Eslemnur
Fri 1 October 2010, 01:22 pm GMT +0200
İtaat ve Sadakat Usûlü
Yukarıda anlatmış olduğumuz, Hâkimiyet ve hilâfet tasavvurunun fıtri ve mantıkî gereği itaat ve sadakattir. Bu itaat ve sadakatin aslî kaynağı da yine ancak Halik-i Zülcelâl ve O'nun hidayetleridir. Hükümet işlerinde ve devlet meselelerinde ve diğer bütün hususlarda da bu aslî kaynağa itaat edilip sadakat gösterilmelidir. Bu meselenin izahını Kur'an-ı Kerim şu şekilde beyan etmiştir:
"Ey iman etmiş bulunan kimseler. Allah'a itaat ediniz, O'nun Resulüne de sizin içinizden bulunan ülû'l - emrede. Bir mesele üzerinde anlaşmazlığa girerseniz ve eğer hakikaten Siz Allah'a ve ahiret gününe iman eden kimseler iseniz, bu meseleyi de Allah'a ve O'nun. Resulüne havale ediniz, iste bu hayırlı ve en iyi yoldur."
(En Nisa, 59)
İşte bu âyet, İslâmın bütün mezhebi, medenî, siyasî, nizamının temel kaidesidir. İslâmî hükûmetin de ilk düsturudur. Bu esas üzerine aşağıda geniş ve etraflı olarak anlatılacak olan hususlar bina edilir:
1. İslâmî nizamda asıl itaat edilecek olan Allahu Tealâ'dır. Bir müslüman her şeyden önce Allah'ın kuludur. Bundan ötesi teferruattır. Müslümanın ferdî yaşayışında ve müslümânların içtimaî yaşayış nizamında, merkez ve mihver olarak Allah'a İtaat ve O'na sadakardaima en başta gelen bir konudur. Diğer İtaatler vefakârlıklar ve sadakatler, ancak, Allahu Taala'ya karşı olan itaatin karşısında bulunmamak, bu itaata muhalif olmamak şartiyle kabul edilebilir. Yoksa, bu aslî itaatin muhalifi olan her itaat bâtıldır ve ona cevaz verilmez. Bu hususta Hazret-i Risaletpenahi (S.A.V.) buyurmuşlardır:
"La tâ'ate li - mahlûkin fî masiyetil - Halıkı."
Yaratana karşı gelmede hiçbir mahluka itaat edilemez.
2. İslâmî nizamın ikinci temeli de Resûl'e itaat etmektir. Bu itaat kendisi müstakil (apayrı) bir itaat değildir. Allahu Taalâ'nın itaatinin zımnında (içeriğinde) bir itaattır. Resûl'e itaat edilmesinin sebebi, Resûl'ün dayanağı olan bir vasıta ile Allah'ın hükümlerini ve emirlerini bize ulaştırmasıdır. İşte biz Allah'a itaat etme işini de ancak Resule itaat etmekle gösterebiliriz. Allah'a itaat denilen herhangi bir şekildeki itaat, Resûl'e itaat olmaksızın mûteber olamaz. Resule itaatsizlik etmek, Allah'a itaatsizlik demektir. Allah'a karşı gelmektir. Bu hususta şu hadis-i şerif gözönüne alınmalıdır:
"Her kim bana itaat ederse, Allah'a itaat etmiştir ve her kim bana karşı gelirse, Allah'a karşı gelmiştir."
Bu hususu Kur'an-ı Kerim'de de tam bir açıklık ve kesinlikle görmek mümkündür.
3. Yukarıda bahsettiğimiz iki itaatten sonra üçüncü bir itaat daha mevcuttur. Bu üçüncü itaat ise, bahsedilen iki itaatin bir alt kademesinde, bu iki itaatin yan bölümü ve bunlara göre elbetteki talî derecededir. Diğer bir ifade ile iki itaatin bir devamıdır. Bu itaat da islâm Nizamında, bütün müslümanlar için vâcibdir. Bu husus da Müslümanların kendilerinden, kendi aralarından çıkmış olan "ulu'l -emr" e itaat etmeleridir.
