hafız_32
Mon 27 September 2010, 08:01 pm GMT +0200
3- Kâfirlerden Ve Yanlarındaki Şeylerden Yararlanmak
Müslümanın müslüman olmayan unsurlardan aşağıdaki hususlarda müsamahalı davranarak yararlanma imkânı vardır. Meselâ müslümanın gayri müslimlerden kimya, fizik, astronomi, tıp, zenaat, ziraat, idarî işler ve benzeri şeylerde yararlanmasında bir sakınca yoktur. Bunun böyle olması, şayet bu dallarda eğitim verebilecek ve kendisinden yararlanılabilecek takva sahibi bir müslüman yoksa mümkündür.[219]
Aynı zamanda bu kimselerden yolda kılavuzluk yapmalarından veya yanlarındaki silâh ve benzeri aletlerden yararlanma caizdir. Evet, silâh ve giyim gibi insanların genel ihtiyaçları durumunda olan şeyler konusunda bunlardan yararlanmanın bir sakıncası yoktur. Kaldı ki, zaten gelenekler de, bu gibi şeylerde müslümanların ve kâfirlerin eşit şekilde birbirlerinden yararlanmasında bir sakınca görmemektedirler.
Fakat yasak olan ve hiç caiz olmayan bir şey vardır. O da müslüman kesinlikle akidesi ve inancıyla ilgili olarak veya düşüncesinin temel unsurlarından birisiyle ilgili olarak bunlardan alıp öğrenemez. Kur'an tefsirini, peygamberinin sünnetinin tefsir ve yorumunu, tarihinin metod ve sistemini, siyasetinin yasasını, nizamını bunlardan öğrenemez. Aynı zamanda edebiyatını ve buna bağlı yorumlan yine bunlara güvenerek alamaz. Çünkü İslâm konusunda bu noktada onlara güvenilmez.[220]
Bu konunun başında geçmişti, demiştik-ki: "Gerçekten müslüman-lar büyük bir hataya ve yanılgıya düşmüşlerdir. Bu ise Yunan felsefesini, Hind, Fars (İran) tasavvufunu almalarıyla başlamıştır. Çünkü bunlar sel üzerindeki köpük ve çer-çöp gibidirler. Bunlar temiz ve berrak olan İslâm düşüncesiyle karıştırılınca, bundan karışık ve yanlış bir inanç ve amacından saptırılmış bir düşünce ortaya çıkar.
Gerçi tıp ve kimya ile ilgili kaynakları terceme etmekle iyilik yapmışlardır. Çünkü bu onları yepyeni ilimlerin keşfine götürmüştür. Mesela Cebir ilmini Örnek verebiliriz. Allah'ın nuru ile aydınlanmış bulunan İslâm akılcılığı, bilimsel alanlarda, hem tüm bilim dallarını kapsamak kaydıyla büyük bir hıza, güce ve yenilik yapma imkânına sahiptir. Bunu edebî ve kültürel alanlarda da görebiliriz.
Zira müslümanın elinde bu akidenin ve inancının kendisine verdiği bir güç ve kuvvet vardır. Bunlar onu gayretle, ciddiyetle ve sabırla çalışmaya yöneltir. Çünkü müslümanlar biürler ki, bu, aynı zamanda Allah'a bir tür ibadettir, ibadetin bir parçasıdır. Çünkü elde ettikleri işin getirdiği veya sağladığı yarar sadece bunu yapanlara ait olarak kalmamaktadır. Öyle ki tüm insanları kapsamaktadır. Hatta Avrupa'yı bile. Çünkü Avrupa'da bugün görülen yeniliklerin, keşiflerin aslı Müslümanların ortaya koyduğu nazariyelere dayanmaktadır. İslâm dünyasında maddi ilerlemeler çok erken ortaya çıkmıştır. Avrupa bugünkü seviyeye Müslümanlar sayesinde erişmiştir. Şurası acı bir gerçektir ki, her şeyi İslâm dünyasından ve müslümanlardan Öğrenmiş bulunan Avrupa, bugün farklı bir konuma gelmiş, işler tam aksine dönüvermiştir. Bugün batılı önemli bir mesafe kat etmişken, müslüman geride kalmıştır. Bu da müslümanların parlak çağlarındaki çalışma gibi bir çalışmayı bırakıp uyumaları, her alandaki ilerleme ve araştırma merkezlerini bırakmaları sonucu olmuştur. Hatta nesil öyle bir duruma geldi ki, günümüz müslüman çocukları, babalarının dünkü çömezlerinin ve Öğrencilerinin çırağı durumuna, işçi İpline geldiler.
İşte bunun için diyoruz ki: Biz artık hayır müjdesini verebiliriz. Çünkü bugün artık tüm yeryüzünde müslümanlar toparlanmaya başladılar. Müslümanlar için gerekli olan şu ki, başkalarından neleri alıp faydalanacaklar, neleri terkedecekler. Bunu bilmeliler ki, kendilerinden öncekilerin düştükleri duruma bir daha düşmesinler.
Müslümanlar öncelikle İslâm akidesini öğrenecekler. Çünkü ancak bu akide üzerinde yeniden İslâm binasının temelini atıp kuracaklardır. Daha sonra da bilimsel alanlarda eksik oldukları ve kendileri için gerçekten hayatî önemi haiz hususları, müslüman olmayan unsurlardan alıp öğrenebilirler. Ancak alınacak olan bu şeylerde çok dikkat ve itina ile hareket edilmelidir. Zira olur ki, buna dinsizlik ve laiklik ve lâdinüik gibi şeyleri ekleyip sunabilirler. İşte alınacak olan bilgilerin bu gibi sakıncalardan ve tehlikelerden tamamen arındırılmış olmasına oldukça özen gösterilmelidir. Çünkü bilimsellik adı altında, küfür davetçilerinin göz boyamalarına aldan mamahdir.
Belki biri çıkar ve şöyle sorabilir: Bilimsel olan ve kesin hatlarla belirlenmiş bulunan bilim üslûbunun dini üslûpla ne ilgisi olabilir?
Bunun cevabı şöyledir: Din ile ilim arasında bir ayırım yoktur. Aksine İslâm dini, bizzat ilim dinidir. Gerçekten İslâm potasında doğru bir şekilde sunulan ilmî bir üslup, insanların ruhları üzerinde iman açısından derin bir etki bırakır. Böylece yaratıcının kudretini, sanatının azametini, bu kainatın ilk mucidi olduğunu ve hem kainatın içindekileri ile birlikte
hepsinin bedii mucidi olduğunu ilim, eğer İslâm potasından geçmişse, derin bir iman etkisi yapar.
Diğer taraftan böyle bir sorunun sorulmasında apaçık bir mugalata ve işi amacından saptırmak vardır. Bilimsel üslup veya tarz diye, işi dinden soyutlamaya ne kadar kalkışanlar varsa, hepsi de tarafsızlık adıyla ortaya çıkan hokkabazlar ve düzenbazlardır. İşi amacından saptıranlardır. Düşünün, bir kimse Marksın, Fröydün, Durkaym’ın ve benzerlerinin teorilerini alacak, bunları bilimsellik adı altında sunacak ve kalkıp tarafsızlığını ileri sürecek, bu mümkün olmayan, kısaca muhal olan bir şeydir. Bu tıpkı şuna benzemektedir: Bize "Bilim veya ilim" yeterlidir, diyenlerin durumundan farksızdırlar bunlar. Ancak bir kimse Abdullah oğlu Muhammed (s.a.v.)'in getirdiği "Lâilâhe illallah" kaynağından akideyi almış ise, işte o farklıdır.
İşte bu apaçık bir husustur ki, büyüklenen herhangi bir kimse kibri veya bir cahil de cehli sebebiyle mugalata ederek inkâra kalkışamaz. Bizzat böyle bir gücü kendisinde bulamaz.
