- Kâbinin Zatî Ve Fiili Sıfatlar Hakkındaki Görüşleri

Adsense kodları


Kâbinin Zatî Ve Fiili Sıfatlar Hakkındaki Görüşleri

Smf Seo Versiyon , -- Seo entegre sistem.

Array
saniyenur
Sun 10 July 2011, 03:53 pm GMT +0200
Kâbi'nin Zatî Ve Fiili Sıfatlar Hakkındaki Görüşleri Ve Bu Görüşlerin Reddedilmesi


Kâ'binin, Allah'ı bilmekte ulaştığı mevkii bilmemiz için, ileri sür­düğü fikir ve görüşlerinin bazısını zikredeceğiz.[156] Bununla mutezile mez­hebinde ulaştığı makamı iyice anlaşılmış olur. Çünkü o, mutezileler nez-dinde yeryüzü halkının imamı olarak kabul edilmiştir.

Kâ'bi diyor ki : Hâl ve şahsın ihtilâfına ihtimali bulunan şey, fiilin sıfatıdır. «Felân'a rızık verir», «ve şu halde merhamet eder, bu halde de merhamet etmez» sözü gibi. Kelâm hakkındaki söz de böyledir. Şahıslar hakkında öne sürülecek fikir de aynı bunun gibidir. Kudret, ilim ve hayat sıfatları hakkında bu gibi sözlerin söylenmesi imkân ve ihtimal dahilin­de olmaz. Çünkü bunlardan herbiri zâtın sıfatıdır.

Ve yine Kâ'bi der ki : Üzerine kudretin vaki olduğu her şey, fiilin sıfatıdır. Rahmet ve kelâm gibi. Üzerine kudret vaki olmıyan ise, zâtın sıfatıdır. Meselâ «bilmeye veya bilmemeye kadir olur mu?» denilmediği gibi. Sonra zâtın sıfatından sorulur : Allah'ın niçin zıddı ile vasfolunması vacip olmuyor? Bu soruya cevaben diyor ki : Çünkü o, zâtına rücu' eder. Zâtı ise muhtelif değildir. Zıttı ile vasfetmek ise ihtilâfı icabettirir. Sonra diyor ki : Allah'ın zâtı, muhtelif olmayınca nefsinin baki kalmış olduğu şeyin muhtelif olması caiz olmaz. Tıpkı illetin devam etmesiyle kendisi­nin de devam etmesi ület için vacip olan şey gibi.

Allame Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kâ'bî'nin sözlerinden bazısı da şöyledir : Allah-u Teâlâ'nın hakikatte sıfatı yoktur. Allah'ın sıfatı, an­cak vasfedenin kendisini vasfetmesi veyahut isim verenin isim vermesin­den ibarettir. Bu ikisi birden vasfedenlerin vasfında, ne zaman Allah'ı ilim, kudret, ve fiil sıfatları ile vasfederlerse, vasıf bakımından hiç bir ihtilâf olmaksızın vasfedenlerin vasfında bulunur. Sonra Allah, hakikat­te Âlim, Kadir ve Hâlık isimleri ile isimlenmiş bulunuyor. Artık Allah'ın vasfedilmesi bakımından bülnmesinin bir veçhi yoktur. Çünkü bu her iki­sinin, yani vasıfla ismin her ikisi kendisinde muvafakat bulunan şeye rücu' eder.

Sonra bazen denir ki : Allah, felânın duasını işitti, filânın duasını da işitmedi. Ve adamın biri, kalkıp söyle diyor : Allah, bunu benden bilmedi. Diğer biri de Allah bunu benden şu vakitte bildi, bu vakitte ise bilmedi, der. Sonra bununla işitme ve bilme sıfatlarının zâtın sıfatından olmama­ları vacip olmaz. Kelâm ve rahmet hakkında bu şekildeki ifadeyi hiç bir şey menetmez.

Eğer «bununla bilinen ve işitileni nefyetmeği nrarad ediyor» derse kendisine şöyle cevap verilir : Birincisinde yani hâl ve şahsın ihtilâfı ih­timali olan şeyin fiilin sıfatı olduğundaki ileri sürülen fikrin kelâm hak­kında aynı olduğu da böyledir.[157] Yani kelâmı nefyetmeği zikretmekle Fir'avuna ikram ve ihsanını esirgediğini murad ediyor ki; bu da Allah'ın ih­sanını murad eden şeyin kendisidir. Bu hususta kelâm ile müminleri müj­deleyen ve kâfirleri meyus bırakan şey olarak bilinmektedir. Bu husus, bizim katımızda böyle telâkki edilmektedir.

