- Kastamonu Kazalarında Ayetler

Adsense kodları


Kastamonu Kazalarında Ayetler

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafız_32
Wed 15 September 2010, 03:31 pm GMT +0200
Kastamonu Kazalarında Ayetler


28 Mart 1337 -1921 Cuma günü


Meâli



1- “Oğullarım, gidiniz, Yusufla kardeşini araştırınız. Bir de sakın Allah´ın inayetinden, rahmetinden, tevfikinden ümidi kesmeyiniz. Zira iyi bilmiş olunuz ki kâfirlerden başkası için Cenabı Hakk’ın inayetinden, rahmetinden, tevfikinden ümidini kesmek, ye´se düşmek kabil değildir”.[12]

2- İbrahim dedi M: “d al âl a düşmüş olanlardan başka İdm Rabbinin rahmetinden ümidini kesebilir.” [13]


Ayetler


Meali



3- Ya Muhammed de ki: Ey nefislerine zulmetmiş olan Allah´ın kulları: Cenabı Hakk´in merhametinden ümidi, asla kesmeyiniz! Allah, bütün günahları bağışlar. Hiç şüphe yoktur ki o bağışlayıcıdır, esirgeyicidir. [14]

4- Allah´ı tanımayan insan, menfaat talebinden bıkmaz, “sanmaz; kendisine bir zarar dokundu, mu, hemen ye´se düşer, ümidini keser.[15]


Tefsiri



Acaba neden dolayı yeisten bu derece şiddetle ve İsrarla nehy´ ediliyor? Neden yeis, dalâl ile, küfür ile bir tutuluyor? Bu noktayı bir az tetkik edelim. Evet, uzun uzadıya düşünmeye hacet yok. Bir müslüman yeise düştüğü gibi Cenabı Hakk´ın fi sebilillah çalışanlara vaad buyurmuş, olduğu necatı; selâmeti, muvaffakiyeti; nusreti inkâr etmiş oluyor! Hiç bir suretle hulf etmesine; haşa yalan çıkmasına imkân tasavvur edilemeyen va´di ilâhiye inanmamak acaba müslümanlıkla te´lif edilebilir mi? Öyle ya! Hergün namazlarda, niyazlarda “Allahu zülcelâl asla vaadinde hulf etmez;” “Yarebbi sen hiç bir zaman vaadinde hulf etmezsin,” diyen dini bütün bir müslüman nasıl olur da başı sıkılmakla, işi bir az fena gidivermekle yeise düşer, Yani Allah´ın va´dine olan imanını: itminanını bir tarafa bırakır?

Ey cemaati müslimin! Bu âlemde hiç bir kuvvete; hiç bir kudrete, hiç bir saltanata; hiç bir servete; hiç bir cemaate güvenilmez! Dünyayı yerinden oynatan kuvvetler bakarsınız ki bir inkılâp ile devrilmiş gitmiş, milyonlarca halkı esîr eden kudretler bir var­mış, bir yokmuş diye dillerde destan olmuş, en korkunç saltanatlar ayaklar altında sürünüyor, bitmez tükenmez zannolunan servetler bir ân içinde hiçe iniyor, dün bütün kâinata meydan okuyan hükümetler, cemaatler bugün bütün kâinatın ayakları altında çiğneniyor!..

Bu dünyada güvenilecek, dayanılacak, hiç bir hadise ile, hiç bir inkılâp ile zerre kadar sarsılmayacak, müteessir olmayacak bir sey varsa o da Cenabı Hakk´ın inayet ve merhametidir. Demek Allah´ın kapısından da yüzünü çevirenler, diğer kapılar gibi onun da yüzlerine kapanacağını zannedenler hiç farkına varmadıkları halde Allah´ın ezelî ve ebedî olan azametini inkâr etmiş oluyorlar. Pek âlâ! Dünyada bu kadar korkunç bir sapıklık olabilir mi?