Kâfirlerden yararlanılabileceğine ilişkin delilleri Hz. Peygamber (s.a.v.)'in sünnetinde bulmaktayız. Buharî'nin ve başkalarının da rivayet ettiği sarıih bir hadiste bu gerçek dile getirilmiştir. Buharî'nin İcare bölümünde rivayet ettiği bu hadise göre, zaruret halinde müşrikler, ücretle tutulabilir. Şayet bu konuda ehil bir müslüman bulunamaz ise, bu takdirde caizdir. Hz. Aişe validemiz (r.a.) rivayet ediyor, diyor ki:
"Hz. Peygamber (s.a.v.) ile Hz. Ebu Bekir (r.a.), sonradan Abd b. Adiy oğullarından olan dil oğullarından kılavuzlukta çok usta olan bir adamı ücretle tuttular. Bu adam As b. Vail ailesi içinde yemin ederek, geleneğe göre elini yemin taşına batırmıştı. Bu adam Kureyş kâfirlerinin dini üzere idi. Hz. Peygamber (s.a.v.) ile Hz. Ebu Bekir (r.a.), bunun güvenilirliğine inandılar, dolayısıyla yük ve binek hayvanları olan develerini kendisine teslim ettiler. Üç gece sonra develeriyle birlikte Sevr mağarasında buluşmak üzere sözleşip anlaştılar. Bu kılavuz, Hz. Peygamber (s.a.v.) ile Hz. Ebu Bekir'in develeriyle birlikte üçüncü gecenin sabahında, Sevr'e, onların yanına geldi. Böylece Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Hz. Ebu Bekir (r.a.) yola koyuldular."[221]
İbn Kayyım der ki: Bu adamın ismi Abdullah b. Uraykıt ed-Düelî idi. Kendisi ücretle tutulduğu sırada kâfirdi. Bu hadise, tıp, tedavi, hesap ve benzeri şeylerde kâfirlere başvurulabilmenin caiz olduğunu göstermektedir. Ancak bu husus, adaleti tazammun eden yani içeren bir şey olmadığı ve velayeti de kapsamadığı müddetçe böyledir. Yoksa sırf adam kafirdir, diye bu, onun güvenilir olmayacağı konusunda bir temel değildir. Çünkü yol gibi önemli bir şeyde onlardan kılavuzluk istemekten ve hele hicret yolculuğu gibi bir yolculuk esnasında kılavuzluk istenmesinden daha önemli bir tehlikeli bir şey olamaz.[222]
Bu nokta da güvenildiğine göre bu, caiz olmaktadır.
İbn Battal diyor ki: Fakihlerin çoğunluğu zaruret halinde ve başka durumlarda müşriklerin ücretle tutulmalarını caiz görmüşlerdir. Çünkü bu gibi durumlarda, onların zelil kılınması söz konusudur. Ancak burada yasak olan ve kaçınılması gereken şey, bir müslümanın kendisini ücretle müşrikin emrine vermesidir. Zira böyle bir durumda müslümanın aşağılanması ve küçük düşürülmesi bahis konusudur.[223]
Acaba bir müslüman bir kâfirin yanında bizzat ona ücretle çalışır hizmette bulunursa, bunun hükmü nedir?
Bunun cevabını yine Buharî'nin rivayet etmiş olduğu bir hadisten öğrenmekteyiz. Buharî'nin Habbab b. Eret (r.a.)'ten rivayetine göre demiştir ki:
"Ben cahiliye döneminde kılıç yapardım. Ben As b. Vail için bir iş yapmıştım. Yaptığım işten ötürü, yanında alacaklarım birikmişti. Ben alacağımı istemek .üzere kendisine gittim. Adam bana dedi ki: Hayır, Allah'a yemin ederim ki, sen Muhammed'e küfretmedikçe, ben alacağını vermeyeceğim. Bunun üzerine ben de kendisine dedim ki: Dikkat et, Allah'a yemin ederim ki, sen ölüp tekrar dirilinceye kadar, ben Muhammed'e dil uzatıp küfretmem. Bu defa adam dedi ki: Ben ölüp tekrar diriltilecek miyim? Ben de: "Evet" dedim. Bunun üzerine o da şöyle dedi: Benim orada malım ve çocuklarım olacaktır, işte ben de o zaman orada sana ederim. İşte bunun üzerine Rabbim şu âyeti indirdi:
"Rasûlüm, âyetlerimizi inkâr eden ve: Muhakkak surette bana mal ve evlat verilecek, diyen adamı gördün mü?" (Meryem, 19/77)[224]
Mühelleb de diyor ki: Savaş toprağında bir kimsenin kendisini bir müşrik emrinde ücretle çalıştırmasını alimler pek uygun görmemişler, bunu kerih kabul etmişlerdir. Ancak zaruret halinde bu iki şartla olabilir. Bu şartlardan birisi, müslümanın çalışacağı veya yapacağı iş, yapılması kendisi için helâl olan bir iş olacaktır. Diğeri ise, zararı müslümanlara olabilecek bir işte çalışmayacaktır.[225]
Ancak müşrik olan bir kimsenin savaş için ücretle tutulmasına gelince bu konuda Hz. Peygamber (s.a.v.)'den nehiy yani yasaklama söz konusudur. Nitekim İmam Müslim, Hz. Aişe (r.a.)'den buna ilişkin bir hadis rivayet etmiştir. Demiştir ki:
"Hz. Peygamber (s.a.v.) Bedir yönüne doğru sefere çıktı. Hz. Peygamber (s.a.v.) Harretu'I-Vebere -ki burası Medine'ye dört mil mesafede bulunan bir yerin adıdır- varınca, burada bir adam gelip kendisine yetişti. Bu adam cesareti ve yiğitliği ile anılırdı. Rasûlüllah (s.a.v.)'ın ashabı kendisini gördüklerinde buna sevindiler. Bu şahıs Rasûlüllah'ın yanına gelince dedi ki: "Ben sana tabi olmak ve seninle birlikte alacağın ganimetten pay almak üzere geldim." Rasûlüllah (s.a.v.) kendisine dedi ki: "Allah ve Rasû-lüne inanıyor musun?" Adam; hayır, diye cevap verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdu: "Geri dön, ben kesinlikle bir müşrik-tem yardım istemem." Hz. Aişe validemiz devamla diyor ki:
Sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) geçti gitti, ta ki biz Şecere demlen mevkie gelmiştik. Bu sırada adam yine gelip Rasûlüllah'a yetişti, önce söylediklerinin aynısını söyledi. Hz. Peygamber (s.a.v.) de, önce kendisine sorduklarının aynısını sordu ve: "Geri dön, ben bir müşrikten hiçbir zaman yardım istemem." Ravî devamla diyor ki: Sonra tekrar döndü ve Beyda denilen yerde yine Rasûlüllah'a gelip yetişti. Yine Rasûlüllah (s.a.v.) ona ilk defa söylediği gibi: "Allah'a ve Rasûlüne inanıyor musun?" diye sordu. Adam da, "Evet" diye cevap verdi. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.) kendisine şöyle dedi: "O halde sen de git, katıl."[226]
Ancak Hâzımî diyor ki: İlim ehli bu konuda ihtilâf etmişlerdir.[227]
Bir grup, mutlak manada müşriklerden yardım istemeyi menetmektedirler. Bunlar yukarıda geçen bu hadise göre amel ediyorlar ve diyorlar ki:
"Bu hadis, Rasûlüllah (s.a.v.)'dan sabit olan bir hadistir. Bununla te zat teşkil eden diğerleri ise, sıhhat ve sabit olma açısından buna denk değillerdir. Bundan dolayı bu hadisin neshine ilişkin iddia da özürlü bulun maktadır.