Bundan sonra gerçekten mesele kıymetini kaybetmiştir. Çünkü o, hükmü sözün caiz olmasına bağlamıştır. Biz meseleyi beyan ettik4. Biz, geçen ifadelerle Allah-u Teâlâ'nm hadis olma .sıfatıyla mevsuf olmasının caiz olmadığını anlamış bulunuyoruz. Çünkü eğer bununla vasfolunması caiz olsaydı Allah, muslihtir, mufsittir, hayırlıdır, şerlidir diye vasfediî-mesî caiz olurdu ki bu asla doğru değil, batıldır. Böylece mesele onun zannettiği ve düşündüğü gibi değildir. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Yine gerçekten her sessiz olan, işittirmek için konuşmaz. O'nun ilim­le konuşması caizdir. Sonra her ikisinin arasının ispat harfindeki ihtilâf ile tefrik edilmesi vacip olmaz. Ve Allah'ın Zâtında da ihtilâfı icabettir-mez. İşte böylece nefyi hakkında nıeneden bir şey yoktur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Gerçekten Allah-u Teâlâ'yı adaleti kendisinden nefyetmek suretiyle vasfetmek caiz olmaz. Sonra onun, yani adaletin kendileri indinde zâtın sıfatı olduğunu söylemez. Bunun içindir ki onun takdirinin fasid ve batıl olduğu sabit olur.[158]

Sonra kendisine denir ki : Sen fiil sıfatiyle fiilin bizzat kendisini kas-dediyorsun ki, o da yaratma fiilidir. O senin katında[159] fiil midir, yoksa fiilden başka bir şey midir? Eğer yaratmak fiildir, derse kendisine : Ni­çin yaratma fiildir dedin? denir. O, kimin sıfatıdır? Çünkü sıfat ancak mevsuf için bulunur. Eğer o, Allah'ın sıfatıdır derse; yaratmayı Allah'a sıfat kılmayı ifade ederse, bu ne büyük bir sözdür. Çünkü yaratmak fii­linden meydana gelen, fesada uğrayan, çirkin olan, mecburi ve zaruri olan, aciz olan.necisler olan ve pislik olan vardır. Bunların hepsini kendi sıfatı ile mevsufdur. Bu sıfatlar öyle bir sıfatlardır ki her akıllı olan kim­se bunlarla mevsuf olmaktan çekinir. Nasıl oluyor da bu sıfatlarla [160]Allah vasf olunuyor?

Eğer yaratma değildir derse, gerçekten kastedilen Allah'ın sıfatı, fiilin kendisidir demesi lâzım gelir. Biz bu hususu açıklamıştık.   Allah-u Teâlâ yarattığı ile vasıflanmaktan yücedir, beridir. Böylece sabit olur ki fiilden7 ibaret olan Allah'ın sıfatı kendi zâtının sıfatıdır.

Böylece Allah, Haliktır; Rahmandır; Rahimdir denir. Bu isimlerle ancak Allah'ın Zâtına isim verilir. Fiilin sıfatı da bunun gibidir, yani fii­lin kendisi. Onunla Allah'ın Zâtı vasfolunur. Bu, tıpkı «hikmetli kelâm­dır, doğru kelâmdır, yalan sözdür» denildiği gibi. Gerçekten bu böyledir. Aynı zamanda sahibinin sıfatıdır. Bunun gibisinin aynı Allah'a izafe olunur.

Sonra, kendisine denir ki : Rahmet ve mağfiret fiilin sıfatıdır diyor­sun. Lanet, ve küfretmek de sence fiilin sıfatıdır. Rahmet ve lanetle ken­disine isim verilen fiil nedir ki; Allah onunla vasfolunsun?

Eğer o, Cennettir-Cehennemdir, kabul; reddetme ve benzeridir der­se; daha doğrudur, adaletlidir, zulümkârdır deyimleri hakkında zikredi­len meselelerdeki sözü batıl olur. Gerçekten Allah-u Teâlâ Rahimdir; bu­nu kullarına karsı işlemez. Halbuki bunların hepsi kullarına yaptığı şey­lerdendir. Eğer bunun gayrı bir manâ ispat ederse o takdirde Allah'ın yarattığının gayri olurlar ve onlarla vasfolunur. Oysaki onun «küfreden»8 sözü kötü ve çirkin bir sözdür. Allah-u Teâlâ asla onunla vasfolunmaz.[161]

Sonra kendisine denir ki : niçin bu zat ve fiilin sıfatı hakkında zik­rettiklerini nazarı itibara aldın? Hakikaten ispat etme yönünden, kullan­mada zâtın sıfatlarının muhtelif olduğunu görüyorsun. Meselâ; eşya hak­kında ilim ile ifade edilmek istendiğinde, eşya kudret ile vasfoîunmaz. Ve eşya üzerine kudretin hükmü caridir, dendiği zaman, egya ilimle vasfo­lunmaz. Keza egya görülme ile vasf olunduğunda, kerem ile vasfolunmaz. Cûd ve hikmet ile vasfolunduğu zaman da eşya işitme sıfatı ile vasfolun­maz. Kendisi ile ihtilâfın caiz olduğu şey de bunlar gibidir. Bununla her hangi bir farkın bulunması gerekmez. Bilâkis, Allah ezelde bu sıfatlarla mevsuftur.

Sen niçin Allah'ın kendisiyle vasfohınan şeyin hepsinde böyle demi-yorsun. Zira Allah, değişikliğe uğramadan ve fesad bulmadan beri ve münezzehtir. Bunların her ikisi de hadis olmanın alâmetleri ve yok iken sonradan var olmanın işaretleridir.