Görüyorum ki evlâtlarımızın, kardeşlerimizin bir kısmı muhtelif cephelerde, muhtelif düşmanlara karşı İslâmin şu elimizde kalan son yurdunu müdafaa için canlarını veriyor, kanlarını döküyor. Halbuki o cephelerin arkasında bulunanlardan bir kısmı da ellerini kollarını bağlamış, her türlü muvaffakiyetten ümidini kesmiş, hissiz hareketsiz en yaman, en acıklı akıbetleri bekleyip duruyor. Zaten yeis bundan başka bir netice vermez ki! Dikkat olunursa meyus olmak demek atalete, meskenete,, meşru bir sekil vermek demektir. Ruha yeis denilen o mel´un hastalık çöktü mü artık vücutta hareket imkânı, saiy imkânı, mücahede imkânı kalmaz, îş o zehrin maneviyatı sarsmasına, yürekteki imam sarsmasına meydan vermemektedir. Evvelâ azm ile, sonra tevekkül ile memur olan müslümanlar için yeis dediğimiz o mühlik âfete kapılmak maazallah hem dinin, hem dünyanın elden gitmesine badi olur ki böyle bir akıbete hüsranı mübîn derler. Felâketin bu derecesinden Cenabı Hak bu ümmeti merhumeyi siyanet buyursun -Amin!

Ey cemaati müslimin! Şimdi size müslümanlann azim ile, tevekkül ile memur olduğundan bahsettim. Evet Cenabı Hak resuli muhteremine buyuruyor ki =

“Onların (yani ashabı kiramın) kusurlarını hoş gör. Kendileri için mağfiret talebinde bulun, dünya işlerinde onlarla müşavere et. Bir kerre de azmettin mi artık Allah´a dayan.” Bu hitap her ne kadar doğrudan doğruya Nebiyyi Ekrem Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimize ise de bizlerin de ayni o emir ile mükellef olduğumuzda şüphe yoktur.

Azim ne demektir? Azim, bir işi başa çıkarabilmek için ona canla başla sarılmaya karar vermek demektir. Tevekkül ise o isin husulü için mümkün olan esbabın hepsini tedarik ettikten sonra Cenabı Hakka bel bağlamak, onun tevfikini esirgemiyeceğine yürekten inanmak, demektir. Tevekkülü biz müslümanlar pek yanlık anlıyoruz. Bu hatamızı doğrultmak için geliniz yine Kitabullaha müracaat edelim. Allahu zülcelâko müminler için indallah´da ecri azîm vardır ki bir takımları gelip de bunlara:

“Düşmanlarınız sizi mahvetmek için bütün kuvvetlerini toplamışlardır, onlardan korku­nuz.” dedikleri zaman; bu söz onları korkutmak şöyle dursun, Allaha, Allah´ın nusretine olan imanlarını arttırır da “Allah bize kâfidir, biz Ona dayanırız, Ona bel bağlarız, O, ne güzel bel bağlanacak bir kadirdir” derler.

îşte Aleyhissalâtü Vesselam efendimizin şerefli sohbetine nail olan, âdab ve ahlâkı İslâmiyeyi doğrudan doğruya o mürşidi ekmelden öğrenen ashabı kiram efendilerimizin şu âyeti celile ile tasvir buyurulan hali, tevekkülün en beliğ bir misalidir. Tedbir biter, tevekkül başlar. Kul esbaba teşebbüs ederek tevfiki, Allah´tan bekler. Allah´ın da bu tevfiki kendisinden uzak tutmuyacağını mutmain olarak ona göre azminden dönmez, mesaisinde, mücahedatında Kemali metanetle devam eder, gider.

Yeîse kapılmayarak çalışan bir müslüman için aşılamayacak mani, varılamayacak gaye mevcut değildir. Azme, tevekküle sarılmak suretiyle her maksat elde edilir, insanın çalışmakla yükselemiyeği ancak iki mertebe vardır: Biri Allahu zülcelâla has olan yaratıcılık mertebesi, diğeri de hatemül embiyadan [16] sonra kimseye verilmiyecek olan nübüvvet mertebesîdir. bu iki mertebeden başka hiç bir mertebe yoktur ki çalışan bir müslüman için ona varmak kabil olmasın.

O halde yeisin manası var mıdır? Çalışanlara, Allah yolunda mücahede edenlere mev´ud olan nusreti istihfaf mı edeceğiz? Allah´ın yardımına liyakat kazanmak için hiç bîr hareket, hiç bir faaliyet göstermeyecek miyiz? Bir zamanlar dünyaya hâkim iken bundan sonra ebediyen mahkûmiyet altmda mı yaşayacağız? Zillet içinde, sefalet içinde, yumruk altında, hakaret altmda sürünmek de yaşamak mıdır?

Bastığın hâki siyehden tutmak alçak nefsini;

Sabit ol azminde dehri bî sebatın rağmına.