Bir grup ise, diyorlar ki, devlet başkanı (imam), müşriklerin müslü manlann yanında savaşa katılmalarına izin verebilir, onlardan yardım is' teyip, kendilerinden yararlanabilir. Fakat bu da iki şartla olur:
a- Müslümanların sayısı gayet az olacak ve buna ihtiyaç duyacaklar,
b- Kendilerine güvenilen ve intikam duygusunu taşıyanlardan olma yacak. Müslümanlar aleyhine bir endişe verecek durumda olmayacaklar,
Şayet bu iki şart ortada yoksa, o zaman İmamın (devlet başkanının bunlardan yararlanmak için izin istemesi caiz olmaz. Bu gruptakiler di yorlar ki, iki şartın var olması halinde, bunlardan yararlanmak caizdij-Bu hususta bunların tutundukları delil, Abdullah b. Abbas'ın Hz. Pey gamber (s.a.v.)'den olan rivayetidir. Buna göre, Hz. Peygamber (s.a.v.), Kay nuka oğullan yahudilerinden yardım alarak yararlanmıştır. Huneyn sava şında ise, Hevazinlilerle savaş konusunda Safvan b. Ümeyye'den yararlan mıştır. Bu görüşü savunanlar diyorlar ki, bu rivayetler, bu işin caiz oldu ğunu göstermektedir. Çünkü Hz. Aişe hadisi, Bedir gününe aittir, bu ise daha öncedir. Dolayısıyla bu, mensuhtur yani hükmü yürürlükten kaldırılan bir olaydır.[228]
Sonra demiştir ki: "Müşriklerle savaşmak üzere müşriklerden yardım alınmasında herhangi bir sakınca yoktur. Ancak isteyerek ve kendi arzu larıyla çıkmak isterlerse, buna dair bir sakınca yok ve fakat kendilerin savaş ganimetinden herhangi bir pay ve hisse ayrılmaz.[229]
İbn Kayyım da bu görüşü desteklemektedir, kendisi Hudeybiye bari antlaşmasının faydalarından söz ederken diyor ki:
"Cihad konusunda güvenilir müşrikten yararlanmak ve yardımım almak caizdir. Bu ihtiyaç halinde böyledir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v.)'in Huzaa kabilesinden olan casusu kâfirdi ve kâfir olduğu bir sırada ondan yararlanmıştı. Çünkü bu, bir maslahat gereğidir. Böyleleri daha rahat bir şekilde düşmanla içice olabilirler ve onlardan gereğince haber alabilirler.[230]
İbn Kayyım, Huneyn savaşının getirdiği yararlar ve faydalar hususunda ise der ki: "Devlet başkam, yani İmam, müşriklere ait silâhlan ve buna benzer hazırlıkları ve iaşelerini, düşmanla savaşmak üzere kendilerinden iare yoluyla alabilir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v.) de, Safvan b. Ümey-ye'ye ait zırhı iare yoluyla almıştı. Halbuki Safvan bu sırada henüz müşrikti, müslüman olmamıştı.[231]
İmam Muhammed b. Abdulvahhab da bu konuda kendisine tabi olmuştur. Bu zat da şöyle diyor: Bazı dini işler hususunda kâfirlerden yararlanmak kötü bir şey değildir. Nitekim Huzaa kabilesinden olan zatın durumu buna şahittir.[232]
Sözü Şöylece Özetleyebiliriz
Kâfirlerden ve bunların yanındaki şeylerden yararlanmak, ilimlerinden faydalanmak caizdir. Ancak alınacak şeylerin ve ilimlerin insan çalışması olan yararlı ürünlerden olması şartıyla caizdir. Bununla ilgili deliller oldukça fazladır. Ki biz bunlardan bazı örnekleri zikretmiştik. Meselâ Hz. Peygamber (s.a.v.)'in, Hayber'de bulunan yahudilerin burada ziraat işlerinde çalışmaları şartıyla, ekip dikebileceklerini, topraktan alınacak olarj ürünlerden yarıcı olabileceklerini biliyoruz.[233]
Müslüman olan bir kimsenin bizzat kendisinin müşrik ve kâfirlere ait iş veya işlerde çalışmaları ise, çalışacak olan müslüman kimselerin, bunların dinlerine saygılı olmaması kaydıyla, veya dini esaslarına ve prensiplerine değer vermemek şartıyla çalışmaları caizdir. Bir de çalışan müslü-manlan aşağılamamak ve onları küçümsememek kaydıyla çalışabilirler.
Savaş işlerinde müslümanların müşrik putperestlerden yararlanması ve bunlardan yardım alması da caizdir. Fakat bunun caiz oluşu, müslümanların devlet başkanı durumundaki imamlarına bırakılmıştır. Şayet devlet başkanı durumundaki imam, bunların istihdamında ve çalıştırılmalarında bir yarar ve fayda görüyorsa caizdir, aksi halde değildir.
Bütün bunlara rağmen, en iyisi, bunlardan sakınmak ve uzak durmaktır. Müslümanların velayetlerine ilişkin herhangi bir işte bunların çalıştırılmasına engel olmak gerekir. Çünkü kendilerine yetki verilebilecek ve velayet anlamında bir işte çalıştırılacak olunurlarsa, müslümanlar üzerinde hakimiyet kurarlar. Meselâ devlet yazışmalarında bunları görevlendirmek gibi. Böyle bir görevin kendilerine verilmesi halinde, İslama ve müs-lürnanlara karşı işlenmiş bir cinayet anlamına gelir. Kaldı ki bu gibi bir işin kendilerine tevdi edilmesi halinde, bu, açık bir şekilde şeriatın hükmüne ve yeryüzünde hakim ve egemen olmasına aykırıdır. Ayrıca böyle bir işin verilmesinde açık bir şekilde müslümanların küçük düşürülmesi, aşağılanması manası yatmaktadır. Hatta bu durum, müslümanlar arasında böyle bir hizmetin kendilerinden başkalarına verilmesinin caiz olabileceğine götürür.
İsterseniz şimdi bazı nasslar ve delillerle, önemli tarihi olaylar sunalım ki, bununla düşmanların İslama ve müslümaniara karşı nasıl bir hile ve tuzak içinde olduklarım öğrenmiş olalım. Müslümanların kendilerinden olmayan kimselere bu görevleri vermeleri yüzünden nelerle karşı karşıya kaldıklarını öğrenmiş bulunalım.