Yine kendisine şöyle denir : Sen yaratmanın bir çok kısma ayrıldı­ğını görüyorsun. Sence bunların bir kısmı ile Allah'a isim verilir. Bir kıs­mı ile verilmez. Sonra sıfat hakkında bir ihtilâfa da delâlet etmez. Öyle ise bu sıfatların ifade edilmesini meneden nedir? Tevfik Allah'tandır.

Fakîh Ebu Mansur diyor ki : Sonra onun «üzerine kudret sıfatının cari olanla vasfolunan şey, zâtın sıfatlarından değildir» sözüne göre hasmı ve muhalifi nezdinde Allah, sıfatlarından bir şey üzerine kudret­le vasfolunmaz. Ancak, bunda yapılan şeyin murad edilmesi ile mecaz olarak vasfolunur. Tıpkı yarattığı şeyi itibar ederek onunla kendisine isim verilmesi gibi.[162]

Ve sonra biz, gerçekten onların zâtm sıfatları olduğu hakkında itti­fak olduğu halde eşyada genişlik ve darlık bakımından sıfatların durum ve envalinin muhtelif olduğunu beyan etmiştik. Bu zikrolunan şeylerde de aynısını ifade ediyoruz.

Sonra şu görüş de Kâ'bî'nin mezhebinin görüşüdür. Gerçekten Allah ne yaratıcı idi ve ne de Rahman. O, kendi zâtını, yaratıcı ve merhamet edici yapmıştır. Öyle ise bizim bu manâdaki yaratıcı (halik) ve merha­met edici (Rahman) ye ibadet etmemiz caiz olur. Böylece onun sözüne göre : «Şu, yaratma fiili için bir mabud takdir etti»; ifadesi ortaya çık­mış olur. Halbuki üzerine kudretin vaki olduğu isimdir. Bu durumda, Al-lah'dan başkasına ibadet etmiş olur. O, yine üzerine kudretin vaki oîdu-ğu şey olması bakımından bu isimler muvacehesinde sonradan var ol­muştur.

Sonra kendisine şöyle de denir : Allah, mahlûkatı yaratmamağa kadir olur mu?

Eğer bu sorumuza; hayır derse : Allah'ı zaruri olarak ve yahut biza­tihi yaratıcı yapmış olur ve ileri atmış olduğu fikir ve sözü batıl olur.

Eğer Allah mahlûkatı yaratmamağa kadirdir, derse o zaman kud­retin üzerine vaki olmasiyle yaratılmamış olanın yaratılmış olduğunu söylemek zorunda kalır. Bunda ise fiilin ve yaratılanın kadim olduğunun ispat edildiği görülür. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Kâ'bi, kelâmın hadis olması hakkında, gelmek ve getirmeği zikre­derek delil getirmeğe çalışıyor, bu bakımdan kelâm, sonradan var olma­dır, diyor. Biz geçen bahislerde açıklamıştık. Hakikaten Allah, kelâm sıfatıyla vasfolununca kelâmın, fiilin ve diğer adı geçen sıfatların tümü hakkında söylenecek şey aynıdır. Çünkü Allah-u Teâlâ değişme ve zeval bulma ihtimalinden beri ve münezzehtir. Ne var ki gerçekten Allah, gel­meyi kendisine izafe etmiştir. Sonra gelmenin hadis olması gerekmez. Bilâkis o, Allah'a lâyık olan yöne[163] sarfedümiştir. îlki de yani getirme de bunun gibi olup Allah'a lâyık olan yöne tevcih edilmesi vaciptir[164]. Yoksa bozulma, değişme ve zeval bulma gibi kendisi ile mahlûkatin bilindiği ci­hete yöneltilmez. İbrahim Aleyhisselâm'm kelâm ve fiil hakkındaki Kur'-an'ı Kerim'de zikredilen «Ben öyle batanları sevmem..»[165] sözü de bunun gibidir. Kim ki bir hal ve vaziyette olup da sonra başka bir hal ve vazi­yete girerse o, gerçekten batanlardandır. Allahu a'lem.

Kâ'bi, korunan şey ile de delil getiriyor : Gerçekten AUah korur,[166] bu, Allah'ın kendi hududunu yani buyruklarını koruması üzere olur. Ke-lâm'ın manâsının kapsamına giren[167] ve mahlûkat arasındaki kelâmdan Allah'a izafe edilen şey, Allah'ın sıfatı olan kelânı'm kendisi ile bilinen şeye muvafakati olduğundan mecazdır. Bu, aynı bizim gelme ve gayrini zikrettiğimiz gibidir. Allah'ın ahdi, yardımı[168]ve benzerleri, Allah'ın Zâtı ad, bu manâyı, gerçekleştirmiyen   şeydendir.   Kur'an-ı Kerîm de bunun gibidir.

Yine bir çok nevilerle delil getirdi ki bu yönden Kur'an'ın hadis ve mahlûk olduğunu öne sürdü ve delillerinden olmak üzere nesih, sûreler, âyetler ve benzerlerini öne sürdü. Ve bu bakımdan Allah bu sıfatla mev-suf olmaz iddiasında bulundu.

Sonra kendisine «kelâm, ilim gibi zâtın sıfatıdır» denildiğinde dö­nüp hakikatte Allah'ın İlmi vardır, demediğini iddia ediyor.