Hâke yüz sürmekle kâimse yer üstünde hayat, îhtiyar et altını hâkin, hayatın rağmına.

Ey cemaati müslimin! İnayeti ilâhiye kapıları kapanmamıştır, henüz açıktır; bizim için o kapılara doğrulmaktan başka bîr şey lâfını değil. Nusret rüzgârları başlarımızın üzerinde esip duruyor: Allah´ın bu ezelî ve ebedî nefhasmı teneffüs etmekten başka bir harekete ihtiyaç yok. Ne duruyorsunuz? Sizler böyle yeise dalarsanız; “artık İslâm için bir halâs çaresi kalmamıştır, artık dinin son yurdu olan bu topraklar da mutlaka bizim elimizden çıkacaktır.” diye kötürümler gibi elleri kolları bağlı durursanız halimiz ne olur? Hiç düşünmüyor musunuz?

Size bu kürsüden ecdadınızın kahramanlıklarını hikâye edecek değilim. Çünkü ibreti maziden göstermektense halden misaller getirmek daha kestirme olacak, İşte Mar´aş ve Adana havalisindeki bir avuç kahraman dindaşımız bir senedir fransızların toplarına göğüs geriyorlar. Etraftan ciddî bir imdad alamadıkları, ehemmiyetli bir yardım göremedikleri halde düşmanın en müthiş silâhlarla müsellâh bulunan ordularına karsı duruyorlar. Yağmur gibi yağan kurşunlar, yıldırım gibi inen gülleler bunların azmini sars­mıyor, îslâmı sonuna kadar müdafaa için vermiş oldukları ahde

can kaygusu, ölüm korkusu gibi şeylerin zerre kadar tesiri olmuyor.

İşte evvelâ ingilizlerin, sonra fransızların hücumuna göğüs geren; bundan başka ingiliz, fransız silâhlariyle silâhlandırılan ermenilerin de türlü türlü melanetlerine, hıyanetlerine maruz kalan şu bir avuç müslüman yeise kapılmadı. Azme sarıldı. Bulabildiği kuvvetle, silâhla mücahede meydanına atıldı. Muhakkak ki bizim ordumuz, galib gelir, buyuran Allahu zülceüâlin vaadi ezelisine kalbinin bütün samimiyyetiyle inandı. Yani tevekkülün bütün manasiyle Cenabı Hakka mütevekkil oldu. Bu sayeösdir ki o mevcud olan nusreti kazandı. Allahu zülcelâl “bizim peygamber olarak gönder­diğimiz kullarımıza şu yolda bir vaadimiz sebk etmiştir: Hiç şüp he yoktur ki nusretimize mazhar olacak olanlar ancak kendileridir. Ve muhakkaktır ki galebe edecek olanlar ancak bizim ordularmızdir,” diye buyuruyor.

Madem ki fîsebîlillah mücahede meydanına atılan müminlere Allah´ın nusreti mev´uddur; madem ki Tanrı´nın inayetinden, merhametinden ümidi keserek yeise düşmek, küfürden başka bir şey değildir; o halde bu meskenetin, bu yeisin, bu ataletin hiç bir suretle te´vili kabil olur mu? Zaten yer yüzündeki yarım milyara yakın müslümanın asırlardanberi esaret altında inlemesine bundan başka bir sebep aransa bulunabilir mi? Dünyanın hangi tarafına gitseniz, akvamı İslâmiyeden hangisinin ruhunu, kalbini dinleseniz hep o mel´un yeis hastalığı ile malûl olduğunu görürsünüz. Ümmeti merhumeye bu zaafı iman nasıl olmuş ta müstevli olmuş? Nasıl olmuş ta bu kadar azîm bir kütlenin umumu birden kötürümler gibi histen, hareketten mahrum kalmış? Biz şimdi bu kürsüden onu tetkik edecek değiliz. Biz yalnız müslümanlara çöken yeisin her iki âlemde hüsranı celbedecek bir âfet olduğunu bilmeyenlere anlatarak cemaati müslimini böyle bir akıbetten tahzir edeceğiz.