İmam Ahmed b. Hanbel, sahih bir isnad ile Ebû Musa el-Eş'arî'den rivayet ediyor. Allah kendilerinden razı olsun, Ebü Musa diyor ki:
"Hz. Ömer (r.a.)'e dedim ki, benim devlet hizmetinde yazıcı olarak kullandığım hıristiyan bir kâtibim vardır." Hz. Ömer de dedi ki: "Sana ne oluyor? Allah sana lâyık olduğun şeyi versin, sen Allah.'in şöyle buyurduğunu işitmedin mi:
"Ey iman edenler! Yahudileri ve hıristiyanları dost (veli), (idareci) edinmeyin. Zira onlar birbirinin dostu, veli sidirler (birbirinin tarafım tutarlar, yetkiyi birbirlerine verirler)." (Maide, 5/51)
Hanif, bir tek Allah inancına bağlı birisini bu hizmette kullanamaz miydin? Ebu Musa diyor ki: "Dedim ki: Ey müminlerin emîri, bana onun yazıcılığı lazım, onun dini, ona aittir. Hz. Ömer de devamla dedi ki: Allah (c.c.), mademki onları küçük düşürmüş, ben orJara ikram etmem, (o halde sen de onlara ikramda bulunma). Allah (ccı. onları zelil kılınca, ben onları aziz kılıp yüceltemem (sen de yapma). Allah (c.c), madem ki onları uzaklaşnrmış, sen de onları yaklaştırma."[234]
Aynı zamanda Hz. Ömer (r.a.), Hz. Ebû Hüreyrs (r.a.)'ye de bir mektup yazıyor ve diyor ki:
"... Müslümanların işleriyle ilgili bir işte sakın müşrik ve putperest kimselerden yararlanma. Müslümanlara ait işlerle bizzat kendin ilgilen. Çünkü sen onlardan birisin. Diğer taraftan Allah (cc), seni onların yüklerini sırtlamanla görevli kılmıştır."[235]
Ömer b. Abdülaziz (r.a.), bazı valilerine şöyle yazmıştır:
"Asıl konuya gelince: Bana ulaştığına göre, işlerinde hıristiyan yazıcılar (kâtipler) çalıştınyormuşsun. Müslümanlarla ilgili işlerde bunlara görev vermişsin. Halbuki Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden dininizi alay ve oyun konusu edinenleri ve kâfirleri veli (dost ve idareci) kılmayın. Allah'tan korkun; eğer müminler iseniz." (Maide, 5/57)
Sana bu mektup gelince, hemen Hassan b. Zeyd'i -Yani şu yazıcını-İslâma davet et. Eğer İslâm dinini kabul ederse, o bizdendir, biz de ondanız. Şayet İslâm dinini kabullenmezse, ondan yardım isteme, onu işte çalıştırma. İslâm dininden başka bir dinde olan hiçbir kimseyi müslümanlara ait hizmetlerde bulundurma. Bunun üzerine Hassan İslâm dinini kabul etti ve iyi bir müslüman oldu."[236]
Kitap ehlinin, Abbasîlerin hilâfeti döneminde müslümanlara ait işlerde oldukça fazlaca hizmete alınmalarından ötürü, alimlerden biri olan bir zat ayaklandı. Bu alim iyiliği emretme ve kötülüğü nehyetme vazifesini bu konuda üzerine aldı. Bu zat Şebîb b. Şeybe idi.[237]
Bu alim Ebû Cafer Mansur'dan huzura girmek için izin istedi, kendisine izin verildi ve gidip dedi ki:
"... Ey müminlerin emiri! Allah'dan kork! Çünkü bu hususta Allah'ın emir ve vasiyyeti bulunmaktadır. Allah'ın vasiyyeti ve emri size geldi, sizin tarafınızdan kabul olundu. Görev size verildi. Beni bu hususta söz söylemeye sevkeden şey, sadece sana öğüt vermekten ve sana acımaktan ileri gelmektedir. Bir de Allah'ın senin yanında olan nimetleri sebebi iledir. Topukların yükselince kanatlarını ger, Allah ellerini zengin kılınca, iyiliklerini yaygınlaştır. Ey müminlerin emiri! Senin kapının önünde zulümden ve kötülükten bir ateş tutuşmuş yanıyor, yangın çıkarıyor ki, bu, Allah'ın kitabı ve Peygamberi Muhammed (s.a.v.)'in sünneti ile amel olunmamak-tan kaynaklanıyor.
Ey müminlerin emiri! Zimmet ehli, müslümanlara musallat oldu, onlara zulmetmektedirler, kötülükte bulunmaktadırlar. Müslümanlara ait eşyayı alıyorlar, müslümanların mallarını gasbediyorlar. Seni kendi şehvetleri, arzu ve istekleri için bir merdiven ve payanda yapıyorlar. Halbuki bunlar, kıyamet gününde hiçbir bakımından seni Allah'ın huzurunda kurtaramayacaklardır. Bunun üzerine Mansur dedi ki:
"İşte mührüm, al, müslümanlardan kimi tanıyorsan, bununla onu gönder (ona görev ver). Devamla dedi ki: Ey Rebî', valilere yaz, onlarda zimmet ehlinden kim varsa, onları geri al (görevlendirme). Şebîb sana kimi gönderirse, biz onun yerini ve değerini biliyor, onu görevlendirmek için gerekenin yapılmasına izin veriyoruz (imza koyuyoruz). Bunun üzerine Şebîb dedi ki:
Ey müminlerin emîri! Doğrusu müslümanîar, bu kâfirler senin hizmetinde oldukları sürece sana gelemezler. Şayet onlara itaat ederlerse, Allah'ın gazabıyla karşı karşıya kalırlar. Eğer bu kâfirleri kizdırırlarsa, bu defa seni onlara düşman kılarlar. Ancak bir günde birkaç kişiyi görevlendir. Her görevlendirdiğin bir adam yerine, birini de görevden al.[238]
Sözün Özü
Burada bir noktaya dikkat olunması gerekir. Şöyle ki, kâfirlerin ve müslüman olmayan unsurların istihdamında veya görevlendirilmesinde, şuna dikkat edilecektir. Şayet kâfirlerin herhangi bir işte, kişilere ait olarak hizmet verilmesinde, yani bir şahsın özel işinde çalışması ile, devlete ait herhangi bir işte, kendi başına buyruk, İslâm devletinde yetkili bir kişi olarak çalıştırılması arasında fark vardır. Kişi bir şahsın murakabesinde ve gözetiminde olmak kaydı ile hizmetinden yararlanılabilir. Bu itibarla;
a- Birinci durumda yani herhangi bir şahsın işinde veya bir kişinin emrinde çalışmasında herhangi bir sakınca yoktur, caizdir, çalıştırılabilir. Buna ait bilgi ve deliller daha önce sunulmuştu.
b- İkinci durumda ise, yani İslâm devletinde kendisine bir sorumluluk ve yetki verilerek çalıştırılmasında cevaz yoktur. Çünkü bu İslâm şeriatının ruhuna ve özüne aykırıdır. İslâmın temel amacına terstir ve zıddır. İslâmm temel amacı, "Allah'ın kelimesinin yücelmesi ve küfür kelimesinin de aşağılanmasıdır."
Tüm hayırların ve iyiliklerin başı, müslümanların her şeyde birbirlerine bizzat itimad etmeleridir. İslâm ümmetinin bekası ve varlığı buna bağlı bulunmaktadır. Bu, İslâm ümmetinin kendisini başkalarından ayıran en belirgin özelliğidir. Müslümanlar kesinlikle, Allah'ın kendileri için dilediği boya ile boyanmak zorundadırlar.
Allah'dan müslümanların tek isteği, onları yine sahih ve dosdoğru olan dinlerine dönecekleri günü kendilerine vermesidir. Bütün işlerinde ve hizmetlerinde kâfirlere ihtiyaç duymaksızın, düşmanlarına muhtaç olmaksızın sahih olan dinlerine dönecekleri günün kendilerine tekrar verilmesini istemek. Bu ise Rabbim için zor ve güç olan bir şey değildir.
Takıyye Ve İkrah
Bu ikisi de iki önemli meseledir ki, her ikisinin de hükmü İslâm şeriatında geçmiş bulunmaktadır. Bu ikisi ancak belirli durumlarda zaruret hallerinde uygulanabilir. Herhangi bir müslüman bu gibi şeyler ile karşı karşıya kalması halinde bu esaslara göre hareket edilir. Önce Takiyye nedir? Bunu öğrenelim:
Takıyye'nin Tarifi:
Takıyye'yi Hibru'1-Ümme yani ümmetin en üstün alimi diye bilmen Abdullah b. Mes'ûd (r.a.) bu konuda diyor ki: "Tuka (Takıyye): Kalbi iman ile dopdolu ve huzurlu bulunduğu halde, dil ile kendisinden istenileni söylemektir."[239]
Ebu'l-Aliye de şöyle diyor: "Takıyye: Sadece dil iledir, yoksa amel (yani istenileni yapmak) ile değildir."[240]
İbn Hacer Askalanî de şunları belirtiyor: "Takıyye: İçte ve kalpte var olan inancı ve buna bağlı başka şeyleri, başka bir şeyden dolayı açığa vurmaktan uzak durmaktır."[241]
Prof.Seyyid Kutup da der ki: "Takıyye: Dilde olan takıyye, öylesine görünmedir. Yoksa içten ve kalpten istenilen şey bağlılık ve dostluk vermek demek değildir. Aynı zamanda takıyye, amel ve iş bakımından da onlara dostluk beslemek ve yetki vermek demek değildir. Kaldı ki, ruhsat veya izin verilen takıyye, mümin ile kâfir arasında bir sevgi ve meveddetin doğması da değildir. Aynı şekilde, herhangi bir şekilde çalışarak veya hizmet vererek müminin kâfire yardımcı olması da takıyye değildir. Bunların hiç birisinin takıyye ile ilgisi yoktur. Böyle bir aldatma ile haşa Allah'a karşı aldatmaya girmek caiz değildir.[242]
Takıyye Ne Zaman Olabilir?