Pakih Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kâ'bî'nin sözü batıldır. Çünkü o, kendi ifadesi olan, zâtın sıfatıdır sözü ile karşılaştırıldı. Bu hususta da âlim hakkında söylediğim gibi hiç bir hakikate dayanimyarak söy­lesin. İşitme[169], ve benzeri de böyledir. Biz, Allah'a hamd olsun ki buna yakın olarak, akıl sahibine kifayet edecek şey'i beyan ettik.

Sonra Kâ'bi, kelâmı fiille karşılaştırdı. Halbuki hasmının nezdinde fiille kelâmın arasında hiç bir fark yoktur. Yine sonra görünen âlemde hali kalmıyan bir şeyle karşılaştırdı : Kendisinden kelâmın sadır ol­ması caiz olan kimse, aynı zamanda kendisinden[170] sükût etmek veya­hut dilsiz olmak da caizdir, diye bir konu ortaya attı. Halbuki bu ko­nuda hata yaptı ve o, ancak acizlikten ve sükût etmekten ileri geliyor dedi. Fiille de karşı karşıya getirdi. Haîbu ise hasmının indinde fiil de böyledir.  Çünkü o, fiil ve terki kendisinde zikretti.  Oysaki terketme, fiilden başka bir şey değildir.[171] Fakat adı geçen hususu ancak şaşkın olan kimse yapar. Sonra sabi ile işi karşılaştırıp sabinin dilsiz olmadı­ğını öne sürer. Biz, sabinin kelâmdan aciz olduğunu beyan ettik. Bu­nunla beraber kendisinin cismen büyük olmasına rağmen kendi nefsi için Allah'ı bilmeğe vesile olacak çocuklar ve delillerden başkasını bula­mamıştır. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Kâ'bî, karşılaştığı bu hususlara; fiilin vukuunda kudretin meydana gelmesi halindeki Allah'ın fiil ve kelâmı icra etme kudreti ile mevsuf clduğu için kadir sıfatının hali kalmadığı noktayı nazarı ile cevap ver­meye yöneldi. Bu husus mu'tezilece bilinmiyen rnu'tezilerün cehaletini ortaya koyan bir husustur ki bu delilini kabullenerek tevhid akidesi içinde bulunduğu için kendisi tebrik olundu.

Ebu Mansur (r.h.) şöyle diyor : Bu mevzuda asıl olan şudur ki, gerçekten AI!ah-u Teâlâ'yı kelâm, ilim, fiil sıfatları ile vasfetmek ve kendisine hamdü senada bulunmak, Ailah-u Teâîâ'nm eksikliklerden yüce vg beri, âfetlerden de münezzeh olmakla vasfetmektir. Allah, ezelde de böyledir. Bununla beraber eğer Allah, kendisinden başkası ile, Halik Rahman ve Mutekellim olmuş olsaydı böyle olmaması yani yukarıda arzodilen sıfatlarla muttasıf olmaması caiz olurdu.

«Ey, Rahman olmıyan, Rahim ve Halik olmıyan»18 diye söylemek zem ve mahlukatdan başkasına katmak olduğu içindir ki, Allah-u Teâlâ, bizatihi Rahman, Rahim ve Hâlık[172] olduğu sabit olur. Kuvvet ancak Allah'tandır.

Eğer Allah-u Teâlâ'nın kendisinden başkasına verilmesi caiz olan bir şeyle isim verilmesi doğru olsaydı gayrinde bulunan her şey ile ken­disine isim verilmesi vacip olurdu. Bununla beraber eğer Allah hak­kında bu husus caiz olsaydı görünen âlemde birisinin kendisi gibi isim­lenmesi caiz olurdu. Değişiklik ihtimali kendisinde bulunduğu için bu hususun gerçekleşmesi mümkün değildir. Binaenaleyh Allah-u Teâlâ'yı adı geçen sıfatla vasfetmek, Allah'ın yüceliğini ve benzerinden münez­zeh olduğunu ispat etmek demektir. Tevfik Allah'tandır.

Sonra diyor ki : O, sıfatlarla, Allah'ın gayri hiç bir sıfat sabit ol­madığını mıırad ediyor. Fakat sıfatlar Allah'ın zâtının aynı olduğunu da kasdetmiyor. Bilâkis kadîm için olsun, hadis için olsun her sıfat Al­lah'ın gayridir diyor.

O sıfatlar söz olur veyahut kitap olur. Allah'ın sıfatları bizim ken­disini vasfettiğimiz sözlerimizdir, veyahut Allah'ın sözü ve kitabıdır. Bunların her ikisi de hadistir.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Kâ'bî'nin Allah ve onun sıfatları hak­kındaki ilminin ne derece olduğunu bilmeniz için onun meselelerinin bitim ve sonucunu teşkil eden görüşlerinin cümlesini zikrettim. Kâ'bî, bazan : «Allah'ın gayri olarak sıfat sabit olmaz ve Allah'ın sıfatlan,[173] Allah'ın Zâtı'nın aynıdır diye nıurad etmediğini» söyler. Eğer Kâ'bî, Al­lah'ın sıfatlarının ne Allah'ın Zâtı'dır ve ne de gayrıdır, demek murad ediyorsa; o, bilmiyor mu ki bu görüş Allah'ın sıfatlarım ispat eden kim­selerin sözü ve görüşüdür. Sonra kalkmış bu söz, bizim sözümüzdür di­yor. Biz diyoruz ki : sıfatlar,[174] Allah'ın gayrı değildir ki,[175] Allah'ın gay­rında bir sıfat yoktur, diyelim. Sonra, gerçekten Allah'ın sıfatlarının zikrolunan hususlar olduğuna işaret edildi. Kâ'bî, sıfatların tümü Al­lah'ın Zâtının sıfatlarıdır, dedi. Öyle ise zikrolunan sıfatların hepsi Al­lah'ın Zâtı'nın sıfatlarıdır. Allah, bu sıfatlarla devamlı olarak mevsuf-tur. Bu sıfatlar Allah'ın gayrıdır, diyor. Batıl ve sapık kimselerin vas-fettiği hususlardan Rabbimiz berî ve münezzehtir.

