı birbirine katan bu müthiş muharebeyi sonunda düşmanlarımız kazandı. Lâkin nasıl kazandı? îşte hep esaretleri altında inlemekte olan mahkûm milletleri, bilhassa Afrika ve Asya müslümanlarını sürü sürü, milyon milyon toplayıp cephelere, hem de en öndeki saflara sürmekle kazandı. Benimle beraber Almanya´da bulunsaydınız da Hind, Cezair, Tunus, Fas diyarından; rus çarının da Sibirya ovalarından, Volga sahillerinden, Kafkasya dağlarından kırbaçlarla, süngülerle toplayıp sevk ettikleri din kardeşlerimizin halini görseydiniz! Ben bu zavallıları Almanya´da gördüm. Kendileriyle konuştum, görüştüm doğrusu ya, ömrümde okadar acıklı manzaraya tesadüf etmemiştim. Ömrümde o kadar yanık hasbihaller dinlememiştim. Almanların eline düşen bu biçareler yurtlarından ayrılan mevcutlarının yüzde ancak beşi imiş. Mütebakisi kamilen helak olmuş gitmiş. Diyorlardı ki:

“Evvelâ bizi iğfal ettiler:

“Sizin halifenizle müttefikiz, onun düşmanı olan alınanlarla harb edyoruz. O halde sizin de halifenize yardım etmeniz dinen borcunuzdur.” dediler. Sonra hakikat meydana çıkınca cebre, gidete müracaat ettiler. Askere gitmemek isteyenlerin anasını babasını hapisler, işkenceler altında inlettiler. Evini, barkını yaktılar. Bundan başka şayet muharebede kanımızın son damlasını dökmeyecek olursak ailelerimizi perişan edeceklerini tekrar tekrar söylediler. Bizim memleketimizdeki analarımız, babalarımız, çocuklarımız bugün o kâfirlerin elinde rehindir. Artık ne halde olduklarını Allah´tan başka kimse bilmez. Bizi daima en Öndeki saflara veriyorlar. Önümüzde alınanların cehennemler yağdıran topları, arkada bizimkilerin ateşleri bulunuyor. Ne ilerlemeğe imkân var, ne de geri dönmeğe takat! Hele bu cehenneme niçin girdiğimizi düşündükçe beynimiz tutuşuyordu. Evet, insan canını feda eder. Lâkin bu da dünya için, ahiret için, muazzez bir gaye olur.

Biz biçareler ise sırf düşmanımızın üzerimizdeki zulmünü, tahakkümünü devam ettirmek için ölüyorduk. Bizi bu cehenneme sürükleyenler ise ölmemizi de, öldürmemizi de kendileri için bir kazanç bilerek ona göre davranıyorlar. Ey Türk nıüslümanlar! Allah aşkına bizim düştüğümüz mahkûmiyete sakın sizler de düşmeyiniz. Hakimiyetinizin, istiklâlinizin kıymetini biliniz. Çünkü dünyada onsuz yaşamak, meğerse yaşamak değilmiş. Biz bunu pek acı, pek uzun tecrübelerden sonra anladık. İnşallah siz o tecrübelere maruz kalmazsınız. ..

Biçare Tunuslunun ağlaya ağlaya söylediği bu sözler aradan beş altı sene geçmişken, halâ yüreğimin en hassas, en rakik damarlarını inletip durmaktadır. Hem o zavallı bütün vatandaşlariyle beraber uğradığı felâketin yalnız fanî kısmım, yani bu üç günlük dünyaya ait olan tarafını düşünüyordu. Ah, musibetin en yaman bir ciheti var ki, onu düşünmüyordu. Küffar askeriyle beraber olarak küf far saflarında harbetmek; dolayısiyle bir taraftan küfrü, zulmü, fiskı,´ fücuru yer yüzünde idameye, diğer taraftan yarım milyara yakın ehli imanın müebbeden mahkûm, mazlum kalmasını temine çalışmak, bu uğurda kanını dökmek, hayatını vermek, maazallah hüsrani ebedîdir, hüsranı mübindir.

Ne milletin şerefiiycin, ne kendi şanın için;

Fedayı can edeceksin aduvvi canın için!

Geber ki sen, baba yurdun, harimî namusun

Yabancı ökçeler altında çiğnenip dursun!

On sene kadar oluyor. Hindistandaki din kardeşlerimizden bir muharrirle mülâki olmuştuk. Kendisinden bize âlemi İslâm hakkında malûmat vermesini rica ettik. Bu ricamızı kemali minnetle kabul buyurdu, saatlerce süren bir çok acı hakikatlar söyledi. Bir çok acıklı manzaralar tasvir etti. Sonunda dedi ki:

“Ey Türk kardeşlerimiz! Bilmiş olunuz ki müslüman diyarını kasıp kavuran düşman nazarında âlemi İslâmın düşünür kafası Mısırdır. Hisseden kalbi Hindistan´dır. Çalışan, çabalayan eli, kolu da Türkiye´dir. Adalet perdesi, adalet nağmesi altına irtikâb etmediği zulüm kalmayan bu üşman ne diyor bilir misiniz? “Biz müslümanların göğsüne çullandık. Kafasını demir pençemiz içine aldık. Şimdi sıra bu vücudun çabalamakta olan elini, kolunu kıskıvrak bağlamaya geldi. Zira bu el, bu kol hareket kabiliyetini muhafaza ettikçe biz istikbalden pek okadar emin olamayız. Ey Türk kardeşlerim! Sakın düşmana kapılmayın. Sakın bunlardan insaniyet, adalet, merhamet, âlicenablık, mertlik gibi şeyler beklemeyin. Size şimdi asıl ihtar etmek istediğim bir nokta var ki o da şudur; Âlemi İslâmm elini kolunu bağlamak, yani sizin istiklâlinize, hakimiyetinize hatime çekmek için düşman doğrudan doğruya cebre, şiddete, harbe müracaat etmiyecektir. Bir taraftan memleketinizde bitmez tükenmez nifaklar, feşatlar, isyanlar, kitaller çıkartacak, diğer taraftan etrafınızdaki hükümetleri sizin aleyhinize kaldırarak kanınızı, iliğinizi kurutmak isteyecektir. Dört, beş aydanberidir, içinizde dolaşıyorum. Halinizi kemali dikkatle tetkik ediyorum. Türlü isimler, türlü şekiller altında meydan almaya başlayan bir çok tefrika esbabı görüyorum ki bunların hepsinde düşman parmağını hissediyorum. Dünyada istiklâline sahip bir hükümeti İslâmiye var ki o da sizsiniz. Aman aranızdaki vahdeti sarsacak en ufak bir harekete bile meydan vermeyiniz. Sonra bütün müslümanların akıbeti ti pek vahim olur.”

Ey cemaati müslimin! Bu hindli kardeşimizin sözleri bizler için düstur olacak kadar kıymetlidir. Aradan on sene geçti, bir çok hadiseler zuhura geldi. Adamcağızın vuku bulacağını haber verdiği şeylerin çoğunu gözümüzle gördük. Lâkin geçmişe teessüfün hiç bir faydası yoktur, maziden yalnız ibret alınır. Hamdolsun bugün müsIümanlık âleminde büyük bir intibah başladı. Artık dünyanın her tarafındaki din kardeşlerimizle bir çok yerlerde birleşiyoruz, dertlesiyoruz. El birliğiyle kıyam ederek asırlardanbei müslümanlığı kuşatmış olan esaret zincirlerini kırmak çarelerini düşünebiliriz. Bu ufak bir mazhariyet değildir. Şarktaki kahraman mücahitlerimizin gösterdiği fedakârlığı bu cephelerde göstermeye muvaffak olduğumuz gün İslâm için en hayırlı bir gün olacaktır, inşallah o hayırlı gün pek yakındır. [24]



[1] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 163.

[2] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 164-172.

[3] Âl-i İmrân: 3/200 ayettir. Burada 118 inci âyet tefsir olunmaktadır.

[4] Nasr-Allah cami şerifi Kastamonu´dadır. Merhum Mehmet Akif 1336 (1920) yılının kasım ayında Kastamonu´da idi ve 19 kasım Cuma günü Kastamonu´nun bu camii şerifinden bütün Türk milletine hitab ederek millî mücadelenin hakikî mahiyetini, millî vahdeti koruyarak canla, başla savaşmanın Türk milleti için hayatî bir vazife olduğunu, Sevr muahedesini kabul etmenin Türk milleti için ölümden başka bir şey olmadiğım, tereddüde yer bırakmayan kat´iyetle anlatarak bütün milleti Sevr muahedesini yırtmağa davet etti. Onun bu mev´izesi ayrıca bir risale halinde basılarak memleketin her tarafında, bütün Camilerinde ve bütün toplanma yerlerinde okundu ve bir taraftan dahilî nifaklara son vermeğe, diğer tarafından Türk milletini kalkındırmağa yardım etti. Bu mev´ize ve hitabe tam manasiyle tarihî bir vesikadır. Ve bu vesika ozaman millî mücadelenin karşılaştığı her meseleyi

tavzih etmektedir.

[5] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 173.

[6] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 173-174.

[7] Dünya ve âhirette.

[8] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 174-184.

[9] Allah´ın emanetidir.

[10] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 184-194.

[11] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 194-195.

[12] Yusuf: 12/XII âyettir. Burada 87 inci âyet tefsir olunmaktadır.

[13] Hicr: 15/99. âyettir. Burada 56 inci âyet tefsir olunmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 196.

[14] Zümer: 39/75 ayettir. Burada 53 üncü âyet tefsir olunmaktadır.

[15] Fussilet sûresi kur´an-ı kerimin 41 inci sûresi ve 54 âyettir. Burada 49 uncu âyet tefsir olunmaktadır.

Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 197.

[16] Peygamberlerin en sonuncusudur.

[17] Yükseltmek Igin.

[18] Safahat. Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 198-203.

[19] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 204.

[20] Müminlerin validesi.

[21] Örnek.

[22] El birlikleri.

[23] Bütün âlemlerden müstağnidir, bir kimseden kargılık beklemez.

[24] Kur’an-ı Kerim’den Ayetler, Mehmet Akif Ersoy, Nakışlar Yayınevi: 204-212.