Bu "Ulu'l - emr" mefhumuna bütün İslâm camiası ferdlerinin hepsi dahildir. Bunlar Müslümanların bir millet halinde yaşamalarını tanzim ve tertibe koymak için aralarından çıkan tanınmış kişilerdir. Bu zümre Müslümanların içtimaî hayata ait bütün işlerini yöneten kimselerdir. Bunlar ister fikrî ve zihnî çalışmaları ile rehberlik etsinler; - Ulemâ-i dîn gibi - ister siyasî rehberlik yolunu tutsunlar; Vali, Lider ve Önder gibi, - ister mülkî ve intizamı işlerde rehberlik etsinler; - Vali ve Hâkimler gibi, yahut da adalet işlerini düzenlesinler; kadılar ve hâkimler gibi medenî, muaşeret ve içtimaî işlerde Müslümanların işlerini görüp rehberlik etsinler - kabile ve aşiret şeyhleri gibi, köylerin, kasabaların işlerini çeviren köy ağaları gibi, isterse askerî işleri yürütmek yolunu tutsunlar; kumandanlar ve serdarlar gibi. Kısacası her ne suretle olursa olsun, müslümanlar arasından çıkmış emir sahibi kimselerdir. Bunlara da itaat etmek lâzımdır. İdareci zümreye karşı gelmek, bunlarla çekişmek, İslâm nizamını bozabileceğinden doğru ve caiz sayılmamıştır. Cemiyet işlerini üzerine alan bu kimselere itaat edilmesinin şartı da bu zevatın müslümanların kendi aralarında bulunmalı ve Müslüman zümrelerinin içinden çıkmış olmalıdır. Bunların kendilerinin de Allah ve Resul'e itaat etmeleri zarureti vardır. Bu iki şartı haiz oldukları zaman, onlara itaat edilir. Yoksa yukarıdaki âyet-i kerimenin emrettiği mâna gereğince ve aynı durumu aydınlatan Hadis-i Şerif'in açık beyanına göre, itaat edilme vasfını kaybetmiş olurlar. Böyle idarecilere asla itaat edilmez. Misâl olarak aşağıdaki Hadisi Şerifleri tetkik edelim:
"İster hoşlansın ister hoşlanmasın, dinlemek ve İtaat etmek bir Müslümana lâzımdır. Fakat ma'siyet Allah'a karşı gelmekiçin emir verilmemiş olacaktır. Ma'siyet için emir verilince bu emir ne dinlenir ne de itaat edilir."
(Buhari ve Müslim)
"Ma'siyet için ne dinlemek vardır ne de itaat etmek. İtaat etmek ancak mâruf (doğru iş) içindir."
(Buhari ve Müslim).
"Sizin için, bazı emirler çıkar ki, siz bu emirlerin bazısını doğru bulur, bazısını da eğri kabul edersiniz; eğri bulduğunuzu kabul edemezsiniz, sizden mesuliyet kalkar; beğenmezseniz, kurtulmuş olursunuz. Fakat eğri bildiğiniz halde itaat ederseniz ve tâbi olursanız mesul olursunuz. Sahabiler sordular: Bir ara, bir zaman böyle hâkimler ortaya çıkarsa onlarla dövüşelim mi? Buyurdular: Namazlarını doğru dürüst kıldıkları müddetçe hayır."
(Müslim).
Bu Hadis-i Şerif'den anlaşılıyor ki, namazı terk etmek, açık bir şekilde itaat edilmemek için bîr delil teşkil ediyor. Namazı doğru dürüst kıldıkları müddetçe onlara karşı dövüşyoktur. Demekki onlar Allah ve Resulünün yolundan ayrılmamışlardır. Buna göre de onlara karşı gelmek, onlarla savaşmak doğru olmayacaktır.
Aynı durumu açıklayan diğer bir Hadis-i Şerif:
"Sizin en kötü Önderleriniz, kendilerine karşı sizin düşmanlık beslediklerinizdir ki, onlar da size karşı düşmanlık beslerler; siz onlara lanet edersiniz, onlar da size lanet ederler. Dedik: Ya Besulallah (S.A.V.) biz o zaman; onlara karşı koyalım mı? Buyurdular: Mademki sizin içinizde namazlarını kılıyorlar, karşı koymayın, namazlarını madem ki, kılıyorlar, karşı koymayın."