Sonra şöyle diyor : Biri çıkar da derse ki; siz, Rahim demeksizin hakikatte «Rahmet»i niçin sıfat yapmadınız? Böyle iddia ederek rah­met bulunmaksızın «Rahim»in sıfat olduğunu öne sürdü. Zira her kim ki bir şeyin sıfatını yaparsa onunla vasfolunur. Tıpkı başkasına söven veyahut onu karalayan kimseye o, ona küfretti ve onu karaladı dendiği gibi. İşte «rahmet»in yaratılması da böyledir. Rahmeti yarattığı için onunla, vasfoluhması caiz değildir. Tâ ki gerçekten ben, «Rahîm»im, de­yinceye dek. İşte bununla anlıyoruz ki gerçekten sıfat, Allah-u Teâlâ'-nın «ben Rahîmim» sözüdür.

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Bu abtal ve şaşkın kimseye sıfatları bildiren şey nedir ki? Allah'ın sıfatlarını tefsir etmeye girişiyor. Allah-u Teâlâ, bu gibi şaşkın,[176] ve hayalperestlerin[177] görüşlerinden beridir, yüce ve münezzehtir. Hakikatte sıfat, eğer vasfedenin sıfatı olsaydı mahlu-katm cevher ve sıfatlarının yaratık olduklarını söylemesi batıl olurdu. Ve onun, tariflerini yapmak için mahlukatın hâli kalmadığı,  sükûnet, hareket, tefrika ve içtima hakkındaki sözü de batıl olurdu. Çünkü mah-1 hık at, kendisini vasfedenin vasfından hâlidir. Öyle ise bunların zikro-lunduğu şeye değil, mahlukata lâzım olan sıfatlar olduğu sabit olmuş olur.

Sonra, kardeşlerimden meydana gelen topluluk size diyorum; Al­lah-u Teâlâ'nın kendisini bilmeniz babında size olan ikramından dolayı Allah-a Hamd-ü Senada bulunmanız ve Allah-u Teâlâ'nın dinde kılmış olduğu yararlardan kendi katındaki nimetlerin hepsini elde ettiğini iddia eden kimseye karşı Allah'ın gadap (öfke) ve azabının büyüklüğünü bil­meniz için bu adamın abdallığmdan olan şu konuyu[178] tamamlamak is­tiyoruz. O adam o kadar Üeri gidiyor ki, hatta eğer Allah ona ihsan etmiş olduğu nimetleri daha fazla olması için bir şey ziyade etse, artık onu hazmetmeğe gücü yetmez. O, yararlı hususu taşımaya da kadir ol­maz.[179] Bilâkis onunla her şeyi fesada uğratır. Şu hususu açık seçik ola­rak bilesiniz ki o, düşmüş olduğu kötü düşüncelerden meydana gelen zararları ve zillet ve hüsranını dinde yararlı bir şey olarak ortaya attı­ğı gibi saçmış olduğu sapıklığı yüce olan Allah'ın nimetinden bir nimet olduğunu öne sürüyor.

Kâ'bî diyor ki : Biz, gerçekten Allah-u Teâlâ, elbisede kırmızılık yarattığı vakitte onu elbiseye sıfat kıldı demiyoruz. Eğer kırmızılık, el­biseye sıfat olsaydı Allah-u Teâlâ'nın kırmızılığı yaratmasında onunla elbiseyi vasfetti denmesi caiz olurdu. Hareket ve sükûnet hakkındaki görüş de aynı böyledir ve birine mektup yazıp uzunluğu vasfeden[180] kim­se hakkında «o, bize kitabında uzunluğu vasfetti» denmesi caiz olur ve bu sözlerin çok açık olduğunu iddia etti.

Sonra diyor ki : Biz kırmızılığın, kırmızı olan adama sıfat oldu­ğunun, rahmetinde fülin sıfatı olduğunun söylenmesinin caiz olduğunu inkâr etmiyoruz. Fakat bu sözün mecaz olduğunu, hakikat ise bizim aikretiğimiz husus olduğunu söylüyoruz.

Sonra şöyle bir tezatla karşılaşıyor : Bu dediğiniz gerçek olsaydı sıfatın sıfat olmasının caiz olduğunu söylemek gerekirdi.