Ey cemaati müslimin! Ta âlemi ervahta ikrar verdiğimiz bu dîni mübin, izzet dinidir, azamet dinidir, saadet dinidir. Zillet dini eğildir, meskenet dini değildir, sefalet dini değildir. Kelimetullah´ı i´la için [17] dünyanın şarkına, garbına, şimaline, cenubuna koşan, önüne dikilmek isteyen türlü türlü engelleri, mezahimi yıkıp geçen ecdadınızdan olsun sıkılmaz mısınız? O kahraman müslümanlar size dünyalar kadar geniş bir memleket, dünyaları titreten bir saltanatla tarihler dolusu mefahir bıraktılar. Ya sizler evlâdınıza, ahfadınıza miras olarak acaba ne bırakıp gideceksiniz? Her karış toprağında binlerce şehidin bissei şayiası bulunan na mütenahi müslüman yurtlarını elimizden çıkara çıkara bugün öyle bir hale. geldik ki artık maazallah yeni bir ric´ate imkân yok! İmkân olduğunu farz etsek meydan yok! Önümüzdeki düşmanı sürüp çıkarmasak, arkamızda dini, imam, ırzı, namusa, evlâdı, ayali barındıracak bir karış yer kalmamıştır. Bunu hiç bir zaman hatırınızdan çıkarmayınız. Anadolunun köyüne kadar sokulmak isteyen düşman maazallah bir az daha ilerleyecek olsa ne yapacaksınız, nereye gideceksiniz? Kaçacak yer olmadığı için “kazaya rıza” diyerek olduğunuz yerde kalacaksınız, öyle mi? Henüz hakimiyetimiyetimize, istiklâlimize hatime çekilmemişken o mel´un, o vahşî düşmanların eline geçen yurtlarmıızdaki dindaşlarımızın ne gibi muamele gördüklerini hiç mi işitmediniz? Ben buna imkân vermiyorum. Çünkü hatıra, hayale gelmez canavarlıklarla türlü türlü işkenceler altında öldürülen biçarelerin feryadı göklere kadar çıktı. Seller gibi akan masum kanlarının aksiyle ufuklar kıp kızıl kesildi. En katı yürekleri merhamete getiren o muhrik figanları ,o acıklı eninleri sağırlar duydu. Siz duymadınız mı? Hulâgûnun Bağdad´da, İspanyolların Endülüs´de vücude getirdiği feci manzaraları andıran o vahşet numunelerini, o şenaat levhalarını körler gördü. Siz görmediniz mi? Yani başmızdaki din kardeşlerinizin matemine, felâketine karşı bu derecelerde lakayıt kalmak, Allah için olsun söyleyiniz, revayı hak mıdır? “Müslümanların derdini kendine dert etmeyen müslüman değildir.” diyen peygamberin huzuruna acaba hangi yüzle çıkacaksınız?”

Geliniz, Allah´ın inayetinden yeise düşmek suretiyle bilerek, bilmiyerek daldığımız dalâlet girdabından silkinip çıkalım. Cenabı Hakkın kudretine, azametine, va´di ilâhisinin hulf şaibesinden beraatine olan imanımızı tecdid edelim, barigâhi merhametine sığınalım. Yüzlerce senedenberi kahrından, celâlinden başka bir tecel­lisini görmediği için hüsran bucaklarından kalan, haybet ve hırman karanlıklarında bunalan şu dörtyüz milyon felâketzedeye artık nu-ri cemaliyîe tecelli etmesini Haktan niyaz edelim.



O nuru gönder, ilâhi ,asirlar oldu, yeter!

Bunaldı milletin afaki, bir sabah ister,

inayetinle halâs et ki, dalga dalga zalam

İçinde kaynamasın çarpmıp duran İslâm!

Bu secdegâha kapanmış yanan yürekler için;

Bütün soluklan feryad olan şu mahşer için;

Harimi Kâben için, en büyük Kitabın için;

Avalimindeki âyati bi hisabın için;

Nasibi daimi hüsran kesilmiş ümmet için;

O bikes ümmete vaad ettiğin saadet için

Yegâne bezmine mahrem siraci sermed için;

Resuli muhteremin, sevgilin Muhammed için;

Bir az ufukları gülsün cihanı İslâmın!

Hududu yok mu bu bitmez, tükenmez âlâmın?

O, bir zamanlar, ilâhi, zemine hâkim iken,

Nedense git gide mahrum olunca azminden,

Esaretin ne kadar şekli varsa katlandı

atanlarında garip oldu kendi evlâdı!

O azmi sen vereceksin ki eylesin seryan,

Soluk benizlere kan, inleyen göğüslere can.

O ruhu ver ki, ilâhi, kıyam edip dinin,

Zemine feyzini yaysın hayatı mazinin... [18]