(Müslim)
Bu Hadis-i Şerifler, yukarıda beyan edilen şartları açıklamaktır. Yukardaki hadis-i şerifde "namaz kılmak" kelimesini görenler, bu kelimeden, yani hususî olarak namaz kılmak mefhumunu anlarlar. "Madem ki namaz kılıyorlar bunlara karşı koymak yoktur." diye düşünürler, halbûk Hadisi, Şerif de beyan edilen namazdan maksat iyi bir müslüman olmanın işaretidir. Namaz, islâm'ın fer dî ve içtimaî yaşayışının nizamını hakim kılmak demektir. Namaz kılınan bir yerde demek ki, İslâmî Nizam ve İslâmî Hükümet aslını muhafaza etmiş oluyor. Yoksa böyle olmasaydı iş başında bulunanlar Namaz kılmakla beraber hakikaten İslâm dairesinin dışına çıkmış, İslâm'dan ayrılmış oldukları takdirde nasıl olur da böyle islâm'dan uzaklaşmış bir kimseye Müslümanlar itaat ederler? Bu hususta yine Hazret-i Resul-i Ek-rem (S.A.S.) yol göstermektedir:
"Siz kendi amirleriniz (önderleriniz) le çekişmeyin, ancak onların tuttukları yol, açıktan açığa küfre giderse ve bunun için her ne suretle olursa olsun, siz bir delil eIde ederseniz, o zaman onlara karşı gelmek, bizim indimizde de Allahu Teâlâ'nın indinde de makbul bulunmuş olur. O zaman iş değişir."
(Buharî ve Müslim)
4. Ayet-i Kerime'nin değindiği dördüncü bir mana daha vardır. Kesin ve müstakil bir şekilde görü yoruz ki, İslâmî nizamda, Allah'ın hükmü ve Resul'ün usulü üzerine en son kanun ve en son dayanak (Final Autorithy) bu yoldur. Müslümanlar arasındaki meselelerde yahut da Müslümanlarla hükümet erkanı arasındaki me selelerde anlaşmazlık olabilir. O zaman bu anlaşmazlıkları Kur'ân ve sünnete hayale etmek lâzımdır. Herne şekilde iş neticelenirse, müslümanların buna teslim olmaları icabeder. Bunun gibi yine bütün yaşayış meselelerinde kitabullah ve Sünnet-i Resul-i Ekrem'i son dayanak ve son merci olarak kabul etmek icab eder. İslâmî nizamın bu zarurî usulü islâm nizâmını, kâfirâne nizamdan ayırır. Bu nizama uymak istemiyen her şey de elbette ki İslâmî nizam olmayacaktır.
Bu mevzuda halkın bazısı şöyle bir şüpheye düşerler. Hayatın bütün yaşayış şubelerinde Kitabullah'a ve Sünnet'e nasıl başvurabiliriz? Meselâ belediye işlerinde, demiryolu meselelerinde, yahut postahane ve buna benzer birçok çeşitli mevzularda... Kitabullahta ve Sünnetde bunlara ait açık hükümler yoktur.
Halbuki hakikatte bütün bu işler, Dîn'i usulün benzerleridirler. Müslümanla kâfiri ayıran belirleyici fark ta buradan doğar. Kâfir kendisini işde ve her hususta mutlak olarak serbest kabul eder. Müslüman ise, aslında kul olduğunu hesaba katarak, bu kulluk dâiresi içinde serbestliği gözönüne almıştır. Bu kulluk dairesindeki serbestliği de yine kendi kendinden değil, Rabbi Zül celâlden elde etmiştir. Kâfir bütün işlerinde ve muamelelerinde, kendi uydurduğu kanun ve nizamlara tabidir
Hak Teâlâ'nın usul ve nizamına bağlanmak hususunda bir dayanak edinmez. O'na ihtiyacı olduğunu da idrak etmez. Fakat müslüman, kafirlerin tam aksine olarak, her işinde ve her muamelesinde ilk evvelâ Hak Teâla'nın rızâsını arar. Sonra Resul-i Ekrem'in bütün bir insanlığa Örnek olan sünnetine uymak yolunu tutar. Müslüman, yapacağı işlerde Kitâb ve Sünette açık bir hüküm bulursa bu hükme uyar, bulamadığı zaman, o işi yapıp yapmamakta serbest olur. Ancak bu serbestlik de bir delile ve bir kanıta dayanmalıdır. Şeriatı getiren Zat, bu hususta bir hüküm koymamış ise, o zaman Kitaba ve Sünnete muhalif olmamak şartiyle müslüman da yapacağı işde serbest kalır.