Buna şöyle cevap veriyor Kâ'bî : Evet, sıfatın sıfatı bulunması de­rnek, sıfat vasfolunur[181] manasına gelir demektir. Lâkin, vasfedenin bu vasfı söylediği müddetçe bulunur.   Söylemediği   vakitte ise bulunmaz.

Fakîh Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Siz, mu'tezilenin sıfat, mevsuf, me­caz ve hakikat hakkındaki ilmî derecesinin bu şekilde tezahür eden kişi Allah-u Teâlâ'yı birleyen, ehli tevhidin en cahili ile mükârene edildiğin­de mu'tezilenin tutunmuş olduğu büyük tavrı düşününüz ki onlar, bunu daha büyük görürler. Sonra gidişatının vasfı bu olan kimse kıyamet gü­nünde kavminin önüne geçerek onları ateşe, Cehenneme götürecektir. Allah'tan, bizi bu gibi kimse ve onun gidişatından korumasını dileriz.[182]

Ebu Mansur (r.h.) diyor ki : Gerçek ve asıl olan şudur ki, Allah-u Teâlâ'nm kelâm sıfatıyla mevsuf olduğu aklî ve nakil delille sabit ol­muştur. Aklî delil Cenab-ı Hakk'ın : «... ve Allah, Musa'ya (vasıtasız) hitap etti.»[183] Kavl-i Celîlidir. Allah-u Teâlâ; halk arasında Allah'ın ke­lâmı ve temanu olmamakla beraber mastar olarak zikredilmiştir. Al­lah'ın Kelâmı hakkında her nekadar görüş ihtilâfı var ise de hakikatte Allah'ın Kelâm sıfatıyla mevsuf olduğu ve kendisinin Mutekellim oldu­ğu hakkında ittifak bulunmaktadır.

Allah-u Teâlâ, müşriklerden «... Allah, bize senin hak Peygamber olduğunu söyleyeydi...»[184] demelerini red ve inkâr buyurmadî. Ancak, onların kendilerini büyüttüklerinden ve cehalete düşmelerinden meyda­na gelen sıfatı red ve inkâr etti. Allah-u Teâlâ'nm «... halbuki onlardan bir zümre vardı ki, Allah'ın Kelâmını (Tevrat'ı) dinlerler ve duyar­lardı da, ...»[185] Kavl-i Celîli de böyledir.

Allah-u Teâlâ'nm Kelâm sıfatıyla mevsuf olduğuna dair aklî delil : Gerçekten her âlim ve kadir olan bir musibetten dolayı konuşmazsa onun aciz kaldığından veyahut konuşmaktan men edildiğinden Ötürü konuşmadığı anlaşılır. Allah-u Teâlâ, bundan berî ve münezzeh olduğu içindir ki Allah'ın Mutekellim olduğu sabit olmuştur. Görünen âlemde konuşmayan kimse ancak işitmez, görmez mânâsına gelen âfetten do­layı konuşmaz. Allah-u Teâlâ, sağır olma, kör olmayı iktiza eden mânâ­dan berî ve münezzehtir. Böylece Allah-u Teâlâ'nın dilsizliği iktiza ede­cek mânâdan berî ve münezzeh olması daha evlâdır. Çünkü, dünyada kendisi ile hamcî olunan şeyin en yücesi ve âlâsı olan kelâmdır. Bunun la, beşer diğer hayvanlardan ayırdedilmiştir. Bununla beraber her ke­lâm sahibi olan, ya acizlikten veyahut da sükût etmekten dolayı konuş­maz.

Sonra başkasının kelâmının takdir edilmiş olmasından hâli kalmaz. Böyle olunca da kelâmda benzeme husule gelmiş olur. Halbuki Allah-u Teâlâ'nm : «O'nun (benzeri olmak şöyle dursıınn) benzeri gibisi (dahi) yoktur.»[186] Kavl-i Celîii, Zâtında olsun, sıfatında olsun kendisine benze­meyi nefyettiğine delâlet etmektedir. Bunu Allah-u Zülcelâl'in : «... yok­sa Allah'a, O'nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da, bu yarat­ma, kendilerince birbirine benler mi göründü?»[187] mealindeki âyeti ce» lile teyid ediyor. Fiilin benzemesi, birbirine benzemeye delâlet eder. Hal­buki eğer ins ve cin bir araya gelmiş olsa, Allah'ın Kelâmının benze­rini[188] getiremez, ifade edemezler, sözü varid olmuştur. İşte bu benze­meyi nefyetmiştir. Çünkü benzemekte karşılıklı birbirine benzeme var­dır. Böylece, Cenab-ı Hakk'm Zâtında sabit olanla, kendi kelâmının bü­tün mahlûkatm kelâmına muhalif olduğu, onların hiç birine benzeme­diği sabit olur. Bununla beraber, kelâmın mânâlarının son haddine ka­dar idrâk edilmesi için mahlûkatm kelâmının hepsini imtihana koyma­mıştır. Allah-u Teâlâ, karmca'nm,[189] hüd'ün,[190]kelâmını ve dağların teş­bihini[191] ve bunlardan başka harflerle anlaşılmıyan ve beşerin kelâmın­dan dahi anlaşılmıyan şeyi zikretmiştir.

