- Kalem ile silahın sınıfsal ittifakı

Adsense kodları


Kalem ile silahın sınıfsal ittifakı

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
hafiza aise
Wed 4 July 2012, 01:33 pm GMT +0200
Kalem ile silahın sınıfsal ittifakı
Mutlucan ŞAHAN • 60. Sayı / TÜRKİYE


Silahlı kuvvetler
Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ geçtiğimiz sene içinde çeşitli vesilelerle, Türk Silahlı Kuvvetleri'ne karşı medya üzerinden bir asimetrik psikolojik savaş başlatıldığını dile getirdi. Yılın son günlerinde bir fırkateynde yaptığı ve –üzerinden psikolojik savaş yürütülen– medyanın yoğun ilgisine mazhar olan konuşma ise bütünüyle bu meseleye ilişkindi. Genelkurmay'ın açıklamalarını iletme ve sıradan insanların konuştuğu dile çevirme konusunda güvenilir bir kaynak sayabileceğimiz Hürriyet'te, asimetrik psikolojik savaş “TSK’nın sahip olmadığı televizyon, internet, basın, dedikodu vb. iletişim kanalları ile halkın ordu hakkındaki genel kanısını olumsuz yönde değiştirme çabası” şeklinde tanımlanıyor. Aşağı yukarı her söyledikleri, hatta kimi zaman söylemedikleri haber olan TSK yetkililerinin yeterli iletişim kanalına sahip olmadıklarından yakınması ilginç. Durum gerçekten böyleyse, bir savaş uçağı fiyatına televizyonu, radyosu, gazetesi ve hatta dergileriyle orta boy bir medya holdingi kurulabileceğini hatırlatmakta yarar var.

Simetrisi, yamukluğu bir yana; söz psikolojik savaştan açılınca insanın aklına başka şeyler de geliyor. 2005 yılında adı “Bilgi Destek” şeklinde değiştirilen, ama yıllardır TSK bünyesinde resmî olarak faaliyet gösteren “Psikolojik Harekat” birimleri geliyor örneğin. 28 Şubat sürecini kamuoyu ve medya üzerinden adım adım ören Batı Çalışma Grubu geliyor, asılsız söylentilerle PKK yanlısı oldukları ileri sürülen kimi gazeteciler için başlatılan cadı avı, bazı medya patronlarının ve genel yayın yönetmenlerinin tehlikeler konusunda nazikçe uyarılmaları, sıranın silahsız kuvvetlerde olduğuna ilişkin gizli beyanatlar, andıçlar geliyor. Belki bunların tamamı ya da bir kısmı yanlıştır, tıpkı JİTEM gibi hayal mahsulüdür(!); ama insan aklı işte, koyduğun yerde durmuyor.

Kalemli kuvvetler
“Sıra silahsız kuvvetlerde” denince önlerden yer kapmak için itişerek sıraya giren medya, Ragıp Duran’ın “apoletli” sıfatını hakediyor kuşkusuz; hatta kalemin yeri geldiğinde kılıçtan keskin olduğu düşünülürse, medyaya “silahsız kuvvetler” yerine “kalemli kuvvetler” payesi vermek daha doğru olur. Peki, teoride siyasal topluma ve devlet güçlerine karşı sivil toplumun ve yurttaşın yanında durması; hatta dördüncü kuvvet olarak ilk üç kuvveti denetlemesi gereken medyanın aksine devletle, orduyla kurduğu bu aşk-nefret ilişkisinin esbab-ı mucibesi nedir? Bunu sadece süngü korkusuyla açıklamak zor; zira içselleştirilmiş, şevkli ve gayretli bir performans söz konusu. Merkez-çevre çatışması etrafında dönen tartışmaları ve medyanın bu saflaşma içinde meşrebince merkezde veya çevrede yer aldığına ilişkin açıklamaları ise –belki de geometrim hiçbir zaman iyi olmadığı için– pek ikna edici bulmadığımı itiraf etmeliyim.

Türkiye’de askerî vesayetin olmadığını iddia edecek değilim; keza otoriter-militarist zihniyetin sadece devlet nezdinde değil, toplum içinde de makbul karşılandığı aşikâr. Yine de sınıflardan soyunmuş kendilikler olarak tasavvur edilen, devlet ve toplumu karşı karşıya getiren çıkarların veya fikrî anlaşmazlıkların izaha muhtaç olduğunu düşünüyorum. Üstelik 28 Şubat sürecini gözden geçirmek bile, sivil toplumla siyasal toplum arasında pek öyle çatışmalı bir ilişki olmadığını gösteriyor. Deniz Baykal’ın 28 Şubat sürecinde TSK, “hükümete karşı bir demokratik kitle örgütü gibi çalışıp RP’nin maskesinin indirilmesine katkıda bulundu, kamuoyu oluşumunda yardımcı oldu” şeklindeki ifadelerini hatırlayalım. Elbette ordu ile demokratik kitle örgütü arasında benzerlik kurmak, bu konuları Baykal kadar bilmeyen biz sıradan faniler açısından anlaşılır değil. Diğer yandan o dönemde ordunun siyasal işleyişe fiilen ve cebren müdahale etmek yerine, esas olarak sivil toplum alanında faaliyet gösterdiği de bir gerçek. Bu açıdan özelde TSK ile medya, ama genel olarak Türkiye’de devlet ile toplum arasındaki ilişkiyi ele almak için İtalyan düşünür ve siyasetçi Antonio Gramsci’nin sunduğu kavramsal araçların işe yarar olduğunu düşünüyorum.