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
"Müminler müminleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesin. Kim bunu yaparsa, artık onun Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız (takıyye yapmanız) başkadır. Allah, kendisine karşı gelmekten sizi uyarıp sakındırıyor. Dönüş yalnızca Allah'adır." (Âl-i İmran, 3/28)
Beğavî der ki: Allah (c.c), müminlere, kâfirleri dost edinmeyi, onlara velayet ve yetki vermeyi yasaklamıştır. Onlara müdahanede bulunmayı, içini onlara dökmeyi nehyetmiştir. Ancak kâfirler şayet üstün iseler, veya mümin olan bir kimse kâfir bir toplumda bulunuyorsa, bunlardan da gerçekten korkuyorlarsa, o zaman sadece dilden olmak suretiyle onlara mü-darada bulunurlar. Ancak kalpleri iman ile dopdolu olacak, inançlarından asla bir şey kaybetmeyeceklerdir. Böyle dilden söylemekle onlardan gelebilecek bir kötülüğü önleyecekler ve fakat bunu yaparlarken herhangi haram olan bir kanı helal kılmaksızın, veya helâl olan bir malı haram yapmaksızın, veya müslümanlarm açıklarıyla ilgili olarak kâfirlere hiçbir şey açıklamaksızın hareket edeceklerdir. Takıyye, ancak ölüm korkusu olması ve niyyetinin de salim ve sağlıklı olması halinde olabilir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmuştur:
"Kalbi iman ile dopdolu olduğu halde inkâra zorlanan başka. "(Nahl, 16/106)
Öte taraftan bu takıyye olayı bir ruhsattır sadece. Kişi böyle takıyye cihetine gitmeyip de sabretse ve hatta bu uğurda öldürülse, kendisi için büyük bir ecir vardır.[243]
İbn Kayyım da diyor ki: "Şurası malumdur ki, Tuka (Takıyye), muvalât yani kâfirleri sırdaş ve dost edinme demek değildir. Ancak Allah (c.c.) müslümanları kâfirlere muvalâttan yani dost ve sırdaş edinmekten uzak kalmalarını isteyince, aynı zamanda bu, onlara düşmanlığı ve onlarla ilgiyi kesmeyi ve uzak olmayı gerektirir. Her halükârda bu kimselere açıkça düşmanlığı da ilan etmesi icab eder. Ancak bunların şerrinden korkulması halinde, takıyye yapmaları kendileri için mubah kılınmıştır. Ancak takiyye, onlara dostluk ve sırdaşlık anlamında muvalât göstermek demek değildir."[244]
Bu tuka yani takıyye yapısı öyle bir kapıdır ki, bu kapıdan şeytan gayet kolaylıkla içeri sızabilir. Çünkü hasta kalplilere ve zayıf ve düşük karakterlilere işi süslü gösterir, böylece onların Allah'ın düşmanlarına meyletmelerini sağlar. Bunun içindir ki, Rabbimiz takıyye ifadesinden hemen sonra şöyle buyurmaktadır:
"Allah, kendisine karşı gelmekten sizi uyarıp sakındırıyor. Dönüş yalnızca Allah'adır. " (Âl-i İmran, 3/28)
Sizi dünyada hemen uyarıyor ki, bu kapıyı kendiniz için bir dayanak ve destek yapmayasınız. Olur ki, bu çok büyük ve önemli olan hususu küçük ve kolay görürsünüz. İşte böyle yapmamanız için sizi uyarıyor. Zira bu çok büyük olan hadise, Allah'ın düşmanlarının dost ve sırdaş edinilmesi, takıyye adıyla böyle bir işe gidilmesi, şeytan bunu kolay bir yol gösterebilir. İşte bundan Rabbimiz bizi derhal aynı ayette uyarıyor. Öyle bir uyarış ki, dönüşünüz sadece Allah'adır denilerek, gafil olmamamız isteniyor. Çünkü dönüş Allah'a olunca, düşmanlarınıza karşı gösterdiğiniz dostluk yüzünden Allah sizi cezalandırır, dünyada işlediğinize karşılık cezalandırılırsınız. Kimse sanmasın ki, hem kendilerini ve hem insanları aldatmak suretiyle, böyle bir büyük günahı işleyecekler ve yeryüzünde böyle bir fiili işlemelerine rağmen, kendileri ahirette Allah'ın azabından kurtulacaklar, asla böyle bir şey varid değildir. İşin bu noktasına gerçekten dikkat olunmalıdır."[245]
İbn Cerîr: "Ancak kâfirlerden gelebilecek bir tehlikeden sakınmanız (takıyye yapmanız) başkadır." (Âl-i İmran, 3/28) âyetiyle ilgili olarak tefsirinde şu görüşlere yer veriyor:
"Yani sizin onların gücü ve hakimiyeti altında olmanız halinde, can güvenliğinizden de korkuyorsanız, o zaman dillerinizle onlara karşı velayeti -içten olmamak kaydıyla- söyleyebilirsiniz. Fakat buna rağmen onlara karşı olan düşmanlığınız içinizde gizli kalacaktır. Onların küfür bakımında üzerinde bulundukları şeyler sebebiyle onları teşyi etmeyeceksiniz Herhangi bir müslüman aleyhine herhangi bir fiil ile de onlara yardımcı olmayacaksınız."[246]
İkrah
Allah (c.c.) şöyle buyuruyor:
"Kim iman etmesinden sonra Allah'ı inkâr eder, -Kalbi iman ile dolu olduğu halde
(küfre ve inkâra) zorlanan başka- fakat kalbini kafirliğe açarsa, işte Allah'ın gazabı bunlaradır; onlar için büyük bir azap vardır. Bu azap, onların dünya hayatine ahire t e tercih etmelerinden ve Allah'ın kâfirler topluluğunu hidayete erdirmeni esimleri ötürüdür." (Nahl, 16/106-107)
Abdullah Abbas (r.a.), diyor ki: "İlk âyet, Hz. Ammar b. Yasir hakkında nazil olmuştur. Bilindiği gibi müşrik putperestler kendisini, babasını, annesi Sümeyye'yi, Suhayb'ı, Bilal'i, Habbab'i ve Salim'i yakalamışlardı. Hz. Sümeyye (r.a.)'yi iki deveye bağladılar ve mızrakla ön tarafından vurarak şehid ettiler. Kocası Yasir de şehit edildi. Bu ikisi İslâm'ın ilk şehitleridirler. Hz. Ammar (r.a.) ise, bir hayli işkenceden sonra, büyük bir baskı altında kalması sonucu diliyle onların kendisinden istediği şeyi söyledi. Hz. Ammar küfre girdi, diye Rasûlüllah'a haber verildi. Ancak Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurdular: "Asla. Doğrusu Ammar, baştan aşağı iman doludur. İman onun eti ve kanıyla karışmıştır."[247]
Hz. Ammar (r.a.), kurtulur kurtulmaz ağlayarak Rasûlüllah'a koşup geldi. Hz. Peygamber (s.a.v.), hem gözlerinin yaşını siliyor ve hem şöyle diyordu: "Şayet yine sana böyle bir şey, yaparlarsa, söylediklerini yine söyle."[248]
İşte bunun üzerine yukarıda meallerini sunduğumuz âyetler nazil oldu.[249]
Taberî âyetin manasıyla ilgili olarak diyor ki:
"Kim iman ettikten sonra Allah'ı inkâr eder, kalbi iman ile dopdolu olduğu halde, küfre ve inkâra zorlanırsa, o da sadece diliyle küfür sözünü söylerse, ancak kesin imanında bir yalpalanmaya girmezse, onun bu tür gayreti kendisi için doğru ve sahihtir. Ancak bunun bir şartı gönlünü küf-J re açmayacaktır. Fakat bir de gönlünü küfre açarsa, onu tercih ederse, iman yerine küfrü seçerse, buna isteyerek boyun eğerse, bu takdirde Allah'ın gazabı üzerlerine olacak ve kendileri için büyük bir azap vardır."[250]
Bunun sebebi, dünya hayatını ahiret hayatına tercih etmeleri, dünya hayatını ahiret hayatından üstün görmeleri yüzündendir. Sırf dünyalık içins mürtedliğin kendilerine takdim ettiği şeyi ön plâna aldılar, bunu tercih et-l tiler.”[251]
İkrahın Şartları
İbn Hacer diyor ki: İkrah ile ilgili şartlar dörttür:
1- İkrahta bulunan kimse, tehditte bulunduğu şeyi yapabilecek ve dediğini yerine getirebilecek güçte olmalıdır. Kendisine emir verilen yani ikrah altında bulunan kimse kaçma yoluyla da olsa, bunu önleyebilmekten aciz olması, kaçış imkânının bile olmaması.