Gerçekten, kelâmdan bazısından beşerin takatinin ulaşamadığı ve aklın idrâk edemediği kelâmın, olduğu sabit olunca, Alemlerin Rabbi olan Allah'ın kelâmını anlamağa heveslenen kimse aptalın tâ kendisidir. Yüce olan Allah'ın fiili de böyledir. Yani mahlûkatm vasfının haricinde­dir. Allah'ın kelâmının bütün yönleriyle kullarm kelâmma benzemediği sabit olması da, o'nun hadis olmasını nefyetmektedir. Çünkü hadis ol­makla aralarında eşitlik vaki olur. Ve ayni zamanda, Allah'ın kelâmında, araz, tefrika, içtima, had-hudud, gaye, fazlalık ve noksanlık gibi mânâ­ların bulunması da giderilmiş olur. Çünkü bu adı geçen sıfatlar beşer ke­lâmının sıfatıdır. Tevfik Allah'tandır.

Sonra kelâmın, Allah'ın zatının gayrisi olması veyahut zâtının gay­risi olmamasından hâli kalmaz. Zâtının gayrisi olduğunda zikrettiğimiz âfet ve gayrîsi ile kendisinden zail olur ki bu da hadis ve muhtaç o'imamtı alamet ve işaretidir. Eğer zatının gayrisi olmazsa o zaman kendi nefsi ile mutekellim, âlim ve kadir olur. İste Cenab-ı Allah'ın sıfatı olan kelâm sı­fatı ve ne Allah'ın gayrı ve ne de zatının aynıdır. Tevfik Allah'tandır.

Allah-u Teâlâ'nın kelâmının, beşerden igitilenle muvafık olduğunu söylemek caizdir. Tıpkı risaleler, kasideler ve makalelerde olduğu gibi. Böyle demenin caiz olmasının delili ise, o kelâmm mahlûkattan bir mah­lûk olmasıdır. Fakat, aynı kelâma bakarak Allah-u Teâlâ'nın bizatihi mu-tekellim olması mümkün değildir. Çünkü böyle olunca işitilen kelâmın araz olmasından hâli kalmaması icap eder. Allah'ın kelâmının iki yerde olması müstahildir. Allah'ın kelâmının cisim olması veyahut, araz ve ci­sim[192] olmaması da böyledir. Bunun içindir ki, Allah'ın kelâmının bir yer­de olması ve bir yerden işitilmesi mümkün değildir. Öyle ise, mahlûkat arasındaki kelâmdan Allah'a izafe edileni, Allah'ın sıfatı olan kelâmın kendisi ile bilinene muvafakat ettiği için mecaz olarak ifade edildiği sa­bit olur. Bununla beraber Allah-u Teâlâ'nın bize kelâmını, kendi kelâmı olmayanla işittirmesi caiz olur. Tıpkı bizden her birimizin diğerine[193] ke­lâmını işittirdiği gibi. Her nekadar o, işittirdiği kelâmın aynı kendi ke­lâmı olmasa da. Ve tıpkı Allah-u Teâlâ'nın bize, mahlûkatm aynı olma­dığı halde, kudretini, ilmini ve rububiyetini mahlükatı ile bildirdiği gibi.

Biri sorar ve derse ki : Allah-u Teâlâ Musa Aleyhisselâm'a kelâmını işittirdi mi? Çünkü Allah «..-. ve Allah, Musa'ya (vasıtasız) hitap etti.»[194] buyurmuştur. Bu soruya şöyle cevap verildi : Allah-u Teâlâ, Musa Aley­hisselâm'a kendi kelâmını Musa'nın lisanı ile ve yaratmış olduğu harfler, meydana getirmiş olduğu sesle işittirdi. Evet Allah-u Teâlâ, Musa Aley­hisselâm'a mahlûk olmayan bir şeyle kelâmını işittirdi.

Bu mevzuda bir şey söylemeyip durmak gerektir, demek, iki yönden caiz olabilir. Birincisi; şöyle denir : Kelâm sıfatı ne Allah'ın Zâtı'nın ay­nıdır ve ne de gayridir. Böylece bu hususta her hangi bir şeyi 'bilmediği­ni ifade etmiş olur. Bu husus, ilim ve kudret sıfatları hakkında sabit olan şeyde ifade etmek hak ve gerçek olur. İkincisi; Kelâm sıfatını Allah mı yarattı[195] veyahut Allah'ın gayri mi yarattığını bilmemesi ile hasıl olur. Bu çok uzak bir ihtimaldir. Çünkü bu durum taklid mezhebine gitmekten hâli kalmaz. İnsanların çoğu nefyeder. Hatta insanların çoğu, kelâmın mah­lûk olup olmamasının bilinmesi gerektiği hususunda görüş birliğine var­mışlardır.