5. Bir müslüman yahut da Müslümanlarla ülul'emir arasında ihtilâf çıkabillir. Bu ihtilâfı en son halledecek olan husus yine kitabullah ve Sünnet-i Resul-i Ekremdir. Bu son mesnede inanıp itikad etmiş bulunan, bunlardan başka bir şeyle meselenin halledilmesi yoluna gitmez. Bu ihtilâfın hallinde ister ül'ülemr haklı çıksın isterse halk çıksın, her ikisi de neticelenmiş olan hükme boyun eğmek zorundadırlar.
Şimdi, böyle bir meseleden diğer bir mesele meydana çıkmaktadır. Böyle bir ihtilâf çıktığında hangi makam bu işi Kitabullah ve Sünnete göre çözecektir? Bu makamın bir İlmi meclis ve Ulemâ toplantısı, yahut da bir Yüksek adalet divanı (Superme Court) olmasını yüce şeriat bize tayin etmemiştir. Bizi buna mecbur kılmamıştır. Böyle bir makamın bulunması gerektiği takdirde, bu makamın vazifeleri şu hususlar olacaktır: İslâm'ın ruhuna uygun kanun düzenleme; Adlî makamların neticelendirdiği davalara icabettiği takdirde hususî bir şekilde bakmak ve Kitabullah ve Sünnetin garaktirdiği şekilde meseleyi çözmektir. Hakkı batıldan ayırt edip bildirmektir.
Kur'an-ı Kerim, sadece bir ayin ve usul kitabı değildir. Aynı zamanda bir tâlim, terbiye ve telkin kitabı da olduğundan bu İlâhi Kitapta gayet ibretli vaazlar, beşer aklını hayranlığa sürükleyen nasihat ve öğütler vardır. Bu itibarla, bu mukaddes kitap bir kanun ve bir nizamı temsil etmekle beraber, aynı zamanda bir hikmet ve maslahat kitabı olduğu da açıktır. Kur'ân-ı Kerim, bu iki meseleyi birden dikkate alarak, insanlığı hidayete sevk etmek yolunu tutmuştur. Birinci şekle göre, Kur'ân -ı Kerim'deki sözünü ettiğimiz dört usule iman etmek lâzımdır. Müslüman olmak iddiasında bulunmak, bu iki şeklin birleştiği bir bütüne inanmakla olabilir. Bunlardan birinden sapmak, doğru olamaz. İkinci bir mesele de şudur: Bu müslüman kendi yaşayışını tanzim etmek için Kur'an-ı Kerim'in koyduğu her iki şekile de dikkat etmesi gerekir. Yani hem ahkâma dikkat edecek hem de vaaz ve nasihatleri gözönünde bulunduracaktır. Yalnız bir tek şey, insanı doğru yola (Sırat elmustakim'e) ulaştırır ki o da Kur'ân-ı Kerimi tam olarak gözönünde bulundurmaktır. Oradaki nasihatlerin bir çoğunda Yahudilerin ahlak ve hareketleri misal diye gösterilmiştir. Bu misâller gösterilmekle müslümanlar ince bir şekilde ikâz edilmişlerdir.