2- Galip zannına göre, ikrahta bulunan kimsenin dediğini yapmaması halinde, adam dediğini yapacak, yapacağını yapacak. îşte bu konuda galip zannı varsa, cevaz vardır.
3- Tehditte bulunan kimsenin, dediğini o anda yapacağının bilinmesi. Adam: "Sen bunu yapmazsan, seni yarın döveceğim" dese, bu ikrah olamaz. Ancak verilen mühlet çok çok az bir mühlet ise ve kişi dediğini yapacaksa, ikrah sayılır. Veya ikrahta bulunan kimse, gerçekten dediğini yapan biri olarak biliniyorsa, bu takdirde yine ikrah sayılır.
4- Emredilen yani ikrah altında bulunan kimseden, kendi arzusu ve ihtiyarına bırakılmış manasında buna delâlet eden bir şeyin olmaması.
Cumhura göre, sözle veya fiil ile, yapılan ikrah arasında herhangi bir fark yoktur. Ancak fiil ile ikrahtan, ebediyyen haram olan bir şey isteniyorsa, bu istisna edilmiştir. Meselâ haksız yere bîrini öldürmeye zorlanmak, ikrah gibi.[252]
Hazin diyor ki: Alimler şöyle demektedirler: "Küfür kelimesini söylemeye sebep olan ikrahın caiz olabilmesi için, kişinin karşı koyamayacağı ve güç yetiremeyeceği bir azap iîe azaplandırılmasi (vacip) gereklidir. Meselâ öldürmekle tehdit edilerek korkutulması gibi, şiddetli darp gibi. Ağır işkenceler gibi, meselâ: Ateşte ve benzeri şeylerde yakarak cezalandırmak gibi.[253]
Aynı zamanda şu hususta icma etmişlerdir: "Küfür üzerine ikrah, yani zorlanan kimsenin, küfür kelimesini açıkça söylemesi caiz değildir. Ancak buna yakın ifadelerle veya küfür olabilir vehmini ifade eden sözlerle söylemesi gerekir. Buna rağmen küfür sözünü açık bir şekilde söylenmeye zorlanıyorsa, kalbi iman ile huzurlu ve dolu olması şartıyla, küfür sözünü de açık bir şekilde söyleyebilir. Küfür olarak söylediklerine içtenlikle iman etmeyecektir. Fakat buna rağmen söylemeyip de, sabır gösterir ve öldürülürse, Yasir ve Sümeyye'nin fiillerinde görüldüğü gibi çok daha faziletlidir. Hz. BilaFin tüm işkencelere rağmen sabır göstermesi gibi, sabır gösterirse çok daha iyidir.[254]
Hz. Bilal Habeşî'ye her türlü işkence yapılıyordu. Öyle ki şiddetli sıcağın altına yatmıyor ve göğsüne kocaman kocaman taşlar konularak, böylece kendisinden Allah'a şirk ve ortak koşmasını istiyorlardı. O da: "Allah bir tektir, Allah bir tektir" diyerek, onları reddediyor ve diyordu ki: "Eğer bu söylediğimden daha çok sizi kızdıracak bir söz ve kelime bil£-bilseydim, mutlaka onu söylerdim."[255]
Aynı şekilde Ensar'dan olan Habib (Hubeyb) b. Zeyd de, yalancı peygamber Müseyleme'nin kendisine: "Sen Muhammed'in Allah'ın Rasûjü olduğuna şehadet ediyor musun?" demesi üzerine, "Evet" diye cevaplamıştı. Bunun üzerine Müseyleme Hubeyb'e,[256] devamla şöyle dedi:
"O halde sen, benim de Allah'ın Rasûlü olduğuma dair şehadet ediyormusun?" Hubeyb ise demişti ki: "Ben.böyle bir şey işitmedim." Müseyleme de onu parça parça doğradı ve fakat o yani Hubeyb hiçbir zaman sözünden geri durmadı.[257]
Meselâ Sehmili değerli sahabî Abdullah b. Huzafe'nin durumunu göz-önüne getirelim. Abdullah b. Huzafe,[258] Rumlar kendisini esir ettiklerinde onu alıp krallarına getirdiler. Kral ona dedi ki: "Gel, hıristiyan ol, seni mülküme ortak kılacağım ve kızımı da seninle evlendireceğim."
Abdullah ise şöyle cevap verdi: "Sen sahip olduğun her şeyini ve arakların da tüm sahip olduklarını bana vermiş olsan bile, Muhammed'in dinini bırakmam için bunları bana sağlamış olsan, ben göz açıp kapanacak bir müddet kadar bile bunu bırakmam, dinimden vazgeçmem." Bunun üzerine kral kendisine dedi ki: "O halde seni öldürürüm." Abdullah: "İstediğini yap." Bunun üzerine emir verildi, haça gerildi. Okçulara emir verilerek, elleri ve ayakları yakınından olmak üzere kendisine oklar fırlatıldı. Bu arada kral kendisine hıristiyanlık dinini telkin ediyordu, fakat Abdullah da reddediyordu. Sonra emir verildi, haçtan çözülüp indirildi. Sonra da bir kazan getirilmesini emretti. Bu, kazanın içine müslüman esirler getirilip atılıyor, Abdullah da buna bakmak zorunda bırakılıyordu. Öyle ki kazandakaynayanların kemikleri gözükmeye başladı. Bu arada kendisine hıristiyanhk dini telkin ediliyordu, fakat o bunu reddediyordu. Bu defa Abdullah'ın bu kazanın içine atılması için emir verildi. Kendisi makaraya (mancınığa) kaldırıldı, bununla kazana atılması emri verildi. Bunun üzerine Abdullah ağladı. Abdullah durumun yanlış anlaşılmaması için kralı çağırıp ona dedi ki: tsBen sadece şunun için ağlıyorum. Benim tek canım (nefsim) ve ruhum var. Bu canım da Allah için şu kaynar kazanın içine atılacaktır. İsterdim ki, vücudumdaki kıllar sayısında ruhum olsun, hepsi de bu şekilde Ailah yolunda işkence ve azap çeksin."
Bazı rivayetlerde ise, Abdullah hapse atıldı, yemek ve su verilmedi. Günlerce aç susuz bırakıldıktan sonra, kendisine içki ve domuz eti gö'nde-rildi. O bunlara yaklaşmadı. Sonra kendisi huzura çağrılıp, soruldu: Seni bunları yemekten meneden şey nedir? O da cevap olarak der ki: Aslında bu, benim için helâldir. Fakat ben bunu yemekle sizi sevindirmek istemiyorum. Bu defa melik ona dedi ki: Gel, başımı öp, ben de seni bırakayım. Abdullah ise, bir şartla dedi: Benimle birlikte tüm esirleri de bırakırsan, dediğini yapanm. Kral evet dedi. O da başını öptü. Böylece esir düşen bütün müslümanları oradan kurtarıp serbest bıraktırdı.
