- Kardeşlik harcını yeniden karmak lazım

Adsense kodları


Kardeşlik harcını yeniden karmak lazım

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Thu 17 May 2012, 12:49 pm GMT +0200
KARDEŞLİK HARCINI YENİDEN KARMAK LAZIM

Aralık 2011 75.SAYI


Çocukluğumda annemden en çok dinlediğim hikayeler İstanbul’a ilk geldiği yıllarda komşuluk ettiği Iğdırlı Perihan teyzelerle geçirdikleri günlere dair olanlardı. Tanımadığı, bilmediği bir şehirde yakınlık gördüğü, acı, tatlı günler yaşadığı Perihan teyzeleri hep sevgiyle anlattı annem. Komşuları Iğdırlıydı ama Kürt kimliklerini hiç söz konusu etmezdi hatıralarında. Her şeyden önce din kardeşiydik, sonra komşuyduk. Komşularımız, aile dostlarımızın yanı sıra zamanla Kürt kimlikli arkadaşlarım da oldu. Beraber namaz kıldık, iftar ettik, aynı dertlere üzüldük, benzer güzelliklerle güldü yüzümüz. Hepimizin ailesinde, akraba çevresinde, apartmanında, sokağında, okulunda Kürt kökenli sevdikleri var. Ne zaman birbirimize “yabancı” gözüyle baktık? Ne zaman yükseldi bu duvarlar? “Kürt” sorunu denilen can yakıcı mesele önümüze konduğunda nedense “biz” ve “onlar” oluverdik birden. Bu anlamsız kavganın tarafı olmamız gerekmezken aramıza nifak sokulmasına izin verdik. Kimi zaman siyasiler üç günlük çıkarları için körükledi bu kavgayı, kimi zaman bu topraklar üzerinde gizli hesapları olanlar bozdu aramızı.

İKİ ATEŞ ARASINDA KALANLARDAN HABERSİZDİK

Cumhuriyet’in ilk yıllarından bu yana uygulanan yanlış politikalar, yaşatılan acılar ülkenin güneydoğusunda devletle millet arasında kırılmaya sebep oldu. Bir dönem sistemli olarak uygulanan baskılar, işkenceler, faili meçhuller bölgede yaşayan her ferdin gönlünde kapanması zor yaralar açtı. İki ateş arasında kalan masumlar haklarını savunacaklarını iddia eden militanlarla, her birini potansiyel devlet düşmanı sayan asker arasında kalakaldı onca zaman. Çoğumuz bunlardan habersiz yaşadık yıllar boyunca. Ana dilini konuşamamanın nasıl bir ızdırap olduğundan habersizdik, evladı zorla dağa götürülenlerin hikayelerini dinlememiştik. Evlatlarımızı Güneydoğu’ya askere yollarken yüreğimiz ağzımıza geliyordu da orada sürekli ateş altında yaşayanların halini aklımızın ucundan geçirmiyorduk. Zira bazıları ısrarla “milliyetçilik” nifakını soktu aramıza.

MUSİBET Mİ, NASİHAT Mİ?

Bunca zaman kimliklerimizi hiç “dert” etmemişken, kız alıp kız vermişken, bu toprakların “İslam” kalması için omuz omuza harp etmişken şimdi bizi birbirimizin kanını döker hale getiren oyunların hala farkına varabilmiş değiliz. Bunun en son örneğini birbiri ardına gelen iki büyük acı sonrası tekrar yaşadık. Hakkari’de verilen 24 şehidin haberinin üzerinden çok zaman geçmemişti ki Van’da 7.2 büyüklüğünde bir deprem oldu. Van ve Erciş’te 264 kişinin vefat ettiği, 1150 kişinin yaralandığı deprem duyulduğu anda özellikle sosyal paylaşım sitelerinde yüz kızartıcı yorumlar yapıldı. Kimileri depremi 24 şehidin intikamı olarak değerlendirdi. Hem imani açıdan tehlikeli hem toplumsal açıdan yaralayıcı bu düşünceler neyse ki kısa sürede yerini kardeşliğin, yardımlaşmanın, dayanışmanın gür sesine bıraktı. Soğuk havada sokaklarda kalan Vanlılara tüm Türkiye yardım için seferber oldu. Enkaz altındakilerin kurtarılması için vicdanı olan herkes dualar etti. Deprem evet ilahi bir ikazdır. Ancak bu ikaz, bazı aklı evvellerin zannettiği gibi “Allahın sopası” denilen cinsten midir gerçekten de?  Rahmeti büyük olan Yaradan, bizlere kardeşlik duygularımızın her şeyin üstüne çıkacağı bir felaket yaşatarak “insan” olduğumuzu hatırlatmış olamaz mı? Üç günlük dünyada birbirimize ırk, mezhep, siyaset gibi dünyevi ayrımlarla zulmetmememiz gerektiğini göstermiyor mu ayağımızın altından kayan toprak?