Sivil toplum “sivil” mi?
Gramsci’nin alet kutusundaki temel kavram, egemen sınıf(lar)ın toplumun geri kalanının rızasını üretmek üzere oluşturduğu kültürel ve ahlâki yönlendiricilik kapasitesi olarak tanımlayabileceğimiz hegemonyadır. Esas olarak sivil toplum alanında üretilen hegemonya, egemenlerin sınıfsal çıkarlarını doğallaştırıp toplumun tamamının çıkarlarını ifade eden bir “sağduyu” ve “milli irade” haline getirerek toplumsal güç ilişkilerini örter. Gramsci’ye göre bir iktidar salt güçle ayakta kalamaz, yönetilenlerin rızasına da ihtiyaç duyar. Bu bakımdan egemen sınıfın baskı aygıtlarının konumlandığı siyasal toplum ile gündelik pratikler ve ideolojik kurumlar aracılığıyla toplumsal rızanın üretildiği sivil toplum arasında bir tür görev paylaşımı vardır. Bu görev paylaşımı kimi zaman çatışmalı olsa da, genel olarak birbirini tamamlayan; hatta geçişkenlik arzeden bir ilişkidir. Siyasal toplum, müesses nizamı ilk elden koruyan bir ön cepheyken; sivil toplum buraya lojistik destek, mühimmat ve yedek kuvvet sağlayan müstahkem bir cephe gerisine benzetilebilir. Sivil toplum içinde oluşturulan “sağduyu” siyasal toplumda da iş görür. Egemenlerin en görünür hale geldikleri, siyasi ve ekonomik iktidarın adeta kendisinde tecessüm ettiği devlet, tarafsızlık şalına bürünür. Aynı şekilde siyasal toplum içinde yer alan devlet kurumları da çoğu zaman sivil topluma uzanır ve kendi meşruiyetlerini orada üretmeye çalışır.

TSK’nın siyasal ve toplumsal yaşam içinde bazen bizzat bazen başka araçlar marifetiyle faaliyet göstermesi böyle okunabilir. Mustafa Kemal’in daha Cumhuriyet kurulmadan TBMM’de dile getirdiği şu ifadeler oldukça açıktır: “Erkân-ı Harbiye Reisi olan zatın vazifei asliyesi yalnız vaziyeti askeriyeyi tedkik değil, tefekkürle iştigal etmesidir.” Sadece medya ve çeşitli kitle örgütleriyle kurduğu ilişki, MGK vasıtasıyla siyasi iktidar içinde bulunuşu ile değil; zorunlu askerlik, ortaöğretim müfredatındaki Milli Güvenlik dersi vb. uygulamalarla devlete ve millete ilişkin belli bir zihniyeti yayması bakımından TSK, kuruluşundan itibaren askerî bir kurum olmasının yanında ideoloji üreten bir mekanizmadır. Görüldüğü gibi modern toplum son derece karmaşık güç ilişkilerinin varolduğu bir zemindir. Vaktiyle İbrahim Şahin’in avukatlığını, Refah-Yol hükümeti döneminde de Tansu Çiller’in danışmanlığını yapan –kimilerinin 28 Şubat’ın karakutusu olarak tanımladığı– Şükrü Karaca’nın 28 Şubat sürecinde yürütülen medya kampanyasına ilişkin şu sözleri bu genel çerçeveden okunduğunda daha bir anlam kazanır: “Modern devletin elindeki aygıtlar, kendi vatandaşıyla top gibi oynaması için yeterlidir bana göre. [...] Elindeki mekanizmalar, enstrümanlar o kadar zengin ki bugünkü yöneticilerin yanında eskinin kralları aciz kalır. Modern devlet, insanların rüyalarını bile kontrol edebilen bir devlettir. Biz açık toplum olduk dedikçe devlet insanlık tarihinde hiç olmadığı kadar güçlenmiştir.”

Sermaye kardeşliği
İdeoloji kendiliğinden oluşmuş, tarihdışı ve toplumdışı bir olgu değildir; belirli sınıfsal çıkarları temsil eder. Dolayısıyla kurumları tahlil etmeye çalışırken onların siyasal toplum ve sivil toplum içindeki konumu kadar üretim ve bölüşüm alanındaki mevcudiyetine, yani sınıf karakterine de bakmak gerekir. Adaletin de temeli olan “mülk”ün hem siyasi hem ekonomik iktidara gönderme yapan bir kelime olması boşuna değildir. Bu nedenle medyayı incelemek, ideolojik ve politik konumunu anlamlandırmak için sık sık başvurulan bir yöntem onun mülkiyet yapısına bakmaktır. Devleti ve devletin çeşitli kurumlarını anlamak için de bunların sınıfsal içeriğine, güç ve çıkar ilişkileri içinde takındığı tavra bakmak gerekir. Kalemli kuvvetlerin ve silahlı kuvvetlerin ekonomik alandaki uzantılarına baktığımızda şaşırtıcı bir benzerlik görürüz: her ikisi de holding sermayedarıdır. Böyle bakınca darbe yapan ordunun DİSK’i kapatıp TÜSİAD’ın önerilerini hayata geçirmesi de; sahiplerinden biri TÜSİAD başkanı, –eski– genel yayın yönetmeni de TÜSİAD üyesi olan gazetenin toplumu ordunun arkasında kenetlenmeye çağırması da anlam kazanır. Sınıfsal olarak birbirine benzeyen kurumların siyasal ve toplumsal alanda birbirlerini tamamlayan, yeri geldiğinde ikame eden bir faaliyet içinde olmasının şaşırtıcı bir yanı yoktur. Esas şaşırtıcı olan sınıfsal olarak onlara benzemeyenlerin bu faaliyete gösterdiği teveccühtür.