Hz. Ömer diyor ki, Abdullah b. Huzafe geri dönüp geldiğinde dedim ki: "Her müslümanın kalkıp Abdullah b. Huzafe'nin başım öpmesi haktır ve gereklidir. İlk defa öpen ben olayım. Bunun üzerine kalktı ye başından onu öptü."[259]
İkrahın Nevileri
1- İlca yoluyla ikrah (İkrahı mülci): Burada kişinin rızası ve seçeneği yani ihtiyarı yoktur. îrade ve kasdının dışındadır herşey. Bu da çok ağır işkencelerin altına sokulmasıyla ve benzeri peylerle ölür. İşte bu durumla ilgili olarak Nahl süresindeki âyet nazil olmuştur. Rabbim şöyle buyurmuştur:
"Kim îman etmesinden sonra Allah'ı inkâr eder -kalbi iman ile dolu olduğu halde küfre ve inkâra zorlanan başka- ..." (Nahl, 16/106)[260]
2- Tehdit yoluyla ikrah: Burada rıza yoktur. Ancak ihtiyarı tamamen alınmış olmuyor. Meselâ bu gibi durumlarda insan, iki durumun en hafifini, iki zararın en azını seçer. Tıpkı Hz. Şuayb (a.s.)'ın kavmiyle olan durumu gibi. Hz. Şuayb (a.s.)'m kavmi kendisini, ya küfre girmesi veya beldelerini terketmeleri şartıyla onu muhayyer bırakmışlardı. Dikkat edilirse burada rıza yok, iki şeyden birini seçmek var. Ya küfre girecek veya o şehri terk edecektir. Nitekim Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"Kavminden ileri gelen kibirliler dediler ki: 'Ey Şuayb! Seni ve seninle beraber inananları memleketimizden kesinlikle çıkaracağız. Veya dinimize döneceksiniz/ Şuayb dedi ki: 'İstemesek de mi?' Doğrusu Allah bizi ondan kurtardıktan sonra tekrar sizin dininize dönersek, Allah'a karşı yalan uydurmuş oluruz. Rabbimiz Allah dilemiş başka, yoksa geri dönmemiz bizim için olacak şey değildir. Rabbimi/in ilmi her şeyi kuşatmıştır. Biz sadece Allah'a dayanırız. Rabbimiz! Bizimle kavmimiz arasında adaletle hükmet Sen hükmedenlerin en hayırlısısın." (Araf, 7/88-89)
Bu delile ve Rabbimizin aşağıdaki âyetine göre bu tür ikraha cevap vermek caiz olmaz. Çünkü Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:
"İnsanlardan kimi vardır
ki, Allah'a inandık der, fakat Allah uğrunda eziyete uğratıldığı zaman, insanların işkencesini Allah'ın azabı gibi tutar. Halbuki Rabbinden bir mısret gelecek olsa, mutlaka, doğrusu biz de sizinle beraberdik, derler. İyi de, Allah, herkesin kalbindekileri en iyi bilen değil midir?" (AnkebûU 29/10)[261]
3- Mustaz'af olmaları: Bu durumda herhangi bir azap ve işkence, bir tehdit yoktur. Ancak mustaz'af (güçsüz) olan kimsenin başkalarına göre farklı ve zorunlu bir konumu bulunmaktadır. Meselâ Mekke'de kalıp İkamet etmek zorunda olanlar gibi. Müslümanların hicretinden sonra bazı kimseler hicret edememişler, mecburen Mekke'de ikameti sürdürmüşlerdi. İşte durumu böyle bir şeyi kendisinden gidermeye müsait değilse veya oradan çıkmaya uygun değilse, bu da acizlikleri sebebiyle olmuş ise, ellerine bir imkân geçmesi halinde, sonucu ne olursa olsun ve nasıl bir yükümlülük getirecekse getirsin, böyle bir imana sahip olarak acizlikleri sebebiyle kalmışlarsa, işte Allah (c.c), bunları affetmektedir.[262]
Fakat durumu bir öncekiler gibi olmayıp, eğer bunu kaldırabilecek bir durumda ise, veya buradan çıkmak imkânına sahipse, fakat buna rağmen buradan çıkmayıp, neticeyi beklemek için orada kalırsa, bunların durumları farklıdır. Nitekim bunlarla ilgili olarak daha önceki, konularda Şeyh b. Atik ve başkalarının görüşlerini öğrenmiştik.
İbn Teymiyye diyor ki: Ben tüm mezhepleri ve görüşleri gözden geçirdim. Gördüm ki, ikrah altında tutulan, yani hakkında zor kullanılan kimsenin durumu farklı durumlarda değişiklik gösterir. Meselâ küfür kelimesiyle ilgili muteber olan bir ikrah, hibe (bağış) ve benzeri şeyler hakkındaki ikrah gibi değildir. Kaldı ki, İmam Ahmed b. Hanbel buna ilişkin birçok yerlerde gereken delili göstermiştir. Küfürle ilgili ikrah, ancak işkence yapılmakla, azap ile, darb ve benzeri şeylerle olabilir. Sözle yapılan İkrah ikrah sayılmaz.[263]
İkrah İle İlgili Son Bir Söz
Önemli ve gerekli olan bir husus bulunmaktadır. Kesinlikle ikrah ile korku alâmetleri arasında fark vardır. Korku belirtileri veya alâmetleri denilince bunun içinde rica ve tazim yani saygı da yer alır. Doğrusu bunlar ibadet işaretleridirler.
Ayrıca aralarındaki farkı bilmemiz gereken başka şeyler de vardır. Meselâ Mustaz'af olmakla, dahili hezimet, düşmana boyun eğmek, ona meyletmek, Allah'a güveni kaybetmek, O'na tevekkülü terketmek gibi, bütün bunların birbirinden ayırd edilmesi gereken hususlar olduğunu bilmek zorundayız.
Aslında insan en sıkıntılı ve dar zamanlarında bile güçlü bir kuvvete sahiptir. Bu kuvvet, kalp ile reddetme gücüdür. Nitekim bu kuvvete Rasû-lüliah (s.a.v.) şu ismi vermiştir: "Cihad". Bunu Hz. Peygamberin şu ifadesinde görmekteyiz:
"...Kim onlarla kalbiyle cihad cihad ederse, işte o da mümindir. Bunun ötesinde ise, imandan bir hardal danesi bile yoktur"[264]
Batılın önünde hezimete uğramak, aynı zamanda batılın ihtiyaç duyduğu muvalât, bu güçlü bir anlamda da olsa, bundan kesinlikle uzak durmak ve sakınmak gerekir. İşte kalp ile cihad bu demektir. Nitekim Uhud savaşından sonra Allah (c.c), müminlere şöyle buyurmuştur:
"Nice peygamberler vardı ki, beraberinde Allah erleri bulunduğu halde savaştılar da, bunlar, Allah yolunda başlarına gelenlerden dolayı gevşeklik ve zaaf göstermediler; boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever. Onların sözleri, sadece şöyle demekten ibarettir: Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki taşkınlığımızı bağışla; ayaklarımızı yolunda sabit kıl; kâfirler topluluğuna karşı bizi muzaffer kıl! Allah, onlara dünya nimetini ve daha da güzeli, ah i ret sevabının güzelliğini verdi. Allah iyi davrananları sever. Ey iman edenler!
Eğer kâfirlere uyarsanız, sîzi eski dininize geri çevirirler; o takdirde büsbütün kaybedersiniz. Bilâkis, Mevlanız Allah'tır ve O, yardımcıların en hayırlısıdır." (Âl-i îmrân, 3/146-150)
Bilindiği gibi Uhud savaşında: "Muhammed öldürüldü" diye yalan bir haber yayılmıştı. Bu fırsatı kaçırmayan münafıklar, hemen harekete geçtiler, İslâm askerlerine: "Gelin eski dininize ve dostlarınıza dönün, Mu-hammed şayet peygamber olsaydı, öldürülür müydü? diye konuşmaya başladılar. Yukarıdaki âyetler, her zaman ve her toplum içinde bulunabilen münafıkların bu tür bozguncu sözlerine karşı müslümanları uyarmış olmaktadır.