Onlara denmiştir ki, sizden önce gelmiş geçmiş veya henüz hayatlarını idâme ettiren milletler, ümmetler, dîn usulünden ayrıldıkları için böyle aşağılıklara saplanmış gitmişlerdir. Sizin için onlar birer ibret teşkil etmelidirler. Şimdi bundan böyle Allah'ın Kitabından ve Resulün hidayetinden dönen ve kendi bildikleri gibi giden milletler ve yine Allah'ın Kitabına ve Resulün hidayetine boyun eğmek istemeyen, başkanlar, liderler, önderler'in peşinde gitmek, hatta Kitab ve sünnetten başka kendisine dayanak edinen "din" büyükleri ve siyasi rehberlerin peşine takılmak, insanları öyle bir fenalıklara saptırır ki, taunun sonunun ne olacağını kestirmek kolay değildir. İşte bu gibi kimseler veya zümreler Benî İsrailin düştükleri uçuruma düşüp yuvarlanıp giderler;
Önsöz
İslâmın siyasi nazariyesi, soya dayalı olarak intikal eden, yani babadan oğula geçen merkezi bir sistem değildir. Geçen bölümlerde İslâm'ın siyasi tasavvuru üzerinde durulmuş ve mevzular ayıklanmıştır. Bu bahislerde bu tasavvurun bir merkezi makamı olduğunu bildirdik. Şimdi Kur'an ve lugatta kullanılan kelime ve İstilahların manalarının üzerinde durup bunları incelemek ve şerh etmek gerekiyor; Bazıları bu ıstılahların tam manalarını bilmediğinden, hatta halkın, "hilâfet"in manasının "vekalet" olduğuna dair fikirleri olmadığından ve hilâfet'ın manasının yalnız "yerine geçmek", "birisinin yerine geçip oturmak" onun işini takib etmek, Urduca "canişîni" anlamında olduğunu ileri sürüyorlar. Kur'ân-ı Kerîmde, bu lafızdan maksad, sadece insana emanet edilmiş bulunan yetki ve dünyadaki işleri yürütmek hakkına sahib olmak değildir. Daha insanoğlu yeryüzüne inmeden orada bulunan mahlukun varlığında da yerine geçmesi, o mahlûkun yerini tutması için insana verilmiş bir husustur. Bu meseleyi açıklamanın sebebi, bu hususta istidlal edilen Hadisi Şerifi kabul etmeyenlerin aydınlanması içindir. Bu mevzu hususi bir tarzda okuyucuların dikkatlerine sunulmak istendi. Bu Hadîsi Şerifin medlulünü kabul etmeyenlerin ileri gelenleri, şu iddiayı ileri sürmektedirler: Hazreti Adem'e verilmiş olan "hilâfet," Hak Teala'nın o'nu yeryüzünde halife yapması, yani kendisine vekil tayin etmesi manasında değildir. Cenabı Hak, Adem'i yeryüzünde bulunan daha evvelki mahlûkatın yerine geçirmek bu mahlukatın yerine oturtmak istemişti. Hatta Hadisi Şerifin medlulünü bizim söylediğimiz gibi kabul etmeyen zümre, şu iddiada da bulunmaktadırlar. Hilafet'in manası sadece, yerine geçmek olduğuna göre, Hilâfet-i İlâhiye tasavvuru, manasız olur. Yani insanın Hak Teâla'ya vekil olduğunu kabul etmek istemiyorlar.
Bu hatalı iddiayı, yeni yetişenler, Hadisi Şerifi inkâr edenler ile dinsizliğin ele başları, durmadan ileri sürüyorlar. Zamanımızda bunlar her tarafta yine seslerini yükseltiklerinden, bu meselenin de açıklamasına zaruret hasıl oldu.
Şunun İçindir ki, Mevlânâ Mevdudî Sahib'in "Tercüman ül-Kur'ân" daki istidlal tarzını, burada ortaya koymak icab etti. Diğer taraftan bazı eli kalem tutanlar da Mevlâna'ya (Mevdudî) itirazlar da bulunmuşlardı. Mevtana da onlara cevap vermek için bu konuyu etraflıca izah etmiş ve Tercüman ül - Kur'an'da neşr etmişlerdir. Bu yazı Tercüman ül- Kar'ân'ın zilkade 1352 tarih (Şubat 1935) tarihli nüshasında çıkmıştır.
(Hazırlayıcı)