Sonra, Allah-u Teâlâ'nın bizatihi mutekellim olmasının veyahut bi­zatihi mutekellim olmamasının bulunmasından öte bir düşünce bulunmaz. Eğer Allah, bizatihi mutekellimdir, diye bilinirse bu husus, bizim zikret­tiğimiz manâya göre olur. (Yani Mûsâ Aleyhisselâm hakkındaki sorulan soruya verilen cevaptaki manâya göre olur.) Eğer Allah, bizatihi mute­kellim değildir, diye ilim hasıl olursa, o zaman Allah'ın kelâmı kendisinin gayri olur. Allah için gayrî olanların hepsi ise mahlûktur. Bu husus, ri­vayet edilen naklî delille bilinsin veyahut naklî delilsiz bilinsin. Allah'ın gayridir, denmesi sabit olunca bu söz, hadis olmaya icabettirir. Bu hadis olma, mahlûk olma, Alllah'dan olduğu bilinsin veya bilinmesin. Ve Allah-u Teâlâ*nın bizatihi mutekellim olduğu bilinsin veyahut bilinmesin. Bu nok­tada durmak cehaleti yani bilmemeyi ifade eder. Bunun gibisinin hakkı ise öğrenmektir. Çünkü onu bu noktaya iletip bu. mevzu hakkında ko­nuşması için cehlinden başka hiç bir sebeb yoktur. O, bu mevzudaki görü­şünü ancak bilmediğinden ötürü ortaya atabiliyor. Veyahut duraklama­nın Allah'ın kelâmı hakkında soran kimsenin muradının bilinmemesinden o kimse Alalh'm kelâmı ile ve Kur'an'ı ile neyi kastettiği bilinmemek su­retiyle olur : Allah'ın Kelâmı olan Kur'an-ı Kerîm bu, parça parça, cüz cüz, âyet âyet, kelime kelime olanı mıdır? Yoksa bunlardan bir şeyle vas-folunmayan mıdır? Bu husus, bizim açıkladığımız vasfa göre olur ki o da kendisine yönelen kelâm hakkında soru sorana kelâm ile neyi murad ettiğini bilinceye kadar cevap vermemesinde haklı olmasıdır. [196]



[156] Kitabın aslında <ve nezkürü» kelimesi «ve yezkürü» olarak yazılmıştır.

[157] Kitabın aslında  «kezâlik» kelimesi,  «lizâlik»  olarak yazılmıştır.

[158] Kitabın aslında  «el-mes'eletu:»  ibaresi,   «sümme'l mes'eletu»   olarak yazılmıştır.

[159] Kitabın aslında «indeke» kelimesi,  <abduke» olarak yazılmıştır.

[160] Kitabın aslmda «bihâ» kelimesi,  bihî» olarak yazılmıştır.

[161] Kitabın aslında «el-fi'lu» kelimesi, «el-aklu»  olarak yazılmıştır.

[162] Kitabın aslında  «yeştumu» kelimesi noktasız olarak yazılmıştır.

[163] Kitabın aslında  «el-vechi.  kelimesi  .cihetim  olarak yazılmıştır.

[164] Metnin aslında «vecebe» kelimesi <iza vecebe> şeklinde yazılmıştır.

[165] En'am Sûresi, 86.

[166] Bak : El-Hicr, 9

[167] Kitabın aslında «iştemele» kelimesi «şemile» olarak yazılmıştır.

[168] Âli İmran, 160.

[169] Kitabın aslında -es-sem'u» kelimesi «yesmau» şeklinde yazılmıştır. Kelime hamişte bu şekilde düzeltilmiştir.

[170] «Minhu»  kelimesi  asıl  metinde   «min»  olarak kaydedilmiştir.

[171] Zira terk te, terketmeye dair bir fiildir.

[172] Bu ibare kitabın aslındaki dip notda yazılmıştır.

[173] Kitabın aslında «ennehâ»  kelimesi  .ennehû» olarak yazılmıştır.

[174] Kitabın aslında  <hiye» kelimesi .huve»  olarak yazılmıştır.

[175] Kitabın aslında «leyset» kelimesi  «leyse» olarak yazılmıştır.

[176] Bu kelime metinde böyle yazılmıştır.

[177] Kitabın aslında noktasız .Ha> iledir.

[178] Kitabın  aslında :  Bu mükerrer olarak yazılmıştır.

[179] Kitabın  aslında :   «lâ» kelimesi «velâ» olarak yazılmıştır-1

[180] Kitabın  aslında :   «yesifu» kelimesi cnesifu»  olarak yazılmıştır.

[181] Kitabın  aslında :   «tûsefu» kelimesi «yûsefu» olarak yazılmıştır.

[182] Kitabın aslında :   «nes'elu» kelimesi «yes'elu»  olarak yazılmıştır.

[183] En-Nİsâ,  164

[184] El-Bakara,  118.

[185] El-Bakara, 75.

[186] Eş-Şûra,  11.

[187] Er-Râd, 16

[188] Isâ sûresinin 88. âyetine bak.

[189] En-Neml Sûresi, 18. âyete bak.

[190] En-Neml Sûresi, 20. ve el-Enbiya 79. âyete bak.

[191] El-Enbiya,  79.  âyete bak.

[192] Kitabın aslının dip notunda »ey lâ aradan ve lâ cismen» olarak yazılmıştır

[193] Kitabın aslında «el-âheru» kelimesi *ahere» olarak yazılmıştır.

[194] En-Nisâ,  164.

[195] Kitabın aslında  -e  halkun»  kelimesi  kaf harfi'nin  fethesi ile   .e haleka» olarak yazılmıştır.

[196] İmam Matüridi, Tevhid, Hicret Yayınları: 139-151.