İşte batılın önünde hezimete uğranılması halinde, ki bu sırada batıl kendisine dostluk beslenilmesini, sırların kendilerine verilmesini ister. İşte böyle bir zamanda müslüman bu noktada daha dikkatli bulunmalı, batıla muvalâttan, dost ve sırdaş olmaktan uzak durmalıdır. İşte kalbin cihadı budur.
Değerli sahabî Abdullah b. Mes'ûd diyor ki:
"Müslüman bir kimse için şu yeterlidir: Kendisinin değiştirmeye gücünün yetmediği bir münkeri görüp, Allah'ın da bu kimsenin kalben bunu istemediğini bilmesi ona yeter."
Adamın böyle bir şeyi istemediği ve hoş karşılamadığının delili ise,-bu kimsenin bunlardan ayrılıp uzak durması ve bu işi yaygınlaştırmaya çalışmamasıdır.
Doğrusu, iç hezimet üzerine kalbin bu hezimetin üzerine çıkması, batılı reddetme konusunda, gücünü koruması gerekir. Bu hezimet ne kadar uzarsa ve dağılma ne olursa olsun, kişi varlığını korumalı. Gittiği yolda güçlü olmalı ki, diğerlerinden uzak durması, yapılanlara yaygınlık kazandırtmayacaktır. İşte bu, kalb ile yapılan cihaddır. Bu Öyle bir cihaddır ki, gerçek hayatta insanlar üzerindeki etkinliği olan bir cihaddır.[265]
[219] Yoldaki İşaretler, s.131-132. İbn Teymiyye, Mecmûu'l-Fetavâ, 4/114.
[220] Yoldaki İşaretler, s.131.
[221] Buharı, İcar, 3-4, Menakıb.
[222] Bedaiu'l-Fevaid, 3/208.
[223] Fethu'1-Barî, 4/442.
[224] Buharı, İcare, 4/452. H.2275.
[225] Fethu'i-Barî, 4/452.
[226] Müslim, Cihad, H. 150 (1817).
[227] İmam Epû Bekir Muhammed b. Musa b. Osman b. Hazım. Kendisi Hazımî diye şöhret yapmıştır. Hadis ricalindendir ve Hemedanlidır. 548 hicrîde doğmuş ve Bağdat'ta 584 hicride vefat etmiştir. Bak. Ziriklî, A'lâm, 7/117.
[228] Hazımî; "el-İ'tibar fi'n-Nasih ve'I-Mensûh minelasâr", s.219.
[229] Bak. Önceki kaynak, s.220.
[230] Zadu'Uvleâd, 3/301. Huzaî'li zatın kıssası için bak, Taberî Tarihi, 2/625.
[231] İbn Kayyım, Zadu'1-Meâd, 3/479. Bu kıssa için Bkz. tbn Hişam, Sîret, 4/83 Tabe-rî TariM, 3/73.
[232] Mülhaktı Musannafaı İmam Muhammed b. Abdulvahhab, s.7.
[233] Buharî, Muzaraa, 5/15, H.2331.
[234] İbn Teyrniyye, tktizau's-Sirat, s.50. Ahmed b. Hanbel'in öayet ettiği bu hadise"Ebû Musa'nın Müsned'İnde rastlayamadım." Beyhakî, "es-Sünen'ü! Kübrâ"', Kitabu Ada.bi1-Kadî, 10/127.
[235] İbn Kayyım, "Ahkamu Ehli'z-Zİmme", 1/212.
[236] Bak. Önceki Kaynak, 1/214.
[237] Şebîb b. Şeybe b. Abdullah et-Tamîmî el-Minkarî el-Ehtemî, Bu zat Meliklerin edebiyatçısı, güzel söz söyleyeni, fakirlerin arkadaşı, yoksulların kardeşidir. Kendisine "Hatip" unvanı verilmiştir. Çünkü kendisi çok fasih bir zat idi, deha bakımından gayet üstündü. Kendi ülkesinin halkı ihtiyaçları olduğu zaman ona.gelirlerdi. Bak: "Şezeratu'z-Zeheb", 1/256, 4/307. Ziriklî, A'lam, 3/156.
[238] Bak. Öhceki kaynak, 1/215.
[239] Taberî Tefsin, 3/228-229.
[240] Agk. 3/228-229.
[241] Fethu'1-Barî, 12/314.
[242] Fî Zılâl l/386.
[243] Beğavî Tefsiri, 1/336. Cassas Ahkamu'l-Kur'ân, 2/289.
[244] Bedaiu'l-Fevaid, 3/69.
[245] Dirasat Kur'aniyye", s.326-327.
[246] Taberî Tefsiri, 3/228.
[247] Hz. Ammar ile ilgili bu konuda en sahih rivayetler şunlardır: Hakim, Müstedrek, 3/392-393. Nesaî, 8/111 (İman), Buradaki hadis şöyledir: "Ammar, iliklerine varıncaya dçk iman ite doludur." Elbanî, Sahihu'1-Camİ, 5/211,H.5764. Sİlsİletu'I-Ahadisi's-Sahİha, 2/466, H.807.
[248] Hadis mürseldir, ravileri güvenilirdir. Fethu'1-Barî, 12/312.
[249] Vahidî, "Esbabu'n-Nüzûl", s.162. Taberî Tefsiri, 14/182. İbn Kesîr, Tefsiri, 4/525.
[250] Taberî Tefsiri, 14/182.
[251] îbn Kesîr Tefsiri, 4/525.
[252] Fethu'1-Barî, 12/311-312.
[253] Hazin Tefsiri, 4/117.
[254] Hazin Tefsiri, 4/117.
[255] Îbn Kesir Tefsiri, 4/525.
[256] Habib (Hubeyb) b. Zeyd b. Asım b. Amr Ensar'dandır. Abdullah b. Zeyd'in kardeşidir. Îbn İshak'ın anlattığına göre, Ensar'dan Akabe biatmda bulunanlardandır. Yine Îbn İshak diyor ki, bu, Müseyleme'nin öldürdüğü yani şehid ettiği kimselerdendir. Îbn Sa'd da diyor ki: Hubeyb, Uhud, Hendek ve birçok savaşlarda bulunmuştur, (el-İsabe, 1/307).
[257] İbn Kesir Tefsiri, 4/525.
[258] Bu zat Abdullah b. Huzafe b. Kays b. Adiyy b. Sa'd b. Sehm'dir. Kendisi Kureyş'in Sehmî koluna mensuptur. Annesi Ami bnt. Harsan İse, Beni Haris'tendir. Bu zat ilk müslüman olanlar arasında yer alır. Denildiğine göre kendisi Bedir gazasında bulunmuştur. Ancak Megazî yazarlarından Musa b. Ukbe, İbn İshak ve daha başkaları bu zatı zikretmemişlerdir. Bu zatın Rum kralı ile olan kıssasını yukarıda anlatmıştık. Hayatı için bak: (el-tsabe, 2/296, Tehzîbu't-Tenzîb, 5/185).
[259] İbn Kesir Tefsiri, 4/88-89.
[260] Prof.Abdülmecid Şazelî, "Haddü'I-İslâm ve Hakikatu'I-İman", s.523.
[261] Abdülmecid Şazelî, "Haddu’l-İslâm ve Hakikatu'l-lman", s.523.
[262] Bak. Önceki kaynak, s.526.
[263] İbn Atîk, "ed-Difa' ", s.30.
[264] Müslim, İman, 1/50.
[265] Şazelî, Haddu'l-İslâm, s.527-528'den özetlenerek alındı.