“VAN ÜŞÜDÜ, TÜRKİYE GRİP OLDU”

Van depremini bir musibetten çok, ilahi bir nasihat olarak algımamız gerektiğini belirten İlahiyatçı Yazar Siraceddin Önlüer’e göre “Kardeşin kardeşe düşman gibi gösterildiği, ayrılık tohumları ekilmeye çalışılan ülkemizde önce 24 şehidimize ağladık, sonra da depremde canını kaybeden kardeşlerimize... Depremin sonrasında ülke olarak ahlaki bir imtihandan geçtik. Sıcağı sıcağına yaşanan bu iki gelişmeye rağmen, bu zor zamanlarda insanımız ‘kardeş olduğunu’ cümle aleme gösterdi. Hasılı  deprem, Kürdün Türk’le kardeşliğinin bir göstergesi oldu. Bu deprem adeta şöyle seslendi bizlere: ‘Ey bu vatanın evlatları! Sizler kardeşsiniz. Et ve tırnak gibi ayrılmaz bir bütünsünüz. Hısım akrabasınız.’ Öyle de oldu. Deprem belki Van’da oldu, fakat Türkiye sallandı. Van üşüdü, fakat Türkiye grip oldu. Türkiye’nin doğusu kadar batısı da ağladı. Zengin-fakir herkes seferber oldu. Eller maddi manevi yardımlara uzandı. Tırlar hemen yola çıktı. İstanbul, İzmir, Trabzon, Rize tüm Türkiye yollara düştü. Kısacası bütün millet el ele oldu.”
Yazar-aktivist Emine Uçak depremin bir iç muhasebeye vesile olması gerektiğini söylüyor. “Deprem gibi maddi ve manevi kayıpları çok olan bir olaydan sonra durup kendimizi, baktığımız pencereyi sakin kanlı değerlendirmemiz gerekir. Bu iç muhasebede ‘hayatı kendine veya başkasına zindan etmenin’ ne kadar da insanı eksilten bir durum olduğunu görebiliriz” diyen Uçak, “İdeolojik körlük diyebileceğimiz durumun ise tüm bu muhasebeleri yapmaya engel bir hal olduğu kesin” şeklinde konuşuyor.

MÜMİN ÖNYARGILARDAN ARINMIŞ İNSANDIR
EMİNE UÇAK (YAZAR-AKTİVİST)


Hakkari’de verilen 24 şehit ve ardından yaşanan Van depremi toplumsal dengeleri nasıl etkiledi size göre? Bu iki olaya rağmen yaşanan “ideolojik körlük”ü nasıl değerlendirmek lazım?

Öncelikle iki olay da hepimizi derinden üzen ve sarsan olaylar. Ancak bu iki olayı birlikte anmanın yanlış bir okuma olduğunu düşünüyorum. Ardı ardına yaşanınca depremi “şehitlerin ahı” olarak okuyan veya değerlendirmek isteyenler oldu. Bunun mümin bakışı olmadığını düşünüyorum. Doğal afetlerin elbette kendimizi, yanlışlarımızı gözden geçirmemiz için bir ikaz olduğu kesin. Depremde binalarımızın güvenliği, sel afetlerinde dere yataklarının ıslah edilmesi vs birçok eksiğimizi gözden geçirmemiz kaybın sebebini buna bağlamamız normal. Türkiye gibi deprem kuşağında bir ülkenin her yerinde yaşanabilecek bir depremi “Allah’ın gazabı” olarak görmek olayı tam anlamıyla görememek demektir. Ama depremi şöyle okuyabilmek de mümkün. Hakkari’de saldırı dahil dünyayı birbirine dar etmek isteyen güçler olduğu ve toplumun bazı kesimlerinin de bu psikolojiden etkilendiği hepimizin malumu. Deprem gibi maddi ve manevi kayıpları çok olan bir olaydan sonra durup kendimizi, baktığımız pencereyi sakin kanlı değerlendirmemiz gerekir. Bu iç muhasebede “hayatı kendine veya başkasına zindan etmenin” ne kadar da insanı eksilten bir durum olduğunu görebiliriz.İdeolojik körlük diyebileceğimiz durumun ise tüm bu muhasebeleri yapmaya engel bir hal olduğu kesin.

İnsani ve vicdani duyarlılıkların bile önüne geçen ideolojik şartlanmalardan etkilenmemek ya da bununla mücadele etmek için bu iki olayı nasıl okumalıyız ve birlikte yaşama duygusunu nasıl yeniden inşa edebiliriz?

Bu iki olay ve son yıllarda yaşadığımız tüm gelişmeler aslında yıllardır aramıza kurulan bariyerleri aşmak için birer fırsat. Ki Türkiye’deki toplumsal kesimler son yıllarda giderek kamplaşmalardan kurtulmaya çalışıyor farklı gruplar birlikte hareket ediyor. Kamplaşmaların asıl sebebi aramızdaki iletişim bağının kopukluğu. İlişkiler arttıkça ünsiyetler kuruldukça bu kamplaşmalar giderek azalacaktır. Bu konuda Müslümanlara büyük iş düşüyor bence. Mümin insan yaşadığı çağda iletişim köprüleri kurulmasına öncülük eden, önyargılarından arınmış insandır bana göre.

Kamplaşmaların ideolojik karşıtların en büyük sebebi önyargılar olduğuna göre bu konuda müminlere elbetteki büyük işler düşüyor. Birlikte yaşam duygumuzun her şeye rağmen zedelenmediğini düşünüyorum. Bunca acı tecrübeye rağmen halen insanlar ihtiyaç halinde bir araya gelebiliyorsa bu bizi bir arada tutan harcın gücündendir. Hepimize düşen bu harcın kalitesini yükseltmek, eskiyen malzemeleri, sevgi, fedakarlık, iyi niyet gibi duygularla  değiştirmek.

Hilal ARSLAN